Neslihan Havva Köymen (N. H. K:) (1960) ©2017 Onur Vakfı
Görüşen Kişi: (D.G:) Devim GECE
N.H.K.: 67’li 68’li öğrenci olaylarının yoğunlaştığı yıllar, ilkokuldaydım. Dev-Genç adını ilk o zaman duydum. Dev deyince büyük bir şey geliyor aklıma. Yani dev gibi bir şey…
Bir de Maltepe’de Mahir Çayan’ın vurulduğu ve Hüseyin Cevahir’in öldürüldüğü olay var. Ortaokulda benim bir üst sınıfımda okuyan Sibel Erkan’ın evine giriyorlar. Sibel’in babası subay, olayı biliyorsunuz ve Sibel’i rehin alıyorlar. Sonra orada o evde vuruldular. Biri yaralı, biri ölü olarak ele geçtiler. O olay sırasında herkes anarşistler kıstırıldı diye seyretmeye gitti. Ben bir kez bile gitmedim. İçim elvermedi, sindiremedim olanları. Üniversite okuyan bu gençlerin kötü olduğuna inanmıyordum. Bana göre üniversite okuduklarına göre çok akıllı olmalıydılar.
….
12 Mart darbesini, sokağa çıkma yasağı olduğunu ve bütün evlerin arandığını hatırlıyorum.
Babamın da iki tane silahı vardı. İlk silah eğitimimi babamdan almıştım. Bizde (Karadeniz’de) kız çocuğa silah kullanması, söküp takması, temizlemesi öğretilirdi.
Bir gün arama yapılacak, silahların birini ben birini annem üzerimize aldık. Annem çok akıllı kadındı, ev aranmasın diye badana yapmaya giriştiler. Askerler geldiler, camdan şöyle bir baktılar ki ortalık darmadağın, aramadılar. Kaldı ki zaten kadınları da aramıyorlardı.
…
Ortaokuldan sonra Haydarpaşa Endüstri Meslek Lisesi’ne gittim, oradan meslek sahibi, Teknik Ressam olarak mezun olacağım. Bir akrabamız var yine Köymen’lerden. Ben birdeyken o 3. Sınıftaydı ve TKP’liydi. Her gün Yeni Ortam gazetesi alır, okur, sonra öğle tatilinde bana verirdi. Böylece Yeni Ortam okumaya başladım. Yeni Ortam nasıl bir gazete biliyor musunuz? Uğur Mumcu, Mustafa Ekmekçi, Can Yücel gibi şairler/yazarlar orada köşe yazıları yazıyorlar. Mesela Denizlerin hikâyesi (Nihat Behram’ın kitabı Darağacında Üç Fidan) ilk Yeni Ortam gazetesinde tefrika edilmiştir. Yeni Ortam’ları biriktiriyordum. MHP’li bir kimya hocamız vardı. Adam beni özellikle ikmale bıraktı. Kimyam hala iyidir. Ama o sene kimyadan ikmale kaldım.
….
Bilinçli bir şekilde politikayla ilgilenmem lise sonda başlamıştı. 76’da liseden mezun olduğumda artık bizim hareketle de tanışmıştım. Benim Partiyle ilgili yazılarla ilk tanışmam sınıf arkadaşım İ.T. ….. sayesinde oldu, bana çıkan broşürleri, bildirileri getirirdi. Savunma kitabını bana veren de lisedeki erkek arkadaşımdı. Yani o da politik bir çocuktu ve bana katkısı oldu. TİİKP’in savunmasından sonra (onların görüşleriyle bizimkiler arasında belli oranda bir benzerlik var) orada benimsemediğim konuları İ.T.’un verdiği yazılarda daha altı dolu olarak bulmuştum. Benim için mesela Milli Mesele ve Kemalizm hep önemli olmuştur. Okuduğum bir kitap beni çok etkilemişti; “Avukatsız Halk Kürtler” diye, şimdi yazarını hatırlamıyorum. Ondan sonra Milli Mesele’ye daha doğru bir bakış açım oldu. O sıralar HK’dan arkadaşlar da benimle çok ilgileniyorlardı. Diğer siyasetlerden daha fazla bizim hareketin bildirileri beni etkiliyordu.
….
1976’da çalışmaya başladıktan sonra İ.T. ile haberleşiyor ve kalıcı bir ilişki istiyorum. Hiç bağımız kopmamıştı ve o Maltepe’de Gülsuyu’nda oturduğu için arada bir evimize gelirdi. “Artık aktif olmak istiyorum, böyle önemli bir işyerinde de çalışıyorum. Sendikaya yönelmek istiyorum” diyorum. Beni ilk üstüm olan kişi ile tanıştırdılar. O da o sıralarda kısa bir tutuklanma durumu olmuş, cezaevi sürecinden yeni çıkmış. Y.D. isimli bir arkadaşımız, şu anda yurt dışında yaşıyor. Ve daha sonraki yıllarda öğrendiğim kadarıyla 78’de ki konferansa katılan arkadaşlardan biriymiş. Onunla bağlantı kurdum. Kendi okuduğumun dışında bir de onun önerdiklerini okumaya başladım. Ve ilk kez Kızıl Kitap’la tanıştım. Küçücük bir kitap, Y.D. cebinden çıkarır beraber okurduk Kızıl Kitabı.
….
Y.D. arkadaşımın yıllar sonra bana söylediğine göre beni korumaya almışlar. Şöyle ki; beni hiç yazılamaydı, pullamaydı gibi işlere çıkarmazlardı. Çalıştığım fabrikanın çok önemli bir fabrika olması ve orada MİSK’in varlığı nedeniyle legale çıkmamam (yani yüzümün tanınmaması) için beni kitlesel ve bu tip eylemlerden uzak tuttular.
….
Y.D. başka bölgeye gidince M.H.G. sorumlum oldu. Tuzla’da özellikle Yayla Mahallesi’nde beni kadınlarla tanıştırdı. Önce işçi kadınlarla da tanıştırılacağım söylendi ama sonra sadece ev kadınlarıyla ve fabrikalar dışında örgütsüz alanlarda çalışan kadınlarla tanıştırıldım. Bunun nedeni o çevredeki işçi kadınların beni tanımaması. Tuzla’da istasyonda herkes birbirinin nerede çalıştığını biliyor benim hareketle ilişkim bilinmesin diye işçi kesimi içinde çalıştırılmadığımı anladım. Ve Tuzla’da çalışma yürütmeye başladım. Gebze taraflarında birkaç bağlantım da oldu.
….
İş ortamında sendikal faaliyet devam ederken bir yandan da hafta sonları görev alanımdaki arkadaşlarla bağlantı kuruyorum. Her hafta sonu çıkacaksam ikna etmem gereken beni idare edecek biri gerekiyor. Ben de annemi seçtim. Sabah beşte/altıda kalkıyordum, sekize kadar evin bütün işini yapıyordum. Anneme hafta sonu hiçbir iş bırakmıyordum ki beni engelleyecek bahane bulamasın. O da gitmeme izin veriyordu ve böylece sorunsuz evden çıkıyordum. Bazı akşamları eve gelmediğim olduğunda ve babam gelip beni sorduğunda başı ağrıyor (migrenim vardı) erken yattı diyordu. Evden babamdan önce çıkıyordum, ondan önce dönüyordum. Dolayısıyla babam benim eve dönmediğimi farkına bile varmıyordu. Böyle evden kendimize destek birini bulmak çok önemli, annem zamanla politik bir kadına dönüşmüştü.
Çalıştığım işyeri yabancılarla çok kol kola çalışan bir işyeri idi. Çok sık yabancılar gelirdi. Geldiklerinde de özellikle bizim ofise gelirlerdi. Çünkü tasarım ofisi olarak beyin orası. Ve bizim ofiste müdürlerimiz çok titiz ve iyi giyinmemizi, bakımlı olmamızı isterlerdi. Hatta kadınlara ‘elleriniz ojeli olsun’ derlerdi yani o derece. Ben oje değil de cila kullanırdım, ama işe giderken hafif bir makyaj da yapar, giyimime dikkat ederdim. Bazen özel olarak randevumuzda bir değişiklik olacaksa arkadaşlar akşam çıkışında beni istasyonda beklerlerdi. Beni böyle gördüklerinde bozulurlardı. Yani onların gözünde onlarla beraberken makyaj yapmayan ama ayrıyken hemen makyajını yapan küçük burjuva oluyordum. Hâlbuki öyle değil bu sadece bir görüntü. Ve ben daha sonraki yıllarda da bu tavrımı hiç değiştirmedim çok faydasını gördüm.
….
D.G.: Sizden işyerindeki bu 7-8 arkadaşı başkasına devretmenizi istiyorlar. Kimdi o 7-8 arkadaş?
N.H.K.: Hasan, Ali ve Emin’i hatırlıyorum. Ama şimdi hepsinin ismimi hatırlamıyorum.
D.G.: Kime devrettiniz, hangi arkadaşınıza?
N.H.K.: Kime devrettiğimi tam bilemiyordum. Onun Süleyman Cihan olduğunu çok sonraları farkına vardım. Çünkü kimseyi ismi ile tanımıyordum. Bazı arkadaşlarla arada bir karşılaşırsın. Bu devir sırasında bir arkadaştan başka bir arkadaşa sorumlularım değiştikçe Süleyman Cihan ile karşılaştığım oluyordu. O Süleyman Cihan’mış. Çünkü özellikle bizim fabrika onun (bunu daha sonra bana Y.D. söyledi) çok ilgilendiği bir işletmeymiş.
….
Tuzla’da çalışmaya başladığım zaman H.Ş., A.B., Ali Rıza Boyoğlu ile karşılaştım. Ş.T. onun ablası F.T. bunlarla falan bir araya gelirdim. Eğitim çalışmalarını daha çok onların evinde (Giresunlu bir aile) yapardık. Yine M.Ü. isimli arkadaşla orda tanışmıştım. Yani bunların isimlerini hep sonradan tutuklandıklarında öğrendim.
.…
N.H.K.: Zannediyorum başka alanlarda görev almaları nedeniyle arada sorumlular değişiyordu. Yine 78’de Y.D. İzmit Bölgesine gitmiş, (sonradan öğrendim) beni önce M.H.G’ye devrettiler. Sonra o da S.Ö. diye başka bir arkadaşa devretti. S.Ö. ve M.H.G. ile görüşmeler arasında bağlantıyı kuran kişi Süleyman Cihan’dı. Hatta S.Ö. ile Süleyman Cihan tip olarak birbirini çok da andırırlardı. İkisi de ince- uzun ve boyları birbirine yakındı. Dolayısıyla onları bir ara karıştırdığımı bile hatırlıyorum. Ne zamanki ikisiyle aynı anda karşılaştım farklı insanlar olduklarını anladım.
S.Ö. daha sonra o beni M.U. ile tanıştırdı. M.U. Boşnak bir kadın arkadaştı. Siyasi çalışmalarımı ve işyeriyle alakalı yapmam gereken bir şeyler varsa S.Ö. ile devam ettiriyordum. Ama eğitim çalışmalarını M.U. ile beraber yapıyorduk. Birlikte kitap okuyorduk, tartışıyorduk. Yaşıttık onunla. O, o sırada ortaokulu dışarıdan bitirmeye çalışıyordu. Folklor çalışmalarında benim yerimi alan arkadaş da bu arkadaştı. Boşnaklar biraz daha özgür bir yapıları olduğu için çok daha rahat çıkabiliyorlardı. Topselvi’ye de yakın oturuyordu, O’nun başka bir kız kardeşi de folklor ekibinde idi. Dolayısıyla yakın çevreden hemen onu aldılar benim yerime o çıktı sahneye. Bu arkadaşla sonraki yıllarda da arkadaşlığımızı devam ettirdik. Ablası B.U.’da aktifti, sonradan bizim arkadaşlardan O.Ö. ile evlendiler. M.U. hatırlayabildiğim kadarıyla 79’lu yılların sonlarına doğru ben İstanbul’dan gittikten sonra, bir yazılamada çıkan çatışmada bacağından yaralanmış. Tedavi için yurt dışına gitmiş. Sanırım Yugoslavya’da tedavi oldu. O da hiç tutuklanmadı.
D.G.: Kardeşiniz için lise gençliğindeydi demiştiniz. Partizanın lise gençliği mi?
N.H.K.: Türkiye Marksist Leninist Gençlik Birliği (TMLGB)’yle bağlantısı vardı kardeşimin. Hatta sonraki yıllarda çok bilinen bir arkadaş var A.G. şu an hala cezaevinde, o kardeşimin sorumlu olduğu komitedeydi. Kardeşimin politik olduğunu fark ettiğim zaman ona doğrudan doğruya kendi görüşlerimi dayatmaya çalışmadım. Ama arkadaşlara söyledim böyle bir çocuk var lisede, onunla ilgilenin diye. İlgilendiler, bağ kurdular. 78’de Gülsuyu gurubuna bağlı olarak o da Parti saflarında çalışmaya başlamıştı.
