Bayi Çağrı (B.Ç:) (1955) ©2017 Onur Vakfı
Görüşen Kişi: Devim GECE (D.G:) Tahir BOZKURT (T.B:)
Görüşmeden Siyasi İlişkiler-Çalışmalar-Gözaltı-Mahkemeler-Cezaevleri ile ilgili bölüm:
….
Dışarıdan gelen arkadaşlar vardı. Amcaoğlu derdik, onlar bizi eğitmeye başladılar.
Dışarıdan gelen arkadaşlar vardı. Amcaoğlu derdik, onlar bizi eğitmeye başladılar.
D.G.: Kimdi Amcaoğlu dediğiniz ve dışarıdan gelip sizi eğitenler kimlerdi?
B.Ç.: Amcaoğlu dediğim B. İ. idi. Dergo dediğimiz uzun boylu bir arkadaş vardı adı K. soy ismini hatırlamıyorum; onlardı bizi eğiten, yardımcı olanlar. Daha sonradan İbo diye bir arkadaş geldi. O da bizimle ilgilendi. Sürekli değil arada geliyordu, geldiği zaman bir hafta, on- on beş gün bizim evde kalırdı. Biz gündüz okula gidiyorduk, o da işine giderdi. Konumunu bilmiyorduk. Sadece Partili bir arkadaş olarak onu çok severdik. Gerçekten çok yardımcı olurdu. Bizimkilerden atış talimi yapalım diye istekte bulunuyorduk, yaptırmıyorlardı, ama ondan istedik, o götürüyordu bizi. Mermi de getiriyordu. Uygun yer vardı, orada atış yaptırıyordu bize. Ne istesek yapıyordu, çok iyi biriydi. Kafamızdaki her şeyi sorardık ona, ilk yıllarda kızlarla ilgili de sorardık; gülerdi kızmazdı, bizi dinlerdi. O arkadaşın gerçek ismini hala bilmiyorum ama geçenlerde bir arkadaşın hatıralarını okuyunca İrfan Çelik’e çok benzettim. Kısa boylu, sarışın, renkli gözlü. Gerçekten çok iyi biriydi. Öyle ufak tefek görünce biz bunu deviririz dedik, dört kişi sarıldık hepimizi yere serdi.
D.G.: Çok ilginç, o yıllarda gerçek isimlerini bilmemeniz normal, ama 42-43 yıl geçmiş üzerinden hala gerçek adını bilmiyorsunuz. Bu hareket böyle bir hareket…
B.Ç.: Tabi, bizde insanların isimlerini öğrenmeme bilinçaltına yerleşti, kimsenin ismini bilmezdik. Gelen kişileri de örgüte almadan araştırıp incelerdik, öyle alırdık içimize. Ben mesela eşimin ismini de bilmezdim. İstanbul’dan geldiği zaman bağımız kopuktu, raporu gelmedi. Onu araştırmak ve bağ kurmak için İstanbul’a geldim. Arkadaşlardan öğrendikten, güvendikten sonra kendisiyle örgütsel ilişkiye geçtik. Başka örgütlerden bize geçmek isteyen arkadaşları da hemen almazdık. Araştırır/incelerdik, gerçekten sağlam ve dürüstse alırdık 1976’dan 1981’e kadar içimizden tek bir ajan çıkmadı. Çünkü en ufak bir şüphe duyduğumuz insanı içimize almazdık. Adana’da bir sürü arkadaşımız vardı, şahsen hepsini tanıyordum ama isimlerini bilmiyordum.
D.G.: Hem Tunceli merkezden hem dışarıdan gelip sizi eğiten arkadaşlar sizi ne gibi eğitimlere tabi tutarlardı? Nasıl bir eğitim verirlerdi? Politik anlamda ne gibi eğitimlere tabi tutuluyordunuz?
B.Ç.: Dört-beş kişilik eğitim gruplarında genellikle devrimci eğitim verilirdi. Sonradan örgütsel dokümanlara başlanıldı. Teksir olarak çıkan İbrahim’in yazıları bize okutulup anlatılırdı. Kafamıza takılan soruları sorardık, o şekilde bizi aydınlatmaya çalışırlardı. Ama bu eğitimler düzenli olurdu, haftada birkaç gün bekâr evlerinde özellikle akşamları yapılırdı.
D.G.: Devrimci faaliyet ne demek? Evet, İbrahim Kaypakkaya’nın yazılarını okuyordunuz, orada neler yazardı? Bunu tartışır mıydınız, yoksa okuduğunuz her şeyden hemen etkilenir miydiniz? Yani motivasyon neydi? O eğitimlerde sizi ikna eden neydi; kişilerin kendisi mi, yoksa size anlatılanlar mı? Nasıl bir tablo çizdiler? Siz nasıl karşılardınız bu anlatılanları? Çünkü bu sol dünyayla yeni tanışıyorsunuz; neydi eğitimin içeriği ve size olan yaklaşım?
B.Ç.: Önceleri eğitim olduğunu bilmiyorduk. Bazı arkadaşlar sohbet edelim diye evlerine çağırırlardı. Oturup sohbet ediyorduk. Onlar genel olarak ülkenin yani çaktırmadan Sosyo-EkonomikYapı’yı, mevcut süreci anlatırlardı. Bizim de görebildiğimiz ya da radyodan şuradan buradan duyduğumuz şeylerdi. Tabi o arkadaşlar bize daha farklı doğru olanı anlattıkları için daha da mantıklı gelirdi. Mesela aranan devrimcileri sorardık “Neden aranıyorlar, ne yaptılar, suçları neydi?” o devrimcilerle ile ilgili açıklama yaparlardı. Kaypakkaya, Mahir Çayan, Deniz Gezmiş ya da diğer devrimcilerle ilgili konuşur, bize onları tanıtırlardı. Onların düşüncelerini açıklarlardı. Sosyalizmi anlatırlardı. Onlara sempati duyardık, hoşumuza giderdi. Bir aşamadan sonra örgütsel dokümanları sırayla okuyup anlatmaya ve tartışmaya başladık. Kafamıza takılan yerler varsa sorardık, bize açıklamasını yaparlardı. Kafamızda netleşinceye kadar sorardık, arkadaşlar da bıkmadan anlatırlardı. Bu verilen mücadeleyi başarıya ulaştırmak için ne yapmak gerekiyor? Hangi yolu izlemek gerekiyor? Onları ve halk savaşını anlatırlardı. Temel konularla ilgili doküman ya da kitap verirlerdi, okurduk.
….
D.G.: Lise yıllarında Tunceli nasıldı, biraz Tunceli’den de bahsedebilir misiniz?
B.Ç.: O dönemde henüz ayrılık olmamıştı, Halkın Birliği daha Parti’den ayrılmamıştı. Parti o dönemde gerçekten güçlüydü. Halkın Kurtuluşu falan vardı, 1974’te UKO (Ulusal kurtuluş Ordusu) adıyla PKK ortaya çıktı. Onların faaliyetleri vardı. Tunceli de TOB DER ve başka dernekler vardı. Önce okula, okuldan çıkınca doğrudan TÖB-DER’e ya da tartışmaların olduğu başka alanlara giderdik. Tartışmalara katılır, onları dinlerdik. Tabi orada hem bizim arkadaşlarımız hem de diğer gruplardan arkadaşlar konuşurlardı. Her tarafı da dinlerdik ama tabi ki bizimkilerin anlattıkları mantıken daha hoşumuza gidiyordu, bizi tatmin ediyordu. Tunceli yoğundu gerçekten her yerde siyasi tartışmalar vardı. Özellikle 1974 affından sonra tüm örgütlerin örgütlenmesi gerçekten müthişti. Okulda birinci sınıfta derslerim iyiydi ama ikinci sınıfta zayıflamaya başladı, üçüncü sınıfta daha da zayıfladı. Derslere istediğimiz gibi çalışamıyorduk. Çünkü okula zaman ayıramıyorduk. Artık eğitim çalışmaları ve tartışmalar daha çok zamanımızı alıyordu. Bazen okulu asardık. Son sene öğretmenlerin çoğunluğu yabancı oldukları halde devrimciydiler. Zayıf derslerimize yüksek not vererek bizi geçirdiler. Öyle mezun olduk.
D.G.: Öğretmenlerinizle tartışıyor muydunuz? Bu gibi konuları konuşa biliyor muydunuz?
B.Ç.: Öğretmenlerin bazıları ile konuşuyorduk. Mesela H.A. dediğim öğretmen Halkın Kurtuluşundandı, Sınıfta onunla her şey; siyasi meseleler, sosyalizm, devrimci kültür üzerine konuşur tartışırdık. Çok iyi bir öğretmendi. Siyasi olarak ta iyi bir arkadaştı. Onun dışında birkaç öğretmenimiz daha vardı. Onlarla da bazen sohbet edip konuşuyorduk.
D.G.: Peki bu eğitim çalışmalarının yanı sıra Tunceli’de hiç illegal çalışmanız oldu mu?
B.Ç.: Okulda ki tüm örgütsel çalışmaları illegal yapıyorduk. Mesela bizim komite diğer komiteleri bilmezdi. Onlar da bizi bilmezlerdi.
D.G.: Anladığım kadarıyla lise 2 de artık siz tam zamanlı çalışan bir örgütlü bireydiniz.
B.Ç.: Evet örgütlü olduk. Bize mesela bir şeyler veriyorlardı “götürün bunu saklayın, muhafaza edin” Önceleri bizi denemek için yapıyorlarmış. Götürüp saklardık. İstedikleri zaman da geri verirdik. Daha sonra uygun olduğu için teksir bizim eve getirildi, bildiri falan basıldı. İşimiz bittikten sonra onun bakımını ve muhafazasını bize bırakıyorlardı. Bastığımız yayınların dağıtımını da yapıyorduk. Onlar bize götüreceğimiz yerleri söylüyorlardı. Biz de alıp götürüyorduk.
D.G.: Peki, illegal yaşam başka nasıl geçerdi, sizde nasıl bir duygu oluştu? Hiç güven problemi yaşadınız mı? Hiç gözaltına alınmaktan, ölümden korktuğunuz anlar oldu mu?
B.Ç.: O zamanlar ne ölüm korkusu ne başka bir korku insanın aklına gelmiyor. Her şeyi isteyerek, severek yapıyorsun. Bu illegalite hoşumuza da gidiyordu. 1975’ti, galiba son sınıftaydım. Bir gün şimdi içeriğini hatırlamıyorum, bir bildiri bastık. Bazı arkadaşlar Tunceli’nin içerisinde dağıtım yaptılar. Beni iki arkadaşla beraber Ovacık ve Hozat tarafına gönderdiler. Ovacık’a araba ile gittik ve dağıttık. Hozat’a araba yoktu, oraya yaya gitmemiz gerekiyor. Yolları birilerine sorduk, ormanda yolu şaşırdık. Sekiz saat süren yolu on üç saatte ancak gidebildik. Tunceli’de bildiri dağıtan arkadaşların bir kısmını yakaladılar. Sanat okulunda bildiri dağıtanlardan birisi ev arkadaşım A.A.’nın üzerinde ifade vermiş. Hozat’tan dönüp geldiğimde, arkadaşlarım evdeydiler. Gece eve baskın yapıldı, aradılar hiçbir şey bulamadılar. Sonra ikimizi alıp sorguya götürdüler. Bir hafta sorguda kaldık. İbrahim’in, poliste nasıl davranılacağını anlatan 26 maddesi vardı, onu ezberlemiştik. Hiçbir şeyi kabul etmiyorduk. Gelip bize o senin üzerine ifade verdi diyorlardı, yine de inkâr ediyorduk. Bazen sırtımıza binip gezdiriyorlardı. Karşı karşıya geldiğimizde birbirimize göz kırpıyorduk. Tamam demek ki herhangi bir sorun yok demekti. Bir hafta kaldık, biz bildiri dağıtmadık dedik. Afiş falan basıyorduk. İbrahim ile Ali Haydar’ın birlikte fotoğrafları vardı onları da basıyor, bildiriyle beraber dağıtıyorduk. Onlar da yakalanmıştı. Sordular tabi “Fotoğrafları nerede bastınız? Bildirileri nerede bastınız?” Teksir makinesini de sordular, bilmiyoruz nerde olduğunu dedik. Bir hafta sonra bizi Diyarbakır’a sevk ettiler. Askeri mahkemeler henüz kalkmamıştı. Orada bir-iki gün kaldık, sonra bizi mahkemeye çıkardılar. Beş on kişiydik. Beni ve diğer arkadaşları bıraktılar, ama A.A.’ı bırakmadılar. Savcı sorguluyor onu, soruyor “oğlum bir tane mi vardı elinde” o “yok bir tomar vardı” diyor. Hâlbuki bir tane vardı dese bırakacaklardı. Bir tomar dediğine göre bu bildiri dağıtmıştır diye tutuklanıyor. 4-5 ay yatırdılar onu. Teksir bizim evdeydi, onu bulamadılar.
D.G.: Siz lise sonda bayağı gözaltına alınıp, Diyarbakır’a kadar götürüldünüz. Kimdi sizi sorgulayan o savcı hatırlıyor musunuz?
B.Ç.: Savcıyı tanımıyorum. Diyarbakır’daki savcıydı, sorgulayan hangisi olduğunu bilmiyorum.
D.G.: O dönemler Fehmi Altınbilek Tunceli’deydi, hatırlıyor musunuz?
B.Ç.: Hatırlamıyorum.
D.G.: Peki anneniz babanız ve kardeşleriniz sizin bu faaliyetlerinizden haberdar mıydı?
B.Ç.: Yakalandıktan sonra haberdar oldular. Haberleri olduktan sonra artık ben eve uğramamaya başladım. Mazgirt’te de aranıyordum zaten. Arada Mazgirt’e gidiyor, bazı yazılama ve afişlemeye katılıyordum. Küçük yer olduğu için, bir iki kişi gördü ve tanıdı. Sanırım ihbar ettiler ki ondan sonra en ufak bir olayda adım veriliyordu. Dernekten dolayı da ifadeye çağırdılar. Ayrıca öğretmen okulundayken 12 Mart faşizmini protesto yürüyüşü yapmıştık. Okul komitesi bize o görevi vermişti. Sınıflardan öğrencileri dışarıya çıkardık. Sınıfın birine girdik ki Milli Güvenlik dersi var. Albay mıydı neydi, bir öğretmen dersteydi. Öğrencileri o sınıftan da çıkardık. Okulda korsan miting yaptık. Albay üzerimize ifade vermiş, mahkeme açmışlardı. Ondan dolayı da aranıyordum. Mecburen evle bütün bağlarımı kesmiştim.
D.G.: Peki, o süreçte hiç anneyle, babayla görüşebildiniz mi? Özellikle babayla?
B.Ç.: Anneyle babayla görüştüm, birkaç kez eve gittim. Annem bir şey demiyordu da babam kızdı bana. Sadece “girme, vururlar, ölürsün” diye nasihat ediyorlardı.
D.G.: Kardeşleriniz arasında sizi destekleyen oldu mu hiç?
B.Ç.: Kardeşlerim benden küçüklerdi ama hepsi devrimci sempatizan oldukları için hiçbir olumsuzluk sergilemediler. Arandığım dönemde bile kardeşlerim bana yardımcı oluyorlardı. Görüşüyordum onlarla. Okul bittikten sonra profesyonel mücadeleye katıldım.
….
1974’ten sonra büyük bir çoğunlukla mecliste yer alan CHP idi. Fakat CHP tek başına değildi. Ecevit liderliğinde bir koalisyon vardı. Zaten bizim öğretmen okullarını liseye çeviren de Ecevit oldu. O dönemde bütün ülke çapında buna karşı bir mücadele verildi. Kırk günlük bir boykot yapıldı. Buna rağmen geri adım atmadılar, aldıkları kararları uyguladılar.
D.G.: İzmir TARİŞ direnişi ve Dersim Deşt toprak işgali oldu. Bu direniş ve işgal sırasında hareketinizin çalışması neydi? Birey olarak tanıklıklarınız var mıdır?
B.Ç.: Birey olarak tanıklığım yoktu. Çünkü oralarda bulunmadım. Bize iletilen Deşt toprak işgali Parti tarafından düzenlenen gerçekten çok başarılı bir hareketti. Geniş bir halk yığınıyla birlikte Ekim ayında yapılan bir eylemdi. Bildiğim kadarıyla orası hazine arazisiydi. Başka bir bilgim yok.
D.G.: Deşt toprak işgaline katılan arkadaşlarınız oldu mu? Bu arkadaşlarla yan yana geldiğinizde size aktardılar mı; nasıl gelişmiş? Deşt Tunceli’nin tam olarak neresine denk geliyor?
B.Ç.: Tunceli’den Ovacık’a giderken yol üzerinde bir hazine arazisiydi. Gerillanın desteği ve denetiminde büyük bir halk kitlesi topraklara el koydu, topraklar sürüldü ve ekin ekildi. Tabi burjuvazi daha sonra ekinleri söktü.
D.G.: Peki, devlet bu arazileri köylülere vermiyor mu? Yani yasak mı koymuştu?
B.Ç.: Hayır, vermiyorlar. Dersim’de tarihini hatırlamıyorum ama sanırım 50’lerden sonra bir toprak reformu yapılmıştı. Bunu ben şuradan hatırlıyorum: o dönemde dedem köyde yaşıyor, yağcılık yapıyordu. Mazgirt’te yaşayan bizim dayılarımız vardı. Dedeme “Mazgirt’e gel, yakında devlet arazi dağıtacak, sen de kendi arazini al” diyorlar. Dedem onları dinlemedi. O dönem devlet tam hatırlamıyorum ama kişi başı en az 50 dönüm arazi dağıtıyor. Şu an Mazgirt’te yaşayanlar o dönem arazi sahibi oldular. Ondan önce sadece Türk dediğimiz birkaç ailenin toprağı vardı. Hazine arazisi de olsa onlar sahiplenmişlerdi. İnsanlara kira karşılığı verirlerdi. Onlar herhalde Kurtuluş savaşından sonra o topraklara el koymuşlardı. Dersim’de insanlar öldürüldü, göç ettirildi, sahipsiz kalan topraklar hazine arazisi haline geçti. Bir kısmını dağıttılar, ama hepsi dağıtılmadı. Parti’nin kamulaştırıldığı o tür arazilerdi.
….
D.G.: İstanbul’da 1 Mayıs, Gazi ve Gülsuyu Mahalleleri; Ankara da 18 Mayıs Mahalle’si gibi halkın konut ihtiyacına yönelik bir takım yerleşim yerlerinin oluşturulması gibi çalışmalar oldu. Bu yerleşim yerlerinin oluşmasında bireysel bir katkınız oldu mu? Olduysa nasıl oldu? Hareketinizin bu yerlerdeki çalışmalarıyla ilgili bilginiz ya da bir gözleminiz var mı? Varsa nelerdir?
B.Ç.: Ben çalışma alanı olarak bu alanlarda bulunmadım onun için bu alanlardaki çalışmalara bir katkım olmadı. Fakat Parti’mizin aldığı bu kararlar o günün koşullarında doğruydu. O dönemde kamulaştırma yapılan o alanlarda Parti’nin gerçekten aktif bir mücadelesi ve örgütlenmesi vardı. Kamulaştırılan araziler oradaki sempatizanlara veya ihtiyacı olan insanlara dağıtılırdı. Bu insanlar da o dönemde Parti ile hareket eden Parti’nin içinden insanlardı. Şimdi “Niye insanları mülk sahibi yaptınız, şimdi yüzünüze bakmıyorlar” temelinde eleştiriler var. Ama o dönemin şartlarına göre bakmalı. Yapmamız gerekiyordu.
D.G.: Adana’da hiç böyle gecekondulaşma, bu tarz girişimleriniz oldu mu?
B.Ç.: Hayır. Adana’da zaten kenar mahalleler, gecekondu tipi yapılaşmalar vardı, şimdi de var. Bizim bulunduğumuz dönem içerisinde öyle bir girişim başka siyasetlerde de olmadı, olsaydı bilirdik.
D.G.: Peki bu yerleşim yerleri ile ilgili olarak diğer sol yapılarla ilişkiler nasıldı. Ortak hareket etme, kararları birlikte alma ya da uzlaşılamayan konular hakkında bir bilginiz var mı?
B.Ç.: Dediğim gibi o alanlarda bulunmadım. Sadece yoldaşlardan duyduğum kadarıyla biliyorum.
1 Mayıs Mahallesi’nde bir eylem yapılıyorsa mutlaka oradaki siyasi hareketlerle ittifaklar yapılıyordu. Birlikte mücadele yürütülüyordu. Biz kitlelere toprak dağıtmak değil, yardım etmek için gidiyorduk. Bazıları eleştiriyorlardı; “kitleye hamallık yapıyorsunuz” diye. Ama bence hamallık değildi. Bu yardımlaşma halk tarafından gerçekten sevgi ile karşılanırdı. Bizi daha sıcak karşılıyorlardı. Düşünün izinsiz bir korsan miting yapıyoruz, o mitinglere bile gelip katılıyorlardı, dergi götürdüğümüzde mutlaka alırlardı. Hangi eve gitsek bizi misafir ederlerdi.
D.G.: Biliyorsunuz İstanbul 1 Mayıs Mahallesi’nin adı daha sonra Mustafa Kemal Mahallesi olarak değiştirildi. Bu değişiklik bir tesadüf müdür? Yoksa mahallenin kuruluşunda katkısı olan hareketinizin Mustafa Kemal hakkındaki değerlendirmesinin bir etkisi ya da sonucu mudur?
B.Ç.: Bu bir tesadüf değil, bilinçli olarak yaptılar. Kemalizm ile ilgili Türkiye’de ilk doğru tespitleri ortaya koyan, Kemalizm’in gerçekten faşist ideoloji olduğunu söyleyen İbrahim Kaypakkaya’ydı. Bundan dolayı Mustafa Kemal ismini koydular. Sonradan biraz değiştirdiler ama THKP-C ve THKO’nun eski tezlerine baktığımızda “Biz Mustafa Kemal’in askerleriyiz. Kemalizm Milli Demokrat Devrim’i yaptı” diye savunuyorlardı. Sadece Mustafa Kemal Mahallesi değil, başka yerlerde değiştirilen ya da yeni verilen isimler de var. Sabiha Gökçen Dersimi bombalayan kişi, Yavuz Sultan Selim binlerce Alevi’yi öldüren kişi. Benzeri isimleri bilinçli olarak kullanıyorlar.
Bu bir intikam biçimi, devlet şu mesajı vermeye çalışıyor: “Bak bu mahallelere artık biz hakimiz”. Devrimci durumunda düşüş olunca bunlarda bu alanları değiştirmeye kalktılar ve büyük oranda değiştirdiler.
D.G.: Dersim sınırları içerisinde devrimci faaliyetinden dolayı yerelde hayatını kaybeden var mıydı?
B.Ç.: Evet, lisede mi, sanat okulunda mı hatırlamıyorum, bir öğrenci vuruldu. Bu olayı daha sonra siyasiye çevirdiler. Ama çok iyi biliyorum olayın siyasetle hiçbir alakası yoktu. Biri HK sempatizanı diğeri de UKO sempatizanı iki kişi vardı. Aynı kızı bilmeden ikisi de seviyormuş. UKO sempatizanı bu durumu öğreniyor, “Benim sevdiğim kızı sen nasıl seversin” diye HK sempatizanını kovalıyor. O kaçıyor, o kovalıyor epey dolaşıyorlar. Galiba önce arkadaki UKO’cu ateş ediyor. Öndeki de kendisini savunmak için dönüp ateş ediyor. Çocuk silah eğitimi bile almamış, ama tesadüfen UKO’cu vuruldu. Mazgirtliydi, cenazeyi alıp oraya götürdük. Önce herhangi bir sorun yoktu. Birkaç gün sonra UKO’cular,” HK arkadaşımızı vurdu” diye homurdanmaya başladılar. Aralarındaki düşmanlık o zaman başladı. Halkın Kurtuluşu’ndan Hüseyin Sancar diye oradaki örgütleyici çok iyi bir arkadaş vardı. Hakikaten de çok iyi bir insandı, o da Mazgirtliydi. PKK Tunceli’de vurdu onu.
D.G.: Bu nedenle dolayı mı vurdular?
B.Ç.: Evet bu yüzden vurdular. Hatta Mazgirt’te vuracaklardı. Belki on kişi geldi Tunceli’den, Hüseyin Sancar’ı aralarına aldılar öldürmeye götürüyorlardı. O zaman tesadüfen rastladık ve dört beş kişi toplandık, Hüseyin Sancar’ı aramıza aldık. “Bu adamı kesinlikle vuramazsınız. Eğer vurmaya kalkarsanız biz de sizinle çatışırız” dedik. O zaman çekindi, geri çekildiler. Mazgirt ufak yer, olay duyuldu. Halk silahlandı onları kovaladı. Kaçıp Tunceli’ye gittiler. Ben yer değiştirdikten altı ay sonra Hüseyin Sancar’ı Tunceli’de öldürdüklerini duydum. Bu çatışmalar uzun bir süre kan davası gibi devam etti…
D.G.: Peki o iki sempatizanın neden silahları vardı?
B.Ç.: Belki örgütünse, biri eve bırakmıştır, onlar da üzerlerine almışlardır. İkisi de silahlıydı. Nasıl aldılarsa bilmiyorum.
D.G.: Sempatizanlarda silah oluyor muydu?
B.Ç.: Bize verilmiyordu. Mesela bize eğitim veren arkadaşlar geliyorlardı. Bir yere giderken silahı götürmesi gerekmiyorsa, eve bırakıp gidiyorlardı. O zaman ev sahibi arkadaşlarına hava atmak için alıp üzerine takabiliyor. Bize “alma” derlerdi, biz de almazdık. Ama alanlar vardı.
U.D: Devam etti mi bu vurmalar?
B.Ç.: Daha sonra bu durum HK ile PKK arasında silahlı çatışmaya kadar gitti. Birbirlerinden çok insan vurdular.