D.G.: Harekete nasıl üye olunurdu, bu üyelik statüsü nasıl gelişirdi? Üyelik öncesi bir süreç var mıydı? Onları konuşalım.
N.H.K.: Harekete üye olmak derken, gidip bir yere kayıt falan yaptırmıyorsunuz, bir form doldurup vermiyorsunuz. Böyle bir üyelik söz konusu değil. Çalışmaya başladıktan sonra özverinize, ilerleme ve çalışmalara katılma seviyenize göre bir statü kazanıyorsunuz. Zaten illegal çalışıldığı için çoğu insanlar kot isimleriyle tanınıyor. Daha önce de anlatmıştım, “ben sizin gurupla çalışmak istiyorum” diye lise arkadaşıma söylemiştim, o da bana bağlantı kurmuştu. Önce geri sempatizan olarak başlıyorsun. Geri sempatizanlıktan orta sempatizan ve ileri sempatizanlığa doğru bir işleyiş vardır. İleri sempatizan demek artık Parti adına aktif çalışmaya başlamış kişi demektir.
Ben ne zaman ki fabrikada sendikal faaliyetlere başladım ve orada bir gurup oluşturdum. Zannediyorum o zaman ileri sempatizan seviyesine geçmiş oldum. Çünkü artık bana ileri sempatizan diyorlardı. Ve ardından da Yayla ve Tuzla Bölgesi’nde kadınlar arasında eğitim çalışmalarına çekildim; ileri sempatizan olarak çalışmaya başlamış oldum. İstanbul’da hiç kimse bana, PÜ konusunda bir bilgi vermemişti. Bu konuda Parti’yi biraz eksik buluyorum. Sonraki yıllarda öğrendim ki çok daha seviyesi düşük arkadaşlar PÜ yapıldığı halde daha ileri düzeydeki bazı arkadaşlara sırf bu öneri getirilmediğinden, ya da o kişi kendiliğinden ben Parti Üyesi (PÜ) olacak seviyedeyim demediğinden (bu bazen alçakgönüllülükten kaynaklanıyor) üye olamamışlar.
1978 yılında konferans oldu. Konferans öncesinde birtakım görüşler tartışmaya açılır, yazılar istenir. Onun dışında sana sorumlun şu konuyu araştır diye ödev verebilir. Bana da bu tip görevler verildi. Öncesinde Türkiye’nin sosyo ekonomik yapısını çok araştırmıştım. Çünkü sosyo ekonomik yapı araştırması seçtiğin gurupla çok alakalı, ayrıca ona göre devrim yolunu belirliyorsun. Sosyo ekonomik yapı Kapitalist dediğin zaman başka bir guruba, yarı feodal yarı sömürge dediğin zaman başka bir guruba yöneliyorsun. Dolayısıyla ben ilk zamanlarda Sosyo-ekonomik yapıyı yarı feodal yarı sömürge gördüğüm için de Partizan gurubuna yönelmiştim. Onun dışında Kemalizm konusunu, Faşizm’i ve Milli Mesele’yi çok araştırdım. Bunlar bana ödev olarak verilmiş, yazılarım alınmıştı ve sonrasında o yazılar başarılı bulunmuşlardı. Sosyal Emperyalizm konusunu da çok araştırmıştım. Bu benim kafamda her zaman bir çelişki olarak kaldı. SSCB’nin artık sosyalist olmadığı ortadaydı ama gerçekten Sosyal Emperyalist’miydi, yoksa revizyonist miydi? Özellikle Sosyal Faşist diye bir olgu var mıydı? Çelişkideydim çünkü bu çok net araştırabileceğimiz bir konu değildi. Çok yeterli veri yoktu. SSCB hakkında çıkan kitaplar zaten tek taraflıydı. Dolayısıyla ben bu konuda hep çelişkiye düşmüşümdür.
Bu arada bir parantez açayım; Maltepe’de bir kitapçı vardı, Çiğdem Kitap. Onun sahibi R.Ö. ile çok sohbetim olurdu. Kitaplarımı oradan alırdım. Eski bir emekli öğretmendi ve bana çok iyi kitaplar önerirdi. Onun vasıtasıyla da entelektüel bir çevreyle bağlantım oldu. Orada yazar/çizer takımıyla çok sık karşılaşırdım. Mesela Kerim Korcan’la, Mehmet Bilbaşar’la, Mehmet Başaran’la, TÖS kurucularından Aydın Aydemir ile tanışmıştım. O dönem çoğu öğretmenlikten gelen iyi yazarlardı. Bu arada sinema çevresinden C.Ş. diye bir arkadaşla tanıştım. Yılmaz Güney’in yakın arkadaşıydı. Onunla beraber o sırada Kocaeli cezaevinde bulunan Yılmaz Güney’i ziyarete giderdik. Ve Yılmaz Güney’le özellikle Sosyal Emperyalizm konusunu tartışırdım. Beni o konuda daha çok Yılmaz Güney aydınlatmıştır, ikna etmiştir diyebilirim.
D.G.: Neye ikna oldunuz?
N.H.K.: SSCB’nin bir Sosyal Emperyalist ülke olduğuna. Tereddütlerimi gideren kişi Yılmaz Güney olmuştu.
D.G.: Yılmaz Güney size ne diyordu, hatırlıyor musunuz? Yani bu konudaki fikirleri neydi?
N.H.K.: SSCB’nin Sosyal Emperyalist olduğu konusunda beni ikna edici şeyler anlatıyordu, örnekler veriyordu. Şimdi o konuya girmeyelim, çok uzun.
D.G: Peki siz Yılmaz Güney’e hangi sıfatla gidiyordunuz?
N.H.K.: Herkes onu ziyarete gidebiliyordu. Onunla özel bir odada görüştürüyorlardı. Hatta ailesi de orada olurdu, eşi ve çocuğuyla da tanıştım. Zaten 80 öncesi cezaevleri o kadar da sıkı değildi. Yani bir gevşeklik vardı. Görüşmek için akraba olma zorunluluğu yoktu.
D.G.: Yani sizin TİKKO’cu olduğunuzu biliyor muydu? Hiç buna dair sohbetleriniz oldu mu, Kaypakkaya üzerine?
N.H.K.: Kaypakkaya gurubundan olduğumu biliyordu. Tabi ki savunduğunuz görüşlerinizden ne olduğunuz zaten anlaşılıyor. Sosyal Emperyalizm’in varlığını savunan çok fazla gurup da yoktu. Beni Güney Dergisi’ne abone yapmıştı. Sonraki yıllarda İzmit’ten Paşakapısı’na gelmişti. Paşakapısı’nda bizim arkadaşlarla beraber kaldı ve bizim görüşlerimize son derece yakınmış. Bazı arkadaşlar “o zaten bizim görüşleri savunuyor ama kendisini politikalar üstü gördüğü için net taraf olmak istemiyor, her kesimden izleyicim var diyor” diyorlardı. Güney Dergisi’nde bizim bazı yazılarımız yayınlanıyordu. Sahip çıkmadan açıklamasında; “Güney Dergisi’ne böyle bir yazı bırakılmış. Biz görev olarak görüyor ve bu yazıyı yayınlıyoruz” diyerek yayınlıyorlardı. Yanlış hatırlamıyorsam Milli Mesele konusuyla ilgili uzun bir yazı yayınlanmıştı.
….
D.G.: Hareket içerisinde konumlar arasında bir hiyerarşik ilişki var mıydı? Ast-üst ilişkisi nasıl olurdu?
N.H.K.: Tabi ki vardı.
D.G.: Onu belirleyen ölçütler neydi. Örneğin hareket içinde bulunma süresi, alınan sorumluluk vb. gibi durumlar bir ölçüt müydü? Bunu konuşalım.
N.H.K.: Açıkçası çok net olarak şu ölçüttü bu ölçüttü diye bir şey söyliyemiycem. Ama kişinin bilinç düzeyi bir ölçüttü. Kendisini davaya verme, çalışmalara katılma düzeyi bir ölçüttü. Yani hiçbir çalışmaya katılmıyorsa, evinden işine, işinden evine gidip geliyorsa o bütün kitapları yutmuş olsa da o tabi ki Parti’de yer alamayacaktır. Almaması da gerekiyor. Çünkü Partide profesyonel olarak çalışmak gerekiyor. Profesyonel çalışmak ne demektir? Senin hayatın ikinci plandadır. Önceliğin Parti’dir. Ben daha çalışmaya başladığım andan itibaren Parti’ye aidat vermeye başlamıştım. Maaşının %10’u derlerdi ama ben verebildiğim kadar veriyordum. %10’la sınırlı tutmuyordum. Onun dışında cezaevinde arkadaşlara malzeme gerektiğinde bu çamaşır olabilir, kitap olabilir; o tip eksikleri sağlıyordum. Bunu da aidatın dışında tutuyordum. Parti’ye fazladan gelir olsun diye ofisten mesai istediklerinde mesaiye kalıyordum.
Bir hiyerarşi vardı tabi. Yani ileri sempatizanın üstünde Parti Aday Üye (PAÜ)’leri vardır. Aday Üyelik nasıl olur? Birincisi; kişi kendini yeterli görür, ben artık Parti’ye üye olmak istiyorum der ve yukarıya bildirilir. Adaylığı kabul görürse altı ay gibi bir zaman izlenir, eksikleri tamamlanır. Ondan sonra üye olur ya da olamaz; oldun ya da olmadın diye bir geri dönüş olur. Üye olamazsa A.Ü.’liği bir altı ay daha devam eder. İkincisi: üstlerin Parti üyesi olman için sana teklif getirirler. “Artık üye olma zamanın geldi, başvur” derler. Sen de başvurunu yaparsın. İstanbul’da hiç kimse bana böyle bir öneri getirmedi. Ve ben PÜ olmayı gözümde o kadar büyüttüm ki siyasetle ilgilendiğim bütün zaman boyunca kendimi hep yetersiz gördüm. O kadar da umursamıyordum, nasılsa Pratiğin içinde olmak benim için yeterliydi. Üye olmayı istersem kendime bir kariyer yapmaya çalışıyormuşum gibi bir hava yaratırım endişesiyle her zaman bundan uzak durdum. Aslında yanlış yapıyormuşum. Umursamam gerekiyormuş. Çünkü ne kadar ileriye giderseniz o kadar da söz sahibi oluyorsunuz. Parti’ye katkınız düşünsel açıdan daha fazla oluyor. Üye olduğun zaman oy kullanma hakkın var ve delege seçebiliyorsun, daha yukarıda görev almak için yolun açılıyor. Bunun Parti Merkez Komitesine (MK) kadar yolu var.
D.G.: Hareket üyelerinin profili nasıldı? Yani sizce etnik köken, toplumsal sınıf, yöre vb gibi özellikler nelerdi?
N.H.K.: İstanbul’daki çalışma bölgemde Anadolu’nun her bölgesinden insan vardı. Karadenizliler, Sivaslılar, Erzincanlılar, Dersimliler, Boşnaklar… Profil derseniz; şehirde yaşıyor olmamdan dolayı küçük burjuva kökenli ailelerden gelen, ya da işçi ailesi olduğu halde feodalizmle küçük burjuvazi arasında sıkışmış arkadaşlar daha yoğunluktaydı. Mesela benim babam işçiydi. Her ne kadar beyaz yakalı olarak çalışıyor olsam da SSK’lı olarak aslında ben de bir işçiydim. Çünkü hem beyinle hem bedenle çalışıyordum. Bütün gün ayakta bedenimle çizim, beynimle tasarım yapıyordum. Şehirde yetişmiş ve şehir kültürünü sindirebilmiş olmaktan dolayı (babam işçi olmasına rağmen) kendimi küçük burjuva bir aile yapısına daha yakın görüyorum. Kültür olarak oraya daha yakındım. Ama köyden, daha doğrusu taşra kentlerden gelen çok fazla arkadaş vardı. Onlar şehre yeterince adapte olmuş değillerdi. Feodal yapılarını koruyorlardı. Mesela bazı arkadaşlar bir kıyafet profili çiziyorlardı. Ben mesela öyle çok kısa mini etekler giymezdim, dizimin hemen üstünde giymemi de mini etek kabul eden arkadaşlar vardı. Ya da iş yerine bakımlı gitmeyi küçük burjuva özenti olarak kabul eden arkadaşlar vardı. Özenti nedir? Sende olmayan bir şeye, bir başkasında görüp olmaya çalışmaktır. Benim özenti olmam gerekmiyordu. Benim zaten sınıf kökenim öyleydi. Ben onları görerek büyüdüm, benim çocukluğumdan beri çevremde insanlar makyaj da yaparlardı, kendilerine de bakarlardı. İşçi ailesi olmamıza rağmen yaşadığımız yer şehrin göbeği idi. O açıdan bunları içine sindirebilmiş biri olarak harekete girmiştim. Ama köylülük çok etkendi. Mesela 76’da ayrılan gurup HB (Halkın Birliği) ve sonrasında DHB (Devrimci Halkın Birliği); onlarda bizim bölgede eteğin altında pantolon giymek zorunluluğu gibi şey vardı. Pantolon giyiyorsan üstüne etek giyeceksin. Ya da eteğin altında pijama giyerlerdi. Bizim harekette bu kadar olmamakla beraber bazı arkadaşlarda öyle feodal bir bakış açısı da yoktu diyemem, vardı.