……
D.G.: Aktif siyasete kaç yılında başladınız, tercihinizi neye göre belirlediniz, ülkenin durumu nasıldı ve siz hangi alanda faaliyet yürüttünüz?
B.Ç.: Tamamen aktif olmasa da hem okul hem de siyasi mücadeleyi birlikte yürütüyorduk. 3. sınıfta örgütsel bağlarımız tam olarak kuruldu. Hem bizim okulda hem diğer okullarda, hem de okullar arası komiteler oluşturulmuştu. Parti faaliyetleri eğitim çalışmaları temelinde yürütülüyordu. Bununla birlikte bazen mitingler, korsan eylemler yapılırdı. Parti’nin çalışmasıyla ilgili yazılama, afişleme benzeri eylemler de oluyordu. Aktif siyasete okul bittikten sonra başladık.
Tercihimize gelince: konumumuz zaten belliydi; yarıcılıktan gelmemiz, topraksız oluşumuz, sürekli ağalara çalışıp kazancımızı onlarla paylaşmamız. Diğer yandan sosyalist düşüncelerle tanıştım. Sosyalizmi okudum, arkadaşlar da anlattılar; benimsedim. İbrahim Kaypakkaya’nın çizgisini uygulayarak sosyalizme ulaşabileceğimize inandığım için bu saflarda yer aldım. Devrimci mücadele biçimi, devrimi başarabilmek için izlenen yol, devrim yapıldıktan sonra sosyalizmin inşası diğerler örgütlerin görüşlerinden daha mantıklı geldi. Öğretmenlik yapabilirdim fakat devrimci mücadeleye katılmak, halkı aydınlatmak yolunu tercih ettim.
D.G: Peki ülkenin içinden geçtiği sosyal, siyasal, kültürel durun nasıldı? Yani iktisadi yapıyı nasıl buluyordunuz? Yaşadığınız kentte, ya da takip ettiğiniz yayınlarda gözleminiz neydi?
B.Ç.: O dönem Sosyo-Ekonomik Yapı ile ilgili değişik tezler vardı. Fakat İbrahim Kaypakkaya’nın getirdiği tezler, ülkenin yarı feodal yarı sömürge oluşu tezi bize daha mantıklı gelmişti. Çünkü özellikle 1971-1974 dönemleri, %70’i topraksız köylüydü. Toprak sorunu gündemdeydi. Devrimin özünün Demokratik Halk Devrimi olması da doğru bir tezdi. Devrimci mücadelenin kırsal alandan başlaması şehirlere doğru ilerlemesi bu teze uygundu. Bu devrimci süreci hızlandırmak için mücadelenin halk savaşı olması da doğru bir tespitti. Aslında ülkemizin durumu hakkında yeterli bir araştırmamız yoktu. Sosyo-Ekonomik yapıyla ilgili İbrahim Kaypakkaya’nın birkaç bölgede araştırmaları vardı. Tabii onlar da devlet istatistikleri dikkate alınarak yapılmıştı ve yetersizdi. Ama yeterli araştırma olmasa da tespitleri doğru buluyordum, inanıyordum.
D.G.: Örgütlendikten sonra hangi kesimler içinde yer aldınız?
B.Ç.: Öğrenci olduğum zaman öğrenci gençlikte yer aldım. Öğrenci derneği yönetimde ben de vardım. Mezuniyetten sonra arkadaşlarım gibi beni de farklı konumlarda değerlendirdiler. Kendi ilçem Mazgirt’te, oradaki arkadaşlarla birlikte mahalle ve köyleri örgütlemede görevlendirdiler. Ayrıca basınla ilgili bazı görevler verdiler. Özellikle batıl itikatlarından dolayı halkın korktuğu ve gitmediği alanlarda sığınaklar hazırladık. Bir mağarayı büyütüp geliştirerek basın için sığınak yaptık. Teksir ve bütün malzememiz oradaydı. Bildirilerimizi, yazı ve afişlerimizi orada basardık. En güzeli suyun içinden içeri girilebiliyor, kar olsa bile iz kayboluyordu. Doğal bir taşla kapatılmıştı. Bulunması çok zordu.
İlçedeki tüm örgütlemeden sorumluyduk. Örgütleme içerisinde yer alan arkadaşlar genelde benim yaşıtlarımdı. Köylere gittiğimizde hemen diğer köylüleri çağırırlardı on-on beş kişi toplanırlardı. Onlarla sohbet eder, propaganda yapardık. İlçe komitesinde kendi aramızda görev bölümü yaparak köyleri aramızda bölüşmüştük. Herkesin çalışma alanı belliydi. Çalışma alanlarımıza bazen hep birlikte, bazen de yalnız giderlerdik. Bildiri varsa götürüp dağıtır, köylülerle konuşurduk.
Ayrıca köylülerle diyalog kurmak, örgütlemeyi daha da sağlamlaştırmak için sempatizanlardan on-on beş kişilik özel bir ekip oluşturmuştuk. Bu gurupla köylere yardım temelinde; odun ya da yaprak kesmeye, ot ya da ekin biçmeye, çift sürme giderdik. Patos döneminde patoslarını vururduk. Köylülere yardım edince onlarla olan ilişkilerimiz/bağlarımız daha da sıkılaşıyordu. İnsanlarla bir aile gibi olduk.
Mesela köylere beş on kişi birden o geç saatte gittiğimiz halde insanlar kalkarlardı, bizlere yemek, çay yaparlardı. Bazen siz uyuyun nöbeti biz tutarız diyorlardı. Gerçekten köylülerle ilişkilerimiz çok güzeldi, bizi dinlerlerdi, anlattıklarımıza ikna olurlardı. Eylem yaptığımızda kapılarını kapatıp hep beraber katılanlar da olurdu. Mesela Peri’de, Mazgirt’te sık sık izinli yürüyüşler, ya da korsan mitingler yapardık; halkın büyük çoğunluğu katılırdı.
D.G.: Gelen insanlar sizin devrimci olduğunuzu bilirler miydi?
B.Ç.: Tabi, Partizancılar geldi derlerdi.
D.G.: Kurduğunuz o gurup içerisinde kimler vardı, hatırlıyor musunuz?
B.Ç.: Hepsini hatırlamıyorum ama hatırladığım kadarıyla Mazgirt’ten F.D., A.A. vardı. Hozat’tan, Çemişgezek’ten gelip Mazgirt’te okuyan arkadaşlarımız da vardı. Okulları bittikten sonra da bizimle kaldılar. O arkadaşlarımızın isimlerini hatırlayamıyorum.
D.G.: Hareketinize nasıl üye olunurdu? Üyelik statüsü nasıl gelişirdi? Üyelik öncesi bir süreç var mıydı?
B.Ç.: Parti’nin elbette bir üyelik süreci vardı. Üyeliğin belli şartları vardı. Biz de onlara dikkat ediyorduk. Parti ilkelerine göre; bir kişinin Parti Üyesi olabilmesi için siyasi olarak Parti’nin her konudaki düşüncelerini dışarıdaki düşüncelere karşı tam olarak savunabilecek düzeyde olması gerekiyordu. Askeri alanda da yeterli olması, eldeki malzemeleri kullanabilmesi ve birtakım eylemlere çıkarak tecrübe kazanması gerekiyordu. Bu şartları sağlayarak yeterliliğini gördüğümüz arkadaşlardan üye olması için başvurmalarını istiyorduk. Arkadaşlar da tabi kendilerini yeterli görüyorlarsa başvuruyorlardı. Altı aylık deneme süresinde yetersiz oldukları alanlarda kendilerine yardımcı olur, eksiklerini tamamlatmaya çalışırdık. Genelde benim üye yaptığım arkadaşlar gerçekten Parti’nin düşüncelerini içerde ve dışarıda savunabilecek düzeyde ve askeri olarak ta kendilerini savunabilecek ve çalışma alanlarında aktif olarak mücadeleyi yürütebilecek nitelikte insanlardı.
Sonradan duydum; başka alanlarda arkadaşlar mesela bir öğretmene gidiyorlar, öğretmen üç-beş kuruş harçlık veriyor, onu Parti Üyesi yapıyorlar. Veya fabrikada çalışıyor biraz aidat veriyor, aidat verdi diye parti üyesi oluyor. Bunlar partiye zarar verdi. Gerçekten mücadele içerisinde çok iyi, çok fedakârlık arkadaşlarımız vardı ama yetersiz oldukları belli noktalar vardı. Biz onların üzerinde durur, eksiklerini tamamlamalarını isterdik. Yetersiz bir insanın Parti’yi temsil etmemesi gerekiyor. Bir kişinin sadece siyasi düşünceleri bilmesi yetmiyor. Ezberin çok iyi olabilir, tüm kitapları ezberleyebilirsin, bütün düşünceleri papağan gibi tekrarlayarak karşındakini susturabilirsin. Ama bu yetmeyebilir. Ayrıca insanın kişiliği de önemli. Halk gerçekten çok iyi gözlemcidir. Bir insanın oturmasına, kalkmasına, yemesine, içmesine; her şeyine dikkat eder. Onun için her hareketimize dikkat ederdik. Ben içki içmeye karşı değilim ama içki içtiğini düşün; gidip o köylüye konuşurken ağzın içki kokarsa o insan sana inanır mı? Mesela kahveye gitme diyorsun, kahvedekilere kumar oynamak yanlıştır diye kumarın zararını anlatıyorsun. Sonra o kişiler seni kahvede oyun oynarken gördüğünde sana güveni kalır mı?
Yani bir adayın sadece siyasi/teorik olarak değil, pratik olarak ta yerine getirmesi gereken görevleri vardı. Mesela nöbetlere gidiliyor, eylemlere katılıyor orda çatışma oldu; soğukkanlı olmalı. Her konuda denenerek, kendini ispatlayarak Parti’ye layık olmak gerekiyor. Her konuda bir bütün olanlar elbette Parti Üyesi olabilirler. Böyle bir süreç vardı, onu uyguluyorduk. Adam çok iyi sempatizandır, çok iyi bir Parti taraftarıdır, çok muazzam bir arkadaştır, zamanını da ayırabiliyor ama nitelikleri yoktur. Onları biz ileri sempatizan olarak tutardık, eksiklerini tamamladığı zaman Parti Üyeliğine baş vurmalarını ister, üye yapardık.
D.G.: Ama o zaman teklif hareketten kişiye gidiyor.
B.Ç.: Tabi biz önerirdik onları. Ama kişi kendini yeterli buluyorsa öyle gelenler de olabilir, oldu.
D.G.: Öyle örnekler de var mı? Kendisini önerenler…
B.Ç.:Önerenler olurdu. Ama eksiklikleri falan varsa biz onları konuşurduk, yetersiz oldukları konuları söylerdik, onları da tamamlarsan olur diyorduk. Gerçekten yapıyorlardı arkadaşlar da…
D.G.: Peki bu arada sizi kim örgütledi? Sizin süreciniz nasıl oldu? Sizin eksikliğinizi söyleyen oldu mu, sizin durumunuz nasıl gelişti?
B.Ç.: Bana ilk teklifle gelenler B.İ. ve Dergo dediğim arkadaştı. Bizimle esas ilgilenen, örgütleyenler onlardı. B.İ.’den hem askeri hem siyasi eğitim aldık. Diğer arkadaşlar genelde siyasi eğitim verirlerdi. Bizi önce siyasi, sonra askeri olarak yetiştirdiler. Yetiştirdikten sonra kendileri Parti Üyeliği teklif ettiler. Altı aylık dönem içinde var olan eksikliklerim giderildi, sonra Parti Üyeliğim kabul edildi.
D.G.: Bir ast-üst ilişkisi varsa bunu belirleyen ölçütler neydi? Örneğin hareket içinde bulunma süresi, alınan sorumluluk ve benzeri gibi durumlar bir ölçüt müydü? Hareket içinde konumlar arası hiyerarşik bir ilişki var mıydı, varsa nedenleri nelerdi?
B.Ç.: Başka alanlarda bilmiyorum ama bulunduğum alanlarda yoldaşlar arasında ayrım olmazdı fakat eğitimli, yani Parti’nin düşüncesini tamamen kavrayan insanların durumuyla bir sempatizanın durumu arasında fark vardı. Bunu üyeler de biliyordu.
D.G.: Yani doğallığında bir ast-üst ilişkisi var ama bunun karşılığı çok hissedilir değildi, öyle mi?
B.Ç.: Mesela biz üstteki organa, bize eğitim veren üstümüzdeki komiteye karşı sorumluyduk. Tabi onlara karşı daha resmi davranılırdı. Ama aynı komite içindeki arkadaşlar arasında daha farklı bir ilişkimiz vardı. Eğer kastettiğiniz buysa, böyle bir yapı vardı. Ama bizim üstümüzde olan arkadaşların hem siyasi meselelerde hem de diğer konularda daha farklı düzeyde olduklarını biliyorduk. Bildiğimiz için de kendimizi onlara göre biraz daha yetersiz hissederdik. Mesela bazı arkadaşlar bazı konularla ilgili yazı yazarlardı. Biz yazacak düzeyde değildik. O nedenle onlara daha fazla saygı duyardık. Bu herkeste olan bir tavırdı. Hepsine yoldaş gözüyle bakılırdı ama tabii ki üst konumunda olan arkadaşların diğer insanlar üzerindeki sevgi-saygıları daha fazlaydı.
D.G.: Evet hiyerarşi vardı ama bu çok katı işlemiyordu. Peki hareket üyelerinin profili nasıldı? Yani etnik kökeni, toplumsal sınıfı, yöresi ve benzeri gibi özellikleri neydi?
B.Ç.: Parti Üyelerinin mi?
D.G.: Evet, hareket içindeki üye, sempatizan hepsi…
B.Ç.: Eğer bulunduğum alanla ilgili soruyorsanız; mesela Dersim’deyken Mazgirt’ten sonra Çemişgezek, Hozat tarafına geçtim. Taraftarlarımız genelde gençlik kesimindendi. Yani köylüyü gerçekten bir türlü mücadeleye katamadık. Örgütlemeyi yapanlar, halka önderlik edenler, propaganda ve ajitasyonda çalışalar genelde gençlik kesimindendi. Üyeler de gençlik kesimi ya da herhangi bir okulda okumayıp işsiz köylü gençler olurdu. Bunlar bizimle birliktelerdi, mücadeleye katılırlardı. Etnik köken olarak Dersim’de genellikle Kürtler ya da Dersimli Zazalar vardı. Diğer alanlarda mesela Adana veya başka bölgelerde içimizde her milliyetten insan olurdu. Yeter ki bizim siyasi görüşlerimizi, düşüncelerimizi kabul etsin, Parti’nin disiplinini tanısın. Araplardan, Türklerden, Ermenilerden kazandığımız insanlar, farklı kökene dayanan arkadaşlarımız vardı.
D.G.: Kimdi o Araplar ve Türkler?
B.Ç.: Mesela Mete Dalgın bir Arap arkadaşımızdı. Onun vasıtasıyla başka Arapları da örgütlüyorduk. Birkaç kişi daha vardı ama isimlerini hatırlamıyorum. Yarı profesyonel olarak bizimle çalışan, Arap kadın arkadaşımız da vardı. İskenderun’da, Hatay’da Arap taraftar arkadaşlarımız vardı. Onlarla sendikal mücadeleyi yürütüyorduk. Acil’cilerle ortak sendikal çalışma yürüterek, noterde üyeleri istifa ettirerek Sağlık-Sen’i ele geçirmiş, TKP’nin elinden almıştık. Gerçekten güçlü bir sendikaydı. Her alanda farklı yapıda, farklı kökenden insanlar vardı. Değişik birim ve alanlarda işçi, memur, öğretmen ve öğrenciler vardı. Onları eğitirdik. Eğitilen bu insanların içinden gerçekten profesyonel düzeyde kalacak insanlar çıkabiliyordu.
D.G.: Peki hareketin içersinde etnik dini aidiyetler/kimlikler açıkça belirtilebiliyor muydu? Bu konuda hiç sorunlar yaşandı mı?
B.Ç.: Profesyonel mücadele içersinde olan arkadaşların hepsi ateistti. Dolayısı ile bizim dinle bir sorunumuz olmazdı. Fakat çalışma yaptığımız alanlarda sempatizan kesimlerde dini aidiyetler vardı. Alevi, suni, şafi olanlar vardı. Adana’da Araplar da aleviydi. Biz onlarla dini konuları tartışmazdık. Dini konuları bilinç seviyesi biraz yüksek, tartışabilecek düzeyde, gelişmeye açık olan insanlarla konuşurduk. Onlar kafalarına takılan konuları bize sorarlardı. Onlarla rahatlıkla her şeyi konuşabilirdik/tartışabilirdik ve ikna etmeye çalışırdık. Mesela Adana’da İmam Hatip’te okuyan iki sempatizanımız öğrenci vardı. Bazen beş-on kişi gelirlerdi. Onların öğretmenleri de gelirlerdi; otururduk, konuşurduk, sohbet ederdik, tartışırdık. Onlarla beş-altı aylık bir çalışmamız oldu, bize katıldılar. Hocaları da çekti gitti.
D.G.: Kimdi o çocuklar? Hatırlıyor musunuz?
B.Ç.: İsim hatırlamıyorum. Bir arkadaş İzmit’te öğrenciyken bizimkilerle tanışmış. Bir gün bir mahalleden geçerken baktım duvarlarda bizim sloganlar yazılmış; “Kahrolsun patron-ağa devleti” altına da TKP-ML TİKKO yazılmış. Araştırdım kim yazdı bunları diye kimse bilmiyordu. Çünkü o mahallede öyle bir çalışma yapmamıştık. Daha sonra okullardan araştırdık, arkadaşın biri İzmit’ten geleni buldu. Gittik tanıştık. Onun vasıtasıyla diğer arkadaşları tanıdık. Aynı mahallesinde oturan birkaç arkadaştılar.
D.G.: İmam-Hatip’teki çocukları örgütlediniz yani. Peki, hareket ya da Parti içinde kadınların konumu nasıldı? Yani kadınlar hiyerarşik basamaklarda hangi konuma gelebiliyorlar mıydı?
B.Ç.: Gördüğüm kadarıyla Parti içinde kadın arkadaşlar gerçekten daha az ve yetersizdi. Onun için kadın örgütlenmesi de yetersizdi. Parti örgütlemesini yaparken önce Parti’nin siyasi organını, buna bağlı olarak askeri organı oluştururduk. Okullarda da gençlik organını oluştururduk. Tabi bu arada o komitelerin içersine kadınları alamıyorduk. İmkânımız olmuyordu. Okuldaki kız öğrenciler okul komitelerinde, yani TMLGB içerisinde, fabrikalarda çalışanlar sendika içersinde yer alabiliyorlardı. Tunceli’de bazı kadın arkadaşlarımız vardı. Çok yetersizdi ama diğer alanlarda kadınları örgütlemeye hız vermeye çalıştık. Özel olarak kadınları örgütlesinler diye bir kadın komitesi oluştururduk. Bu kadın komiteleri mahallelerde özellikle herhangi bir yerde çalışmayıp ta evde olan kadınlardan oluşuyordu. Bu komiteleri kadın yoldaşlar yapardı. Ve başarırlardı da…
D.G.: Peki, hareket içerisinde önemli pozisyona gelmiş kadınlar var mıydı? Varsa kimlerdi bunlar?
B.Ç.: Ben sadece bir kadın arkadaşı biliyorum. Bölge toplantılarında ve Konferans’ta bir kadın arkadaş gördüm, başka da görmemiştim.
D.G.: Kimdi o kadın arkadaş?
B.Ç.: Arkadaş deşifre olmadığı için söylemesem.
D.G.: Olur. Peki, sizin bulunduğunuz dönemde sizce hareketin yüzde kaçını kadınlar oluşturuyordu?
B.Ç.: MK üyeleri daha iyi bilir, ben bir şey diyemeyeceğim. Tamam, kendimize ML ve devrimciyiz diyoruz, örgütleme yapıyoruz ama biz ne kadar Marksist-Leninist’iz desek de kafamızda feodalizm ve ataerkil yapı var. Ülkedeki genel ataerkil yapı bizde de var. Biz Dersimliler de daha da çok var. Marksist-Leninist’iz, devrimciyiz, çok iyiyiz, çok temiziz, kadın haklarını savunuruz ama eve gelince çok iyi ataerkil, çok iyi canavar kesiliriz. Kadın haklarını savunduğumuz halde pratikte hep geride kaldık. İsterdim ki İl Komitesinde kadınlar olsun. BK’de, MK’ de, diğer bütün komitelerde eşit düzeyde, eşit düzeyde olmasa bile belli düzeyde kadın kotasının olması şartı gerekirdi. Yapabilecek düzeyde kadınlar, niye olmasınlar ki? Bu bizde bir eksiklikti. Bulunduğum her alanda İK’ni erkeklerden oluşturduk çünkü onun içerisinde yer alacak düzeyde kadın arkadaşımız yoktu. Çünkü kadınlar yetiştirilmemişti. Daha sonradan bazı arkadaşlar yetiştirmeye çalıştık. Tunceli’den, İstanbul’dan gelen arkadaşlar oldu onları değerlendirdik. Bazı komitelerde görev verdik. Hatta Parti Üyesi’de yaptık.
D.G.: Kimdi bu kadın arkadaşlar?
B.Ç.: Bu arkadaşın ismini vermeyeyim, o da açığa çıkmayan bir arkadaş. Aktif olarak gerçekten her alanda onu görevlendiriyorduk hem askeri, hem siyasi alanda, hem kadınların örgütlenmesinde. Diğer bölgelerde da hiç kadın görmedim. Bölge toplantılarında da hep erkekler vardı. 1978’de Konferans yapılmıştı; o Konferans’ta on beş -yirmi, belki daha fazla erkek arkadaş vardı, bir tek kadın katılmıştı düşünebiliyor musunuz?
D.G.: Parti içi demokrasi nasıldı? Yani anti demokratik uygulamalarla hiç karşılaştınız mı? Ya da tanık oldunuz mu?
B.Ç.: Parti içinde demokratik merkeziyetçilik ilkesinin işletildiğine gerçekten inanıyordum. Fakat bazen bu ilkenin ihlal edildiğini fark ettim. Parti’nin aldığı kararlara tabi ki kayıtsız-şartsız uyuyorduk. Eleştiri yürütme hakkımız vardı. Bazen üst organlarla bağımız kopardı. Onları beklemeden kendimiz karar alarak mücadeleye devam ederdik. Mecburduk. Bir mahallede faşistler saldırıyor, çatışma başlıyor. Halk bizim nerede örgütlü olduğumuzu biliyor, koşup TİKKO’cuları sorup haber veriyor. Halka böyle bir güven vermişsin. Daha önceki yıllarda diğer siyasi hareketler kitle sayısı olarak bizden fazlaydılar. Silahlı mücadele başladığı anda Parti öne geçti. Diğer siyasetlerden Parti’ye guruplar halinde kaymalar oldu. Çatışmaya gelince adamlar bırakıp kaçıyor ama bizimkiler devam ediyor. Nöbetlere gidiyoruz, silahlarını bırakıp gidiyorlar, bizimkiler kalıyor.
Yıllardan 1980’di. Bizim bölgemiz sıcak bir bölgeydi. Çatışma olan mahallelerde diğer siyasi hareketlerle ortaklaşa bir askeri birim oluşturmuştuk. Çünkü her akşam bir mahallede çatışma çıkardı. Faşistler sürekli saldırırlardı. Ne zaman saldıracakları belli değildi. O mahalleleri korumak, her zaman hazır askeri güç bulundurmak zorunluluğumuz vardı. Biz saldırmazdık, hep savunmadaydık.
Bir dönemde yine böyle savunma komitelerimizin başardığı birkaç eylem vardı. Tabi Parti’nin izin verdiği eylemler değildi, yine de Parti adına savunup sahip çıkmış, bildiri dağıtmıştık. Bildiri DABK’ tan gelen bir arkadaşın eline geçmiş. Bir süre sonra arkadaş geri geldi. Bizimle durumu hiç tartışmadan anti demokratik olarak “MK’nın haberi olmadan hiçbir eylem yapılmayacak, bütün malzemeleri toplayın” dedi. O zaman ben MK’ya tavır koydum. Partinin düşüncesini savunuyorum ama aldığı bu kararı kesinlikle tanımıyorum dedim. Çünkü bulunduğumuz bölgede MK kararını uygulamak gerçekten Parti’yi yok etmek demekti. Durum çok kritikti. O tavrımın doğru olduğunu halen savunuyorum. Şunu istiyordum; sorumlumuz bölgeye gelecek, en az bir hafta kalarak şartları gözlemleyecekti. Ya da bir gözlemci gönderecek, ondan sonra istediği kararı alacaklardı. O zaman onlara saygı duyardım ama bir bildiriye bakarak karar almak gerçekten doğru değildi.
D.G.: Size bunu söyleyen kimdi?
B.Ç.: Kararı MK’den Ali Yavuz Çengeloğlu getirdi. A.H.A. ile beraber geldiler. Daha önceden alınan bazı kararlar da yanlıştı. MK kararına göre cezalandırma ya da kamulaştırma eylemleri için istihbarat toplayıp göndereceksin, MK inceleyecek, olumlu ya da olumsuz karar alacak, sana gönderecek; olur derse yapacaksın, yoksa yapmayacaksın. Bulunduğumuz alanların şartlarında gerçekten yanlış bir karardı. Bence bu PÜ’ne, Parti organlarına güvensizlikti. Bir PÜ zaten Parti’nin ilkelerine göre davranır, o ilkelerinin dışına çıkmaz. Bizim değerlendirme, karar verme yetkimiz, gücümüz yok mu?
Yanlışlık nerden çıktı? Mesela bir cezalandırma ile ilgili istihbarat toplanmış şu kişiler diye gönderiyorsun; bunlar ülke çapında profesyonel katiller. Adamlar şehirlerarası çalışıyorlar. Bugün burada, yarın Ankara’da, öbür gün İstanbul’da… Bir daha bulamazsın. Eğer MK’nın o kararı olmasaydı Cevat Yurdakul vurulmayacaktı. Cevat Yurdakul’u vuran ekibi önceden tespit etmiştik. Bizimkilerin cezalandırmaları çok kolaydı. Yeri biliyorlardı. Ama karara uyup eylemi yapmadılar. Onlar Cevat Yurdakul’u vurdular. Bizimkilerden karar gelene kadar adamlar kaç kahveyi taradılar, kaç kişiyi vurdular. Kamulaştırma eylemiyle ilgili istihbarat gönderdik bize altı ay sonra cevap geldi. İstihbarat gönderdiğimiz de bir tane mutemet vardı. Bir tek arabayla gidip geliyorlardı. Altı ay sonra ülkede şartlar değişti. Bir polis otosu önde, bir polis otosu arkada, mutemedin arabası ortada; parayı o şekilde götürmeye başladılar. Eylem imkânsız oldu. Hatta eyleme destek için başka bölgeden iki kişi gelmişti. Durumu izah ettim. İncelediler, olumsuz durumu onlar da gördüler ve eylemden vazgeçildi. Karar daha kısa sürede verilebilseydi ya da o yetki daha alt organlara tanınsaydı bu olumsuzluklar yaşanmayacaktı. Bu tekçi zihniyete benzedi; her şeye ben karar vereceğim, sen sadece yap. Belki başka alanlarda PÜ, Parti’den bağımsız Parti’ye zarar veren birtakım eylemler yapmışlar, bundan dolayı bu kararı almış ta olabilirler. Ama bence almayabilirlerdi.
….
D.G.: Ben 1976 öncesine dönmek istiyorum. Yani lise iki ya da üçtesiniz, 73-74 yılları. Acaba TÖS (12 Mart öncesinde Türkiye Öğretmenler Sendikası), Dev-Genç, Aydınlık Sosyalist Dergi (bu 14. sayıdan itibaren PDA ve ASD olarak ikiye bölünüyor), Proleter Devrimci Aydınlık PDA, İşçi Köylü Gazetesi, Devrim Dergisi v.b. gibi yayınlardan hangilerini okuyordunuz? TÖS’le bir ilişkiniz, diyalogunuz oldu mu? O dönemde çıkan bu yayınları takıp ediyor muydunuz? Hiç gördünüz mü?
B.Ç.: Okulda iken değişik siyasi düşüncede olan arkadaşlarımız vardı. Onlar kendi dergilerini getirirlerdi. Onlardan alıp okuyabiliyorduk. Bazen Töb-Der’e gidiyorduk. Devrimci dernekler vardı, dergileri oralarda görürdük. İsimlerini hatırlamıyorum ama o zamanlar dergileri derneklerde okurduk. Devrimci Öğretmenler Derneği’ne değil de genellikle devrimci kültür derneklerine gidiyorduk. Elimize geçen dergileri, broşürleri ne varsa okumaya çalışırdık. Birbirimizle dergi alışverişi yapardık. Hangi dergilerdi isimlerini hatırlamıyorum.
….
D.G.:12 Mart Darbesi’ni nasıl yaşadınız, aileniz/çevreniz bunu nasıl karşıladı? Hatırlıyor musunuz? Erim Hükümetleri ve 12 Mart’ı konuşalım.
B.Ç.: Çocuktum ama 12 Mart’ı hatırlıyorum. 12 Mart olduğunda her yere asker girdi. Mazgirt’te her tarafta askerler nöbet tutuyor, köyleri de dolaşıyorlarmış. Radyolarda aranan devrimcilerin isimlerini duyduğumuzda etkilenmişiz demek ki. Favorili veya pala bıyıklı olanlar devrimci diye bir biçimleme yapılmıştı. Ben de onlara sempati duyduğum için (sakallar da yeni çıkmaya başlamıştı) favori bırakmıştım. Ailem çekinip, çocuk olmama rağmen favorilerimi kestirdiler. Seni devrimci diye alıp götürürler diyerek bana baskı yapmışlardı.
D.G.: O zaman böyle biçimsel şeylere dikkat ediyorlardı demek.
B.Ç.: Tabi, bizim köyde bir köylü komşumuz vardı, onu aldılar içeriye. Mazgirt’ten Kenan diye bir arkadaşı vardı onu da aldılar. Öyle birkaç kişiyi tutuklamış, işkenceden geçirmişlerdi. Ailem sanırım o nedenle korkuyordu.
D.G.: 12 Mart’ta askerler köylerde gezerlerdi, aileniz nasıl değerlendirirdi hatırlıyor musunuz?
B.Ç.: Aslında ailemin ve diğer insanların üzerinde 38’in etkisi ile askere karşı sürekli bir çekingenlik vardı, askerden korkarlardı. Ve o korkuyu bize de yansıtmaya çalışıyorlardı. Köylerde askere ya da operasyon yapıldığına ben hiç rastlamadım, sadece duydum. Ama Mazgirt’in içerisinde geniş önlemler alıyorlardı. Her tarafta askerler vardı.
D.G.: Ecevit– Erbakan Hükümeti ve 1974 Kıbrıs Harekâtı var. Kıbrıs Harekâtı çevrenizde nasıl değerlendirilirdi? Özellikle hareket içersinde, sempatizanlar arasında, sizi eğitmeye gelen insanlarla bu konu hiç konuşulur muydu, Kıbrıs Harekâtı’nı nasıl değerlendirirlerdi?
B.Ç.: Kıbrıs Harekâtı döneminde Ecevit’e bir hayranlığımız ve CHP’ye de sempatimiz vardı. Karaoğlan diye CHP’ye oy toplardık. Çünkü bizim ailemiz de yöremizdeki herkes gibi CHP’liydi. Ecevit’in solcu geçinmesinin yanında halka yaptığı toprak reformu, gecekondulara tapu ve benzeri vaatleri vardı. Topraksız olduğumuz için toprak reformu bizi ilgilendiriyordu. Tunceli milletvekilleri hep CHP’liydi, oradan başka milletvekili çıkmazdı.
Halk arasında Kıbrıs işgal edilmiş, Türkiye’den Kıbrıs’ı kurtarmaya gidiyoruz diye gönüllü olarak Kıbrıs’a savaşa gitmek isteyenler oldu. Öyle bir milli duygu uyandırdılar. Tunceli’den çok insan gitti. Askerlik şubeleri gönüllü olarak askere gitmek isteyenler ile doluydu. Tabi o zamanlar Parti’yle tam sıkı bir ilişki içine girmiş değildik. Parti’nin değerlendirmesinin farklı olduğunu sonradan öğrendim.
D.G.: Bunu ilk defa duydum, yani Kıbrıs Harekâtı sırasında Tunceli’de insanların askerlik şubelerinde sıraya girdiğini. Erim hükümetleri döneminde sıkıyönetimin kaldırılmasıyla birlikte 1973’te kurulan DGM’ler var. Bu konuda neler söyleyebilirsiniz?
B.Ç.: Yakalanan devrimcilerin DGM’ye götürüldüklerini, yargılandıklarını duyuyorduk fakat ne olduğunu, nasıl işler yaptıklarını bilmiyorduk. Tabi ben de nasibimi aldım, öğretmen lisesindeyken bir gözaltım oldu. Önce bir hafta Elazığ’da sorguladılar. Sonra Diyarbakır DGM’ye sevk ettiler. Orada ifademizi alıp bıraktılar. DGM ile o şekilde tanıştık.
D.G.: Peki hiç DGM’ye karşı bir kampanyanız oldu mu?
B.Ç.: Daha önceden yapılmışsa bilmiyorum, Parti’nin olmuş olabilir ama o zaman daha yeni olduğum için haberim yoktu.
D.G.: 12 Mart’tan 1975 sonrasına kadar, Aliağa ve İpraş Rafinerileri’nde, Ereğli Demir Çelik, Türk Demirdöküm, Sungurlar, Pirelli, Goodyear, Tofaş, Renauld, Profilo gibi işletmelerde bir takım işçi direnişleri vardı. Bu gibi grevleri hiç duydunuz mu? Bu grevlerde bulundunuz mu?
B.Ç.: Hayır hiç bulunmadım. Çünkü İstanbul’a ya da diğer illere gitme durumumuz yoktu. Duymadım da aktif olarak direnişin içerisinde olmayınca insanlar duyarsız olur. Dediğim gibi ancak 1974’ten sonra siyaseti kavramaya başladık. 1975’te yaralandığım zaman tedavi için İstanbul’a gelmiştim. Bizimkilerle Kadırga Yurdu’nda kaldık. Kimlerdi hepsini hatırlamıyorum ama H.A.diye bir arkadaşımız vardı, abisi daha sonra milletvekili adayı oldu. Tedaviden sonra geri döndüm.
D.G.: Gerçekten bu işçi grevlerini radyodan falan hiç mi duymadınız, ya da sizin üstünüzdeki sizle ilgilenen insanlar anlatmadılar mı böyle şeyleri?
B.Ç.:1974’ten önce düzenli bağımız yoktu. 1974’te Parti’yle bağ kurduktan sonra, sürekli siyasi meseleler tartışılır/konuşulurdu, artık bu tür olayları onlardan öğrenmeye başladık. Ama şimdi neler konuşuldu hatırlamıyorum.
D.G.: 12 Mart sonrasında afla dışarı çıkan tutuklu devrimcilerin dışarıdaki politikaya etkisini hiç gözlemlediniz mi? Nasıl bir etkileri oldu, devam ettiler mi bıraktılar mı? Hapishane koşullarından sizlere bahsettiler mi? Biraz dışarıya çıkan arkadaşlarınızın durumunu konuşalım.
B.Ç.: Bizimle ilgilenen arkadaşımız B.İ.’yi tanırdık. Cezaevindeki durumları, devrimcilere karşı nasıl davrandıklarını, sorguları onlar bize anlatırlardı. Ayrıca arkadaşlar 12 Mart döneminde sorguya düşen çoğu arkadaşın ifadelerini ve bazı iddianameleri bize okutturuyorlardı. İbrahim’inkini de okurduk. Diğer arkadaşlarınkini de parçalar halinde okuturlardı. Teksirle bastırmışlardı. Oradan okuyup öğrendim.
D.G.: O iddianamelerde ve savunmalarda neler yazılıydı hatırlıyor musunuz?
B.Ç.: Kişiden kişiye değişiyordu. Parti’nin kadrosu olan arkadaşlar siyasi savunma yapıyorlardı. Siyasi olduklarını belirtip Parti’yi savunuyorlardı. Daha alt düzeyde olan arkadaşlar da siyasetle ilgileri olmadıklarını söylüyor veya şurada/burada çalışıyordum gibi benzeri temelde savunmaları vardı. Niye bunlar böyle savunma yapıyorlar diye soruyorduk, normaldir diyorlardı. Onlar suçüstü yakalanmamışlar, ya da sadece yataklık yapmışlar. Sempatizanların savunmalarıyla kadroların savunmaları arasında farklar vardı, onu görebiliyorduk. Cezaevindeyken veya sorgudayken yapılan işkenceleri, kendilerini nasıl savunduklarını kadroların ağzından kendi ifadeleriyle anlatıyorlardı.
….
D.G.:MC Hükümetleri döneminde kontra-gerilla/paramiliter güçlerin okullarda, fabrikalarda sokaklardaki saldırıları vardı. Bu saldırılarla ilgili tanık olduğunuz birtakım olaylar oldu mu?
B.Ç.: Aktif saldırılara rastlamadık. Tunceli’de miting yaptığımız zaman on binlerce insan katılırdı. Yani devletin mitinglere müdahale etme şansı yoktu. İstediğimiz gibi konuşmalar yapılır, sloganlar atılır, halaylar çekilirdi, daha sonra insanlar sorunsuz dağılırlardı. Mazgirt’te genelde korsan mitingler koyardık. Halkla ilişkilerimiz iyi olduğu için, bu mitinglere yüzlerce insan katılırdı. Tabi biz vardık, Halkın Kurtuluşu ve Halkın Yolu’ndan arkadaşlar vardı. Ona göre önlemimizi alıyorduk. Her harekette ancak bir iki tane tabanca vardı, onlarla önlem almaya çalışırdık. Bu yürüyüşlere hazırlanırken üç siyaset ortaklaşa bir komite oluşturur, birlikte organize ederdik.
….
D.G.: Peki o dönemde Tunceli’de ölümle sonuçlanan kontrgerilla saldırıları var mı?
B.Ç.:1975’ti sanırım, Erzurum taraflarında bir devrimci vurulmuş ve ölmüştü. Cenazesi ya Diyarbakır’a ya da Elazığ’a gidecekti. Tunceli’den geçmesi gerekiyordu, o cenazeyi Tunceli Köprüsü’nde bekledik. Bütün siyasi hareketler katıldılar, binlerce insan toplandı. Cenazeyi polis arabasıyla getiriyorlardı. Büyük bir kitle arabanın etraflarını sardı. O panikle ne olduysa arabadaki bir polis ateş etti. Bizim bir arkadaş orada vuruldu ve öldü.
Öğretmen okulunda12Mart muhtırasını protesto gibi yürüyüşler yapardık. Çarşıdan uzak olduğumuz için polis gelinceye kadar zaten eylemler dağılırdı, yetişemezlerdi. Saldırıyla pek karşılaşmıyorduk. Büyük mitinglerde fazla kitle katıldığı için yaklaşmazlardı.
D.G.: 78-79 Ecevit Hükümeti döneminde Maraş’ta, Çorum’da, sonrası 3.MC Hükümetleri zamanı Sivas’ta Malatya’da Alevi katliamları oldu. Bu katliamlara hiç tanıklık ettiniz mi? Bu katliamlar karşısında hareketinizin tutumu ve kararları nelerdi?
B.Ç.: Katliam bölgelerinde bulunmadım. Sadece bulunduğum alanlarda katliamlarla ilgili bildiriler dağıtmıştık. Diğer siyasi hareketlerle ortaklaşa kınama eylemleri düzenlerdik. Tabi izinli değil, korsan eylemlerdi. Halk arasında anti-propagandasını yapardık.
D.G.: Bu katliamdan sonra misilleme eylemi oldu mu?
B.Ç.:Öyle bir misilleme olmadı, onları anmak için belli eylemler yapılabiliyordu.
….
Sanırım 1976’nın sonuna doğru Adana’ya geri döndüm. 1977’de Adana’daydım. Adana’ya geldiğimde bizim bir tabanımız yoktu, bana bir-iki kişi tanıştırdılar. Daha sonra da bizim Hozatlı bir-iki aile vardı, Bekçi Hüseyin ve Doğan vardı. Bazen onlara uğrardım. Tuncelililerin gittiği bazı kahveler vardı, oralara giderdim. Asker Mehmet dediğimiz Mazgirtli bir arkadaşımız vardı, kahvede çalışıyordu. O kahveye gittiğimde orada İsmail diye işsiz bir arkadaşımız vardı, bazen inşaatlarda çalışırdı, onunla ve V.D. ile tanıştık. Onlarla ilişkilerimiz devam etti, zamanla ikisini örgütlemeye başladım. Daha sonra V.D. ve İsmail bir bekâr evi kiralamışlardı, onların yanında kaldım. Adana’yı örgütlemeye gelmiştim ama önümde ilişki yoktu. Yarı feodal ilişkiler vardı. Süreç içerisinde feodal bağlar vasıtası ile tanıdığım insanlarla, onların tanıdıklarıyla, tanıdıklarının tanıdıklarıyla, evlerine gide gele, çevreleriyle irtibat kurarak arkadaşları örgütlemeye başladım. Hiç unutmam bir gün, hangisi hatırlamıyorum büyük bir dernekte siyasi hareketler arası tartışma vardı. Sanırım Sosyo-Ekonomik Yapı’yla ilgiliydi. Her siyasi hareket kalkıyor, kendi düşüncesini açıklıyordu. Ben de söz istedim. Kimin adına konuşacaksın diye sordular, Partizan adına konuşacağım dedim. Kim var yanında dediler. Buraya 3 kişi geldik dedim. Sizin yeterli kitle sayınız yok, onun için size söz hakkı vermiyoruz dediler. Beni konuşturmadılar. Tabi bu benim çok zoruma gitti. Her taraf halk yığınları ile dolu ama bizim taraftarlarımız yok. Halk arasında çalışmaya devam ettik. Elimizden geldiği kadar iyi bir örgütlemeye giriştik. 7-8 ay sonra 1 Mayıs yapıldı. 1 Mayıs’a kadar epey kitle örgütledik. Abartmayayım ama sanırım 400-500 civarında bir kitle ile 1 Mayıs’a katıldık. Sempatizanlarımız eşleriyle birlikte yakın akrabalarını da toplayıp getirdiler. Yani örgütlü/ örgütsüz olanlarla beraber epey bir kitle sayısı yakaladık. Ondan sonra tartışmalara kitlelerimizle birlikte gidiyor ve konuşabiliyorduk.
….
B.Ç.: Genellikle Parti haklıydı ama… Aslında Parti’yle düzenli bir ilişkimiz yoktu. Yani üst organdan gelen arkadaşlarımız bize düzenli uğramazlardı. Eğer biz onları beklemiş olsaydık hiçbir şey yapamazdık. İK’ni denetleyen, üst organdan gelen kişi, önce BK’nden geldi. Daha sonra ABK’ni oluşturunca, oradan geliyorlardı. Ayda bir uğraması, bizim il toplantısına katılması raporları alıp götürmesi, bizim sorunları dinlemesi gerekiyordu. Neler yapıp yapmayacağımızı organize etmeleri; kısaca bize önderlik yapmaları gerekiyordu. Fakat bizim yoldaşlar gelirdi, toplantı yapardık; mahallelere girmek yok, halkla ilgilenmek yok, sadece toplantıya katılıp, gidiyorlardı. Altı ay bile gelmedikleri oldu. Biz ne yapacağız, altı ay hiçbir şey yapmadan onları mı bekleyeceğiz? Bu yöntem de doğru değildi. Mecburen inisiyatif kullanıyorduk. Ben bu yüzden çok ceza aldım. A.H.A. üst bölgeden gelip bizi denetleyen kişi idi. Hem bizi denetlemeye geliyor, İl Komitesi’nde yer alıyor, hem de Adana’da çalışma alanlarında da görev alıyordu. Orayı organize eden ben; çalışmaları bütün mahallelerde yürütüyorum, herkes beni tanıyor, hepsiyle eğitim çalışmaları oluşturmuşum. Adana’yı bölgelere böldük. Bölgeleri aramızda paylaştık, görev bölümü yaptık, çalışmaları yürütüyorduk. A.H.A. gidiyor, üç ay dört, ay gelmiyor. Bölgesindeki arkadaşlarla haftada en az iki gün eğitim çalışması yapıyorduk, adamlar boşta kalıyor. Mesela afişleme, yazılama yapılıyor; arkadaşlarla irtibatlı değiliz. Ya da başka eylemler yapılacak. A.H.A. yok, ne yapacağız o bölgeleri? Tanıyan arkadaş gelip beni buluyor kimse gelmedi, ne yapacağız diye soruyor. Ben mecburen o alana girmek zorunda kalıyordum. Gidiyor, onları tekrar örgütlüyor, yeniden faaliyete hız veriyordum. A.H.A. gelince neden bölgeme girdin diye bana hesap soruyordu.
Daha sonraki dönemlerde birimimizde A.H.A. ile başka olumsuzluklar da yaşandı. Onunla ilgili 16 sayfalık eleştiri yazısı hazırlamıştım; günlerce tartıştık neredeyse kavga eder duruma geldik, bana şunu yazma-bunu yazma, şunu çıkar-bunu çıkar şeklinde müdahale etti. “Ama benim senin hakkında kanaatim bu” dedim. Mesela bir eyleme gittik, bir yazılama ya da afişleme yapıyorduk. Afişleme yapanlar ileri sempatizan arkadaşlardı, biz de korumasını yapıyorduk. Çatışma çıktı; o silahlı ve gözcü olduğu halde silahsız afişleme yapanlarla beraber bizi bıraktı, kaçtı. Biz mecburen onları korumak için çatışmak zorunda kaldık. Senin üzerinde silah var, aynı zamanda kadrosun nereye kaçıyorsun? Bunu yazıdan nasıl çıkarayım? Mahallesindeki dağınıklıkla ilgili, çalışmalara uzun süre gelmemesi Parti’ye zarar veriyordu. Çalışmalarımızı engelliyordu.
Daha sonradan istediği kısımları çıkardı, neleri çıkardığını hatırlamıyorum, rapor dokuz sayfa kaldı. Neyse dokuz sayfayı verdim, gönderdim. Bir süre sonra. A.H.A. yanında kısa boylu kel bir arkadaşımız vardı (kim olduğunu ve ismini bilmiyorum), onunla beraber geldiler. Bize MK’dan geldiğini söyledi. İkisi beraber beni suçladılar. A.H.A.’ün bölgesine girmeyecektin, niye girdin? Mesela bildiri dağıtmamız gerekiyor, bildiri gelmiyor, mecburen teksir makinesiyle kendimiz yapıyorduk. Afişlerimizi her şeyimizi kendimiz yapardık. Parti adına da üstlenirdik. Sen Parti misin, Parti adına işler yapıyorsun, benzer şekilde eleştirilerle beni yerle bir ettiler. Özeleştiri vermek zorunda kaldım. Doğru, ilişkileri düzeltmek için onun alanına girdim, inkâr etmiyorum, insanlar geldiler mecbur kaldım. Bildiriler bastık. Mesela bildiri dağıtmamız gerekiyor; üstten bildiri gelmiyor, mecburen teksir makinesiyle kendimiz yapıyorduk. Tamam dedim ben bunları yaptım, suçsa kabul ediyorum, Parti için yaptım. Aylarca gelmeyen A.H.A.’ü bekleyecek değildim. MK’dan gelen kişinin bu şekilde beni suçlamasını değil; beni inisiyatif kullanmak zorunda bırakan ondan hesap sormasını beklerdim.
İbrahim’in ilkelerinde TİKKO ceza yasalarında çatışmada silah arkadaşlarını bırakıp kaçanın cezası ölümdür. Buna rağmen bu kişinin korunması gerçekten bende güvensizlik yarattı. Ondan sonra Parti’ye tavrım değişti. Mesela Parti’nin şu kararı vardı; kamulaştırma ve cezalandırmalarda MK’nin izni olmadan eylem yapılmayacak. Bir istihbarat gönderiyoruz; cevabı aylar sürüyor, yapamıyoruz. Adana’nın yapısı çok farklıydı. Her gün mutlaka bir mahallede çatışma olurdu. Çünkü mahallelerin bir kısmında faşistler, diğerinde devrimciler yoğundu. Faşistler her akşam mutlaka bir taraftan saldırırlardı. Sabahlara kadar nöbet tutardık. Çatışma ister istemez olacaktı. Yavuzlar, Yurt, Denizli, Narlıca, Yenibey, Hürriyet, Doğanbeyli Mahalleleri böyleydi. MK’nin izni olmadan harekete başladık.
….
Parti örgütlemesine bağlı olarak askeri örgütlemeyi de oluşturmuştuk. Askeri örgütlemeye bağlı olarak her mahallede en azından üç dört kişilik ya da beş kişilik askeri birimimiz vardı. O askeri birimler de mahallelerde halktan milisler oluşturmuşlardı, onları da saflarına alıyorlardı. Halktan insanlar fabrikada çalışıyor, akşam iş dönüşü eve gitmeden direk nöbet alanına gelirlerdi. Yemeği nöbet alanında yerlerdi. Halkla ilişkilerimiz çok iyiydi. Mesela Parti’nin parasını silah ve mermi almak için hiç kullanmadık. Fabrikalarda, mahallelerde kampanya başlatıp para topluyorlar; malzeme almamız için bize getiriyorlardı.
D.G.: Yine bu dönemde çıkan bazı dergiler ve yayın organları var. Örneğin bunlardan bazılarını saymak isterim: İstanbul bölgesinde çıkan Kızıl Yol, İzmir bölgesinde çıkan Devrimci Komünist, MZ hizbi olarak ta adlandırılan Kızıler gurubunun yayın organı Kurtuluş Yolu, HB gurubu yayını Proleter Birlik, merkez yayın organı Komünist, İşçi-Köylü Gazetesi, Partizan Dergisi… Bu gazete ve dergilerden hangileri elinize geçiyordu ve hangilerini okuyordunuz? Halkın Gücü gazetesini hiç duydunuz mu? Bu gazeteyle ilgili bildikleriniz nelerdir?
B.Ç.: Sanırın 1976 idi. O zamanlar Halkın Gücü diye gazete çıkacaktı. Tam hatırlamıyorum ama sanırım afişlemelerde çatışma çıktı. Halkın Gücü gazetesi çıkmadı ama bizim bölgede herkes bize Halkın Gücü diyordu. Parti’nin legal-illegal yayınları Komünist, İKK (İşçi-Köylü Kurtuluş dergisi), Partizan Parti’nin düzenli çıkan yayınlarıydı. Mutlaka elimize geçiyordu, onları düzenli olarak okur, konuşur, aramızda tartışırdık. Kurtuluş Yolu Parti vasıtasıyla bize ulaştırılırdı. Onu kendi üst organlarımızla okuyup tartışırdık. Diğer siyasi hareketlerle tartışıyor, konuşuyorduk; onların düşüncelerini de bilmemiz gerekiyordu. Mecburen onların yayınlarını da okumamız gerekiyordu ve okurduk.
D.G.: Peki neler yazardı, ne gibi konular işlenirdi ağırlıklı olarak? Hatırlıyor musunuz?