D.G: Affedersiniz biraz konudan bağımsız olacak, HB bir de onlardan ayrılan DHB vardı.
N.H.K.: Önce 76 ayrışmasında HB olarak ortaya çıktılar. Bizim adımız ilk önce HG (Halkın Gücü) oldu. Sonra HG adı derginin propaganda aşamasında bir olaydan dolayı illegale düştü, sonraki zamanda Partizan adı seçildi. Onlar HB, biz Partizan olduk. 77’de onların içinde yine bir ayrışma oldu ve HB ve DHB olarak ayrıldılar.
….
D.G: Hareket içinde etnik-dini aidiyetler, kimlikler açıkça belirtilebiliyor muydu? Yani bu konuda hiç sorunlar oldu mu? Sorunlar yaşadınız mı?
N.H.K.: Her şeyden önce harekete katılabilmek için bir insanın materyalist olması gerekiyor. Materyalist olduğun zaman zaten din diye bir ayırım ortada kalmıyor. Yani dinle ilgili herhangi bir sorunun söz konusu olmaması gerekiyor. Diğer yandan bir de illegalite diye bir şey var. Biz birbirimize isimlerimizi bile söylemiyoruz. İsimleri söylememenin ötesinde nerede oturduğumuzu, aile kökenimiz nasıldır, nedir; hiçbir detay vermemeye çalışıyoruz. Söylemem gerekiyorsa başka bir şey söylüyordum. Mesela Rizeli değil, İzmirliyim diyordum. Kendimizi anlatmıyorduk, kendimize başka isimler veriyorduk. Alevi midir, suni midir; ya da Kürt müdür, değil midir? Bunlarla biz hiçbir zaman ilgilenmezdik. İllegalite gereği ilgilenmememiz de gerekiyordu. Dolayısıyla dini açıdan herhangi bir sorun olduğuna hiç rastlamadım. Ama yine de Türk olmamdan dolayı ayrıcalıklı davranıldığım oldu. Mesela Adana bölgesindeyken beni sevmeyen bir arkadaşım bana Tirke ismini taktı. Aslında çok da hoş bir lakap değilmiş. Küçümseme anlamında söylüyormuş, sonradan öğrendim. Onun dışında bir olayla karşılaşmadım ki o da bir ileri sempatizandı. Dert ettiğim bir şey değil.
D.G.: Kadınların konumu nasıldı? Yani kadınlar hiyerarşik basamaklarda en fazla hangi konuma kadar gelebiliyordu?
N.H.K.: 78 konferansına katılan bir kadın delege vardı. Yani ‘konferansa’ katılmış, en üst seçim merciine kadar gelmiş. MK seçiminde oy kullanmış bir kadın demektir bu. Net olarak kadınların önünde bir engel vardı gibi bir durum yoktu. Yalnız harekette kadınların çok fazla olmadığı söyleniyor. Sanırım Türkiye’nin yapısı gereği herhalde kadınlar feodalizmden ya da aile hiyerarşisinden bağlarını çok kolay koparamıyorlardı. Çok fazla değillerdi ama bana göre az da değillerdi.
Yalnız şöyle bir durum vardı; kadın arkadaşların net bir tavırla değil ama genel anlamda ikinci planda olduklarını düşünüyorum. Neden öyle düşünüyorum? Ben kendimden örnek veriyorum; dediğim gibi aslında ileri düzeye geldiğim bir aşamada bana PÜ teklifi gelmemişti. Ama daha sonra o dönemde PÜ olduğunu şöyle ya da böyle öğrendiğim bazı (erkek) arkadaşların çok geri olduğunu fark ettim. Demek ki, ben bir kadın olarak dikkatlerini çekip de PÜ’liğine değer görülmedim? İllaki benim mi başvurmam gerekiyordu? Kadın PÜ’lerinin çok fazla olmadığını biliyorum. Kadınlar içinde asker olanlar da vardı. Ki benim de bir dönem AK’ de yer almışlığım oldu. Ama dediğim gibi gözle görülmeyen bir engel olmuş olabilir. Kadın üzerine pek yayın olduğunu da hatırlamıyorum. Emekçi’nin Bacı türküsüyle avunurduk.
….
D.G.: 78 konferansına katılan o kadın arkadaş kimdi? İsim verebilir misiniz?
N.H.K.: Aslında onun ismi birtakım yerlerde geçiyor. Bu çalışmaya onu özellikle almadıklarını bildiğim için ismini verip vermeme konusunda tereddütlüyüm.
D.G.: Anladım. Sizin bulunduğunuz dönemde sizce hareketin kaçta kaçını kadınlar oluşturuyordu?
N.H.K.: O konuda bir net bir şey söyleyemem ama herhalde dörtte bir bile değildir diye düşünüyorum. Yani tamam mitinglerde pek çok sempatizan, halktan kadınlar vardı ama mitinglere herkes geliyordu, az değillerdi. Kadro olarak çok fazla olduğunu düşünmüyorum. Erkekler çoğunluktaydı tabi ki. Erkek kadrolar içinde de Dersimliler çoğunluktaydı. Ama tabi değişik bölgelerden insanlar vardı. Karadenizliler, Boşnaklar, Bulgar göçmenleri…
D.G: Karadeniz, Bulgar göçmeni, Boşnak dediniz, bu kesimlerden hatırladığınız isimler varsa paylaşabilirsiniz.
N.H.K.: Tabi, mesela Ş.Ş. Cemil Oka’nın Kadıköy Maarif Kolejinden sınıf arkadaşı. Bu arkadaş Bileciklidir ama ailesi Bulgar göçmenidir. Adana Bölgesine bizden sonra gelen ve yanlış hatırlamıyorsam MK yedek üyeliğinden MK üyeliğine kadar yükselmiş bir arkadaştır. Boşnak olarak M.U. ve ablası B.U. vardı. Karadenizli O.Ö. (Adapazarlıydı ama aslında Karadeniz kökenli aile), Giresunlu Ş.T. ile F.T. Yani ne bileyim Erzincanlılar, Tokatlılar, Amasyalılar vardı. Bizim köyden kardeşim ve ben dışında bir arkadaş daha vardı. O da TMLGB içindeydi.
D.G.: Parti içi demokrasi nasıldı? Yani Parti içerisinde antidemokratik uygulamalarla hiç karşılaştınız mı? Ya da tanık olduğunuz birtakım olaylar oldu mu?
N.H.K.: Evet tabi ki, bu tip olaylarla karşılaştık. Aslında Parti içi demokrasi savunuluyordu ama bunun ne derece işlediğini çok net biçimde ifade edemem. Çünkü bunu söyleyebilmem için demokrasinin işlerliğini sağlayan bir seviyede, bir yönetim mekanizması içinde olmam lazım. Ama daha sonraki yıllarda öğrendiğimiz bazı detaylardan dolayı çok da uygulanmadığını düşünüyorum. Nitekim bu nedenle de çok fazla hizipleşmeler oldu. Bizden çok büyük hizipler çıktı. Ve her hizip de tabi ki örgüte bir darbe indirdi. Kadrolar bölündü, zayıflık yarattı.
….
D.G.: 76 öncesine dair şunu sormak isterim. Daha sizin o lise dönemleri. Yine de sormak isterim bunları ne kadar hatırlıyorsanız. Dev-Genç Aydınlık Sosyalist Dergi (ki bu dergi 14. Sayıdan itibaren PDA ve ASD olarak devam ikiye bölündü), Proleter Devrimci Aydınlık, İşçi-Köylü Gazetesi, Devrim Dergisi vb. gibi… Hangi gazete ve dergileri okudunuz? Hangileri elinize geçiyordu, hangilerinden etkilendiniz? Biraz bunları konuşabiliriz.
N.H.K.: Değişik guruplardan değişik dergiler, elime geçiyordu ama bu konuda net bir cevabım yok. Çünkü lise yıllarım henüz guruplarla bağlantı kurduğum yıllar değildi. Ve yaş itibariyle de olanaksız, ilk PDA ayrılışlarında ben daha çocuktum. Partizan dergisi benim de çalışmaya başladığım dönemde çıkmaya başlamıştı. Dolayısıyla tabi ki elime geçiyordu. Bunun dışında HK’nun dergilerini okuyordum. Bazen İlerici Gençler Derneği (İGD)’nin dergileri, Türkiye Komünist Partisi (TKP)’nin, Türkiye Sosyalist İşçi Partisi (TSİP)’nin birtakım yayınları elime geçiyordu. Ama dergilerle alakalı olarak o ayrılık döneminden bir şey söyleyemeyeceğim.
D.G.: Evet, peki sonraki dönemde çıkan bazı yayın organları ve dergiler vardı. Örneğin Kızıl Yol İstanbul Bölgesi, Devrimci Komünist İzmir Bölgesi, Kurtuluş Yolu yani bu Kızıler gurubunun, Proleter Birlik HB gurubunun, merkez yayın organı, İşçi- Köylü gazetesi, Partizan Dergisi vb. Bu gazete ve dergilerden hangileri elinize geçiyordu ve hangilerini okuyordunuz? Bir de Halkın Gücü gazetesi hiç duydunuz mu? Bu gazeteyle ilgili bildikleriniz nelerdir?
N.H.K.: Kızıl Yol ve Halkın Gücü gazeteleri zaten 1976 öncesi ya da 76 çalışmalarıdır. Kızıl Yol yanlış hatırlamıyorsan KK’nin Partiden ihraç edilmesinden sonra çıkması söz konusu olan belki de İstanbul Bölgesi’nde çalışmaları yapılan, (benim hiç elime geçmedi) bir dergi, bir iki sayısı çıkmış olabilir. Halkın Gücü çalışmaları 76’da örgütlü olmadığım dönemdedir. Zaten o da aktif olarak yayın hayatına başlamadan bitmiş olan bir deneyimdir. Ama Partizan’ın 1. sayısından itibaren bütün sayıları elime geçti. Bunun yanında HK’ nun çıkardığı Halkın Kurtuluşu diye bir gazetesi vardı. Yanlış hatırlamıyorsam haftada bir çıkardı, onu takip ederdim. Arada diğer guruplardan yayınlar geldiği zaman onları da okurdum, niye okurdum? Tartışabilmek için onların görüşlerini de bilmek zorundasınız. Devrimci-Yol ve Kurtuluş’un gazetesi vardı onları da okurdum. Ve yine daha öncesinde Yeni Ortam takipçisiydim. Ondan sonra yanlış hatırlamıyorsam Vatan çıktı. Hatta Nihat Behram’ın İbrahim’i anlattığı Ser verip Sır Vermeyen Yiğit kitabı orada tefrika edilmişti diye hatırlıyorum. Kendi yayın organımızın dışında abone olarak takip ettiğim Güney Dergisi vardı ile devrimci sağlıkçıların çıkardığı Sağlık Bilgisi diye bir dergi vardı, onların abonesiydim. Komünist’i Adana’da okuyordum.
….
D.G.: 12 Mart Muhtırası olarak bilinen 12 Mart Darbesi’yle sonrasını biraz konuşmak isterim. Erim Hükumetleri, sıkıyönetimin kaldırılmasıyla birlikte kurulan DGM’ler 1973’te, Ecevit-Erbakan Hükümeti, 1974 Kıbrıs Harekâtı, Aliağa- İPRAŞ Rafinerileri, Ereğli Demir Çelik, Türk Demir Döküm, Sungurlar, Pirelli, Goodyear, Tofaş; Renault, Profilo işçi direnişleri. Keza bu dönemde seçimlerde yükselen bir sol siyaset yelpazesi de vardı. Sonrasında 12 Mart Darbesi sonucu tutuklanan devrimcilerin içerden çıkartılmaları, af süreci ve DGM’lere karşı yapılan kampanyalar… 12 Mart ve sonrası, orta son ve lise dönemleriniz, ne hatırlıyorsunuz nelere tanıklık ettiniz? Bunları nasıl değerlendiriyorsunuz, bunları konuşalım.
N.H.K.: Aslında bundan da daha önce bahsettiğimizi düşünüyorum; sokağa çıkma yasakları ilan edilirdi ve insanların evleri aranırdı. İstisnasız hemen hemen her eve girilirdi. Kıbrıs Harekâtı konusunda da evlerimizde camlara gazeteler, siyah perdeler gerdiğimizi hatırlıyorum. Yani belli bir zamandan sonra savunma uygulaması amaçlı karartma yapılırdı.
….
D.G.: 74-75 yıllarında bazı önemli gençlik dernekleri vardı. Örneğin ADYÖD (Ankara Demokratik Yükseköğrenim Öğrenci Derneği), İYÖKDER (İstanbul Yüksek Öğrenim Kültür Derneği), İYÖD (İstanbul Yükseköğrenim Derneği) ve bu dönemde DGD (Devrimci Gençlik Derneği), Genç Hukukçular Derneği ve bazı yöre ve il dernekleri vardı. Bunlardan bazıları; Tunceli Yurt Yaptırma ve Yaşatma Derneği, Bingöllüler Derneği, Adıyamanlılar Derneği, Vartolular Derneği gibi. Hiç bu tarz öğrenci ve yöre dernekleri ile bir tanışıklığınız oldu mu? Bir ilişkiniz, hiç gidip geldiniz mi?
N.H.K.: Hiç olmadı. Benim ilk dernek deneyimim daha önce de bahsettiğim Topselvi’deki Kültür Derneğimizdi. Onun dışında hiçbir derneğe üye olmadım.
D.G.: MC hükümetleri, kontra gerilla/paramiliter güçlerin okullarda, fabrikalarda ve sokaklardaki saldırıları; 1977 seçimleri, 78-79 Ecevit Hükümeti döneminde Maraş’ta, Çorum’da, Sivas’ta, Malatya’da yapılan alevi katliamları, sıkıyönetim ve 3. MC Hükümeti… Biraz buraları konuşalım.
N.H.K.: 77 senesi çok önemli bir sene idi. 77’de aynı zamanda 1 Mayıs kutlamaları sırasında Taksim’de 36 insanımızın katledilmesi var. Daha öncesinde Kontra- Gerilla’dan hep bahsediliyordu ama orada daha net bir şekilde yüzünü gösterdi. Çünkü adeta bir katliama girişti. Nitekim 1 Mayıs olaylarından sonra devrimci kitle eylemleri düşüşe geçmiştir. O olaydan sonra insanları korku sarmıştır, güvenleri sarsılmıştır, 1 Mayıs 77 bana göre bir dönüm noktasıdır.
Sol, ya da sol görünen Cumhuriyet gibi gazetelerin kontra-gerilla konusunda yazdıklarına halkın pek inandığını söyleyemeyeceğim. Bu Maraş olaylarında da böyleydi, Çorum olaylarında da… Hepsinde de “durup dururken niye saldırsınlar, saldırmazlar, olur mu öyle şey” gibi, karşı tarafın yani mazlum tarafın kışkırtmış olabileceğine inanılıyordu. Sohbetlerde, konuşmalarda duyduğum buydu. Aksini söylesek de nereden biliyorsun diye soruluyordu. Bugün görüyorsunuz; televizyonda, sosyal medyada her şey insanların gözünün önünde oluyor, yine de insanlar gördüklerine bile inanmıyorlar. Bundan dolayıdır ki 12 Eylül geldiğinde halk darbeyi adeta güle oynaya karşıladı. Çünkü bu olayların önünün başka türlü alınabileceğine inanmıyorlardı. Bana göre biz devrimciler görevlerimizi yeterince yapamamıştık. Çok fazla gurup, çok fazla bölünmüşlük vardı. Ve bizim bu bölünmüşlüğümüz de güven sarsıcı bir durumdu. En örgütlü işçi kesimi içinde bile bunun tartışması vardı. Biz hangisine güvenip hangisinin peşinden gidelim deniyordu. Çalışma alanlarımızda kendi sempatizanlarımızdan bile böyle eleştiriler alıyorduk.
D.G.: 1977 seçimlerini konuşalım, biraz değinmiştiniz ama nasıl bir siyasal tablo içinde yapıldı. Yani seçim kampanyaları neydi, seçimlere dair politikanız var mıydı? Bu seçimlerde örneğin Tunceli’de bağımsız bir aday gösterildi. Kendi bölgenizde seçimlere karşı tavrınız ne oldu?
N.H.K.: 1977 seçimlerinde İstanbul Bölgesi’nde boykot yaptığımızı hatırlıyorum. Boykot yapmalı mıydık sorusu hep kafamın bir kenarında durmuştur. Neden derseniz; tabi ki CHP bir sistem Partisidir, düzenin Partisidir. Ama CHP o zaman bugünden çok daha fazla kendini halkçı gösterme çabasında olan bir Parti’ydi. O dönem belki de 1950’den itibaren CHP’nin tek başına iktidara gelebileceği yegâne dönemdi. Çünkü devrimci hareketin çok yükseldiği bir zamandı. DİSK (Devrimci İşçi Sendikaları Konfederasyonu) gibi bir büyük sendikanın dayatması vardı. O zaman bütün devrimci örgütler CHP’ni desteklemiş olsalardı bir ihtimalle tek başına ya da daha sonraki yıllarda yaptığı gibi çok az bir ilaveyle iktidar olabilirdi. Kendini kanıtlama çabası içinde demokratlaşma yönünde birtakım kanunlar çıkararak Türkiye’nin dönüşmesi için bir adım olabilir miydi? Hala o çelişki var bende. O zaman dile getirmemiştim. Çiçeği burnunda yeni bir kadro olarak Parti’nin kararlarını eleştiren birisi değildim.
Ben ve kardeşlerim oy kullanamıyorduk ama çevremizden bazı insanları etkileyip oy kullanırken boykot etmelerini, geçersiz oy vermelerini, ya da sandığa gitmemelerini sağlamıştık. Babam değil ama annem boykota uymuştu. Dersim’de bu seçimde bir adayımız olduğunu, bizim boykot kararımız neticesinde o adayın seçimden çekildiğini sonra duydum.…
Sonrasında ne oldu? MC Hükümetleri; üç en gerici Parti bir arada iktidara geldiler ve istedikleri gibi at koşturdular. Düşünsenize Türkeş ilk defa bir hükümette yer aldı. Ve özellikle bütün eğitim kadroları değiştirildi, her yere kendi adamlarını koydular. Yine Milli Selamet Partisi (MSP) her istediği yere kendi kadrolarını yerleştirdi. MC hükümetleri Adalet Partisi’nden daha fazla o ikisinin yararına olmuştur. Çünkü Adalet Partisi hükümeti kuran Parti olarak onlara hep taviz verdi. Ve o dönem içinde ÜO’ları ile kont-gerilla daha bir içli/dışlı, daha bir kol kola çalışmaya başladılar diye düşünüyorum. Sonraki tüm Hükümetlerde bunun semeresini gördüler.
…
Ama şu an düşünüyorum da boykot yapmasaydık ta hiçbir şey değişmezdi. Çünkü uluslararası sermaye Türkiye’de gelişen bu işçi hareketini hoş görmüyordu. Bir şekilde onun önünü kesmenin yolunu bulacaklardı. Belki de o zaman CHP seçilmiş olsaydı 1980’deki 12 Eylül daha önce gerçekleşmiş olacaktı. Yani şöyledir, böyledir ya da biz hata yaptık diye değerlendirip de bunun üzerinde diretmek istemiyorum.
….
Bir kitapçıdan bahsetmiştim size, bana çok kitap öneren. Ve orada bir de bir lise öğrencisi kız ile tanıştım, ismi S.Ç. Rizeliymiş. Hoca özellikle, “Bu öğrencimin bazı konularda çelişkileri var. Sen ona yardımcı olursun, konuşun, tartışın” diye onu bana tanıştırdı. Ve aldım onu evime götürdüm. Çünkü benim siyasi çevremden birisi değil. Bana gelip gitmeye başladı. Onunla oturuyoruz, kitap okuyoruz tartışıyoruz. Ona okuması için kitaplar veriyorum. Meğer tanıştığımız sıralarda sol düşüncelere meyilli bir MHP sempatizanıymış. Bir de yine MHP sempatizanı, hatta belki daha ileri kadro düzeyinde bir erkek arkadaşı varmış. Koruma tarafında sanırım bizim arkadaşların çok yoğun olduğu Orhangazi Lisesi’nde okuyordu. S.Ç.’nin MHP sempatizanı olduğunu bilmiyordum. Tartışa tartışa öyle bir noktaya geldik ki kendi okulunda bizim arkadaşlarla ilişki kurdu ve erkek arkadaşını da terk etti. Erkek arkadaşı dediğim gibi bir kadro olmalı ki daha sonra Parti tarafından cezalandırıldı (Bu eylemi Hayrettin Bakış gerçekleştirdi ve bu eylemden yargılandı). Ama bu olay kız arkadaşın saf değiştirmesine yakın bir süreçte oldu. Ve çocuk kızı geri kazanmaya çalışırken onun yanında vuruldu. Dolayısıyla kadın arkadaş bütün gazetelere manşet oldu. Gazeteler “Sevgilisini ölüme götüren TİKKO’cu kız” diye demediklerini bırakmadılar. Sorgulandı, serbest bırakıldı. Ailesi onu okuldan aldı ama ben onun arkadaşı olarak evine gidip gelebiliyordum. Okuldan olmadığım için benimle siyasi bir bağı olduğunu bilmiyorlardı. Bağlantımız devam etti. Bir ara ortadan kayboldu. Meğer bizim arkadaşlar onu mücadeleye çekmişler ve İzmit’e götürmüşler. Sonra bir duydum ki İzmit’te bir mitingde polisin gözüne takılmış ve bir aramada ele geçti. Sonrasında sorgulanıp babasına teslim edildi. Günün birinde bir baktım beni Tuzla istasyonunda ilk sorumlum Y.D. ve Orhangazi Lisesi’nden Sirço dediğimiz A.Y. bekliyor. Onu tekrar evden almak için benimle bağlantı kurmak için gelmişler. Bana bir not verdiler (notun ne olduğunu bilmiyorum). Arkadaşımı görmeye gittim. Tokalaşma arasında notu kızın avucuna sıkıştırıverdim. Sonrasında S.Ç. yeniden evden kaçtı ve yine bizim arkadaşlara katıldı. Bu zamandan sonra kızın babası işyerimi buldu, oraya kadar geldi. Bana kızını sordu. “Başka kimseyle görüşmedi, onu sen kaçırdın” dedi. Ben yapmadım dedim ama inanmadı, “Ben de seni polise ihbar edeceğim” dedi. Bir an bir korku yaşadım tabi. Beni polise ihbar ederse, o konuyla bir ilgim olmasa da başka ilişkilerim var. İşime gelmiyor sorguya gitmek. Dedim, “Beni polise ihbar edebilirsiniz. Ama ne olacak, kızınız gibi ben de bir gün ortadan kaybolmak zorunda kalacağım ve sizin yaşadıklarınızı benim ailem de yaşayacak”. Söylediklerim etkili oldu ve beni ihbar etmedi. Daha sonrasında İzmit’teki toplu tutuklamalar sırasında S.Ç. yine ele geçti ama bir şey tutturamadıkları için yine babasına teslim edildi. Babası da onu yurt dışına gönderdi. Şimdi hala yurt dışında ve bildiğim kadarıyla orada üniversite okudu ve pedagog oldu. Birçok da kitap yazdı. Çok iyi okuyan bir kızdı. 90’lı yıllarda bir geldi Türkiye’ye, beni ziyaret etti ama ondan sonra bir daha görüşmedik. Beni sosyal medyadan buldu. Hala yanında cezalandırılan genç için vicdanı rahat değil. Parti’nin kararının yanlış olduğunu düşünüyor. Kendisine duygusal zaafı olan A.Y.’nin o genç için bilerek yanlış istihbarat verdiğini savunuyor.
Bu arada daha ciddi tehdit edilmeye başlandım. Artık bu kızı öldürmenin zamanı geldi diye bir sürece girildi. Öyle olunca bizim arkadaşlarla konuştum: “Böyle bir durum var, artık buradan gitmeliyim. Hem daha aktif çalışmak istiyorum” dedim. Ve legal olarak gidebilmek için de (ailemi tamamen reddedip gitmek istemiyordum) üniversite sınavına girip bir yeri kazanarak gitmek istedim. “Siz nereye gitmemi istersiniz, ona göre seçenek yazacağım” dedim. 79 yılında bana iki yer söylendi; Ankara ve Adana’da kadın arkadaşlarımız yok, orada ihtiyaç var diye.
D.G.: Peki oraya daha geçmeden önce ben ilk sorduğum soruyu tekrar etmek isterim. Yani bu MC hükümetleri, bu kontra gerilla/paramiliter güçlerin saldırıları; hiç bu saldırılara tanık oldunuz mu siz? Size saldırdılar mı çalıştığınız yerlerdeki evet üzerinize taş düşürmek gibi, tehdit telefonları…
N.H.K.: Taş değil metal parçası.
D.G.: Metal parçası. Bu tarz tanıklıklarınız var mı? Varsa bunlara değinebilirsiniz. Sonrasında bu alevi katliamları; Maraş’ta, Çorum’da, Sivas’ta, Malatya gibi… Bu katliamlardan sonra hareketinizin tavrı, tutumu ne oldu, ya da yaptığı bir eylemsellik var mı? Bunları konuşalım.