B.Ç.: Devrimci stratejik tezlerle ilgili görüşler çıkıyordu. Bazılarında yerel/bölgesel sorunlar anlatılırdı. Yani hem haber niteliğinde hem de kadroları geliştirme temelinde yazılar olurdu. Komünist basit bir dergi değildi, kadrolara yönelikti. Onu genellikle eğitim çalışmalarında arkadaşlarla beraber okurduk. Sıradan sempatizanların okuyup ta anlayabilecekleri bir dergi değildi. Sanırım on beş günde bir ya da ayda bir düzenli olarak Partizan çıkıyordu, siyasi bir takım tezler yazılıyordu. Halk tarafından pek rağbet görmedi. Ancak en az lise ya da dengi okul okuyanlar, belli bir bilinç düzeyi olanlar anlayabiliyordu. Halka hitap eden bir dergi değildi. Bence legal, bütün kitleye ulaşabilecek, hitap edecek bir gazete çıkarmamız gerekiyordu. Bu bizim eksikliğimiz. Artık imkânlarımız mı, elvermedi ya da yeterince uğraşmadık mı, bilemiyorum.
….
D.G.: Kızıler gurubunun temel olarak farkı neydi?
B.Ç.: Kendi aramızda konuştuk ama şimdi hatırlayamıyorum. Fakat ona karşı tavır almıştık. Genellikle tepkiyle karşıladık doğru bulmadık ayrılıklarını. Şu anda yayın organlarında ne yazıyordu, gerçekten hatırlamıyorum. Parti’den üst sorumlu arkadaşlar o yayınları getirirlerdi, alırdık, okurduk, tartışırdık. Böyle bir hizip çıkmıştır, şunları savunuyor diye anlatırlardı. Tavrımızı belirler ve onların bölgemizde gelişmesine izin vermezdik.
….
B.Ç.: Halkın Biriği ile temel görüşlerde ayrılık vardı. Özellikle Sosyo-Ekonomik Yapı ve Halk Savaşı konularında. O süreç çok uzun sürdü; onlarla düzenli tartışmalar yapılırdı. Bizden o konuda yeterli olan arkadaşlar Parti’nin tezlerini savunurlardı. Onlar kapitalizmin hâkim olduğuna dair tezler savunurlardı. Biz dinleyici olarak katılırdık. Ayrılık o şekilde başladı. Bizden tartışmanın birinde Amcaoğlu dediğimiz B.İ. ve Dergo dediğimiz K. arkadaş vardı. Birkaç tartışmaya onlarla katıldık. Karşı taraftan gelen Z.U., H.T. ve Seyit dediğimiz bir arkadaş vardı.
….
Örgütlemeyi; Parti örgütlemesi, askeri örgütleme ve gençlik örgütlemesi, daha sonra da kadın örgütlemesini şeklinde yapardık. Parti örgütlemesi siyasi örgütlemeydi. Bunu fabrikalarda V.D. yapardı ve sendikal çalışmaları da denetlerdi. Legal çalışma alanında P.Ç. diye bir arkadaşımız vardı, o çalışırdı. O Adana’ya, Parti tarafından çok daha sonra getirilmişti. Legal alanda çalışsın denilmişti. Teorik olarak gerçekten iyiydi.
Diğer mahalle örgütlemelerini de ben yapardım. Avukatlardan ayrı bir komite, öğretmenlerden ayrı bir komite, diğer memurlardan ayrı bir komite oluştururduk. Bir avukat, bir öğretmen ve bir memurlardan da bir üst komite oluştururduk. Ondan sonra onlar kendi birimlerini örgütlerdi. İhtiyaç duyduklarında diğer komitelere bizi davet ederlerdi, giderdik.
Diğer yandan 4 arkadaşla İ.K.’ne bağlı bir AK oluşturmuştuk; TİKKO örgütlemesi. Adana’yı 4 bölgeye ayırıp AK içersindeki arkadaşlar belli bir alandan sorumluydu. Her arkadaş kendi alanında ayrı bir askeri birim oluşturup onları eğitirdi. Gerektiğinde biz de toplantılarına, eğitim çalışmalarına katılırdık. Bu sistem çok düzenli olarak gelişip büyüyordu. Eskiden nöbetlere, eylemlere, bildiri dağıtmaya, afişlemeye, yazılamaya o an elimizin altında kim varsa onları alıp çıkıyorduk. Düzenli bir çalışma içersine girdikten sonra sadece Askeri Komitelerdekiler çıkarlardı. Bu AK’lere kadınları da alırdık. Askeri eğitim bu komitelerde verilirdi; eldeki malzemelerin kullanılması, nöbetlerde dikkat edilmesi gereken hususlar benzeri eğitimler yapılırdı. Sadece askeri bilgilerle yetinilmez siyasi eğitim de yapılırdı.
Bunun dışında gençlik örgütlemesi vardı. Gençlik örgütlemesi içinde lise ve üniversite öğrencileri vardı. Özellikle lise yoğundu. Örgütlemeye önce liselerden başladık. Daha sonra üniversitelere girdik.
D.G.: Lisedekiler ve üniversitedekiler kimlerdi mesela?
B.Ç.: Liseden hatırladığım Sessiz dediğimiz bir arkadaş, Y.K.Ü., H.Ş. ve soy ismini hatırlamadığım Doğan vardı. Önce Tuncelililer vardı, onlar vasıtasıyla Adana’nın yerlileri ile tanıştık, zaman içerisinde eğitim çalışmalarının içerisine aldık. Üniversitede arkadaşımız yoktu. Diğer siyasi hareketlerden arkadaşlarla irtibat kurduk. Zamanla Halkın Kurtuluşu’ndan B.U. diye bir arkadaşı saflarımıza kazandık. Onun vasıtasıyla üniversiteye de girmiş olduk. Sonradan İstanbul’dan N.H.K. geldi. B.U. vasıtasıyla bize ulaşmıştı, ikisiyle bir TMLGB Komitesi oluşturduk. Lise ve üniversitedeki arkadaşlardan 4 kişilik bir TMLGB Üst Komitesi kurmuştuk. TMLGB Üst Komitesini İK olarak biz eğitiyorduk. Üniversitedekiler üniversitede, lisedekiler liselerde çalışmaları yürütüyorlardı. Kendi eğitim guruplarını oluşturuyorlardı.
Adana’nın içersinde örgütlüydük. İlçe ve köylerde örgütlülük alanımız yoktu. Bunu yapmak için önce Adanalı öğrencilerden çevre ilçe ve köyler hakkında istihbarat toplamaya başladık. Bir taraftan Adanalı işçi ve memurlar arasında da araştırma yaptık. Kim hangi ilçede, hangi köyde oturuyor, bağlantıları nerede onları tespit ettik. Sonra bir program yaptık. Hafta sonları onların öğretmeni gibi onlarla birlikte ilçelerine, köylerine giderdik. İşçilerle beraber gittiğimizde kendimizi onların iş arkadaşı olarak tanıtırdık. O şekilde köylere, ilçelere dağıldık. Oraları da örgütlemeye başladık. Zamanla insanlar bize alışınca yalnız gitmeye başladık. Yabancı biri gittiği için de bütün köylüler merak edip toplanırlardı. Onlarla oturur, siyaset konuşur, sohbet ederdik.
D.G.: Hangi köylerdi o köyler hatırlıyor musunuz?
B.Ç.: Hepsini hatırlamıyorum ama mesela Saimbeyli, Feke, Kadirli, Kozan’ın köylerine gittik. Tabi o ilçelere ve köylere gittiğimiz zaman hem o ilçeyle/köyle, hem diğer siyasi yapılarla ilgili bilgiler alırdık. İster istemez siyasi meseleler açılıyordu. Biz de görüşlerimizi açıklardık o şekilde zamanla insanları örgütlemeye başlamıştık. Böylelikle örgütleme alanımız gelişiyor, genişliyordu. Artık oralara da kadro çıkarmak zorunda kalıyorduk. 1980’ler bizim, Niğde’deki arkadaşları kaçırma girişimimiz oldu. Onlar için cezaevinden kaçtıktan sonra barınacakları bir yer hazırlamamız gerekiyordu. O zaman da bu ilişkilerden yararlandık.
Önceleri kadın örgütlemesi yapacak nitelikte kadın arkadaşımız yoktu. Biz erkekler yapmaya çalışıyorduk. Başka bölgelerden iki kadın arkadaş gelmişti. Biri M. diye bir arkadaştı, diğeri A. bir arkadaşımızın kız kardeşiydi. Oluşturduğumuz gurupları onlara devrettik. Deneyimli olmadıkları için yeterince yararlı olamadılar, guruplar dağıldı. Daha sonra İstanbul’dan gelen üniversite gençlik sorumlusu N.H.K. ile görüştük. O daha tecrübeliydi. Kadın örgütlemesini de ona verdik. Gerçekten kadınlarla çok iyi anlaşırdı. Böylece kadınlar arasında da başarılı bir çalışma yürüttük, kadın örgütlenmemiz gelişti. Adana örgütlememiz kısaca bu temelde yürüyordu.
D.G.:1977 seçimleri hem bölgenizde hem ülkemizde nasıl bir siyasal tablo içinde yapıldı? Diğer bölgelerde ve bulunduğunuz alanda seçimlere karşı tavrınız nasıldı, neler yapıldı? Bu seçimlerde Tunceli’den bağımsız bir adayın gösterildiği biliniyor. Bu konuda hareketinizin yaklaşımı neydi?
B.Ç.: Parti içerisinde aday mı gösterelim, boykot mu edelim diye bir tartışma vardı. Bir kısmımız boykot edelim, bir kısmımız aday gösterelim diyordu. En son aday gösterme kararı alındı. Tabi biz de buna uyduk, doğruydu o dönem. O da galiba arkadaşımız İ.A’ydı. Tunceli’den onu aday gösterdiler, biz de destekledik, onunla ilgili çalışma yaptık. Tunceli’de Halkın Kurtuluşu’ndan da bir aday çıkarmışlardı. Galiba ismi A.D’di. Seçimlerden önce tutuklandı.
Bildiğim kadarıyla tek aday göstermek için anlaşamadılar. Mecburen ayrı aday göstermek zorunda kaldık. Bir ara o tarafa gitmiştim ve Mazgirt köylerin bir kısmını adayımızla beraber gezdik. Her gittiğimiz köyde adayımız devrimci propaganda yapardı. Yani Parlamento’nun değil devrimin kurtuluş olduğunu, legal anlamda yararlanmak için aday olduğunu anlatırdı. Halkın Kurtuluşundan aday arkadaş cezaevindeydi, kazanamadı; bizimki de kazanamadı.
D.G.: Kimdi CHP’nin o dönemki milletvekili hatırlıyor musunuz?
B.Ç.: Hatırlamıyorum.
D.G.: Peki siz Mazgirt’in hangi köylerine gittiniz? Köylerde sizi nasıl karşıladılar? Yani ikna oluyorlar mıydı? Yoksa sizi çelişkili mi buluyorlardı?
B.Ç.: Gittiğimiz bazı köylerde bazen farklı siyasi hareketler olurdu, onlarla konuşur tartışırdık. Çoğunlukla bizim sempatizanlar vardı, diğer siyasi hareketler karşı çıkmazlardı. Köylerin bir kısmı tanıdığımız insanlardı. Yani kimliğini gizlemeden rahat konuşup, tartışabiliyordun. Bizi tanımayan köylerde de genellikle çok iyi karşılandık. Köylerin çoğunluğunu dolaştık. Köyler birbirine fazla uzakta değiller. Köyden köye hep yaya giderdik. Bu çalışmalarımız sırasında köylülere yardım ettiğimiz için de bizi severlerdi. Sizinkiler yardım ediyor, Halkın Kurtuluşunun adamları yapmıyor diye dert yanarlardı. Onlar da sonradan denediler ama başaramadılar. Birkaç kez gittiler, sonra bıraktılar. Bizimkiler daha fedakârdı; ekin biçerlerdi, odun getirirlerdi, tarla sürerlerdi. Arkadaşlar gerçekten disiplinli arkadaşlardı. Halkla ilişkilerimiz çok iyiydi. Hatta köylüler köyleri; burası Partizancıların köyü, burası Halkın Kurtuluşu’nun köyü diye parsellemişlerdi.
D.G.: Bu seçim kampanyası Tunceli’de ne kadar sürdü? Komik ilginç anekdotlar hatırlıyor musunuz? Yani ne gibi yazılarla giderdiniz, sloganınız neydi? Aday olarak neden İ.A. seçildi? Yani başka seçenek yok muydu, o kişiyi nasıl tercih ettiniz?
B.Ç.: O arkadaşı ben şahsen tanımıyordum. Bizim tanımamıza gerek de yoktu. Parti’ye gerçekten sonsuz bir güvenimiz vardı. Dolayısı ile Parti’nin onu seçmesi bizim için yeterliydi.
D.G.: Yerelden bir insan mıydı? Orada mı yaşıyordu?
B.Ç.: Ankara’daydı. Tam hatırlamıyorum ama iyi bir arkadaştı, sosyal performansı, siyasi bilinci de iyiydi. Gittiğimiz alanlarda gerçekten halka iyi hitap ediyordu. Halk tarafından takdir topluyordu, beğeniliyordu. Mesela Mazgirt’in Muğundi diye bir nahiyesi var. Orada halk toplandı, konuşma yapılacaktı. CHP’li bir milletvekili adayı da oradaydı. CHP’li konuştu, ondan sonra bizimkiler konuştular, en çok alkışı bizimkiler aldı.
Bir ya da bir buçuk aylık bir çalışma yürüttük. Tabi tüm çalışmada bulunamadım, Mazgirt’teki iki-üç günlük çalışmaya katılmıştım. Bu iyi bir çalışma oldu hem parlamentoya aday gösteriliyor, hem yapılan konuşmalarda parlamento teşhir ediliyordu.
D.G.: Peki yereldeki kolluk güçlerinin ya da devletin böyle bağımsız bir devrimci adaya bakış açısı neydi, seçim çalışmalarına çok engel çıkartıyorlar mıydı?
B.Ç.: Hiçbir engele karşılaşmadık, herhangi bir müdahale olmadı. Rahatça istedikleri gibi propaganda yapıyorlardı.
D.G.: Bağımsız aday çıkaralım diyenler de var, çıkarmayalım diyenler de var. Örgütlü arkadaşlardan ya da yerelden bir direnç gördünüz mü, hiç itiraz eden oldu mu?
B.Ç.: Parti içerisinde; dediğim gibi aday göstermeden önce bir tartışma açılmıştı. Tartışmalar sonucu aday gösterme noktasında Parti karar aldı ve tartışma bitti. Yerelde halktan CHP var, niye ayrı aday koyuyorsunuz gibi itirazlar geldi, yada bir tek kişi parlamentoda ne yapabilir gibi itirazlar oldu. Buna da arkadaşlar gerekli cevapları veriyorlardı. Bize oy verenlerin hepsi bizim örgütlediğimiz insanlar değildi. Örgütsüz insanlar da Parti çalışmalarına güvendikleri için bize oy verdiler.
D.G.: Bu seçim kampanyasına bir bütçe ayırdınız mı? Bütçeniz neydi?
B.Ç.: Bütçe ile ilgili hiçbir bilgim yok, Mazgirt taraflarında dolaştığımız zaman hiç para harcamadık. Yaya dolaşıyorduk, yemeklerimizi de köylerde yedik. Belki Parti aday tanıtımı için afişleme, bildiri dağıtma ile ilgili masraf yapmış olabilir.
D.G.: Adana’da ve Tunceli’de illegal hayatınız nasıldı?
B.Ç.: Parti çalışmasına başladığımız zaman esas örgütlenme illegaldi. Legal çalışma taliydi. Tunceli ve yöresindeyken yapılan bütün örgütlemeler, eğitim çalışması yürüttüğümüz komiteler, yaptığımız sığınaklar hepsi illegal temelde yapılıyordu. Öğretmen okulundayken bile çalışmamız illegaldi.
Mesela evimizde teksir makinesi vardı, yazılar, bildiriler basılırdı. Kolla çalışan basit bir makineydi. Bildiri işimiz bittikten sonra teksir makinesini saklamamız gerekiyordu. Tek odalı bir kiralık evde kalıyorduk. Sobamızı kaldırdık, altını kazdık. Teksir makinesini ve fazlalık dokümanların hepsini oraya koyduk. Tahtadan dört-beş raflı bir mutfak dolabımız vardı. O tahtaları hiç kırmadan, kesmeden söktük, çukurun üzerine uzattık. Çıkan toprağın bir kısmını da tahtaların üzerine döküp, eski haline getirdik. Sobamızı üzerine koyduk, öylece teksiri sakladık. Baskın olduğunda teksir makinesini bulamadılar. Bir ara ev sahibi geldi rafını sordu. “Amca çok üşümüştük senin rafını yaktık, kusura bakma, sana raf alırız” dedik. Tabi biraz kızdı, söylendi sonra gitti. O baskından sonra, tekrar arama olur diye teksir makinesini başka alana kaydırdık. O tahtaları tekrar aynı şekilde yerleştirip rafı yaptık. Adam daha sonra geldi, gördü; “Bu raf yoktu nereden geldi” dedi, dedik geri geldi.
Mazgirt tarafında, geçen gün bahsetmiştim, halkın korktuğu, çekindiği alanlar vardı. Orada sığınak yapmayı düşündük, dolaşıp bir yer aradık. Derenin ağzında iki metre karelik bir mağara buldum. Ancak dereye girerek sığınağa girme imkânı vardı. Yoldaşlardan iki arkadaş vardı; hem bizim köyden, hem bizim yoldaşlardan A.A.ve F.D. ile kazma, kürek getirdik. Kazdık, orayı büyük bir oda haline getirdik. Altına meşe dalları döşedik. Evden eski bir kilim getirip altına serdik. Teksir makinemiz elektrikliydi. A.A. traktörlerden akü çaldı, getirdi. Traktör aküsüne bağladık hem ışıklandırma yapar hem teyp çalardık, hem de teksir makinesi çalışırdı. O sığınağı uzun yıllar kullandık. Onun gibi birkaç tane daha yaptık. Orada küçük broşürler de basılıyordu. Hatta seçimle ilgili bildiri ve broşürleri orada basmıştık. Tunceli’de basıldığı ortaya çıkmasın diye orada bastığımız dokümanları Elazığ’a gönderirdik. Tunceli’deki arkadaşlar bile onları Elazığ’dan alıp getirirlerdi. Yakalanıp çözülse bile bildirileri Elazığ’dan aldıklarını söylediklerinde baskı yeri Tunceli’de aranmayacaktı.
Parti’nin aldığı bazı kararlar olurdu, mesela ihbarcıların, faşist katillerin cezalandırılması gibi; onları genellikle askeri adamlar yaparlardı. Tüm bunlar tabi ki illegaldi. Biz halkın arasında rahatlıkla gezer, dolaşırdık fakat yaptığımız çalışmayı gizliyorduk. Mesela eğitim komitesi oluştururduk. Ama kimlerin hangi komitede olduğunu diğerleri bilmezlerdi. Takma isim kullanırdık. Mesela Dervişler Mahallesi’nde kullandığım isimle Yurt Mahallesi tarafında kullandığım isim farklıydı. Komitelerdeki arkadaşlar da birbirini tanımıyorlardı. Kimse kimsenin gerçek ismini bilmezdi.
D.G.: O kadar ismi nasıl aklınızda tutuyorsunuz, hiç karışmıyor muydu?
B.Ç.: Hayır, karıştırmazdık ama bazen unutuyordum. Biri bana sesleniyor, ben duyuyorum ama tepki vermiyorum. Sonra dank ederdi beni çağırıyor diye.
Tabi profesyonel çalıştığımız için bir işletmede falan çalışmaya zamanımız yoktu. Halk bir işte çalışmayan devrimcileri aylak, başıboş, tembel olarak değerlendirirdi. Bunun önüne geçmek için herhangi bir işte çalıştığımızı söylerdik. Ya da bir arkadaşlarla beraber gidiyorsak, onun iş arkadaşı olduğumuzu söyledik.
Bir gün Mersin’de bir sempatizanın evine gittik. Bana önceden babasının devrimcileri pek sevmediğini söylemişti. Tuncelili ve fabrikada çalışan bir işçi; ya da öğretmen olduğunu söylersin, o zaman daha rahat edersin dedi. Adana’da Tuncelili arkadaşların evlerine gittiğimiz zaman hep duyuyordum; Hozat’ta Tavuk Köyü varmış.
Akşam biraz sohbetten sonra yemeğe oturduk. Arkadaşın babası döndü bana;” Kardeş sen nerelisin” diye sordu. Tunceliliyim dedim. İsmin ne? Bir isim söyledim. Nerelisin dedi, Hozatlıyım dedim. Neresinden? Tavuk Köyü’ndenim. Peki kimlerdensin? Dedim İmam’ın oğluyum. “Yahu sen ne zaman doğdun da benim haberim yok”. Meğer İmam kendisiymiş. Başladım gülmeye. Foyamız ortaya çıkınca yanımızda başka bir arkadaşımız vardı, “bizim o taraflı” dedi. “Anladım bu da sizden, bu da devrimci” dedi, biraz da bozuldu. Ama sonra beni sevmeye başladı.
Amaç halkan gizlenmek değil, olur da birisi yakalanırsa gerçek ismimizi vermesinler ve açığa çıkmayalım diye takma isim kullanırdık. Kimse birbirlerinin gerçek ismini bilmezlerdi. Tabi birbirini tanıyanların dışında… Birbirimize Kirve derdik. Bunun faydasını da gördük. Birkaç şehirli arkadaşımız yazılamalarda yakalandılar, ama isim vermediler, ancak bildiği birkaç isim sayabildiler. Sadece dernekler legaldi.
Adana’da dernek kurma hazırlıklarına başlamıştık, bir araştırma içerisindeydik. O zamanlar, Mustafa Timisi’nin önderliğinde Türkiye Birlik Partisi vardı. Onlar da Adana’nın il ve ilçelerinde parti teşkilatı açmayı düşünüyorlarmış. Bir arkadaşımız, bize bir öneri getirdi. Bu teşkilatları biz oluştursak, sonra da kullansak diye. Düşünüp İK’de tartıştık uygulamaya karar verdik. Adana il teşkilatı yönetiminin çoğunluğunu bizim arkadaşlardan oluşturduk. Diğerleri de tabi bizim etkimizin altındaydı. Mersin ve Ceyhan’da yönetime arkadaşlarımızı soktuk. Parti lokallerini dernek gibi kullanıyorduk. Birlik Partisi ismi altında her gün tartışmalar yapılırdı. Legal bir partiydi, herhangi bir sakıncası yoktu. Her gün dolup taşardı. Uzun bir süre bu olanaktan yararlandık ta ki konser düzenleyene kadar. Adana’da ve Mersin’de; Âşık Emekçi, Haydar Erdoğan ve Garip Şahin’in katıldığı geceler düzenledik. Parti örgütü davet etmiş, Mustafa Timisi’de gelmişti. Tabi orada Emekçi Patron- Ağa Devleti türküsünü söylediği zaman Mustafa Timisi manzarayı çaktı. Daha sonradan arkadaşların hep devrimci türküler söylemeleri de dikkatini çekmiş, Anladı ki devrimciler partiyi ele geçirmişler. Ceyhan’da da konser olacaktı, ama Timisi’nin talimatıyla iptal edildi.
Legal imkânlardan faydalanabiliyorduk ama bütün çalışmalarımız esas olarak illegaldi. Legal çalışma ile illegal çalışmayı ayırmıştık. Legal alanda çalışan arkadaşlar farklıydı. İllegal çalışmayı yürüten arkadaşlar da legal çalışmada bulunmazlardı. Arada bir konuşmacı olarak giderdik. Son dönemde gelen P.Ç. dediğim arkadaş siyasi olarak yeterli olduğu için bütün legal çalışmaya onu gönderirdik. Tüm komitelerimiz, askeri komitelerimiz, kadın çalışmaları, siyasi çalışmalar, oluşturduğumuz tüm eğitim çalışmaları hepsi illegaldi.
D.G.: Tekir Yaylası faaliyetleriniz oldu galiba, biraz bahseder misiniz?
B.Ç.: Dediğim gibi Adana’da çalışan ya da öğrenci arkadaşlar vasıtasıyla köylere, ilçelere gitmiştik, oralarda bağlantılar kurmuştuk. Tekir Yaylası genellikle Adana’da yaşayıp ta yazın yazlıklara giden zengin kesimin yeriydi. Bizim de o dönemler de sanırım 1980 yılıydı, darbeden önce Niğde Cezaevi’ndeki arkadaşların kaçırılması söz konusuydu, onlar kaçırıldıktan sonra onlara kalacak yer bulmamız gerekiyordu. Bir arkadaşımız vasıtasıyla, Tekir Yaylası’nda iki üç aylığına bir ev kiraladık. Adana’dan güvenilir bir aileyi de oraya yerleştirdik. Onun dışında Feke, Saimbeyli taraflarında da arkadaşlarımız vasıtasıyla yer ayarlamıştık. Bir tane de Göksun tarafında ayarlamıştık. Yani kaçış sırasında herhangi bir çatışma olursa; hangi yöne kaçarsak kaçalım, o yönde kalacak bir yer olacaktı. Adana yönüne kaçarsak Tekir Yaylası, Kayseri yönüne kaçarsak Saimbeyli-Feke, oralarda önlem alınmışsa Andırın-Göksun tarafına gidecektik.
Tabi bu yer ayarlama süreci içerisinde Toroslar ’da kitle tabanı yaratmak için aynı zamanda örgütsel çalışma da yaptık. Niğde gündeme gelmeden önce zaten orada çalışma yürütmüştük. TİKKO’nun Türkiye çapında eğitim kampı oluşturulacaktı. Toroslar ‘da buna çok uygundu. Üst bölgeden gelen arkadaşlarla bunu konuşmuştuk, onlar da onaylamışlardı. Beş altı ay sürdü bu çalışmamız. O bölgede olan arkadaşlarla gidip gerçekten güzel bir zemin hazırlanmıştık. Göksun’da Andırın ’da, Saimbeyli, Feke taraflarında güzel bir çevre yakalamıştık. Arazisi de uygundu, insanları da iyiydi. Artık neredeyse bir grupla oraya yerleşmiştik. Hem eğitim görüyorduk hem de boş zamanlarımızda Tunceli’de yaptığımız köylülerle yardımlaşmayı burada da yapıyorduk. Tarlasına gider, yardım ederdik. Köyler bizi iyice tanımış ve alışmıştı. İlk zamanlar onların tanıdıkları ile giderken, daha sonra tek başımıza da gider olduk. Hatta Toroslar ‘da Kara Yollarına ait bir dinamit deposu vardı, onu kamulaştırmayı düşünüyorduk. Köylerde dolaşırken, bir köyden başka bir köye giderken, köydeki gençler veya bize sempati duyan köylüler bize takılırlardı. Üç-dört kişi hep beraber başka köylere giderdik. Tam deponun yanından geçerken arkadaşın biri “Kirve ne zaman geliyoruz buraya?” diye sordu. Baktım köylünün biri, kulaklarını dikti, “Kirve nereye geliyorsunuz?” Dedim “burayı kamulaştıracağız”. “Hiç kamulaştırmanıza gerek yok, ben orada çalışıyorum. Gelin size istediğiniz kadar vereyim” dedi. Meğer orada çalışanı da örgütlemişiz. İhtiyacımız olduğunda giderdik, gerektiği kadarını alır dönerdik. Öncesinde patlayıcı yaparken elektrikli fünye bulamıyorduk. Kendimiz ilkel yöntemlerle yapardık; televizyon antenlerinin çubuklarını parmak uzunluğunda keser, altlarını kapatırdık. İçine kibrit eczasını doldurup biraz sulandırırdık, içine ampul telleri daldırırdık. Tabi zahmetliydi ve sağlıklı olmuyordu. Uzun süre bu şekilde fünyeleri biz yaptık. Elektrikli fünye elde edince ihtiyacımız kalmadı. Bombalı pankart ya da bubi tuzağı hazırlanırken bu fünyelere ihtiyaç duyuyorduk. Tüm bunlar illegal çalışmalardı.
D.G.: Niğde hapishanesi süreci nasıl oldu?
B.Ç.: Oradaki siyasi tutukluları kaçırma eylemiydi.
D.G.: Kimler vardı o siyasi tutsaklar arasında?
B.Ç.: Bildiğim kadarıyla o dönemde bütün siyasi hareketlerin cezası kesinleşen üst düzey kadroları oraya getirilmişti. Başarılı olsaydı bütün siyasi üst düzey kadrolar kaçacaktı. Bu, örgütler arası ortak bir eylemdi. Yer ayarlarken arada bir cezaevine uğrayıp Muzaffer Oruçoğlu, Süleyman Yeşil ve Aslan Kılıç’la görüşüyorduk. Bazen H.G. ile birlikte giderdik. İsimlerini bilmediğim iki arkadaş daha vardı. Hazırlığımızı tamamladık. Biz iki araba götürmüştük. Birini Adana Tekir Yaylası yolunda 8-9 km. geride, birini de Kayseri yönünde birkaç km. uzakta bırakmıştık. İçeride tünel çalışmaları bitince bize kaçış tarihi verdiler. Her örgütün elemanı gelmişti, kimisi bir, kimisi iki kişi göndermişti; biz beş kişiydik. Onlarda da araba vardı. Hatta kaçanlar fazla diye kamyon getirenler bile olmuştu.
Cezaevine iki-üç kilometre mesafede eski bir taş ocağı vardı. Kamyon ve birkaç arabayı orada bırakıp, Halkın Kurtuluşundan ve bizden birer arkadaşı nöbetçi bıraktık. Çıkış noktasında bizden ben ve H.G. vardık. Dev-Yol ve Halkın Kurtuluşundan da birer kişi vardı. Bir kişi daha vardı, toplam beş kişiydik. Tutukluların çıkacağı noktanın üstünde küçük bir tepecik vardı. O tepenin üzerinde sipere yattık. İki nöbetçinin dolaştıkları alanın tam üzerindeydik. Tünelin çıktığı alanı görüyorduk. Alanın bir tarafında dört metre yüksekliğinde bir yar vardı. Askerler tam o yarın yukarısında dolaşıyorlardı. Tünel üç metre alttan gelecek, zemine bir metre yakın yukarı çıkacaklardı. Yani askerlerin onları görme ihtimali yoktu. Gelebilselerdi zaten tedbirliydik, çıkışlarını sağlardık. Bizim görevimiz herhangi bir saldırı durumunda onları korumaktı. Bir telsiz bizde, bir telsiz de onlarda vardı. Telsize bastığımız anda sinyal veriyordu; “biz dışarıda hazırız çıkmaya başlayabilirsiniz” demekti. Telsize bastık, sanki askeriyenin/polisin alarmına bastık. Birden sirenler çaldı, dört beş dakika geçmeden ceza evinin etrafını sarmaya başladılar. Hem de geniş ablukaya aldılar, biz de abluka içerisinde kaldık. On dakika sonra arabaların olduğu taraftan birkaç silah sesi geldi. Tamam dedik arkadaşlar yakalandılar.
Ben bakmaya gittim. Hafif ay ışığında görünmeden oraya yaklaştım; bir baktım ki, askerler arkadaşları arabaya sokuyorlar, bizim arabalara da el koymuşlar. Geriye gitmek için döndüğüm anda bizimkilerle çatışma başladı. Dağa doğru tırmanmaya başladılar; aramıza askerler girdi, onlara yetişemedim. Mecburen yön değiştirmek zorunda kaldım. Yine dağa doğru ama yandan gittim. Bir tepeye çıktım baktım kimse yok; askerler toplanmış ceza evine geri dönüyorlar. Bizimkileri göremedim fakat 8-9 km uzakta bıraktığımız arabaya gideceklerini tahmin ettim. Tekrar aşağı doğru indim. Yollarda arama olabilir diye üzerimdeki silahı bir taşın altına sakladım. Yolda bir işçi servisi rast geldi, beni aldı. Arkadaşımız S.K.’ın babasına gittim. Akşam orda kaldım. Sabah cezaevine görüşe gidip, Süleyman’la görüştüm. Ne oldu, niye gelmediniz dedim? Meğer önce üç metre alttan kazmışlar. Yolu yarıladıktan sonra arkadaşların bir kısmı üç metre çok derin iki metre yukarı çıkalım demiş. İki metre yukarıdan kazmaya devam etmişler. Bu sefer tünel kısa kalmış, daha geriden bitirmişler. Sinyali alınca tünele ilk Süleyman Yeşil girmiş. “Tam kafamı çıkardım baktım ki askerin burnunun dibinde çıkıyorum, hemen geri çekildim” diyor. Onun için çıkamamışlar.
D.G.: Fark edilmişler.
B.Ç.: Hayır fark edilmediler.
D.G.: Peki o hareketliliğin sebebi neymiş?
B.Ç.: Bilemiyorum, belki bizim verdiğimiz sinyali yakaladılar ya da içeriden birileri haber verdi, hala bilemiyorum ne olduğunu, nasıl haber aldıklarını. Üç gün sonra askerler dolaşırken birinin ayağı batıyor, tüneli o şekilde buluyorlar. İçerde çok arama yaptılar ama bulamadılar. Sonra oradan giriyorlar Muzaffer’in çalışma odasından çıkıyorlar. Başarısızlıkla sonuçlandı, eğer ilk kazdıkları gibi üç metre alttan devam etselerdi çıkmış olacaklardı.
D.G.: Peki arabaların yanında yakalanan kişiye ne oldu?
B.Ç.: Yakalanan kişiyi ve oradaki arabaları emniyete götürdüler. Orada bizim bir arabamız ele geçti, diğerleri uzakta olduğu için ele geçmediler.
D.G.: O yakalanan kişi konuşmuş mu?
B.Ç.: Hayır, hiçbir şey konuşmadı.
D.G.: H.G. yakalanıyor mu o gün?
B.Ç.: Hayır o arkadaşın dışında hiç kimse yakalanmadı. Daha sonra H.G. ile görüştük. Kendilerini korumuş ve kaçmışlar.
D.G.: Adana kent merkezinde, Ceyhan’da nasıl oluyordu illegal faaliyetler?
B.Ç.: Mersin, Hatay ve İskenderun’da bize bağlıydı. Oralara da giderdik, ilişkilerimiz vardı. Çalışma hep illegal temelde yürütülürdü. Yoldaşlarımızın ölüm yıldönümlerinde anmalarda genellikle eylemler yapılırdı, Parti’nin faaliyetlerine gerçekten zarar veren, devletle iş birliği içerisinde olanlar, devrimcilerin katilleri tespit edilir, Partiye bildirilirdi. Korsan mitingler yapılırdı vb.
D.G.: Mühimmatı nasıl temin ederdiniz? Çok pahalı şeyler miydi, parayı nereden bulurdunuz?
B.Ç.: Adana’ya gittiğimde Parti’den aldığım tek bir silah vardı, onun dışında Parti’den ya da Parti’nin parasıyla hiçbir silah almadık. Halktan karşılamaya çalışırdık. Dediğim gibi mesela biz nöbet tutarken halk bakıyor gerçekten onları savunuyoruz, kendileri kampanya yapar, para toplarlar, getirip verirlerdi. Mermi ya da silah alırdık. Başka bir siyasi hareketten kazandığımız bir arkadaşımız vardı, Onun silah kaçakçılarıyla doğrudan ilişkileri vardı. Hem de silah tamircisiydi, silahlarımızı ondan alırdık. Bize aldığı fiyattan verirdi. Silahlarımız terden paslanırdı, ona götürürdük (cam cila derdi) boyardık yepyeni olurdu. Tamirci arkadaşımız bir eylemde kullanılan bir silahın iğnesini mutlaka çıkarır, değiştirirdi. Yeni bir iğne takardı. Hatta birkaç tanesine tırnak bile yaptı. Eylemlerde kullandığımız silahları mutlaka başka bir bölgeye gönderirdik. O bölgede kullanılan bir silah varsa, orada kalmazdı. Kendimize yeni silahlar alırdık. Bunu ilke haline getirmiştik
D.G.: Neden?
B.Ç.: Yakalanırsan ve silahlar balistikte ortaya çıktığı zaman senin üzerinde daha fazla duracaklar, daha fazla işkence yapacaklar, konuşturmaya çalışacaklar. Ama yakalanan silah temiz olup eylemde kullanılmamışsa o zaman üzerinde fazla durmuyorlardı. Mesela N.H.K. arkadaşımız işten çıkınca epey yüklü bir tazminat aldı ve Parti’ye bağışladı, biz de iki tane silah aldık.
Diğer siyasi hareketlere de yardımcı olurduk. Arkadaşımız devrimcilere kar koymadan silah veriyordu. Adana çevresinden silah almak isteyen olduğunda onlara da destek olurduk.
D.G.: 1980- 1981’de mi içeriye düştünüz?
B.Ç.:1982’de içeriye düştüm.
D.G.: 1976- 1982 arasında illegal hayata ait bize anlatacağınız daha çarpıcı, gün yüzüne çıkmamış birtakım olaylar ve faaliyetler varsa bunları dinlemeye devam edelim.
B.Ç.: Adana’da çalışmaya başladığım dönemlerde süreç içerisinde gelişen ileri sempatizan düzeyindeki arkadaşların bir kısmına PÜ telif etmiştik. 6 aylık deneme süreci sonrası V.D. ve Kazım Çelik yoldaşlarımız (o zaman Mersin’de görevliydi) Parti üyeliğine kabul edildiler. İstanbul’da cezaevinden kaçan yoldaşlarımızdan ikisi bizim bölgeye gönderilmişti. H.B. Adana, S.K. Mersin’de kalıyordu. İllegalite gereği konumlarını tam olarak bilmiyordum. Hemen her toplantıyı Mersin’de yapardık. Ben ve H.B. Mersin’e gittiğimizde bizi S.K. karşılardı. Kazım’da orada bize katılırdı. Dikkatimi çekmişti, S.K. bizi tembihlerdi, başımızı önümüze eğip hiçbir tarafa bakmadan gideceğimiz yere giderdik. Nereden götürür, nereden dolaştırır; en sonunda bir kapıdan içeri girerdik. Çıkarken de yine o şekilde geri götürür, aldığı yere bırakır, geri giderdi. Güzel bir yöntemdi. Sonradan da Mersin’e gittim, mümkün değil neresi olduğunu çıkaramadım.
Evde çok sessiz konuşurduk. Ama yine de istediğimiz her şeyi konuşup, tartışıyorduk. O arkadaşta gördüğüm başka özellikler de vardı; bildiği her şeyi bize öğretirdi. Mesela ozalitle duvar gazetesi yapmayı bilmiyorduk, ondan öğrendik. Adana’da da yapar, kullanırdık. Kendi tecrübelerini bize aktarırdı. Biz de ayak uydurmaya çalışırdık. Tabi sonradan H.B. ve S.K.’ın cezaevinden kaçtıklarını öğrendik. Gazetede falan resimlerini gördük. H.B. ile birbirimizi çok iyi tanıyorduk; ben öğretmen okulundayken o lisedeydi, ortaklaşa faaliyetlerimiz olurdu. S.K.’ı tanımıyordum, sadece gazetede resmini görmüştüm. Gözlerinden hemen tanıdım onu, ama tanıdığımı kendisine belli etmedim. Çalışma yöntemleri iyiydi. Toplantı ve eğitim çalışmaları yaptığımız evlerde çok dikkatli olmaya çalışırdık. Genelde nöbetçi koyardık. Bir keresinde ihmalkârlığımıza geldi, nöbetçi koymadık. O gün genel bir arama oldu, hepimiz ele geçirildik, ancak dokümanları saklayabildik. Hepimiz değişik insanlar, şüphe üzerine bizi aldılar. O dönemde bizim hemşerimiz polisler vardı. Biri geldi “benim hemşerimiz niye aldınız?” diyerek bizi çıkardı. Bir gün kaldık nezarette. Savcılığa bile gitmedik. Üzerimizde herhangi bir şey de yakalanmadığı için bıraktılar.
Doğu’da konferanstan önce Parti üyeleri arasında delege seçimleri yapıldı. PÜ 3-4 arkadaş vardı onlarla seçim yaptık. İlk ayrılık zamanı güçlü bir komite oluşturmuştuk.
D.G.: 1976 ve sonrasında hareket içerisinde bölünmelerin yaşandığı görülüyor. Örneğin; 1976’da tasfiyeci KK diye adlandırılan Koordinasyon Komitesi ayrılığı var. Sonra 1980 GKK (Geçici Koordinasyon Komitesi) ve 1981 Bolşevik ayrılıkları var. Bu gibi ayrılıklar sizi etkiledi mi? Etkiledi ise nasıl, ne gibi etkileri oldu? İlişkide bulunduğunuz sınıf ve toplumsal kesimler arasında nasıl etkilere ya da dargınlıklara tanık oldunuz? Yani sizde, çevrenizde ve tabanda nasıl bir etkisi oldu? Tabi 1978 de 1. Konferans’ta olmuş.
B.Ç.: Özellikle bizim irtibatta olduğumuz arkadaşlar Parti tarafında oldukları için bizi çok etkilemedi. Mazgirt’te bizim üst bölgeden sorumlu ve kot ismi Seyit olan bir arkadaş vardı. O Halkın Birliğin de kaldı. Onlar gelirlerdi, konuşur tartışırdık. Ayrılık kesinleşince benim tavrım da netleşti. Fakat bazı malzemeler onların elindeydi, o malzemeleri almam gerekiyordu. Tavrımı hemen açıklamadım. Partili arkadaşlarla görüştüm, malzemelerin yerlerini değiştirdik. Daha sonra geniş kapsamlı sempatizan kesiminin de katıldığı bir toplantı yaptık. O toplantıda düşüncemi açıkladım Parti’den yana tavır takındım. Bulunduğum alanda herkes Parti taraftarıydı. Halkın Birliği taraftarı sadece 2-3 kişi vardı.
D.G.: Kimdi o 2-3 kişi?
B.Ç.: Eski bir okul arkadaşım da olan M.T. ve onun yakın köylerinden birkaç liseli arkadaş. Diğer arkadaşların hepsi Parti ile devam ettiler. Tunceli’de de büyük çoğunluk Parti tarafındaydı. Büyük kavga dövüş olmadı ama onlar bizim bir yeri bastılar. Orada birkaç silah vardı, onları aldılar. Bu ayrılık netleştikten sonra sanırım DABK oluşturuldu. DABK altında oluşturulan Bölge Komitesi içerisine alındım. Orada bana Güneydoğu görevi verildi. O zaman Adana, İskenderun, Hatay ve Antep Bölgeye dâhildi. Doğu Anadolu Bölgesine bağlı olarak bir de TİKKO’nun çekirdeği oluşturuldu. TİKKO’nun çekirdeği için Amcaoğlu, ben ve Cüce (Yaşar Adlım) denen arkadaş seçildik. Bölge Komitesi, Parti çalışmasıydı. Parti çalışmasına bağlı olarak TİKKO örgütlenmesi yapılacaktı.
Buna göre herkes kendi alanında hem parti hem TİKKO’nun çalışmasını yapacaktı. Görev bölümünden sonra kendi alanıma geldim, çalışmalara başladım. Süreç içerisinde hem parti çalışması hem siyasi çalışmalar hem askeri çalışmalar yürütüldü hem de gençlik örgütlemeleri yürütüldü. Fakat TİKKO’nun çekirdeğini oluşturduktan sonra bir daha toplantı yapamadık. Bazı nedenlerle dolayı Cüce parti üyeliğinden atıldı, yerine başka arkadaş da alınmadığı için çalışmaya devam edilemedi.
…….
Geldiğim alanda yaptığımız çalışmalar sonucu 78’ e kadar Parti üyelikleri tamamlandı. Delege seçimleri başladı. Ben BK’ de olduğum için doğal delegeydim. Benim dışımda PÜ olarak Kazım Çelik, V.D. ve H.A. vardı. Arkadaşlar beni seçtiler. Ben doğal delege olduğun için zaten gideceğimi, başkasını seçmelerini söyledim. Kazım Çelik seçildi. Konferans galiba üç gün sürdü. Orada oylama yapıp delegeler arasından MK’ ya gidecek arkadaşları seçtik. Daha önce bahsettiğim Dergo eski sorumlumuzdu. İlk Amcaoğlu’nu ve onu tanımıştım. Gerçekten onlara sevgi ve saygım sonsuzdu. Konuşmayı tam hatırlamıyorum ama benim kendisine oy vermem için bana ima da bulundu. Ben de ona oy verdim. Zaten seçeceğim kişi oydu; çünkü hem siyasi hem de asker olarak iyiydi. MK’ye seçildi. Daha sonra bir arkadaşla seçimler üzerine konuşuyorken, bu durumu anlattım. Arkadaş “Ama bu Parti İlkelerine aykırıdır. Delegenin üzerinde böyle bir etki oluşması doğru değil” dedi. Yani her delegenin istediği kişiye bağımsız olarak oy vermesi gerekiyordu. Bunu tekrar değerlendirdiler, sanırım bundan dolayı Dergo’nun MK yetkileri geri alındı. Daha sonradan Amcaoğlu ile birlikte (herhalde onun da bazı konularda eleştirileri vardı) Parti’ye karşı mücadele geliştirmişlerdi. Konferans’tan sonra onları bir daha hiç görmedim. Bizim A.Ş. diye bir arkadaş vardı, konuyu daha iyi bilir, onları tanır.
….
Konferanstan sonra yeni Bölge Komitesi’nde yer almadım. Başka arkadaşlar seçilmişlerdi. BK’dan ayrıldım ama İK’de faaliyetlerimizi yürütüyorduk. Ben yine Adana bölgesindeydim. Mersin’de Kazım Çelik vardı ama onu biz denetliyorduk.1980’de bizi denetlemeye gelen (ben MK biliyordum ama BK de olabilir) Ö.D. diye bir arkadaşımız vardı. Daha öncekiler düzenli gelmiyorlardı ama o her ay düzenli İK toplantılarına gelirdi. Toplantıda geçmiş ay içerisinde yapılan faaliyetlerimizi anlatan yazılı rapor verirdik, raporlarımızı götürürdü. O raporları okuyunca bize;”Gerçekten Türkiye’de şu ana kadar hem Parti çalışması hem de Parti’ye bağlı TİKKO, TMLGB ve Kadın Örgütlemesi böyle düzenli yapılan bir yere hiç rastlamadım” dedi. Bizim değil o arkadaşın anlatımıydı, biz Türkiye’de hangi alanda neler yapılıyor bilemiyorduk. Sadece Tunceli’de gerilla faaliyetleri olduğunu duyuyorduk ama ne düzeyde olduğunu, hangi alanda kuvvetiydik bilgimiz yoktu.
D.G.: GKK’ ya dair neler söylemek istersiniz?
B.Ç.: GKK’nin temsilcisi bir arkadaş Adana’ya gelmişti, ben konuşmuştum kendisiyle.
D.G.: Kimdi o arkadaş?
B.Ç.: İsmini hatırlamıyorum, kısa boylu bir arkadaştı. Kahraman değildi, sanırım Ovacıklı başka biriydi. 5-10 arkadaş merak edenler gittik, Sinanpaşa’da bir kahvede oturduk, tartıştık. Bizim Parti’den ayrılıp ayrı mücadele etmek gibi bir niyetimizin olmadığını, silahlı mücadele verilecekse Parti ile birlikte verileceğini, Parti içerisinde mücadele etmek gerektiğini söyledik. Kendisine gerekli cevabı verdik, bir daha da uğramadı. Yani benim GKK’ ya katılma gibi bir niyetim kesinlikle yoktu.
……
D.G.: Radyolardan duymuyorlar mı?
B.Ç.: Duysalar da kimin yaptığını bilemezler. Bize gerçekten çok sert girdiler. MK üyesi “Bizden habersiz hiçbir eylem yapılmayacak, hiçbir silah patlamayacak. Bütün silahları toplayın” dedi. Ben şu öneriyi getirdim; “gelin, en azından birkaç gün burada kalın, size mahalleleri dolaştıralım ondan sonra karar verin” dedim. “Hayır, aldığımız karara uyacaksın” dediler, o zaman tavır koydum. MK kararını tanımıyorum dedim. AK ile konuştum arkadaşların hepsi “tamam” dediler. Sadece belli bir süre MK’nın o kararını tanımamak üzere bölge olarak tavır koyduk. Yoksa bizim GKK’ ya geçme, hizip faaliyetleri yürütme gibi bir niyetimiz yoktu. Çalışmalara aynı şekilde Parti çizgisi temelinde devam edecektik. P.Ç. dediğim arkadaşı o tartışmadan 15-20 gün önce İK olarak örgütten atmıştık. İK’de olduğu halde legal alanda çalışan arkadaşın, özellikle korkaklıkla ilgili bazı zaafları vardı.
Arkadaşlar “bu adam sürekli legal çalışmalarda olduğu için böyle, birkaç eyleme koyalım belki bu çekingenliği yener” dediler. Bir gün N.H.K. ile minibüste karşılaşıyorlar, P.Ç. minibüsten iniyor. “Neden iniyorsun?”dedik, “o illegaldir, tehlikelidir” diyor. Soruyoruz “onun alnında mı yazıyor illegal olduğu?” “O mutlaka doludur” diyor. Bir şey varsa onun üstündedir senin üstünde değil ki. Bir başka gün Orhan Bakır’la ilgili afiş basılacaktı. “Çarşıya gidiyorsun, şu fotoğrafı da götür, arkadaşa bırak afiş basılacak” diyoruz, “Olmaz, illegaldir ben bunu taşımam” diyor. Diğer yandan oradaki en üst illegal organ olan İK içinde yer alıyor. Sonra, bir eyleme sokalım, deneyelim diye bir karar aldık. Daha yeni hazırlanan bir eylem vardı. “Biz gözcülük yaparız sen o işi gerçekleştirirsin” diyoruz. Biz AK olarak ona hepimiz gözcülük yapıyoruz. Verdik malzemeyi üzerine, gidiyoruz. İşin ciddiyetini anlayınca ayakları birbirine dolanmaya başladı. Konuşurken dişleri birbirine çarpmaya, titremeye başladı. Ben gülmedim kendimi tuttum ama diğer arkadaşlardan biri durumu görünce tutamadı kendisini, kahkaha attı. O’da fırsat bilerek attı silahı, “benle dalga geçiyorsunuz” dedi çekip gitti.
Bir PÜ’sinin askeri olarak da yeterli olması gerekiyordu. Durum böyle olunca tekrar değerlendirdik. PÜ’liğini düşürelim, hatta uzaklaştıralım buradan, çünkü yakalanırsa Parti’ye büyük zarar verir diye düşünmüştük. Nitekim öyle de oldu. Hani yakalandığı zaman bir tek dayak yemeden bildiği her şeyi anlattı. Bizi ele veren o arkadaş oldu. 1982’ye kadar Çukurova bölgesi hiçbir darbe yememişti ve itiraflarıyla hepimizi toplattıran o oldu.
Atıldığı halde daha oralardaydı. Ben tavır koyunca tekrar sahneye çıktı, arkadaşlarla ilişkiye geçti, benim hakkımda birtakım dedikodular çıkardı. Sözde Parti’ye sahip çıkıp tekrar toparlayacaktı. Ama ters tepti. Herkes beni tanıyordu, bu dedikodular ortaya atılınca kitlede Parti’ye güvensizlik oluştu. BK’nden Kazım Çelik ile tanımadığım bir arkadaş daha geldi bütün kitleyi toplayıp; “Parti’ye davranışı yanlış ama bu iddialar doğru değildir. Arkadaş ayrılmış olabilir ama yoldaşımıza böyle iftiralar atamayız” dediler.
D.G.: Ne gibi iddialar vardı hakkınızda?