N.H.K.: Şahsen devrimci olduğumdan dolayı çevremde (işyerindeki o olay dışında) özel bir ayrımcılığa tabi olmadım. Ama bir kadın olarak bu tip konulara giriyor olmamdan dolayı birtakım olaylar oldu. Aile içinde asiye çıktı adım bütün amcalarım benden küstüler, babam baskısını arttırdı, annem her zaman yanımda oldu. Ben Sünni kesimden geliyorum, o katliamlar alevi kesime yönelmiştir. Şahsen böyle bir olayla karşılaşmadım. Ama tabi ki aile çevremde ve bulunduğum çevrede her zaman aleviler küçümsenmiş ve ötekileştirilmiştiler. Ben mesela ailemden kimseden özel bariz bir şey duymadığım halde onların da alevilere karşı önyargılı olduğunu düşünüyorum.
Parti böyle olaylar karşısında her zaman bildiri dağıtırdı. Bildiride her zamanki gibi bu olayların cezasız kalmayacağı yazılırdı. Ama doğrusu tek tek detay olarak şunu, yaptı bunu yaptı diyebileceğim bir şey hatırlamıyorum. Çünkü Partimizde haklı, savunma anlamında şiddet reddedilmediği için zaten çok fazla cezalandırmalar olurdu. Artık bir zaman sonra onları kanıksıyorsunuz. Örgüt Türkiye’nin her tarafında azılı halk düşmanlarının bir numaralı korkusu durumundaydı. Öyle olunca bir zaman sonra olan olaylar şu şunun için yapıldı, bu bunun için yapıldı gibi çok net kalmıyor akılda. Çok olay oldu çok fazla eylem yapıldı. Ancak belli başlı temel olaylar kaldı aklımda. İşte 1 Mayıs mahallesindeki olayı hatırlıyorum. Onun çok fazla anti propagandası yapıldı. Özellikle örgütümüzü rencide edici, yıpratıcı olarak başka örgütler tarafından kullanıldığını hatırlıyorum. Ben açıkçası örgütün yaptığı eylemler haklı mı, değil hiç tartışmadım. Her zaman kalpten haklı olduğuna inandım. Çünkü biliyordum ki verilen istihbaratlar sadece o ilk verilen kişide kalmıyor, en üst karar mekanizmasına kadar çıkıyor ve tek bir kişinin söylemesiyle değil çapraz bir araştırma sonucu onaylanıyordu. Çünkü insanlar çok acımasızlar. Bazen düşman bellediği birine zarar vermek için bile bu karşı devrimcidir diye onun hakkında yanlış şeyler söyleyebiliyorlar. Bizim Parti’de oldu demek istemiyorum ama Türkiye’de haksız yere devrimci ya da demokrat insanlar bile MHP’li diye öldürüldüğü olaylar oldu.
D.G.: Örnek verebilir misiniz?
N.H.K.: Buna hazırlıklı değilim. Olsa birazcık zorlardım kendimi.
….
D.G.: İstanbul safhası tamamlandıktan sonra Adana’yla başlayabiliriz. Adana’ya gittiniz. Oradaki politik yaşamınızla sohbetimize devam edebiliriz.
N.H.K.: Dediğim gibi ben özellikle arkadaşlara danıştım nereye gideyim diye, aileyi de reddetmeden, incitmeden legal gideyim istedim. Neden çünkü aile, kızımız kayboldu diye polise haber verebilir. Bu beni illegal duruma düşürür. Legal gitmek derken bunu kastediyorum. Üniversite sınavlarına girdim. Çukurova Üniversitesi Endüstri Mühendisliği bölümünü kazandım.
….
Tüm ilişkilerimi devrettim ve Adana’ya gittim. Adana daha önce (DABK) Doğu Anadolu Bölge Komitesine bağlı olarak çalışan bir bölgeymiş. O sıralarda (BABK) Batı Anadolu Bölge Komitesine bağlamışlar. Ve bir şekilde bağları kopmuş. Okula başladım, bir ay kadar kimse benimle bağlantı kurmadı. Okulda numune olarak bir tane bile Partizancı yoktu. (HK) Halkın Kurtuluşu’ndan bir arkadaşa sordum, hiç Partizancı yok mu bu okulda diye. Gece bölümünde B.U. isminde bir arkadaş varmış, bizi tanıştırdı. Böylece o HK’lu o arkadaş benim Partizancı olduğumu öğrenmiş oldu (sonradan onu bizim geleneğe kazandım). B.U. bağlantı kurduktan kısa bir zaman sonra beni sonradan eşim olacak o zamanın İl Komitesi (İK) sekreteri olan B.Ç.ile tanıştırdı.
….
D.G.: Sene kaçtı Adana’ya gittiğinizde?
N.H.K.: 79’un Kasım-Aralık aylarından bahsediyorum. Benimle geçici ilişki kurdular. Görev vermediler. Çünkü resmi olarak bağlantıları koptuğu için benim rapor henüz ellerine geçmemişti. Bu arada o rapor gelene kadar boş da durmak istemiyordum ama ilkesiz olarak kendi başına Partizanı temsil edemez, tartışmalara Partizan adına katılamazsın. Ne yaptım? Tartışmalarda provokatif, bizim siyasi görüşümüze evrilecek tarzda sorular soruyordum. Siyasi yapılar bu kimdendir merak ediyordu? DHB, HY gibi bir sürü örgüt yakıştırıyorlar. DY, taraftarlarının benimle konuşmasını yasakladı. Bu arada bizim arkadaşlar arasında özenli bir kadın olmam sebebiyle “bu devrimci olamaz, aramıza ajan olarak girmiştir” gibi yorumlar olmuş. B.Ç. temkinli yaklaşmış. Sonrasında raporum gittiği zaman şaşırdıklarını itiraf etti.
Süreç uzadı. Bir gün sordum “ben size yardımcı olamaz mıyım, İstanbul’daki tanıdıklarım vasıtası ile bağlantınızı kuramaz mıyım?” “Yapabilir misin, var mı öyle biri” diye sordu, var dedim, legal olduğu için okul arkadaşım İ.T.’nun adını söyledim. “Onu tanıyorsan tamamdır” dedi. Hemen organize olduk, arkadaşla beraber İstanbul’a gideceğiz, ama İstanbul’da eve uğramamam lazım. Bir komşu telefonu var. Komşuya telefon ediyorum; şu saatte tekrar telefon edeceğim hem annem hem kardeşim C. ile konuşacağım, C. mutlaka gelsin diyorum. Verdiğim saatte telefona geliyorlar. Kardeşime durumu anlatıyorum. “Gülsuyu’ndan bir bağlantı sağla ve bizi karşıla” diyorum. Maltepe İstasyonunda görüşmek üzere anlaşıyoruz. B.Ç. ile İstanbul’a geliyoruz. Tabi o zaman sonraki yıllarda eşim olacak B.Ç. bizim kardeş olduğumuzu bilmiyor ve biz evlendikten çok sonra öğrendi. Resmi bir şekilde merhabalaşıyoruz. Bağlantımızı sağlıyor. Gülsuyu’nda bir evde yer ayarlıyorlar. Orda kalıyoruz. İ.T. bizi o evde buluyor. Ertesi günü B.Ç. ile İ.T. beraber karşıda Partizan’ın ofisine gidiyorlar, bağlantıyı kuruyorlar, benim raporumu da alıyor.
Öğrenci olmam sebebiyle önce öğrenci gençlik içinde yer aldım. Üniversite gençliği bana bağlandı. Bu defa tartışmalara Parti adına katıldım. Bu tabi çok gurur verici bir durum, bir kadın olarak da gururlandım. Çünkü genelde kadın tartışmacı yoktu. Okulda çok başarılı tartışmalar çıkardım. Ki HB, HK. HY’ndan bize geçişler oldu. Taraftar kazandık. Fakat üniversite gençliği içinde çok kısa kaldım.
….
Böylece 80’li yılların başlarında Adana’da aktif çalışmaya başladım. Tabi sadece raporum gelene kadar okula gitme şansım oldu. Ondan sonra dar pratik içinde okula çok ender uğramaya başladım. Öyle birkaç kere tartışma için gittim. Sonrasında tamamen okuldan koptum. Adana’da bir tane bile kadın komitesi yoktu. Adana’yı yanlış hatırlamıyorsam dört değişik bölgeye ayırıyorlardı. Her bölgede bir siyasi adam, bir öğrenci, bir de askeri adamdan oluşan üçlü komiteler kuruluyordu. Önce okulumun olduğu bölgedeki komitede öğrenci temsilcisi olarak yer aldım. Daha sonrasında o komitelerden bağımsız olarak tüm Adana çapında kadınları örgütlemem istendi. Her mahallede bir iki tane sempatizan ya da taraftarları bana tanıştırıyorlardı. Ben o taraftarlar vasıtasıyla yeni kadınlarla bağlantı kuruyordum. Bu şekilde altı ay gibi kısa bir zamanda kadın komitelerini sıfırdan on beş komiteye çıkardım. Bu on beş komitenin içinde üç-dört tane de üst komite yarattım ve bu üst komitelere görev verdim. Her bölgede ben çalışmayacağıma göre bu üst komitelerdeki kadınları görevlendirerek toplam komite sayısını 20-25’e falan çıkardım. Tahtacılar mahallesinde bile komitem vardı.
D.G.: Bu kadınlardan hiç hatırladığınız isimler var mı şu an adını telaffuz edebileceğiniz?
N.H.K.: Yani, tabi ki biz özellikle isim öğrenmeme konusunda kendimizi eğittiğimiz için çok az isim hatırlıyorum.
….
İstanbul’dan gitmeden bazı şeyleri öğrenmeyi önüme hedef koymuştum ve bir hemşire arkadaştan sağlık konusunda pansuman ve enjeksiyon yapmayı, serum takmayı öğrenmiştim. Adana’ya gittiğimde, daha resmi bağlantım yokken bile böyle birine ihtiyaç oldu ve ben yardımcı oldum. Bazı kadın arkadaşlara kendi üzerimde zararsız ilaçları kullanarak enjeksiyon yapmayı öğrettim. Pek çoğuna ilk silah eğitimlerini ben verdim, en azından silah sökmeyi, takmayı, temizlemeyi öğrettim. Sadece kitap okumak değil de bu tip farklı alanlara yönelttiğiniz zaman onları motive ediyorsunuz. İşe yaramaz dedikleri pek çok arkadaştan gayet işe yarar üst komiteler oluşturdum. İlk defa Adana’da bir kadınlar kolu oluştu. Ama işçi kesimini benim dışımda tuttular. Sadece bir kısım öğrenciyi, fabrikalarda değil de örgütlenilebilecek alanlarda olmayan çalışan kadınları, ya da ev kadınlarını örgütledim. İşçi kadınlar işçi sorumlusu bir arkadaşımız vardı, ona bağlıydılar. Ama bazı bölgelerde tüm demokrat kadınlara yönelik yaptığım toplantılara o bölgedeki işçi kadınlar da katılırlardı.
Özellikle şehit arkadaşlarımızın ölüm yıldönümlerinde anma toplantıları yapardım. Her mahallede ayrı ayrı örgütlerdim. Ayrıca sağlık seminerleri yapardım; doğum kontrol, kadın sağlığı ya da hijyen üzerine; çok katılım olurdu. 50 kişi, 100 kişinin katıldığı toplantılar oldu. O derece ilgi çekerdi ki başka örgütlerden kadınlar da izlemeye gelirlerdi. İlaç ihtiyacı olanlar reçetelerini bana verirlerdi, sağlıkçı arkadaşlardan ilaçlarını temin ederdim. Bazı evlerden kullanılmamış ve zamanı geçmemiş ilaçları toplar reçetelere göre ihtiyacı olanlara dağıtırdım. Çalışma alanımı sadece insanlara politik görüşümü dikte etmeyle sınırlı tutmadım. Bundan dolayı da insanlar beni çok sevdiler. Bazı arkadaşlarımın eleştirdikleri giyimine kuşamına dikkat etme huyumu halk severdi. Devrimci kızlar paspal geziyorlar diye bir tabir vardı. Bakımlı bir kadın olarak beni karşılarında gördüklerinde saygı duyuyorlardı. Yani illaki onlar gibi olmak gerekmiyor, bu kuyrukçuluk oluyor. Tam tersi onları küçümsemeden onlara örnek olacaksınız. O zaman onların dönüşmesine yardımcı oluyorsunuz. Çünkü bizim mücadelemiz sadece politik olarak devlete karşı değil ki. Biz feodalizme karşı da mücadele veriyoruz. Daha öncesinde İstanbul’da da benzer bir çalışma yapmaya çalışırdım. Bazen aynı bölgede çalışan arkadaşlarla belli bir evde bir araya gelirdik, sabaha kadar oturur, mesela o gün müziği tartışırdık. Çoğu arkadaş halk müziği dışındaki müzikleri reddederdi. Şunu söylemeye çalışırdım; klasik müzik ya da gitar sana yabancı. Senin sazın bağlama ise onlarınki de gitar. Buna burjuva müzik diye bakmamak gerekiyor. O da onların halk sazı. Ve bütün bu sazlar bir zamanlar halkların sazıydı. Melodi değil söz eleştirilmeli. Hep bunu vermeye çalıştım.