B.Ç.: Beni namussuzlukla, ajanlıkla suçladı. İspat et dedim, ispat yok. Onu Parti’den attığımız için bir kini vardı. Hatta biz tavır koyunca beni öldürmesi için benim kazanıp eğittiğim bir arkadaşı gönderdi. Sinan Paşa da bir kahvede oturuyoruz, arkadaş geldi, yanındaki silahı gösterdi. “Kirve bizi sana gönderdiler” dedi. “Hoş geldin” dedim. “öyle değil kirve, bizi seni vurmak için gönderdiler” dedi.” kim gönderdi?” “P.Ç. Kirve gönderdi”. Dedim “siz gidin o gelsin”. Hep kaçıyordu, en sonunda yakaladım “bir daha çocukları gönderirsen senin için iyi olmaz” dedim, ondan sonra durdu.
Tavır koyduğum zaman ayrılık söz konusu değildi. Olay tırmanınca bir kısım arkadaşla gerçekten ayrıldık. Bir kısmı Parti ile devam etti. Taraftarları, sempatizanları kazanmak için bir çabaya kesinlikle girmedim. Sadece kendimizi korumak için birkaç silah aldık. Benim hedefim MK idi. Ortada kalınca GKK bizimle bağlantıya geçti. Geldiler, konuştuk. Dediler “madem ayrıldınız Parti ilkeleri doğrultusunda artık beraber mücadele verelim”. dedik en azından mücadeleden kopmayız. Bakalım onlar ne yapıyor gerçekten Parti çizgisini yürütüyorlar mı?
D.G.: Kimler vardı onların arasında?
B.Ç.: Kahraman arkadaş vardı. Birkaç arkadaş daha vardı isimlerini hatırlamıyorum. Doğu’ya gittiğimde Hamido diye bir arkadaş vardı. Gerçekten çok değerli bir arkadaştı ama baktım onun dışında doğru dürüst adam yok. Savaş başlattık diyorlar ama başlattıkları hiçbir şey yok, güç yok; sadece köylerde bizim eskiden yaptığımız gibi kürekle kum taşıyorlar.
D.G.: Tunceli’de?
B.Ç.: Mazgirt’te, Tunceli’de belli bölgelerde. Onların gerçekten silahlı mücadele yapacaklarına, derin bir mücadele yürüteceklerine inanmadım. Geldim arkadaşlarla konuştum. “Bunlarla yola çıktık ama silahlı mücadeleyi yürütecek güçleri yok. Bunlarla beraber bir şey yapamayız ancak Parti saflarında mücadeleye devam edebiliriz” dedim. Arkadaşlar kabul ettiler. Sekiz dokuz ay sonraydı. Tekrar Parti ile irtibat kurduk. Bizi Doğu’ya gönderdiler. Bizimle irtibat kurulacak, orada faaliyet yürütecektik. Randevu verip gelmediler. Elazığ’da tesadüfen Kazım Çelik ile A.H.A.’ü gördüm. “Buraya gönderdiniz, geldim randevu veren arkadaş iki kez gelmedi. İlişki kuracaksanız kurun. Kurmuyorsanız ben başımın çaresine bakayım” dedim. O zaman da randevumuz vardı, “tamam adamı göndeririz” dediler, gittim yine kimse gelmedi. Dört kez randevu verdiler hiçbirine gelmediler. Orda bir gerilla gurubunda siyasi çalışma yürüten bir arkadaş vardı. Ali Haydar Aslan, ona sordum kim bu arkadaş, niye gelmiyor diye. Bu arkadaş da Adana’dan gelmiş dedi, tarif etti. Meğer Parti’den attığımız P.Ç.ben ayrıldıktan sonra tekrar Parti’ye alınıp Tunceli’de görevlendirilmiş. Benimle görüşmeye gelmeyen kişi oymuş. Daha sonra Erzincan bölgesi sorumlusu olarak Erzincan’a gönderiyorlar. Karısı ile birlikte yakalandı, sonra hepimizi ele verdi. Ben de bu güvensizlik içinde yakalandım, askere gönderildim.
….
Mersin’de dört yoldaşla birlikte gözaltına alındığımızda üzerimden bir not çıkmıştı, 15 gün işkenceden sonra beni bırakmışlardı. 15 gün sonra Adana’ya döndüm ki; hiçbir malzemenin yeri değiştirilmemiş. Eğer adres vermiş olsaydım belki de işkencede öldüreceklerdi beni. Evdeki dokümanlar, silahlar, teksir; her şey olduğu gibi duruyor. Topladım arkadaşları bir araya; ” Benim çözüldüğümü düşünün, polisi buraya getirseydim ne olacaktı?” Aynısı Pir Ahmet Solmaz’ın başına geldi; üstelik üzerinden hiçbir şey çıkmamış ve çözülmemişti. Artık ev boşalmıştır güveniyle adresini veriyor; eve gidiyorlar ki ev dolu, hiçbir şeyi boşaltmamışlar. Çocuğu işkencede öldürdüler. Bana diyorlar ki; “sen her yeri biliyordun, biz nereye götürelim? “Böyle bir savunmaya geçtiler. İnsan götürür bir yere gömer, hiç boş arazi yok mu? Arkadaşlarımız yakalandığında hemen bildiği evi boşaltıyordum.
Mesela eylemin birinde bir arkadaşımız yakalandı. Bildiri dağıtma, afişleme benzeri bir eyleme çıkarken ertesi sabah erken saatte her gruptan birer kişi randevulaşırdık. Hangi gruptan arkadaş gelmemişse yakalandığını anlar, tedbir alırdık. Toplantının birinde gittik, baktık bir bölgeden gelmesi gereken arkadaş gelmedi, guruptan başka bir arkadaş geldi. “İki arkadaşımız yakalandı, silahları yolun kenarına attık” dedi. Hemen gittik silahları bulup aldık, 20 dakika sonra polis orayı bastı, hiçbir şey bulamadı. O arkadaşların kaldığı evleri biliyoruz, hemen evlerine gittik ne var ne yok her şeyi aldık. Sadece bir tüp, bir ranza bıraktık ki orada yaşadıkları anlaşılsın. Polis nerede kalıyorsun diye soruyor, adres veriyorsun. Bir gün sonra eve polis götürdüler, hiçbir şey bulunmadığı için birkaç ay sonra çıktılar. Eğer tedbir almasaydık arkadaşların durumu çok farklı olacaktı. Bu bir de Parti ilkesiydi; bir kişi yakalandığında onun bildiği bütün yerlerin temizlenmesi gerekiyor. Ben yakalandığımda (P.Ç. o zaman İ.K. idi) kimse hiçbir yeri, boşaltmadı.
D.G.: 1976 ayrılığında Tunceli’deydiniz. GKK ayrılığında da onlarla görüşmek için Tunceli’ye gittiniz. Peki, taban ve sempatizanlar bu durumu nasıl karşıladı?
B.Ç.: Ayrılık sonrası gittim; Tunceli’de, Mazgirt’te Partili arkadaşlarla görüştüm. Öyle bir tartışmaya girmiyordum. Şundan dolayı tavır koydum diye durumumu açıklıyordum o kadar. Orada korunmam için bana silah bile verdiler. İşim bitince geri verip geliyordum. Fakat arkadaşlar Parti taraftarıydı, benim yanıma gelin demiyordum onlara, yani GKK ile ittifak kurduğum halde demiyordum. Ben insanları ayırmak istemiyordum ki; sadece o karara karşıydım ben, Parti’ye karşı değildim. Parti’nin tezlerini savunuyordum. Sadece silahlı mücadelenin başlamasını istiyorduk o ruh, var gücümüz var, yapabiliriz diyorduk. Fakat bu kararı ancak Parti verebilirdi.
D.G.: 1980 öncesi yaygın sol içi çatışmalardan hiç zarar gördünüz mü? Bunlar karşısında neler hissettiniz? Hareketinizin bu çatışmalara bakış açısı neydi? Bir tavrı var mıydı, hiç taraf oldu mu?
B.Ç.: Sol içi çatışmalar ilk defa Halkın Kurtuluşu ile PKK arasında başladı. Daha önce bahsetmiştim, mesela PKK (o zaman UKO) Halkın Kurtuluşundan Hüseyin Sancar adlı arkadaşı vurdu. Parti’miz sol örgütler arası çatışmalara karşıydı. Ben de kişisel olarak karşıydım. Bulunduğum alanlarda diğer siyasi hareketlerle çatışmamız olmadı. Sadece Adana’da İGD’liler, o güne kadar onlarla hiçbir sorun yaşamadığımız halde Eşref Şahlar, Veli Karasu isminde iki öğrenci arkadaşımızı vurdular. Ardından Narlıca Mahallesi’nde kahvede oturan işçi arkadaşlarımızı taradılar. Nurettin Gül arkadaşımız öldü. Sedat diye bir arkadaşımız da ağır yaralandı ve boynundan aşağısı felç kaldı. İGD’lilerin bu eylemlerine tabanımızdan çok büyük bir tepki geldi, bizimkiler de karşılık olarak İGD’nin Adana bölgesinde bu eylemlerden sorumlu olan iki elemanını vurdular. …. Sanırım Yavuzlar Mahallesi’nde faşistlerle bir çatışma vardı, bu çatışmada baktık ki yanımızda İGD’liler faşistler ile çatışıyorlar. Beni gerçekten çok düşündürdü. O günden sonra, onlar hakkında karşı devrimci değerlendirmesi olmasına rağmen, gördüğümüz aramızdaki çatışmayı bitirdik.
D.G.: Bu çatışmanın ilk sebebi neydi?
B.Ç.: Okulda öğrenciler tartışıyorlar ve onların adamları gelip bizimkileri vuruyor. Bizimkiler daha bilinçliydi, onları kazanmaya çalışıyorlardı. Adamlarımızı kandırıyorsunuz diye o okuldaki öğrencilerimizi öldürdüler, biri Muzaffer’in akrabasıydı. Fabrikada sendikal çalışma yürütüp Partizan örgütlemesi yapan çok iyi bir arkadaşımızı da kahvede öldürdüler.
D.G.: Gelip sizden özür dilediler mi?
B.Ç.: Hayır, kimse bizden özür dilemedi. Başka gruplarla onlara haber gönderdik, bir daha gelmediler. Acilciler ile Dev-Yol arasında çatışma oldu. Birbirinden adam vurdular. Halkın Kurtuluşu ile Devrimci Proletarya arasında çatışma vardı. Biz bu çatışmaları önlemeye çalışıyorduk. Tabi bir türlü önleyemiyorduk. En son Halkın Kurtuluşu Devrimci Proletarya çatışırken polis geliyor. HK’dan birisi silahını bizim bir sempatizanın bahçesine atıyor, o da getirip bize verdi. Geldiler silahı istediler, vermedik. Biz parti olarak karar aldık. “Devrimcilere karşı kullanıyorsanız bu silahı size vermeyeceğiz” dedik. Sonra da iki yapının üst düzey adamlarını çağırdık. Birkaç tartışmadan sonra aradaki gerginliği tatlıya bağladık, ondan sonra silahı verdik. O günden sonra Halkın Kurtuluşu ile Devrimci Proletarya arasında hiçbir silahlı çatışma olmadı. PKK’nin diğer sol örgütlere karşı saldırıları vardı, ama bize karşı öyle bir tavır sergilemediler. Bizim onlarla ilişkilerimiz iyiydi, hatta bazı bölgelerde nöbete birlikte çıkardık. Bir kez teksirleri bozulmuştu onu tamir için güvenerek beni örgüt evine götürdüler. Nöbetler döneminde silah ve mermi yardımlaşması yapardık. Bize saygı duyarlardı.
Öğretmen okulundayken bir gün B.İ. ben yokken bir açıklama yapmak için okula gelmiş. O arada bunlar saldırmışlar. B.İ. saldırıyı dağıtmak için silahını çekip havaya ateş açıp kaçmış. Benim olanlardan haberim yok. Hepsi yatılı, dışarıdan gelen arkadaşlardı. Her biriyle çok ilgilendiğim için beni severlerdi. Yanlarına gittim; “Aha bir uşak daha geldi, sarın etrafını” dediler. “Ne oldu” dedim”. “Sizin bir adam bize silah çekti ondan sonra çıktı gitti” dediler. O kadar.
D.G.: Başka var mı sol içi çatışmaya dönük söylemek istediğiniz bir şey?
B.Ç.:Bu bölgeden başka duymadım, diğer bölgelerde vardı. Hepsini bilmiyorum.
D.G.: Siz hiç yaralandınız mı, böyle bir sol içi çatışmada zarar gördünüz mü?
B.Ç.: Evet unutmuştum. 1975’ti okuldan yeni mezun olmuştum. TÖB-DER’in Diyarbakır’da bir mitingi vardı, ona gitmiştik. Sosyal Emperyalizm konusu yoğun tartışılıyordu. Kurtuluş, Dev-Yol benzeri gruplar Sosyal Emperyalizm olmadığını savunuyorlardı. Mitingde karşılıklı bir gruplaşma oldu. Olay nasıl gelişti hiç bilemiyorum? Önce karşılıklı taşlar atıldı. Sonra bize ateş etmeye başladılar. Gençlik, toy dönemim eğildim yerden taş aldım. Daha uzağa atabilmek için koşarak atınca birden beş on adım ileri çıktım. Sap gibi ortada kaldım. Geri döndüğüm anda beni vurdular. O anda taş değdi sandım, bir ağırlık hissettim. Yerden bir taş daha alayım diye eğildim baktım ki göğsümden kan akıyor. O an vurulduğumu anladım. Yanımdakiler paniklemesinler diye arkaya doğru yürüdüm. 40-50 metre kadar gittim. Cafer Cangöz oradaydı. “Ben vuruldum, taksi çevirip hastaneye gidelim” dedim. Taksi çevirdiler, sanırım kan içeriye aktığı için durumum iyiydi. Ne kadar zaman geçti bilemiyorum 10-15 dakika mı? Fenalaştım. Arkadan vurdular kurşun göğsümden çıktı.
D.G.: Ne kurşunu?
B.Ç.: Tabanca kurşunu. Hem onlar hem polisler ateş ediyorlardı. Polisin kurşunu muydu, onların kurşunu mu, o konuda net bilgimiz yok ama arkadaşlar Kurtuluşçulardan birinin ateş ettiğini söylediler. İsmini de söylediler ama misilleme yapmak gibi bir niyetimiz olmadı.
D.G.: Yanlışlıkla bir kurşun…
B.Ç.:Hayır, yanlışlıkla değil, adam bilerek bize ateş etti. Siyasi tartışma vardı. Biz onlara Sosyal Faşist diyorduk, onlar bize Maoist ve Goşist diyorlardı. Böyle bir çatışma vardı aramızda. O mitingdeki slogan yarışı önce taşlı saldırıya, sonra silahlı çatışmaya döndü. Vurulan ben oldum. Parti öyle bir misilleme yapmadı. Sanırım konuştular, tartıştılar tatlıya bağladılar. Benim de onlardan intikam alma gibi bir derdim olmadı. Çünkü bana kişi olarak değil, siyasi olarak ateş ettiler. Hatta onun bir kardeşi daha sonra bizim sempatizan olmuştu.
Duyduğum kadarıyla Elâzığ’da Dev Sol, Kawa’dan Ali Rıza Koşar diye Palulu birini vurdu. Elazığ’da faşistlerin korkulu rüyası olan çok iyi bir arkadaştı, onu tek kurşunla harcadılar. Ben sol örgütler arası bu olayları hiçbir zaman onaylamadım. Halen de onaylamıyorum. Geçmişte İGD’yi veya TKP’yi savunan, Sosyal Faşist dediğimiz kişilerden bugün bizim saflarımızda yer alanlar var. İnsanların düşüncesi süreç içerisinde değişebiliyor.
Bizde özellikle çok ayrılmalar oldu, çok hizipler çıktı. Tabi ben de ayrıldım ama bu ayrılıkları da tasvip etmiyorum. Parti içi demokrasiyi, demokratik merkeziyetçilik ilkesini savunan bir insanın ayrılmaması gerekir. Parti yanlış da olsa bir karar almışsa eleştirebiliriz, ama o karara uymak zorundayız. Benim yaptığım ilkesizlikti. Eğer haklıysan haklılığını ispatlamak için mücadele etmelisin. İki çizgi mücadelesini savunuyoruz ama iki çizgi oluştuğu anda sabırsızlanıyoruz, tahammülsüzleşiyoruz. Ben ayrıldım P.Ç. beni vurdurmaya kalktı, Parti’nin değil, onun kararıydı. Sonra GKK’dan ayrıldım, onlar da Mazgirt’te beni öldürmeye kalktılar. Adana’da kalan arkadaşlarımızdan birini bacağından vuruldular, bacağı kesildi.
D.G.: Mazgirt’teki olaydan biraz bahseder misiniz?
B.Ç.: Mazgirt’teki olay şuydu; bir süre sonra tekrar Parti ile ilişki kurdum, elimdeki malzemeyi onlara teslim ettim. Zaten Parti’den almıştım. GKK kendilerine ait olduğunu düşünüyor, benden malzemeyi istiyorlar. Onlar da tabi peşime adam taktılar, burada yapacaklarını biz Doğu’ya gidince oradakilere haber verdiler, onlar geldiler. Kesin bilmiyorum ama sanırım gelenlerden birisi de H.A.K.’tı. Kendisiyle Cezaevinde de kaldım, ama sormadım. Yaylada kalıyorduk, aşağıda taş kümesi vardı. Annem seslerini duyunca gidip baktık. O anda kaçtılar. Başka arkadaşlardan duydum ki beni vurmaya geldiler, başaramadılar.
….
D.G.: Döneminizde iktidara karşı mücadele eden diğer sol kesimlerle mesela HB (Halkın birliği), HK (Halkın kurtuluşu), HY (Halkın Yolu), TSİP (Türkiye Sosyalist İşçi Partisi), İGD (İlerici Gençler Derneği), Aydınlık, Kurtuluş, Dev Yol ve benzeri kurumlarla ilişkileriniz nasıldı? Bu hareketlerin çıkardığı yayınları hatırlıyor musunuz, takip eder miydiniz? Bu siyasal hareketlerle merkezi ya da yerel düzeyde ittifaklarınız oldu mu? Ortak kampanyalar yapıldı mı?
B.Ç.:O dönemlerde halk safında gördüğümüz bütün devrimci siyasi gruplarla ittifaklarımız vardı ve eylem birlikleri yapılırdı. Örneğin çeşitli isimler altında değişik mitingler düzenlenirdi. Siyasi tutuklulara uygulanan işkenceleri, ceza evlerinde uygulanan politikaları teşhir, ya da pahalılığı protesto etmek için ortak kampanyalar yürütüyorduk. Bu sanırım ülke çapında Parti’nin politikasıydı. Biz de bulunduğumuz alanlarda aynı politikayı uyguluyorduk. Bunun dışında bu siyasi örgütlerle düzenli tartışmalarımız olurdu, ülkenin dönemsel sorunları ile ilgili ortak seminerler verilir, anmalar yapılırdı. Genellikle Demokratik kitle derneklerinde buluşurduk. SSCB yanlısı TKP, TİP, TSİP benzeri grupları karşı devrimci gördüğümüz için onlarla ittifakımız olmazdı. Ancak 1 Mayıs gibi büyük mitinglere onlar da katılırlardı. Kortejlerimiz birbirine uzak olurdu. Onlara Sosyal Faşist diyorduk, onlar da bize Maoist, goşist benzeri yakıştırmalar yapıyorlardı. Fakat çatışmamaya dikkat ediyorduk.
Ortak kampanyalar merkezi yapılırdı Parti bize bilgisini verirdi. Kendi alanlarımızda o siyasi örgütlerin yetkili organlarıyla görüşerek kampanyayı birlikte yürütürdük. Bunlar legal çalışmalardı. Bizim alanda faşistlerin yoğun baskısı sonucu ortak askeri birimler oluşturmak zorunda kaldık.
….
D.G.: 12 Eylül’e doğru yaklaşırken kontrgerilla cinayetleri, yükselen halk muhalefetine karşı paramiliter grupların saldırıları yoğunlaşmıştı. MHP’nin de iktidar ortağı olduğu dönemlerdi. Tanık olduğunuz olaylar, siyasal cinayetler, iktidarın bu olaylar ve siyasal cinayetler karşısında verdiği demeçler nelerdi? Biraz bunlardan bahseder misiniz?
B.Ç.: Sivil faşistler dediğimiz MHP’lilerin saldırıları gerçekten yoğunlaşmıştı. Mahallelere saldırıyorlardı. Dediğim gibi bulunduğumuz alanda eğer biz olmasaydık, devrimci güçler oralarda nöbet tutmasaydı, halkı savunmasalardı daha büyük katliamlar yapabilirlerdi.
Mesela bir dönem Yurt Mahallesi’nde (yılını hatırlamıyorum) bizimkiler yine düzenli nöbet tutuyorlar. Faşistlerin saldırıları iyice arttı, artık asker ve polis desteğinde saldırıyorlardı. Bizimkiler yetmemeye başladı. Asker ve polis görünce mecburen geri çekilmek zorunda kalıyorlar, faşistler de halka saldırıyorlardı. Bunun önüne geçebilmek için diğer siyasi hareketlerle ortak bir silahlı güç oluşturmaya çalıştık. O bölgede kitlesi olan ve devrim saflarında gördüğümüz ne kadar örgütlü tanıdığımız varsa görüşüldü. Halkın Yolu’ndan, Devrimci Yol’dan, Halkın Kurtuluşu’ndan, Devrimci Kurtuluş, Acilciler, MLSPB gibi bütün siyasi örgütlerin il düzeyindeki adamlarıyla toplantı yapıldı, konuşuldu ve hepsiyle anlaştık. Mesela bir mahallede on tane örgüt var. Herkes oradaki tabanına göre bir, iki, üç kişi verecek oradaki askeri birim ortaklaşa oluşturulacaktı. Örgütler arası sağlanan diyalogla bu çalışma başarılı oldu. Bu arada tökezleyip, silahları bize bırakıp gidenler oldu. Bizimkiler her yerde sonuna kadar kaldılar. Bütün mahallelerde bu şekilde başarılı bir profil çizildi. Mesela Yurt mahallesinde nöbetteyiz bir akşam camide bunlara silahlar dağıtıldı ve iki yüz-üç yüz kişilik büyük bir kalabalıkla saldırıya geçtiler. Adana’nın Kozan’dan veya başka ilçelerinden özellikle MHP’lileri getirmişlerdi. Oluşturulan AK ile onları püskürtene kadar12 dükkan, on-on beş ev yaktılar. Maraş’tan daha kötü bir katliam olacaktı.
D.G.: Hiç ölüm oldu mu?
B.Ç.: Yaralananlar oldu ama ölüm olmadı, karşı konulunca geri adım attılar. Daha sonra asker polis gelip araya girince çatışma bitti. Başka mahallelerde de sürekli çatışmalar vardı. O anda askeri komiteler düzenli çalışıp mücadele ederlerdi. Bir etkinlik sağladığımız için çatışma alanlarında, halka öyle bir güven verilmişti ki nöbet zamanları dışında ya da etkinliğimiz olmayan herhangi bir mahalleye saldırı olduğunda özellikle bizi haber veriyorlardı. Genellikle, bizim en etkin olduğumuz mahalle olan Dervişler’e gelirlerdi, TİKKO’cular nerede diye sorarlardı. Bu çatışma dönemlerinde Parti daha da büyüdü, taraftarlar çoğaldı. Diğer siyasi hareketlerden bize katılımlar oldu. Sempati duyup bizimle birlikte savaşanlar, nöbette birlikte olduğumuz insanlar hep bizimle birlikte hareket etmeye başladılar,
Hiç unutmuyorum, Adana’da faşistler Halkın Kurtuluşu’ndan Oktay ve Faysal isminde iki arkadaşı vurmuşlardı. Cenazelerini hastaneden alıp, omuzlarda yürüyerek Meydan Mahallesi’ne götürüyorduk. Kortejin, faşistlerin hâkim olduğu Cemal Paşa Mahallesinden de geçmesi gerekiyordu. Tam oradan geçerken faşistler korteje saldırdılar. Tabi kitle panikledi, dağılmaya başladı. Katılan yapılardan sadece biz tedbirli gitmiştik, legal pankartları indirdik, illegal pankartları çıkardık. Ondan sonra başladık sloganlar atmaya, Bas Gerilla Bas Tetiğe Marşı’nı söylemeye… Ardından Garip Şahin’in TİKKO marşını söyledik. Ve silahlı arkadaşlar faşistlere cevap verdiler. Kitle üzerinde büyük bir etki yarattı, dağılanları toparladık. Yürüyüş Meydan Mahallesi’ne kadar devam etti.
Mesela Türkeş bir demeç verirdi; yani bir mesaj gönderirdi, o mesajı aldıktan sonra hemen bütün illerde, güçlü oldukları bütün alanlarda harekete geçerlerdi. Mesela bizim bölgede özel eğitilmiş profesyonel katilleri vardı. Motosikletli seyyar katillerdi. Sinan Paşa diye bir mahalle vardı, haber aldık ki Aydınlıkçılar ikisini yakalamışlar. Mahallemize kadar girmişler. Tabi, Parti görevlileri onları almak için gitti. Aydınlıkçılar engel olmuşlar. Onları mahalleden tanıyorlarmış. “Biz buraya teslim olmaya geldik, silahlarımızı da getirip teslim edeceğiz. MHP’den ayrılacağız” demişler.
Halkı “kahvede oturmayın bunlar buraya boşuna gelmediler” diye uyardık. Arkadaşlarımızı mahalleye gönderdik, onlara fırsat vermediler. Engellediler. Bir süre sonra başka tarafa gitmek zorunda kaldık. Biz gittikten bir buçuk-iki saat sonra aynı kişiler motosikletle gelip, o kahveyle beraber birkaç kahveyi daha taradılar. Birçok insan yaralandı. Meğer adamlar oraya istihbarat toplamaya gelmişler.