1980 başında bir Parti evi tutuldu ve beni de Parti evine çıkardılar, kız yurdundan ayrıldım. Böylece öğrencilikle bağım tamamen kopmuş oldu. Önce bazı malzemeleri bir yerden bir yere taşıma şeklinde askeri komiteye destek olurken bir zaman sonra beni askeri komitenin de içine aldılar. Ve böylece asker oldum. Komitedeki arkadaşlara da sağlık eğitimi verdim, enjeksiyon yapmayı öğrettim. Belli oranda silah eğitimim vardı. Bir takım büyük makineleri da AK sekreteri olan B.Ç. öğretti.
Adana çok sıcak bir bölgeydi. Mahalleler ayrılmış durumdaydı; bazı mahalleler devrimciyken bazı mahalleler de faşistti. Ülkücülerin/MHP’lilerin çok yoğun ve etkin olduğu mahalleler vardı. Ve bu mahallelerin arasında nöbet tutmak gerekirdi. Özellikle kıştan ilkbahara-yaza geçildiği zaman her gün nöbet tutma gereksinimi doğmuştu. Ve tabi sıkıyönetim zamanı idi, nöbet tutan askerler de vardı. Her siyaset kendi bölgesinde, bizim siyaset riskli her bölgede nöbete çıkardı. Ben de her riskli bölgede görev yaptım, nöbete çıktım. Benim dışımda geceleri nöbete çıkan hiçbir siyasette bir başka kadın yoktu. Bütün siyasetlerin siyasetimize zaten bir saygısı vardı, bir de kadınlarımıza saygıları gelişti. Her mahallede aynı kadın nöbete çıkıyor ama onlar farklı kadınlar zannediyorlar. “Partizancılardan nöbete çıkan kadın bile var”, diyorlardı. Parti’miz adına güzel bir propaganda olmuştu.
PKK’yi de karşı devrimci görüyorduk. Ama özellikle Dervişli diye bir mahalle vardı, orada onlarla beraber nöbete çıkıyorduk. Bazı mahallelerde Rizgari, Tekoşin, Kawa benzeri değişik Kürt gruplarından arkadaşlar da olurdu. Türkiye Solu denen gruplardan daha az vardı. HK’çular, Dev-Yol’cular, Dev-Sol’cular, Kurtuluş’çular, DHB’liler hatta İGD’liler sadece kendilerinin yoğun olduğu mahallelerde nöbete çıkıyorlardı. Ama biz her mahallede vardık.
….
Adana’da çalışmaya başladığımda bir başka görevim de kuryelik oldu. Daha önce de söylemiştim bölgeyi DABK’ tan BABK’a bağlamışlar. Bağ kurulduğunda kurye atamak gerekiyor ve beni kurye olarak atadılar. Ayda bir, gerek görülürse on beşte bir (hangi gün gerek görülmüşse, randevu üst komitede ayarlanmış oluyordu) bana doküman ya da askeri malzeme veriyorlar Ankara’ya götürüyorum. Ankara’da bağlantı kurduğum kişi esas olarak BK’de yer alan Ö.D. diye bir arkadaştı. Fakat her zaman onunla görüşmüyorum. Arada Çorumlu M. diye başka bir arkadaş karşılıyordu beni. Ankara’ya gittiğim zaman hangi bölgeden geldiğimi söylemiyordum. Sadece paketlerimi veriyordum. Her gidişimde şık bir kadın olarak giyindim, polis aranmalarının hiçbirinde aranmadım.
….
Bazen bir-iki kere hem Adana girişinde hem Ankara girişinde durduruluyordu otobüs, ben aranmadan geçiyordum. Hem de her ay bu tekrarlanıyordu. Ankara’ya gidişlerimde de iki- üç kere bir evde kaldım mı bir daha asla o eve gitmiyordum. Hemen evi değiştirin diyordum.
Aynı evleri çok sık kullanmamak konusunda birtakım kurallarımız vardı, buna uymaya çalışıyordum. Bunun hep faydasını gördüm. Karakol kurulan evler oldu, içine düşmedim.
……..
D.G.: Bir mahsuru yoksa o askeri komitedeki diğer yoldaşlarınız kimlerdi? İsim vermek ister misiniz?
N.H.K.: B.Ç. Komite sekreteriydi. İ.Ç. Dersim kökenli bir arkadaşımızdı. Yine Dersimli B.T. vardı. Adanalı Mete Dalgın vardı ki sonradan idamla yargılandı, idam aldı ve cezası müebbede çevrildi. O da Adana’ya İstanbul’dan gitmişti. İstanbul’da üniversite öğrencisiydi ve Halkın Yolu’ ndan bize katılmıştı. Ona İstanbullu diyorduk. Yakın dövüş bilirdi ve bize ders verirdi. AK olarak beraberce spor yapardık. Onlara da sağlık eğitimi vermiştim. Enjeksiyon yapmayı öğretmiştim
….
İstanbul’da işten ayrıldığım zaman hem kıdem hem de ihbar tazminatımı aldım. Maltepe’de bir ev alabileceğim düzeyde bir tazminat almıştım. Sendika sözleşmesi tamamlanınca ciddi bir fark daha aldım. İlk etapta aldığım bölümle ailemin borçlarını kapadım, kalanını ve sonradan gelen ilave parayı Parti’ye bağışladım. Tazminatın üçte birini aileme verdiysem dörtte üçünü de Parti’ye bağışlamış oldum. Bölgede silah alımında kullanıldı.
Ondan sonra bana üst düzey sorumlum B.Ç. tarafından ilk defa Parti üyeliği teklifi geldi. O Adana’da İK sekreteri konumundaymış. “24 saatini devrime adamışsın, her yönünle kendini kanıtlamış bir arkadaşsın, ideolojik olarak da yeterlisin. PÜ için neden başvurmuyorsun” diye sordu. “Yani ben mi başvurmalıyım? Siz beni önermiyor musunuz?” diye sordum.” Sen kendin de başvurabilirsin” dedi. “Yeterlilik nedir bilmediğim için şimdiye kadar kendimi yeterli görmedim” dedim. “Sen pek çok arkadaştan çok daha ilerdesin şu anki bazı Parti üyelerine göre bile çok iyisin, P.Ü. olmalısın” diye öneri getirdi ve PAÜ’liği için başvurumu sağladı.
Hemen akabinde aynı evi paylaşmaya başladık. Ardından konferans çalışmaları başladı. Konferans çalışmaları başladığında Adana’daki yoğun cezalandırmalar ön plana çıktı ve önceden inisiyatif verildiği halde “Bölgenizde çok fazla cezalandırma yapmışsınız” diye B.Ç. cezalandırıldı, PÜ’liği AÜ’liğe düşürüldü. Bu ceza daha önce de verilebilirdi, adeta konferans hazırlıkları beklendi. Dolayısıyla seçimlere katılamaması sağlandı.
D.G.: Ne kadar cezalandırma oldu yani?
N.H.K.: Cezalandırma PÜ düşürüldüğü zaman minimum altı aydır.
D.G.: Yok onu kastetmedim.
N.H.K.: Daha önce anlattım, Adana çok sıcak bir bölgeydi. Mesela İGD’liler Ağustos 79’da TMLGB’den Veli Karasu diye bir arkadaşımızı öldürüp Eşref Şahlar isimli bir arkadaşımızı da yaralamışlardı (sonradan o da öldü). Ardından Narlıca diye bir mahallede, bir mahalle kahvesini taradılar; yine Nurettin Gül diye bir taraftarımız öldü, iki üç taraftarımız da yaralandı. Hatta biri sakat kaldı. O zamana kadar örgüt karşı devrimci olarak adlandırıldığı halde İGD’ ye karşı hiç silah kullanılmamıştı. ….. Ama ilginçtir, bir başka mahallede, Parti’mizden arkadaşlar faşistlerle çatışmaya girmişler. Bir bakıyorlar ki yanlarından birileri de çatışmaya müdahil oluyorlar, bizimkilere destek veriyor. Bunlar İGD’li. Böyle olunca arkadaşlar görüşme başlatıyorlar İGD ile ve birbirimize karşı silah kullanmayacağız diye bir karar alıyorlar. Ve o kararın neticesinde onlarla bir daha çatışmaya girilmedi.
D.G.: Nasıl geçiyordu o nöbetler, yani başınızdan geçen…
N.H.K.: Mesela benim orda olduğum dönem ramazana yazın ortasına denk gelmişti. Gurup halinde nöbet tutulduğu zaman aramızda seviyeli ve yumuşak tartışmalar da yapardık. Kalabalık olduğu zaman bir iki kişi nöbette kalıyor, gözlenmesi gereken kritik bölgeleri gözlüyor, diğerleri aralarında tartışabiliyorlardı. Yine nöbetçi bırakıp sahura kalkan insanların evlerine giderdik, sahurlarda onlarla yemek yerdik. Yiyenler nöbete giderdi, yemek yesinler diye nöbetçileri gönderirdiler. Aileler önceden söylerlerdi bu akşam bizdesiniz diye. Böyle bir ilişki vardı. Kritik evler vardı, sınırdaki o evlerin damlarında nöbet tutardık. Mahallelerde nöbet tutan askerler olurdu. Onlar da bizi görmemezlikten gelirdi, hatta bize sempatiyle yaklaşanlar vardı.
D.G.: Faşistler saldırıyor muydu siz nöbet tutarken?
N.H.K.: Saldırıyorlardı tabi, çatışma çıkıyordu.
D.G.: Ölen, yaralanan?
N.H.K.: Olmuştu. Şimdi çok detaya girmiycem ama evet öyle durumlar oldu. Yurt Mahallesinde nöbete çıktığım kişilerden bir tanesi de Yılmaz Güney’in yeğeniydi. Yılmaz Güney’in ablası Leyla orada oturuyordu. Yılmaz Güney’in savcının vurulması olayını üstlenen Abdullah (Apo diyorlardı ona) isimli bir yeğeni vardı, yanlış hatırlamıyorsam Rizgari’dendi. Onunla birlikte nöbete çıkmışlığım da vardı. Oğlumun doğduğu günden bir gün önce ya da bir gün sonra Adana’da mahalleler arası bir çatışmada öldürüldüğünü duydum.
D.G.: Hareketiniz hangi semtlerde daha ağırlıklı faaliyet yürütüyordu?
N.H.K.: Adana’da Yurt, Narlıca, Şakirpaşa, Dervişler, Kiremithane, Anadolu, Yenibey, Meydan, Hürriyet, Kanal, Yavuzlar, Döşeme, İstiklal, Emek, … Hemen hemen her yerde… Kimsenin olmadığı yerlerde insanlarımız vardı. Araplardan, Türkmenlerden, Abdallardan, Kürtlerden, Zazalardan, Türklerden, Dersimlilerden de taraftarlarımız vardı.
Adana’da hiç kimsenin bilmediği bir Arap ailem vardı. Daha önceden tanıştığım bir arkadaşımın ailesi. Sokağa çıkma yasaklı bir arama olduğu zaman hiçbir taraftarın evine gitmez, onlarda kalırdım. Onların evi daha az dikkat çekici, suya sabuna dokunmayan demokratların yaşadığı bir semtteydi. Aile benim kimliğimi ve siyasi durumumu biliyordu. En kötü ihtimalle arama durumunda onlara evci gitmiş olacaktım. Arama olursa damlarından başka bir eve geçebileceğim bir geçitleri vardı, o ev de amcalarının eviydi.
A.K. isminde Urfalı bir arkadaşımız vardı. Karadeniz’e gitmiş, silah yapımı ve tamiri dersleri almıştı. Bu arkadaşı sadece B.Ç. tanıyor, evini biliyordu. Ondan sonra bir de ben ve Mete öğrendik. İlişkiyi çok az kişi biliyordu. Çünkü bu adam bizim hem silah alışverişinde bağlantılarımızı kuruyordu hem de kullanılan silahların tamiratlarını yapıyordu. Tabi ben de teknik eleman olmam sebebiyle, stajda da tornacılık tesviyecilik gördüğüm için evlerine gittiğimde ona yardım ederdim. B.Ç.’nın da ona yardımcı olduğunu hatırlıyorum. Diğer gurupların silah temininde güvensiz bağlantıları vardı ama bizim son derece güvenilir kendi kitlemize de deşifre etmediğimiz bir bağlantımız vardı. Ve hiç açığa çıkmadı.