D.G.: Siz daha sonra Aydınlık’la görüştüğünüzde demediniz mi hani teslim oluyorlardı?
B.Ç.: Tabi, görüştük kendileriyle, öz eleştiri yaptılar ama neye yarar. Ülkücü kesim devlet tarafından korunuyordu, rahatça eylem yapıyordu.
….
D.G.: Hareketinizin darbeye karşı bir ön görüsü, bir hazırlığı var mıydı?
B.Ç.: Hatırladığım kadarıyla artan faşist saldırılardan dolayı Parti ülkenin sürecini değerlendirmiş, yakında bir darbenin olabileceği tespitini yapmıştı; bir yıl önce böyle bir öngörüsü vardı. Burjuvazi sivil faşistleri özellikle halkın üzerine saldırtıyordu. İllegal örgütlenmeye daha da ağırlık vermemiz, daha dikkatli olmamız gerektiği konusunda bütün kadrolara talimatlar verildi. Örgüt yapımız hep illegal olduğu için 12 Eylül Darbesi bizi fazla etkilemedi. Bütün siyasi hareketler darbe aldılar. 1982’de yakalanmamıza da neden olan P.Ç.’in itirafa varan çözülmesiyle bu alandaki çalışmalarımız ve ilişkilerimiz ortaya çıktı.
D.G.: Peki darbenin sizdeki yansımaları ne oldu? Darbe olduğunda siz galiba dışarıdaydınız? Neler yapıyordunuz o anda? Nasıl saklandınız? Tavrınız neydi?
B.Ç.: Evet dışarıdaydık. Darbe oluğunda kaldığımız yerde radyomuz yoktu. Sabah kalktık bir kadın arkadaşla bir yere gidiyorduk. Bir yerden bir yere giderken eğer silah varsa onu kadın arkadaşlarımıza taşıtırdık. Çıktık gidiyoruz sokakta askeri inzibat bizi çevirdi. “Nereye gidiyorsunuz?” diye sordular, hastamız var dedik. O zaman askerden öğrendik. “İhtilal oldu, sokağa çıkma yasağı var, geri dönün” dedi, geri dönmek zorunda kaldık ama aramadılar bizi. Yine de çalışmamıza devam edebiliyorduk. Yine istediğimiz mahalleye girebiliyor, istediğimiz eylemi yapabiliyorduk. Fakat bu sefer daha temkinli, daha dikkatli olmaya çalışıyorduk. İlk dönemlerde sokaklarda askerler gezip dolaşıyorlardı, ama daha sonra bu uygulamayı kaldırdılar. Belli noktalarda önceden de olan nöbetçi sayısını arttırdılar. Bazen cemseler ile devriye dolaşırlardı. Hatta mahallelerde biz nöbetteyken askerler de geliyorlardı, çatışma olan alanlarda nöbet tutuyorlardı. Onlarla samimileştiğimiz bile olurdu. Sivildeyken devrimcilere sempati duyan askerler vardı. Bize yardımcı olmaya çalışırlardı ya da herhangi bir operasyon olacaksa bize haber verirlerdi.
….
Adana’da POL-DER, POL-BİR örgütlenmesi vardı. POL-DER içerisinde yer alanlar genellikle CHP ve devrimci sol kesimdi. İçlerinde bizim hemşeriler, sempatizanlar da vardı. Onlarla ittifaklarımız, ilişkilerimiz vardı. Herhangi bir alanda arama yapılacaksa bize haber verirlerdi. Hemen ya mahalleyi boşaltırdık ya da tedbirlerimizi alırdık. Onun için pek zayiat görmedik. Sadece birkaç arkadaşımız yakalandı. Onlar da bildiri ya da yazılama eylemlerinde aniden cemse bastığı için yakalandılar. Birkaç ay yattı çıktılar. Bir başka olay da bir bölgede teksir ve fazlalık bazı malzemelerimiz vardı. Silahları temizledik, yağladık; ben çıkacağım için arkadaşa “bunları yine aynı yere tekrar gömün muhafaza edin” dedim “tamam” dediler. Bildirileri bastıktan sonra aldım, dağıtmak için Adana’ya döndüm. Ben gittikten sonra misafirleri geliyor, arkadaşımız da hava atmak için silahları onlara gösteriyor, oyalanıyorlar. Derken eve baskın yapılıyor. Ya beni yakalatmak için yaptılar (Çünkü ben o köye sık sık giderdim) ya da o arkadaşları ihbar ettiler. Arkadaşlar silahlarla birlikte yakalandılar. Bir o yakalanmamız oldu, onun dışında pek yakalanma olmadı.
D.G.: Peki, darbenin olduğu günlerde diğer sol örgütler askerle hiç çatışıyor muydu?
B.Ç.: Hiç rastlamadım. Hiç olmadı demiyorum, başka bölgelerde olmuş olabilir.
….
D.G.: Saldırılar oluyor muydu?
B.Ç.: Tabi, mesela Denizli- Narlıca diye bir bölge vardı aradaki ana caddede askeri araç ve polis panzerleri ortada dururlardı. Yolun bir tarafında faşistler bir tarafında biz dururduk. Gündüzleri bir şey olmazdı ama gece olunca başlardık çatışmaya. Tabi asker-polis onlara dokunmuyordu. Bize doğru geldikleri zaman mecburen biz geri kaçmak zorunda kalıyorduk. Yine de bırakıp gitmez, mahalleyi korurduk. Bazen asker ve polis birlikte mahalleye girerek Mahalleyi ele geçiriyorlardı. En fazla bir ay denetim onlarda kalırdı. Daha sonra biz mahalleyi basar, denetimi ele geçirirdik. Mesela darbeden sonra Yurt Mahallesinin üst tarafında Kanal-Yurt Mahallesi 4. durak vardı. Oradan aşağısı hep sol kesimdi. Özellikle Devrimci-Yol, Halkın Kuruluşu hakimdi. Faşistler Kanal’ın üst tarafındaydılar. Kanal’ın alt tarafında da bizim hakimiyetimiz vardı. 12 Eylül’den sonra sanırım bu siyasi hareketlerde bir geri çekilme olunca faşistler tren istasyonuna kadar, yani dört durak aşağı indiler. Bu da oradaki halkı rahatsız etti. Faşistler mahalleye indiler, bize yardım edin diye bize geldiler. Oradan faşistleri söktük, temizledik.
D.G.: Sizin gözaltınız nerede oldu? Gözaltı süresince işkence, infaz ve benzeri olaylarla karşılaştınız mı? Nasıl yakalandınız ve gözaltı süresinde yaşadıklarınız ya da tanık olduklarınız nelerdir?
B.Ç.: İlk cezaevi süreci 1975’te, sanırım yaralanmadan önceydi. Nazimiye’de geniş bir kitle katılımıyla; Tunceli’nin bütün ilçelerinde taraftarlarımızın, halktan insanların ve diğer siyasi hareketlerin de katıldığı büyük bir miting yapılmıştı. Hatta askeriye kitleye saldırdı, halk askeri kışlasına kadar kovaladı. Sanırım ben artık Mazgirt’te görevliydim, oradan arkadaşları otobüs ya da minibüslerle Nazimiye’ye getirmiştik. Miting bitti, dönüşte arkadaşların bir kısmı Tunceli’ye dağdan gittiler. Biz de gidebilirdik. Fakat oraya getirdiğimiz insanları yüzüstü bırakmak istemedik. Mücadeleyi örgütlediğimiz için Mazgirt’te bize önder gözüyle bakıyorlardı. “Bak bizi buraya getirdiler, kendileri öbür taraftan kaçıp gittiler” diye düşünebilirler endişesiyle onlarla beraber gittik. Pülümür ile Nazimiye’nin yollarının kesiştiği noktada polis barikat kurmuş arama yapıyordu. Devrimci Gençlik Derneği’ni kurduğumuz için polis bizi tanıyordu. Bizi görünce, “Dernekçiler aşağı insin” dediler. 18 veya 20 kişi vardık. Bizi aldılar, sorgudan geçirdiler, ondan sonra tutukladılar. Cezaevinin Sinerjisi gerçekten çok farklıydı. Yöre halkı bizi hiç yalnız bırakmadı, her gün yemek ve çuvallarla sigara getirmişlerdi, sigaraları dışarıya arkadaşlara gönderirdik. Hatırladığım kadarıyla Nazimiye cezaevinde 20 gün yattık. O 20 gün insanların sıcak ilgisi ile geçti. Daha sonra mahkemeye çıktığımızda da halk bizi yalnız bırakmadı. Hepimiz tahliye olduk, mücadeleye devam ettik.
Sonraki yıllarda şüphe üzerine birkaç kez daha yakalayıp bıraktılar beni. Mersin’de bir yakalanmam oldu on beş gün sorguda kaldım. Dört arkadaş yine bizi şüphe üzerine aldılar. Arama yaptılar, arkadaşların üzerinde bir şey yoktu. Bende bir not yakalandı. Genelde bir yere giderken üzerimde hiçbir şey bırakmam, ama bir not cebimde kalmış. O nottan dolayı sorguda on beş gün kaldım. Baktılar Adana’dan MHP’lilerin isimleri.”Kimdir bunlar?” diye sordular, onların yanına iş istemeye gittim dedim. İşkence yöntemleri hemen hemen aynı; meydan dayağı, falaka, elektrik vermeler… Elektrik kendilerine geçmesin diye bir boş lastiğin içerisine oturtturuyorlardı. Bir kabloyu parmağına bağlıyorlardı, diğer ucu istedikleri başka bir tarafa bağlayıp akım veriyorlardı. Benim meme uçlarıma bağlamışlardı. On beş gün sonra savcılığa bile göndermeden bıraktılar beni. Daha önceden yaralandığım için elektrik akciğerlerime epey hasar verdi. Dışarıda bir iki ay bir tedavi süreci geçirdim.
Son yakalanma olayımız Adana’dan Dersim’e dönmüştük. Parti ile ilişki kurma aşamasındaydık. Üç dört kez randevuya çağrılmıştım, arkadaş gelmemişti. İlişki kuramadık. O arada Elazığ’da A.H.A. ile Kazım Çelik’i görmüştüm. İrtibat kurmaları için konuşmuştum. Yine de gerçekleşmeyince bende arkadaşlara ve Parti’ye karşı bir güvensizlik gelişmişti. Hiç ummadığım bir anda polislerle karşı karşıya geldik. Kayın birader yanımdaydı. O olmasa ben kaçacağım ama onu bırakmak istemedim. Kimliklerimize baktılar. Askerden izinli geldiği için onu hemen bıraktılar. Benden şüphelendiler “bununla ilgili bir şeyler duyduk” dediler. Beni götürdüler, “Bunun askerlik sorunu var, askere gitmesi gerekiyor” dediler, işlemlerimi tamamladılar. Mecburen askere gittim. Yoksa asker kaçağı olacaktım.
D.G.: Nereye gönderdiler?
B.Ç.: İstanbul Hadımköy’e gönderdiler. 20 gün sonra sahte bir izin kâğıdı yaptım geri geldim. Tekrar aradım taradım, kimseyi bulamadım. Yine ilişki kuramayınca mecburen askere geri dönmek zorunda kaldım. 14 ay sonra P.Ç. yakalanınca bizim isimlerimizi verdi, beni askerden aldılar.
U.D: O dönem kaç ay askerlik yapılıyordu?
B.Ç.: 20 aydı. Adam yakalanmış, bir sürü insanı vermiş. Arkadaşlar isteseydi bana haber iletebilirlerdi, ben de kaçardım. Bana kimse haber vermedi. Bir anda koğuştan çağırdılar, gittim, hemen taktılar kelepçeyi. Kimseye haber bile veremedim. Götürülürken beni gören bir yedek subay dosyamdan bir telefon numarası bulup eşime haber veriyor da bizimkilerin haberi oluyor. Sorgu için beni Tunceli’ye götürdüler. Orada sorguda iki ay kaldım. Tabi P.Ç. bölgede olan her şeyi anlatmıştı.
D.G.: Tam olarak hangi ay ve yıldı?
B.Ç.: 1982’nin Kasım başında sorgudaydım. 10 Kasım’da esas duruşa geçince o anda falakayı bıraktılar, saygı duruşunda biraz dinlendik. Ondan hatırlıyorum. Hatırladığım kadarıyla10 Ekim’de yakalandım.
D.G.: Sizi askerden aldıktan sonra sizin asker arkadaşlarınız, oradaki komutanlarınız nasıl karşıladı bu durumu? Yani ne dediler size? Ya da görüşebildiniz mi? Ne konuşuldu orada?
B.Ç.: Orada benim gibi asker kaçağı olarak yakalanarak ya da gönüllü giden çok arkadaş vardı. Pek çok devrimci arkadaşla karşılaştım. Üç yüz dört yüz kişi vardı. Bizim arkadaşlar hatta Adana’dan tanıdığım Sempatizanlarda vardı.
D.G.: Kimler vardı Hadımköy’de?
B.Ç.: Malatyalı bir arkadaş vardı. Mesela Sivaslı H.K. vardı. Çok isim hatırlayamıyorum.
D.G.: Hep asker kaçağı bunlar. Asker kaçağı demeyelim de zamanında askere gitmemiş insanlar.
B.Ç.: Devre kaybı da denilebiliyor. O arkadaşlarla sohbet ediyorduk; durumumu biliyorlardı. Tabi subaylar bilmiyordu. Apar topar alıp götürdükleri için subayların ne düşündüklerini bilemiyorum.
Aldılar sorguya, tabi P.Ç. bütün bilgileri vermiş. Genellikle yapılan eylemler üzerinde duruyorlardı. P.Ç. “şu, şu eylemleri Parti’miz yaptı, askeri sorumlu olduğu için de Bayi katıldı. Onunla birlikte tahminen şu, şu kişiler katılmıştır. Doğrusunu Bayi biliyor” diye tam hatırlamıyorum 20-21 eylemin hepsinde kilit kişi beni gösteriyordu. Tabi uzun bir süre direndik, kabul etmedik. Zaten bir süre hiçbir şey sormadan işkence yapıyorlardı. Daha sonra da tabi bu işkenceler sistemli yapılıyordu yani sabah, öğle, akşam bizi düzenli alıyorlardı. Benim dışımda H.K. ve A.B.’ı da getirmişlerdi. P.Ç.’nin eşi de vardı. Ayrıca Tunceli’den, Ovacık tarafından onlarca insan gelmişti. Yani P.Ç. oraya tanıdığı herkesi getirmişti. Bizi tek, tek hücrelere koydular. Bazen tuvalete giderken arkadaşlarla karşılaşıyorduk.
D.G.: P.Ç. Tunceli’de mi yakalanmış?
B.Ç.: Duyduğuma göre Erzincan’da eşi ile birlikte yakalanıp, tek dayak yemeden her şeyi anlatmış. Sorgudaki herkesi o ele vermişti.
……
P.Ç. ile yüzleştirdiler, yalan söylüyor dedik. Tabi P.Ç. üzerine basa basa “sen şunu yapmadın mı, şuraya gitmedin mi? Biz şu kararı almadık mı?” diyerek polisle birlikte bize baskı yapıyordu. Her türlü işkenceyi bize uyguladılar. Hatta bizi işkencede bayıltıp bir köşeye atarlardı. Galiba eskiden orası Ziraat okuluydu, işkence haneye çevirmişlerdi. Bizim kaldığımız yerler okulun tek kişilik tuvaletleriydi. Banyo kısmı vardı oraya kadınları koyuyorlardı. Onların altında bir tahta vardı, bizimkinde hiçbir şey yoktu, sadece tuvalet deliğini kapatmışlardı. Musluk halen duruyordu. Biz orada çıplak yattık. Kışın bitli battaniye verirlerdi. Elektrik, falaka her türlü işkence vardı.
D.G.: Size işkence yapanlar kimlerdi? Sonra hiç tanıdınız mı?
B.Ç.: İşkence yapan polisler herhalde sivil polislerdi. Gözlerimiz kapalıydı, göremiyorduk. Kim olduklarını bilemiyorsun fakat seslerinden tanıyorduk onları. Bir gün beni bayıltmışlar, hücre dar olduğu için o an kadınlar da yoktu, banyoya atmışlar. Meğer o banyoda kalan P.Ç.’ in karısıymış. Birbirimizi tanımıyorduk. Gelip beni öyle yerde baygın görünce, ona kızıyor. “Adamı öldürecekler, artık yeter, konuşma, insanların üzerinde ifade verme” diyor. Adam bunu duyunca hemen kapıya vuruyor, polisler geliyor “karım bana böyle diyor” diye onu şikâyet ediyor. Ondan sonra “niye kocana baskı yapıyorsun” diye kadına tekrar işkence yaptılar.
D.G.: Hala yaşıyor mu P.Ç.?
B.Ç.: Evet yaşıyor. İki ay sonra tutuklanıp Elazığ’da 2 No’lu cezaevine gittik, o da geldi. İddianame hazırlandı. Bütün eylemlerden ayrı, ayrı idam istendi. Yani 19 eylem, 146/1 maddesine bağlanmıştı. A.B. ile beraber plan yaptık. “Mademki bu kadar maddeden idamla yargılanıyoruz bir tane daha ekleyelim, onu burada şişleyip öldürelim” dedik. Şişleri de hazırladık. Orada Parti’den bir üst arkadaşla konuştuk, “Parti’ye bir danışalım, bekleyin” dediler. Dokunmayın diye haber geldi. Biz de dokunmadık.
D.G.: Tunceli’den sonra Adana’da da gözaltına alındınız değil mi? Gözaltı sürecini, gözaltında yaşadıklarınızı ve tanık olduğunuz olayları da anlatabilirsiniz.
B.Ç.: Bahsettiğim gibi Tunceli’de sorguda kaldık. Genelde uygulanan işkenceler bize de uygulandı. Amaçları örgütü çökertmek için; örgüt elemanlarını ele geçirmek, yapılan eylemleri açığa çıkartmak ya da bize yüklemeye çalışmaktı. Biz bir tek eylem dışında eylem üstlenmedik. Parti’yi de üstlenmiştik. Bu şekilde sonuna kadar direttik. İki ay sonra bizden daha fazla bir şey çıkaramayacaklarını anlayınca bizi mahkemeye sevk ettiler, hemen tutuklandık. Elâzığ askeri ceza evine koydular.
Yirmi gün-bir ay sonra bizi Adana’ya esas itham edildiğimiz yere götürdüler. Bir ay da orada sorguda kaldık. Adana’ya gittiğimizde zaten arkadaşlarımızla anlaşmıştık Tunceli’deki ifadeyi devam ettirip başka da hiçbir şey söylemeyecektik. Öyle de yaptık ilk bir iki gün o şekilde direndik, başka bir şeyi kabullenmiyorduk. Tabi bununla yetinmediler. Bize isnat edilen tüm eylemleri üstlenmemiz ve P.Ç’nin söylediklerini teyit etmemiz için işkence yapıyorlardı. Bu konuyu tekrar arkadaşlarla görüştük, bize önerilen şu oldu; Tunceli’deki ifadelerde direnseniz de size işkence yapacaklar. Her şeyi reddetmemiz önerildi. Bizde doğru bulduk ve tekrar sorguya alındığımızda hiçbir şeyi kabul etmedik. Tabi biz böyle davranınca işkenceler daha da yoğunlaştı. Adana’ya dahi hiç gelmediğimizi söyledik. Artık bizim Adana’da olduğumuzu ispatlamaya çalışıyorlardı. Bir sempatizanın evini verin, kaldığınız bir evi verin, bunlarda bir suç yok. Tabi, bir sempatizanın ya da herhangi bir evin verilmesi durumunda Adana’da olduğumuz ispatlanacak ve başa döneceğimizin bilincindeydik. Sonuna kadar kabul etmedik, direndik. Bir görgü tanığının olduğu olay vardı, beni onunla yüzleşmeye götürdüler. Yüzleşmeye gittiğimizde görgü tanığı gelmemişti. Devrimci Yol’dan üstlenenler vardı, bize onların ifadelerini okudular. Bizi götüren polisler; “DY yapmış bu olayı, siz yapmamışsınız” dedi. Tabi o bir fırsat oldu ben de; “biz yapmadık o olayı işkencede kabul etmiştik” dedim. DY’ da ki kişilere o olayları kabul ettiren aynı ekipti. O yüzden üstünde fazla durmadılar. O ara H.K. ile kavga etmiştik, halen ilk ifadesinde diretiyordu. Polisler H.K.’ı “onu siz yapmadınız onu DY yaptı, sen diğerlerini üstlen” diye ikna etmeye çalışıyorlardı. Onu vazgeçiremeyince beni götürdüler “gel bu adamı ikna et, bu olaydan vazgeçsin, ben yapmadım desin” diye. Neyse gittim onunla konuştum, ikna edemedim. Daha sonra arkadaşlar koğuşa dönünce diğer arkadaşlarla beraber konuştuk durumu izah ettim. Tekrar sorguya alındığımızda o da inkâr etti. Böylece Tunceli’deki ifadeyi üçümüz de reddettik. Tabi P.Ç. yine aynı şeyleri söylüyor, üzerimize ifade veriyordu.
Bizim Adana’da olduğumuzu ispatlamak için beni Mersin Cezaevindeki H.G. diye bir arkadaşla yüzleşmeye götürdüler. O arkadaş da idam almış, cezası müebbete çevrilmişti. Beni ayrı bir yere koydular. Daha sonra da H.G. getirilince beni de içeri aldılar. İçeriye girerken “bu kişiyi tanımadım, neden getirdiniz buraya?” dedim. H.G.’da uyarımı anladı, “benim tanıdığım adam bu değil” dedi. Teşhis olmayınca beni tekrar geri götürdüler. Yani Adana’da olduğumuzu ispatlayamadılar. Bundan sonra artık yoğun işkencelere başladılar. Sabah, öğle, akşam bizi düzenli olarak işkenceye alıyorlardı. H.K.’ı pek almadılar. Beni, A.B. ve Mete Dalgın’ı düzenli alıyorlardı. Orada bir ay kaldık, ifademizi alamadan bizi geri gönderdiler.
O arada şöyle bir şey de gelişti; eşim babası ile birlikte beni ziyarete gelmişti. Sahiplenmek doğru bir şeydi tabi ama biz de çekiniyoruz beni konuşturmak için kullanabilirler diye. Onlar oradayken ben sorgudaydım. Nitekim “Eşin ve kayınbabanı alacağız sorguya “diye beni tehdit ettiler. Bir olay vardı, “bunu nasıl yaptınız” dediler. Bir yerde bildiri basılmıştı. Bizim arkadaşlar yakalandılar, daha sonra biz evi boşaltmaya gitmiştik. “Biz sizden önce gittik, orayı boşaltıp hatta yolda sizle karşılaştık. Biz Adana’ya dönüyorduk siz de tam oraya gittiniz” dedim. “Tamam, artık çözüldü, konuşacak” dediler. O arada öğle yemeği idi, bizi aşağı indirdiler, fakat Mete daha yukarıdaydı. Sorguya benden sonra Mete gitmişti. Mete orada eşim ve babasının gittiklerini gördü. Mete “Tamam gittiler” dedi. Tekrar beni sorguya aldılar. “Konuştuklarımızı yazalım da imzala” dediler. “Ben sizinle dalga geçtim böyle bir şey yok” dedim. Çünkü onları almasınlar diye o an kabul etmiş görünmüştüm. Onların gittiklerini öğrenince rahatladım. “Alın, zaten ailesi MHP’li pek aramız yoktur. Ayrılacaktım” dedim.
Elektrik, falaka, düz askı ya da Filistin askısı her türlü işkenceyi yaptılar. İtfaiye hortumu var binada, onunla tazyikli soğuk su verirlerdi. Islattıktan sonra büyük bir vantilatör ile de soğuk hava verirlerdi. Onlar direk ciğerlere işliyordu. Falakadan haftada bir ayaklarımızın altı soyulurdu. Elektrikten akciğerimde kan birikmişti. Bir yıla yakın sürdü, zamanla düzelmeye başladı.
D.G. : Hangi dava dosyasında yargılandınız? Dava dosyasının adı neydi? Dava arkadaşlarınız kimlerdi? Yargılama öncesi ve yargılama safhasında tanıdıklarınız, o mahkeme safhası, duruşmalar, duruşmalara gidiş gelişler, mahkeme heyetinin tavrı, aileler ile ilişkileriniz, avukatlarınız, avukat görüşü, avukatların savunmaları gibi; yargılama safhasında tanık olduğunuz sizi en çok etkileyen olaylar nelerdir?
B.Ç.: Tutuklandıktan sonra bir yıl Elâzığ askeri cezaevinde kaldık. Orada bazı ortak eylemler gelişti tabi, genellikle bizimkiler etkiliydi. TKP-TİKKO Adana davasından yargılandık. Tam hatırlayamıyorum ama aynı davada yargılandığımız yirminin üzerinde arkadaşımız vardı. Daha önce bahsettiklerim dışındakilerin isimlerini hatırlayamıyorum. İddianameyi hazırlayan savcı sanırım MHP’liymiş. Eşimin bir dayısı vardı. O savcıyı tanıyormuş. Yardımcı olması için savcıyla görüşüyor. Savcı da bizim dosyamıza bakıyor, “Bu çok ağır bir dava, kimse yardım edemez” diyor. Bizim iddianameyi aleyhimizde özellikle çok teferruatlı bir şekilde hazırlamıştı. Oldukça iyi hazırlamıştı.
D.G.: Kimdi o Savcı?