Ankara’da bir çatışmada karnından yaralanmış C.A. isimli bir arkadaşımız vardı ve kalın bağırsağı dışarıdaydı. Altı ay gibi bir zaman sonra ikinci bir ameliyat olması gerekiyordu. Arkadaşımızı tutuklanmasın diye hastaneden kaçırmışlardı. Adana’da sağlıkla ilgili ilişkilerimiz iyi olduğu için ikinci ameliyatı olmak üzere Adana’ya götürmüştük. En güvenilir yer diye A.K.’nın evinde kalıyordu. Mayıs başında A.K.’nın çevresinden bir yakalanma olmuş, kardeşi tutuklanmıştı. Bundan dolayı da her iki arkadaşı İstanbul’a götürmemiz gerekmişti. …. Devamlı pansuman olması gerekiyordu. Tuzla ilişkilerimle bağlantı sağladım. Çünkü H.Ş.’un kız kardeşi hemşire idi. F.T. gerekli malzemeleri ondan alıyor, kardeşim C.’ye veriyordu. Böylece C.A.’yı İstanbul’daki arkadaşlara devrettik. 12 Eylül’den hemen önce arkadaşı tedavisini tamamlamak üzere götürdüler. Kısa bir zaman sonra da benden dolayı bizim ev basıldı.
D.G.: Peki hiç Adana’da Çukurova’ya indiniz mi? Yani bu gençliğin dışında tarım ve hayvancılıkla uğraşan o köylüye hiç indiniz mi?
N.H.K.: Ben köylüye hiç gitmedim, hep şehirde çalıştım. Ama şehirdeki hayatı görmenizi isterdim. Adana çok ilginç bir yerdi. Çok büyük modern binaların dibinde sacdan yapılmış barakalar vardı. İnsanlar genelde köylerinden oraya geldiklerinde köylerini de beraber getiriyorlardı. Son derece feodal aileler vardı. Bir bakıma köyle şehir arası bir yerde çalışıyorduk. Çünkü mahallelerde hayvan besleyen insanlar da vardı. Adana’da evler bir avlu çevresinde birkaç tane ev bir aradadır. Bir dış kapıdan bir avluya girersiniz, avlunun içinde dört-beş tane aile altlı üstlü bir arada yaşar. Ve çoğunlukla dışarıda bir köşede bir tuvalet vardır, onu ortak kullanırlar. Bir köşede hamam niyetine derme çatma bir kulübe vardır. Orada hamam yaparlar. Bazı zamanlar bir araya gelirler orada ortaklaşa bütün mahalleyi doyuracak kadar içli köfte yaparlar, bölüşürler. Böyle bir yapısı vardı Adana’nın.
….
İki taraftar arkadaşımız vardı, biri işçiydi, diğeri de havaalanında çalışıyordu. Ve bunların hanımlarıyla ilgili çok fazla şikâyetleri vardı; bizim arkadaşların evlerine gitmesini istemiyorlarmış gibi… Beni bu hanımlarla tanıştırdılar. İşçi olan arkadaşın kız kardeşiyle eğitim çalışması yaparken kadın ilgi duymaya ve arada o da soru sorup cevap vermeye başladı. Onu da eğitim çalışmasına kattım. Ve gördüm ki kadın eşinden çok daha ileri düzeyde algısı olan, okutulmuş olsa militan olabilecek bir kadın. Biz bilmiyoruz ama eşinden şiddet gördüğü için devrimcilerin eşitlik söylemleri ona ahkâm kesmek gibi geliyor. Çünkü kendisine şiddet uygulayan bir adam onların yoldaşı… Bundan dolayı kadın bizi küçümsüyor, ama bizlerin bu şiddetten haberimiz yok. Arkadaşlarla konuştum, durumu anlattım, bizim arkadaş eşine şiddet uyguluyor, kadın tepkisini bizlere yöneltiyor dedim. Arkadaşla konuşmuşlar. Değişti mi bilmiyorum. Zira kısa bir zaman sonra Dersim’e geri döndüler.
Havaalanı’nda çalışan arkadaşın da eşine şiddet uyguladığını öğrendim. Ama onun şiddeti diğer arkadaşın şiddetinin boyutlarını aşan bir şiddetti. Tesadüfen evlerine gittiğim bir gün kadın arkadaşı yüzü gözü morarmış olarak buldum. Ondan sonra ısrarla bu arkadaşın saflarımızda bile tutulmaması gerektiğini söylediğim halde o arkadaş saflarımızda kalmaya devam etti.
D.G.: İllegal bir hayatın içindesiniz. İllegal örgüt, illegal faaliyetleriniz var. Tabi bunların yanı sıra eğitim çalışmalarınız var. Bu illegal faaliyet içinde kararları nasıl alırdınız? Ne gibi faaliyetlerde, eylemlerde bulunurdunuz? Eylemlerin ağırlığı neydi? Adana Bölgesi’nde, ne kadardınız?
N.H.K.: Yanlış hatırlamıyorsam Adana Bölgesi’nde, esas olarak 1976’larda aktif bir çalışma başlamış. Kendisiyle de görüşülür, B.Ç. şöyle söylerdi; “1976’da geldiğimde 1 Mayıs’ta 8-10 kişi yürüdük. Sembolik bir gurubumuz vardı”.1977-78’lerde yürüdüklerinde artık en geniş yapılardan birisi haline gelmişler. Gerçekten de çok geniş bir kitlemiz vardı. Ama sayılara vuramayacağım. Kadrolarımız da az değildi. Hem yerel hem başka bölgelerden gelen kadrolar vardı. Fakat kadın olarak benim orada bulunduğum dönemde benim seviyemde başka bir kadın arkadaş yoktu.
Bunun yanında üst birimlerde yer almadığım için karar verme durumunda kalmadım. Sadece bulunduğum hücrelerde oy çokluğuna göre görev kararları alırdık. Yerel bir karar varsa bunun karar mercii İK idi. Bu askeri bir karar da olabilir, siyasi bir karar da bu kararlar orada alınır ve bize iletilirdi. Daha büyük kararlar daha üst komitelerde alınır bize iletilirdi. Tabi ki, alınan kararla ilgili muhalif olacağımız bir durum varsa bunu belirtirdik ama karara da uyardık. Demokratik merkeziyetçilik bunu gerektiriyor çünkü.
Bunun dışında bizim hayatımızda legalite diye bir şey yoktu. Eğitim çalışmalarımız da illegalite temelinde yapılırdı. Kimseyle kim olduğumuza dair bir detay verecek hiçbir şeyi paylaşmazdık, paylaşmamaya özen gösterirdik. O dönemler içinde bizi merak edenler, eşyalarımızı karıştıranlar olurdu. Olabildiğince doküman saklamamaya çalışırdım. Çantamda özel zor bulunur bir bölme vardı, kimliğim orada dururdu.
….
D.G.: Artık biraz Adana’nın o sosyal dokusunu da konuşalım. Yani illegal yaşıyorsunuz, değerlendirmeleriniz nasıl oluyor? Hareket tarzınız nasıl? Sosyo-ekonomik yapıyı değerlendiriyor musunuz? Adana’nın genelinde, aranızda tartışıyor munuz? Eğitim çalışmalarında ne okuyorsunuz ne okutuyorsunuz? Siyasal/ideolojik çalışmalarınız ne yöndeydi?
N.H.K.: Daha önceden de bahsettiğim gibi, gerçekten dar pratik içinde bir çalışma yürütüyorduk. Ben genelde insanların seviyesine göre yayınlar okutmaya çalışırdım. Önce artı değer nedir, emek sermaye çelişkisinden başlardım. Bununla ilgili yazılmış bizim yayınlarımızın dışında başka sendikal yayınlar vardı. Onlarla başlardım. Bunun yanında Teori ve Pratik, Komünist Manifesto, Diyalektik ve Tarihsel Materyalizm, İbrahim’in yazıları gibi kitapları okurduk. İbrahim’in yazıları ideolojiyi benimsetmemiz açısından genel bir özetti, dolayısıyla onları okumamız ilk eğitim çalışmalarında gayet doğaldı. Ama arkadaşlara görev verdiğimi de hatırlıyorum, şu konuyu araştır, bu konuyu araştır gibi. Kitaplar da önererek onlara gerektiğinde başka yerlerden bu kitapları bulup getirerek okumalarını teşvik eder, onlardan özet yaparak bana vermelerini isterdim. Bu çok önemli; insan okurken bir öğrenir, ama yazdığında iki öğrenir. Yazıların yukarıdan alındığı, kullanıldığı hiç olmadı. İstanbul’da benim yazdığım yazılar benden alınırdı. Ama o zaman bir tartışma söz konusuydu. Benim bu çabalarım tamamen arkadaşların gelişmesine yönelik çabalardı. Açıkçası başka birimlerde böyle bir çalışmaya hiç şahit olmadım. İşçi kesiminde seminerler yapıldığını, ara sıra siyasetlerle derneklerde tartışıldığını duyuyordum. Tartışmalarda çok iyi bir alıntı ezbercisi olan P.Ç. görev alırdı.
….
Sosyo ekonomik yapıya gelince; açıkçası bazı evlere gittiğimde benim o evlerden yardım beklememin ötesinde ben o evlere bir şeyler taşımaya çalışırdım. Çok fakirdiler. Arap ailelere gittiğimde bana reçel, tereyağı gibi bir şeyler verirlerdi. Ben onları o fakir evlerden bir tanesine giderek o eve bırakırdım. Arap işçi aileler bile daha iyi bir hayat yaşıyorlardı. Standartları daha yüksekti. Belki de yakınlarda köyleri vardı, tarlalarından bir takım yiyecek içecek gibi şeyler geldiği için yaşamları daha iyiydi. Bunu bilemeyeceğim ama Dersimli aileler parayı kullanmasını pek bilmiyorlardı. Genelde daha ucuz pazarlardan değil bakkaldan bir şeyler alıp yemek yapıyorlardı. Parayı kullanma açısından, ekonomi yapma açısından Dersimli aileleri daha bilinçsiz buluyordum. Diğer aileler daha bilinçliydiler, daha iyi besleniyorlardı.
….
Köy ve kent bir arada yaşıyordu. Hakikaten bir bakıyorsunuz modern bir mahalleyle çok derme çatma, köydeki evlere göre bile daha derme çatma evler yan yana oluyordu. Yani Adana büyük bir köy görünümündeydi. Daha önce de bahsettim.
Okuduğumuz neler vardı? Yurt dışından gelen bir gazetemiz vardı. Yanlış hatırlamıyorsam adı Mücadele’ydi. Bunun yanında İşçi-Köylü diye bir gazetemiz çıkardı. Ve Komünist diye bir yayınımız vardı. Komünist yayınını biz kadrolar okurduk, kendi birimlerimiz bir araya geldiğimizde bu yayınları okur ve tartışırdık. Diğer yayınları ise daha alt birimlerle okur ve tartışırdık. Tabii bir de Partizan Dergisi vardı.
….
D.G.: Adana’yı konuşmaya devam edebiliriz. Sonrasında zaten GKK sürecine değineceksiniz.
N.H.K.: Benim açımdan Adana’da başlamış bir süreçti. Adana’da çalışmaya devam ederken dışarıda da birtakım gelişmeler olmaya devam ediyordu. Örneğin arkadaşımız Orhan Bakır’ın 13 Mayıs 1980’de Doğu’da öldüğünü öğrendik. Ve Orhan Bakır’la ilgili olarak daha sonra başka bir haber daha geldi. Orhan Bakır ölümünden hemen önce cezalandırılmış, Parti üyeliğinden aday üyeliğe düşürülmüş diye bir duyum da aldık (Sonradan aslında üyeliği değil görevinin düşürüldüğünü öğrendim). Ardından öğrendik ki İstanbul’da bir hizipleşme olayı başlamış. Bazı arkadaşlar birtakım eleştirilerle ayrı bir gurup oluşturmuş ve ayrılmışlar. Bu olay Mayıs’ın sonunda oldu. Arada yakalanan üst düzey arkadaşları duymaya başladık. Mayıs’tan sonra Haziran, temmuz aylarında tutuklanan arkadaşlarımız olmuştu. Yılbaşında İzmit Bölgesinin tamamen çöktüğünü öğrenmiştik ki, daha önce bahsettiğim Y.D. orada tutuklanıp çözülmüş. Temmuz ayı içinde Nihat Erim öldürüldü. Nihat Erim’in öldürülmesi, benim açımdan çok önemli oldu. Şöyle ki; ben Maltepe’de büyümüştüm. Kimse herhangi bir örgütle bağımı bilmiyordu ama çevrem tarafından devrimci olarak biliniyordum. Maltepe’de olan bu olayda iki erkek ve bir kadın eylemci görev almıştı. O kadın eylemcinin ben olduğum dedikodusu yapılmaya başlandı. Dev Yol’un yaptığı bir eylemdi yanlış hatırlamıyorsam.
D.G.: Dev Sol’mu, Dev-Yol’mu?
N.H.K.: Dev Sol, özür dilerim. Dev Sol’un yaptığı bu eylemdeki kadın eylemcinin ben olduğum gibi bir yanılgı söz konusu oldu. Hemen değil ama 12 Eylül sonrası, sanırım Kasım ayında bu olayın faili olarak ihbar edildim, evimiz basıldı. O sırada ben de A.Ü. olmuştum. Ama sonrasında üyelik konusunda bana herhangi bir bilgi gelmedi. Zaten fırsat da olmadı GKK ayrılığı araya girdi. Yanlış hatırlamıyorsam 81 Konferansı’na hazırlık çalışmaları da başlamıştı.