B.Ç.: İsmini hatırlamıyorum, unutmuşum. Benim hatırladığım kadarıyla 146/1 dahil on dokuz tane iddianame maddesi vardı. İsnad edilen ne kadar suç varsa hepsinden bizi yargılıyorlardı. İdamla yargılanıyorduk. İddianame P.Ç.’in verdiği ifade üzerine kurulmuştu. Biz reddetsek de hiç dikkate alınmamıştı. Tabi mahkemede de bütün ifadeleri reddetmiştik. Benim Avukat Hasan Kaplan’dı. Eşim tutmuştu. Elazığ’da da Ali Demir diye bir avukat vardı, onu tutmuştu. Yargıtay aşamasında adı Haydar soy ismini hatırlamıyorum, Ankara’da bir avukat tutmuştu. Eşim bu konuda çok koşturdu. Yargılanma süreçlerimiz birkaç ay aralıklarla devam ediyordu. Bizi hiç konuşturmazlardı. Kendileri konuşurdu, avukatlar savunma yaparlardı. Tabi hepimiz idam bekliyoruz; yani idam verecekler müebbete çevirecekler diye, beklediğimiz buydu. Öyle de oldu. En son bize ceza verdikleri zaman benim ismim okunup da sevk ve idareden ceza verildiğini duyunca güldüm. Mahkemede herkes bana baktı. Ceza alan üzülüyor bu adam gülüyor, tuhaflarına gitmişti. O zaman Sevk ve idare cezası 13 yıl 4 aydı. Bizden bir yıl sonra yakalanan arkadaşlar için kanunlar değişti, sevk ve idare cezalarını 20 yıl üzerine, örgüt üyeliğini 13 yıl 4 aya çıkardılar. Bunu bildiğim için gülmüştüm. Dava Yargıtay’a gitti, orada da cezalarımız onaylandı.
D.G.: Kaç yıl yatıp çıktınız?
B.Ç.: Beş buçuk yıl yattım, ondan sonra tahliye oldum.
D.G.: Avukatlarınız sizi nasıl savundular?
B.Ç.: Avukatlar genelde bizim bu suçları işlemediğimizi, polislerin işkence yaptıklarını, bizim masum olduğumuzu savunuyorlardı. İnandıramıyorlardı tabi. Fakat suçlandığımız o eylemlerde görgü tanığı, silah, hiçbir şey yoktu. Sadece A.B. ve Mete Dalgın bir eylemden dolayı ceza aldılar. Çünkü görgü tanığı teşhis etmişti. Diğer arkadaşların hiç birisi eylemden ceza almadı; bir kısmı örgüt üyeliğinden, bir kısmı sevk ve idareden ceza aldılar. Bizim üzerimizdeki ifade veren P.Ç. de sevk ve idareden ceza aldı.
D.G. :Peki, duruşmalara gidiş gelişler nasıl oluyordu? Arkadaşlarla kendi aranızda neler konuşurdunuz?
B.Ç.: Koğuşlarda arkadaşlarla görüşme imkânımız oluyordu. Değişik koğuşlarda da olsak haberleşebiliyorduk. Ortak savunma hazırlardık. Ona göre ifade veriyorduk. Köprüköy’de hepimiz bir aradaydık. Tek tip elbise zorunluluğu çıkıp da biz giymeyince ben, A.B. ve H.K. üçümüzü eski tip cezaevine gönderdiler. Orada da bize tek tip elbise giydirmeye çalışıyorlardı. Hemen işkenceye aldılar; meydan dayağı, falaka sonrası bizi sulu hücreye attılar. Sulu hücre dedikleri de beton fakat alttan nemli, üstten damlamalı; yürüdüğün zaman sanki süngerde yürüyorsun. Bastığın yerde ayak izin belli oluyor, yerlerden su çıkardı. Üzerimizde sadece külot vardı. Havalandırması yoktu. Küçük bir açık tuvalette bir tane tuvalet taşı vardı, üst tarafı açıktı. Demir bir kapı vardı, kapının mazgalı da sürekli kapalıydı. Orada on iki kurşun deliği vardı, ancak oradan hava alabiliyorduk. Bir an olurdu ki nefessiz kalırdık; devrimciler küfretmez ama gardiyanları kışkırtıp kapıyı açtırmak için bilinçli olarak küfrederdik bizi dövmeye gelirlerdi, onlar bizi döverken o arada kapılar açık kalıyordu o şekilde nefes alabiliyorduk.
Gece tuvaletten büyük lağım fareleri çıkardı. Bize günde bir ekmek verirlerdi, gece bizi ısırmasınlar diye yarısını farelere verirdik. Tabi sırayla nöbet tutardık. Orada bizden önce gelen arkadaşlar vardı. Onları göremiyorduk ama duvarları tıklayarak mors alfabesiyle haberleşebiliyorduk. Tek tip elbise giymediği için Z.U.’da oradaydı. Onu bizden bir hafta önce başka bir şehirden getirmişlerdi. Tam hatırlamıyorum orada on gün falan kaldık. Cezaevindeki siyasi gruplar birleşerek, tek bir elbise giyelim ama başka yaptırımlarına uymayalım diye karar almışlar. Bize de haber ilettiler ama biz inanmadık. Daha sonra orada temsilci olan iki arkadaş geldi. Bizimle görüştürdüler, biz de ondan sonra tek tip elbise giyip koğuşlara girdik.
D.G.: Mahkemede inanmıyorlardı size ama o gün orda ne yaşandı? Siz mahkemeye çıkarken aileniz orada mıydı? Biraz bahseder misiniz? Diğer aileler var mıydı?
B.Ç.: O dönem askeri mahkemeler vardı. Hepsinin kafa yapısı belliydi, onlar devleti savunan bir mahkeme heyetiydi; biz onların gözünde teröristtik. İstedikleri gibi idam ve müebbet verebiliyorlardı. Bize isnad edilen suçları sonradan ve mahkemede reddetmemiz, görgü tanığının, silah veya benzeri delillerin olmaması nedeniyle eylemlerden bir ceza almadım.
…..
Ailelerimizin durumları iyi olmadığı için boncuktan bir takım el işleri yapıyorduk. Onları satarak kendimize katkıda bulunabiliyorduk.
Eşim mahkemelere geliyordu. Bizimkiler her mahkemeye katılamadılar. Bazı duruşmalara dinleyici olarak katılıyorlardı. Diğer arkadaşların aileleri de uzak yerde oldukları için pek gelemiyordu. Adana’da olanlardan bir kısmı katılıyordu.
D.G.: Hapishane koşullarından biraz bahsedelim. Oradaki uygulamalar ve uygulamalara karşı kişisel ya da ortak tavrınız neydi? Hücre ya da koğuş yaşamı nasıldı? Ortak alanlardan, yeme-içme sorununun nasıl çözüldüğünden, sıcak su, banyo, çamaşır yıkama ve benzeri gibi ihtiyaçların giderilmesinden bahsedebilirsiniz. Parasal sorunlar nasıl çözülüyordu? Birlikte kaldığınız arkadaşlarınızla sosyal-siyasal ilişkiler nasıldı? Ne gibi ortak kararlar alırdınız? Bunlara değinebilirsiniz.
B.Ç.: Cezaevinde tek tip elbise üstünde bütün siyasilere gerçekten yoğun bir baskı yapılıyordu. Siyasiler tek tip elbiseyi kabul ettikten sonra, bu sefer baskı yaptırımı uygulamaya başladılar. Sabah esas duruşta sayım vermek, İstiklal Marşı’nı söylemek, kendilerinin denetiminde spor yapmak gibi askeri yaptırımlar vardı. Biz siyasi olarak bunlara uymuyorduk. Tabi uymayınca sürekli baskı görüyorduk Bir dönem sessiz kalıyorlardı; bırakırlardı sporumuzu kendimiz yapardık, İstiklal Marşı’nı söylemezdik, sayımda esas duruşa geçmezdik, oturduğumuz yerden alırlardı. Zaman zaman bizi yıldırmak için hücre cezası verirler, sulu hücreye götürürlerdi. Götürdüklerinde sulu hücreye kadar, bütün koridorlara sağlı sollu asker yığarlar; biz hücreye varıncaya kadar coplanarak giderdik. Sulu hücreye girmeden bu defa da arkadan vururlardı. Kendi keyiflerine göre üç gün, beş gün, bir hafta hücrede tutarlardı. Bu yoğun baskı ve işkencelere karşı açlık grevleri yapıldı. Diğer siyasi guruplarla ortak hareket ediyorduk, alınan kararlara herkes uyardı. Bazen isteklerimizi kabul ederlerdi, bazen başarısızlığa uğrardık. Direnmemiz büyük oranda başarıya ulaştı. Tek tip elbise dışında hiçbir yaptırımı yapmıyorduk. Bizi adli mahkumlar ile aynı koğuşa koyuyorlardı. Kırk-elli kişilik koğuşta on beş-yirmi tane siyasi tutuklu olurdu. Koğuş başkanını gardiyanlar seçtikleri halde koğuştaki denetim bizim elimizdeydi. Mesela seçim yapılırdı; koğuş başkanını seçerken, elli kişi varsa kırk dokuzu bizim gösterdiğimiz adayı desteklerdi, ama hiç kimsenin desteklemediği o bir kişiyi (yani gardiyanlara ajanlık yapan kişiyi) başkan yaparlardı. Madem onu yapacaksınız neden seçim yaptırıyorsunuz?
Sabah, öğle, akşam yemek veriyorlardı fakat yemekler gerçekten kötüydü. Ama biz bütün siyasiler kaç kişi varsa örgüt ayırmadan bir komün oluşturmuştuk. Ailelerimiz gücü oranında bizlere yardım ederlerdi. Ziyarete geldikleri zaman para yatırırlardı. Hesabına para yatırılan herkes gücü oranında o komüne katkıda bulunurdu. Parası olmayan arkadaşları aramızda idare ederdik. Bazen dışarıdan istediklerimizi getiriyorlardı. Yiyecek ihtiyaçlarımız varsa liste yapardık, komünün parası ile karşılardık. Bütün koğuşlarda aynı sistemi uygulamışlardı. İçeride sigara içen var, içmeyen var. Siyasilerden önce koğuş ağaları vardı. Adi suçlardan gelip maddi durumları iyi olanlar temizlik yapmıyordu. Parasız arkadaşlara para verip onlara yaptırırlardı. Biz bunu engelledik. Koğuşta her gün sırayla iki kişi temizlik yapardı. Temiz dürüst olan adi mahkumlarla ilgilenirdik, onları eğitirdik. Eylem yapıp tavır koyduğumuz zaman onlar da bizimle birlikte hareket ederlerdi. Gardiyanlar onlara, “bunlar siyasi, hepsi terörist, size ne oluyor” diyorlardı.
D.G.: Peki içeride yazılar, şiirler, öyküler yazar mıydınız? Mektuplaşır mıydınız?
B.Ç.: Tabi, eşimle ya da ailem ile düzenli olarak mektuplaşabiliyorduk. Bazen yazdığımız şiirleri mektuplarla onlara gönderirdik. Dışarıya, sevdiğin insanlara karşı bir özlem vardı. Yıllarca yatacak olsan da bir an evvel onlara kavuşmanın hayali vardı. O umut yaşatıyordu bizleri. Duyguları ve düşünceleri bazen mektuba, bazen şiire sığdırırdık. O şekilde kendimizi teselli etmeye çalışırdık. Bu içerideki herkes için geçerliydi. Ben ayrıca karakalem resim yapardım. Elimdeki aile fotoğraflarını büyüterek çizerdim.
D.G.: Peki görüşçüleriniz ortalama kaç haftada bir gelirlerdi ve bunlar daha çok kimlerdi?
B.Ç.: Ailemiz cezaevine ziyaretimize düzenli gelirdi. Kapalı ve açık görüşlerde görüşürdük. Eşim İstanbul’daydı birkaç ayda bir gelirdi, ama açık görüşlerin hepsine mutlaka çocuğumla birlikte gelirlerdi. Aile bağlarımız düzenli bir şekilde sürdü. Kayınpeder, kayınvalide de ziyaretime geldiler. Çok iyi insanlardı. Ben Elazığ’dan Adana’ya geldikten sonra, galiba 1985’te ailem Adana’ya taşınmıştı. Daha önce kendi çamaşırlarımı kendim yıkardım. Haftada bir gün banyo günü vardı. Banyo yapardık, sonra kirli çamaşırlarımızı bir saatte yıkayabildiğimiz kadar yıkardık; süremiz kısıtlıydı. Banyoda yıkayamadıklarımızı soğuk su ile koğuşta yıkardık. Koğuşlarda sıcak su yoktu. Annem her hafta görüşe gelirlerdi. O zaman kirli çamaşırları ona verirdim. Yıkayıp sonraki hafta geldiklerinde geri getirirlerdi.
D.G.: Mektubu, görüşçüsü gelmeyen, ailesi ilgisiz tutsak var mıydı? Bu durum da neler yapardınız?
B.Ç.: Siyasi tutuklu arkadaşların hemen hepsinin ailesi gelirdi. Uzak şehirlerde olanlar birkaç ayda bir gelirlerdi ama açık görüşlere mutlaka gelmeye çalışırlardı.
D.G.: Peki iyi geçindiğiniz gardiyanlar olur muydu?
B.Ç.: Evet devrimci demokrat gardiyanlar vardı. Onlarla genellikle iyi geçinirdik. Fakat bize karşı kin nefret duyan, bize düşman olan gardiyanlar da vardı. Onlarla zaten hiç konuşmazdık. Hatta bizim iddianamede galiba biri başgardiyan iki gardiyan cezalandırma olayı vardı. Siyasi tutuklulara özellikle büyük bir işkence yapmışlardı. İçerde terör estirdikleri için Parti cezalandırılmalarına karar vermişti. Tabi onlar cezalandırılınca içerideki denetim devrimcilerin eline geçmişti. Biz tutuklandığımızda Köprüköyü’nden sivil cezaevine götürülünce kapıda iki başgardiyan bizi karşıladı, oradaki tutuklulara işkence yapan ekipti. Dosyamızı gördüler, biri “Bunları sizinkiler mi vurdu?” diye sordu. “Orada yazıyor” dedim. “O vuranlar nerede?” dedi. Dedim “dışarıda.” Öyle deyince hiç sesleri çıkarmadı. Dikkatimi çekti gerçekten biz orada olduğumuz sürece çok işkence gördük. Fakat onlar yanımıza hiç yaklaşmazlardı. Gardiyanlara, askerlere yaptırtıyorlardı ama bize bir tokat bile atmadılar.
D.G.: Hapishane sürecine dair başka eklemek istediğiniz bir şey varsa alabilirim?
B.Ç.: Anlatacağım başka bir şey yok. Zaten, bütün günler neredeyse aynı geçiyordu. Sonradan eski cezaevi kapatıldı. Çok hücreli cezaevleri açıldı. Tarihini hatırlamıyorum, çok hücreli cezaevine gönderildik. Durum daha farklıydı, gardiyanlar tekrar bize işkence uygulamaya çalıştılar. Tabi yine direniyorduk. Yeni bir Müdür geldi gerçekten iyi biriydi, geldikten hemen sonra askeri yaptırımları kaldırdı. Orada koğuşlarda sıcak su vardı, yemekleri de çok iyiydi. Hatta o faşist başgardiyan ve gardiyanlar mahkumların bazılarını dövmüş işkence yapmışlardı. Müdür “bir daha yaparsanız sizi mahkemeye veririm” diye karşı çıktı. Çıkmama altı ay kala beni Kadirli yarı açık cezaevine gönderdiler. Orda yemeği koğuşta kaç kişi varsa kendimiz yapıyorduk. Malzemeyi bazen onlar, getirirdi bazen biz alıyorduk. Siyasi mahkumlar yoktu. Adli mahkumlar vardı. Orada altı ay kaldıktan sonra zaten tahliye oldum.
D.G.: Hareketin ilk oluşumundan itibaren muhalif kimliği nedeniyle hayatını kaybeden yüzlerce insan var. Bazılarının isimlerini okumak istiyorum. Bu insanları tanıyor musunuz? Tanıdığınız varsa onlardan bahseder misiniz? Örneğin; Meral YAKAR 73’de yaşamını yitirmiş, Ali Haydar YILDIZ 73, Ahmet Muharrem ÇİÇEK 73, Atilla ÖZKAN 76, Mehmet KOCADAĞ 76, Erdoğan YALÇINGİL 76, Naci GÜVEN 77, Tuncay BALİ 77, Cemil OKA 77, Hüseyin ASLAN, Hüseyin ÇAPAROĞLU, Cuma GÜL, Hasan YILDIRIM, İsmail POYRAZ, Hasan KIZILKAYA, Müzeyyen KESKİN, Zülfikar URALÇİN 77, Mehmet Zeki ŞERİT 77, Selahattin Doğan 78, İsmail HANOĞLU 78, Sırma BOYOĞLU 78, Ali YILMAZ 78, Orhan BAKIR 1980, Efendi DİRİL 1980, Raci YILMAZ 1980, İbrahim KARA, Ali GEÇGEL 1980, İrfan ÇELİK 1980, Haydar ASLAN, İhsan PARÇAÇI 81, Süleyman CİHAN 81, Behzat FİRİK 81, Ali SARIBAL 81, Veysel UYAR, Erdoğan TEKİN 81, Ali UÇAR 83, Niyazi GÜNDOĞDU 83, Medet ÖZBADEM 83, Hasan Hakkı ERDOĞAN 84, Hayrettin BAKIŞ 85, Zeki UYGUN 86, Aziz VATAN 2009, Bedi AVCI 2013, Erhan GENCER 2014, Nezih UZUNER, Kahraman YILMAZ, İsmail ÖZGÜL gibi arkadaşlar var. Tabi bu liste uzar gider. Bu listede yer almayan ama hayatını kaybeden yani yakından tanıdığınız biri var mıdır? Varsa kimdir? Hangi alanda faaliyet gösteriyordu? Ne zaman ve nasıl hayatını kaybetti?
B.Ç.: 1973’ten önce şehit olan yoldaşları bilmiyordum, onları sonradan duydum. Ama 1974’ten sonra saydığınız diğer arkadaşlar içinde şahsen tanıdıklarım var. Tanımadığım arkadaşlarımız da var, ama hepsini duymuştum. Tunceli’deki bir toplantıya gittiğimizde Orhan Bakır’ı görmüştüm. Hoş sohbetti, Orhan Bakır olduğunu biliyordum ama kendisine söylemedim. Sizin bahsettiğiniz, Berber dediğimiz Haydar Aslan 24 Ocak 81’de de jandarmalarla çatışmaya girerek Diyarbakır’da vuruldu. Alibom dedikleri Ali Haydar Aslan ise Nazimiye’de bombalı pankart asarken bombanın patlaması nedeniyle 8 Kasım 1983’te öldü. Bir de Haydar Sönmez vardı. O da Mazgirt’in Yetimoğlu diye yakın bir köyü var, oralıydı. Ben oradayken beraber çalışıyorduk, iyi bir yoldaşımızdı. 12 Eylül’den sonra yakalandı, çözülmedi ve işkencede öldürüldü. Bir dişi altındı ona Altındiş derdik. Bizim köyden Ali Kaya Doğan vardı. Kazım Çelik’le birlikte Karakoçan’da öldüler. Kazım Çelik Mersin yöresinde tanıdığım bir arkadaşımızdı. Kendisi daha sonra Parti Sekreteri oldu. Çalıştığım bölgelerde tanıdığım şehit olan arkadaşlar bunlardı. Daha sonra Adana’da şehit olan arkadaşlarımız vardı; Eşraf Şahlar ve Veli Karasu (1979), Nurettin Gül (1980), ismini bilmiyorum Esmer dediğimiz bir arkadaşımız vardı, Sessiz dediğimiz bir başka arkadaşımız vardı; onlar Adana’da Askeri Komitelerde yer alan arkadaşlarımızdı. Onların da şehit olduklarını duydum. Hatta V.D.’nin bir kardeşi vardı, Murat diye genç bir arkadaştı, 0 da şehit olmuş. Cafer Cangöz’de yakından tanıyıp çok sevdiğim çok iyi bir arkadaşımızdı.
Ali Uçar var, onunla birkaç eyleme beraber gitmiştik. Ali’yi çok iyi tanırdım; çok mütevazı, sessiz, çok da cesur ve yürekli bir arkadaştı. İrfan Çelik’i şöyle hatırlıyorum; biz daha öğretmen okulundayken bizimle ilgilenen Amcaoğlu ve Dergo dışında İbo dediğimiz bir arkadaş daha vardı. Çok sonra onun İrfan Çelik olduğunu öğrendim. Sarışın, çok iyi bir arkadaştı. Bizimle her konuda ilgilenirdi. Amcaoğlu ve Dergo Tunceliliydiler, feodal olarak bize daha yıkındılar. Fakat İrfan Çelik bize daha candan gelirdi. Onunla daha çok şey paylaşıyorduk, ya da ihtiyacımız olan bir şey isterdik, bize hemen verirdi yardımcı olurdu. Güreş tutardık, oynardık ondan sonra bize yazıları okurdu. Arada bir gelirdi, sabırsızlıkla gelmesini beklerdik, gerçekten çok iyi bir yoldaştı. Adana davasından Kamile Öztürk var. Çok direngen bir kadın arkadaşımızdı. Sanırım o da Kazım Çelik ile birlikte şehit düştü.
Kahraman Yılmaz dediğimiz sendikacı arkadaşı da tanıyordum. Görüşmüştüm onunla, sendika çalışmaları yapılırken bize yardımcı olmak için birkaç kez Adana tarafına uğramıştı. İstanbul’a gidince de görüşmüştüm ayrıca GKK ayrılığında o da tavır koymuştu. Ondan sonra da birkaç kez görüşmüştük. M.Ö. vardı benim bildiğim. Hamido diye bir arkadaşımız vardı çatışmada vuruldu, onun ismini hatırlamıyorum. Alibom dediğim arkadaşın oğlu Mehmet Zeki Aslan’da 17 yaşındayken asker tarafından vuruldu. Ona Mehmet Zeki Şerit’in ismini koymuştu. Yine Alibom’un abisinin oğlu İsmail Arslan vardı, Parti’nin gerilla grubundaydı. O da 90’lardan sonra kırsalda şehit oldu.
D.G.: Kayda geçmesini istediğiniz herhangi bir şey var mı? Varsa anlatabilirsiniz.
B.Ç.: Parti çalışması ile mi ilgili?
D.G.: Evet kendi döneminizle ilgili yani 1970 ile 1980 arasında bizim sormayı unuttuğumuz, sizin de kayda geçmesini istediğiniz bir şey varsa buyurunuz.
B.Ç.: İbrahim yoldaşın getirdiği mücadele yöntemi/stratejimiz doğruydu. Biz onu hayata uygulayamadık. 76-79 bizim en güçlü dönemlerimizdi. Kaypakkaya’nın Halk Savaşı stratejisini o zaman uygulamış olsaydık Parti’nin durumu çok farklı olacaktı. Bugün PKK diye bir örgüt olmayacaktı, onlar da bize katılacaklardı. Çizgileri yanlış olsa da bizim Halk Savaşı stratejimizi onlar uyguladılar.
Diğer yandan kadroların özellikle Tunceli’ye yığılmasını hiçbir zaman doğru bulmadım. Mücadele içerisindeyken de buna karşı çıktım. Orhan Bakır, E.H.A., S.K. benzeri arkadaşların İstanbul’da ya da diğer büyük şehirlerde örgütlenmeyi gerçekten başarı ile yapabileceklerine inanıyordum. Siyasi ve askeri olarak yeterli ve Parti’ye daha fazla yararı olabilecek insanların götürülüp oraya hapsedilmesini (ben bu şekilde anlıyorum) kaldıramıyordum…. Arkadaşlarımızın kaç tanesinin cenazesi geldi. Elbette sınıf mücadelesinde ölümler de olur, olmaz demiyorum, ama Parti’nin silahlı mücadeleyi başlatma kararı yoksa dağda neden silahlı gerillaları gezdireyim? Eline tüfek alıp gezmektense halk arasına katılarak, halkı örgütleyebilirlerdi. Dersim’i yerel yoldaşlarımız da örgütlemeyi sağlayabilirlerdi. Bence bu konuyu Parti’nin iyi düşünmesi gerekiyor. Bir kadro yetiştirmek yıllar alıyor. Onları kollamak, korumak gerekiyor. 1970-1975 dönemlerini ele aldığımızda nüfusun büyük oranı topraksızdı. Şimdi toprak talebi de kalmadı. Olan topraklar boş. Kimisi göç ettirildi, kimisi büyük şehre, kimisi yurt dışına gitti; topraklar sahipsiz kaldı, hepsi boş duruyor. Şartlar da istemler de değişti. Bu yüzden artık Tunceli’ye kadroların gönderilmesini, hele gönderilen kadroların sırtına silahı verip köylerde dolaştırılmasını doğru bulmuyorum. Eskiden farklıydı, biz askerle karşılaştığımızda; dağa kaçarak ya da ormana girerek kurtulabiliyorduk. Şu anda o olanak da yok. Hem uydudan izleyebiliyor hem de termal kameralar ile takip ediyorlar. Teknoloji gelişti, her şey değişti,
Eskiden işçi sınıfı mücadele ederdi, şimdi memur kesimi harekete geçti. Onlar mücadele ediyorlar. Kendiliğinden gelişen bir sürü toplumsal hareket var, bir sürü kamu kurum ve kuruluşları vardı. Bunlarla aktif ve legal olarak çalışılabilir. Parti ilişkileri bunlarla sürdürülebilir daha da genişletilebilir. Mesela Karadeniz de çay ve fındığa karşı devletin uyguladığı politikalar var. Oradaki halkın örgütlenmesi güzel bir fırsattı. Bunlardan yararlanılabilir. Diğer yandan hayvancılıkla, tütünle ilgili benzer politikalarla mücadele edilebilir. Türkiye’de malzeme çok…
Bu görüşme imkânı bize tanıyan, emeği geçen bütün arkadaşlara teşekkür ederim. Ayrıca bugüne kadar bizimle birlikte veya bizim dışımızda mücadele içerisine girip hayatta olan bütün yoldaşlarıma çok selam gönderiyorum. Şehit olan yoldaşlarımızın önünde saygı ile eğiliyorum.