….
D.G.: İlk konferans 1976…
N.H.K. :78 Şubat’ta olmuştu. İkinci Konferans’ta 1981’in Şubat’ında oldu. Konferans hazırlık öncesinde cezalandırılarak PÜ’liği AÜ’liğe düşürülen arkadaşların varlığı onların Konferansa gitmesini engellemek olarak algılandı. Başka bölgelerden de böyle haberler geldi. ……..İçimde Parti’ye güvensizlik başladı……
Temmuz ayının sonlarına doğru, ağustos başında falan GKK’den gelenler, üst düzey arkadaşlarla görüşmeler başladı. İK sekreteri B.Ç.’nın da cezalandırılıp üyelikten AÜ’liğe düşürülmesi bu sırada oldu ve Adana’daki durumu tetikleyen bir etkisi oldu.
….
Adana kazan gibi kaynamaya başladı artık. B.Ç. kitle ve kadrolar tarafından çok sevilen bir arkadaştı. Benim gözlemim hep bu yönde oldu. 26 Ağustos olsa gerek, Cemil Oka’nın ölüm yıldönümüyle ilgili mahallelerde yaptığım toplantılar sırasında son dakika Ankara’ya gönderildim. Bir mahalle toplantısını yarım bırakmış, bir arkadaşa toplantıyı tamamlama inisiyatifi tanıyarak gitmiştim. Ankara’ya taşıdığım o son yazı bayrak açma yazısıymış. B.Ç. sonraki zamanda öyle olduğunu söyledi. İK olarak bir eleştiri yazısı kaleme almışlar. Ankara’ya son gidişim bu oldu.
Döndüğümde ortalığı toz duman buldum, büyük bir kargaşa… Beni her zaman karşılayan kişi B.Ç. olurdu. O gelmedi, Mete Dalgın karşıladı beni. Ki Mete’nin benim böyle bir görevim olduğundan haberi yoktu o zamana kadar. Daha öncesinde Mete’nin de içinde olduğu Askeri Komite’deki bütün arkadaşların desteği ile bayrak açılacağı gibi bir konuşma da olmuştu. Bizlerin fikirleri alınmıştı ve bu eleştirilere katılmıştık. GKK’ne destek vereceğiz ve ayrılacağız diye değilse bile bayrak kaldıracağımız yönünde bir gelişme olmuştu. Hepimiz de hemfikirdik bu eleştiriler konusunda. Ki B.Ç. dışında üç erkek arkadaşımız ve ben vardım o toplantıda. …askeri komiteden bir arkadaşın evlenme teklifini bana getirdiğinde, “ben onunla değil seninle evlenmek istiyorum” demiştim, çok utanmıştı. Ki kendisinin de bana karşı duyguları varmış ve o anda bile bana bunu söylemedi. “Yukarıya bildiririm bu düşünceni” demekle yetinmişti.
….…. ….
Bir sabah kalktığımızda bir baktık her yeri askerler tutmuş ve 12 Eylül gelmiş, çatmıştı. Çok zor zamanlardı. Kendimi ilk defa hiçbir yere ait olmayan ve yalnız hissettim. Böylece ben de GKK tarafında yer aldım. Artık GKK tarafında yer alan arkadaşları örgütlemeye, toparlamaya başladık. Ama kitlenin pek çoğu tepki olarak tarafsızlığı seçti. Sadece ilişki olarak evlerine gidiyorduk ama her iki tarafa da pirim vermiyorlardı. Yine de GKK olarak bir kitle oluşturduk. Benim birlikte nöbete çıktığım asker alt kadro arkadaşlardan pek çoğu bizim tarafımızda yer aldılar. Ve böylece çalışmalarımıza devam ettik.
GKK’li arkadaşlar bize “bizde bir yasak yok, evlenin” diye fikir beyanında bulundular. Aslında o zamanı düşünüyorum da tereddütlerim gelişmişti, artık evliliğe çok ta sıcak bakmıyordum. Öncesinde arkadaşa ilgim, duygularım vardı ama öyle güvensiz bir ortamda doğru bulmadığım halde kendimi yalnız hissetmemin de etkisiyle evliliği kabul ettim.
D.G: Tam olarak hangi ayda evlendiniz?
N.H.K.: 1980 Ekim başı gibi. Ekim ortalarında B.Ç. GKK ile bağlantı kurabilmek için İstanbul’a gitti. Gençlikte yer alan kardeşimle bağlantı kurmasını sağladım. Kardeşimi de saflarımıza kazanmak istiyorduk. Tam da o sırada kardeşim, A.G.’yi okul değiştirdiği için yeni sorumlusuna devrederken A.G. ve yeni sorumlu yakalandılar. Devrettiği arkadaş takip almış, ilk randevuda yakalanmışlar. İlke ve önlem olarak A.G. sorgudan çıkana kadar C.’nin çevreden uzaklaşması gerekiyordu. Lisede öğrenci oldukları için birbirlerini ismen tanıyorlardı. Kardeşim eşimle beraber Adana’ya geldi. GKK, “zaten Adana’da kadroya ihtiyacımız var” diyor. Ama ayrılıktan habersiz geldiğinden o şok geçirmiş, benim de canım sıkılmıştı. Seçme şansı olmadı. Başka bir bağlantı da kuramadı ve mecburen bizimle kaldı. İstanbul’dan tanıştıkları için onu A.K.’nın evine götürdük. A.K.’nın durumu normale dönmüş evine dönmüştü.
….
Kasım başında GKK tarafından Dersim bölgesine gönderildik. Çünkü Dersim’de B.Ç.’nin çok geniş bir kitlesi vardı. Geçmişi oradaydı, Adana Bölgesi’ne oradan gelmişti. Biz özellikle Mazgirt Bölgesi’ndeki ilişkilerle bağlantı kurmak için gönderildik. Daha sonra aramıza Adana’dan tanıdığımız H.Ş. de katılmıştı. Bir A.Ü. idi. Muğundi Bölgesi’ndeki köylere kadar pek çok köyü gezdik, GKK adına propaganda yaptık.
D.G.: Gittiğiniz köyleri hatırlıyor musunuz?
N.H.K.: Demirkapı, Yılanlı, Aşağı Oyumca, Yukarı Oyumca… Bunları hatırlıyorum.
D.G.: Kimler vardı orada?
N.H.K.: Şimdi ben tabi o bölgedeki insanları çok iyi tanımadığım için isim söyleyemeyeceğim. Zaten isim öğrenme çabamız da yoktu. Adana’ya döndük. 12 Eylül şartlarında artık herkesin evine gidemez olmuştuk. Kitle gittikçe azaldı, kalabileceğimiz yerler azaldı. Bu sadece bizim için değil, tüm siyasetler için geçerliydi. 12 Eylül şartlarında mahallelerdeki faşist baskınlar bittiği için artık bize gereksinimleri yoktu.
Kasım sonunda hamile kaldığımı öğrendim. Ama hamileliğimi sonlandırmak da istemedim. Sağlıkçılar benim kazandığım ilişkilerdi, bağlantılarını devam ettirdiler. Tamamen el altından, resmi kayıtlarda yer almadan bana randevu sağlıyorlardı ve muayenelerimi oluyordum. Kürtaj olursam bir daha çocuk sahibi olamayacak bir yapıda olduğum söylendi, bu benim için caydırıcı oldu. Bir yandan da duygusallık var ve bu bir zayıflık aslında; bir gün ölüp gidince bir parçanızın geride kalması bencilliğini yaşıyorsunuz. Ayrıca galiba annelik duygusu kadının doğasında var. Çocuğunuzu hissettiğiniz ya da öğrendiğiniz andan itibaren onu sevmeye başlıyorsunuz, vazgeçemiyorsunuz. Dolayısıyla çocuğumu aldırmak istemedim. GKK’li arkadaşların da benden böyle bir talebi olmadı.
Hamile olduğumu öğrendiğimde çocuğum olursa kime teslim edeceğim korkusunu yaşadım. Ailem evli olduğumu bilmiyordu. Aralık ayı içinde aileme evlilik kararımı bildirmek üzere İstanbul’ a döndüm. O zamana kadar arandığımı bilmiyordum. Çok karlı bir günde uzun bir tren yolculuğu ile sabahın köründe eve vardık. Meğer bizim gidişimizden bir hafta önce hem asker hem polisin katıldığı büyük bir operasyonla ev basılmış, didik didik aranmış, babam alınıp Maltepe Tugay’a götürülmüş ve sorgulanmış. Anneme “kızınızı getirin kocanızı alın” denmiş. Babam bir iki gün içinde, bırakılmış. Bir hafta sonra eve gidiyorum ve bu olanlardan hiç haberim yok. Yani karakol kurmuş olsalar karakolun içine düşeceğiz.
….
Adana’da GKK adına üst düzey yönetici olabilecek başka kimse olmadığı için eşim, ben ve Yılmaz takma adlı bir arkadaş İK olarak görev aldık. Ben kadınlardan sorumluydum, daha önce yaptığım çalışmaları tarafımızda kalan kadınlarla sürdürmeye devam ettim. Bizimle kalan asker arkadaşlar kritik bölgelerde nöbetlere devam ediyordu ama bu artık gerekli bile değildi.
İrfan adında Adanalı bir GKK kadrosu arkadaş İstanbul’dan geldi. Merkezle bağlantımızı sağlayacaktı. GKK örgütlenmesi bir türlü rayına girmedi. Sadece Adana’da değil hiçbir yerde örgütlenemediler, zamanla silindiler. Mayıs ayı geldiğinde özeleştiri vererek Partiye geri döndük. Yılmaz ve H.Ş. (o sırada Adana’ya dönmüştü) dışındaki arkadaşlar bizimle hareket ettiler. Bize Dersim’e gideceğimiz söylendi.
E.Ö. adında fedakâr Türkmen kökenli bir asker arkadaşımız vardı. Biz Dersim’e gittikten sonra; E.Ö birkaç arkadaşla kanalda yüzerken Yılmaz ve H.Ş. tarafından kurşunlandılar. Bu arkadaş ölümden döndü, ayağı sakat kaldı. Daha sonra Hatay’da Acilcilerle beraber yurt dışına çıkarken yakalandı ve tutuklandı. Cezaevi süreci oldu.
….
6 aylık hamileydim ve riskli bir hamilelik geçiriyordum. Bana sezaryen olmam gerektiği söylenmişti ama bir yandan da aranıyordum. Böyle bir zamanda Dersim’e, eşimin ailesinin yanına gittik. Eşimin geçmişten davaları vardı. Önce bir mitingde yakalanmış, sonra 1975 yılında vurulmuş bunların davaları, ama aslında bitmiş ya da düşmüş davalarmış. Tabii takip etmediği için sonuçlarını bilmiyordu. Devamlı kaldığımız evleri değiştirdik. Orada bir türlü Parti ile bağlantı sağlayamadık. İlgili arkadaşlar randevumuza gelmediler. Çalışmaya başlayamadık.
O dönem benim için Dersim halkıyla tanışma dönemi oldu. Sağlıkçı yönüm öğrenildi; köylü kadınlar sağlıkçıya gitmiyorlardı, enjeksiyonları için bana geliyorlardı. Terzilik yönüm vardı. Kadınlara bu yönde de yardımcı olmaya başladım; dikişlerini dikiyordum ya da kumaşlarını biçiyorum evde kendileri dikiyorlardı. Bunlar için ücret almıyorum diye bana tereyağı, yumurta, çökelek getiriyorlardı.
….
D.G.: Peki GKK’nın ordaki çalışmaları taban buluyor muydu? Bir de GKK ne demek?
N.H.K.: GKK, Geçici Koordinasyon Komitesi. Daha önce mutlaka anlatan olmuştur. 1976 öncesinde bir (KK) Koordinasyon Komitemiz vardı. Bu daha İbrahim zamanında Parti’yi geliştirip Parti görüşlerini oturtacak bir komite olarak kurulmuştu. Ve 76 yılında tepeden inmeci bir şekilde Parti görüşlerini değiştirmek istedikleri için özellikle İstanbul kitlesinin karşı çıkışıyla tasfiye edilmiş, atılmışlardı. … Buna gönderme olarak başına G geçici ismini koyarak Geçici Koordinasyon Komitesi kurdular. Yani Partide bir hizipleşme başladı. Ayrılanlar Partileşene ya da Partiyi ele geçirene kadar bir Koordinasyon Komitesi oluşturdular. Doğruluğu tartışılır ama daha sonraki Parti konferans kararlarında okuduğum; Parti içinde o zamana kadar ve ondan sonraki bazı hizipler dikkate alındığında GKK eleştirilerinde haklıydı. Ama “Demokratik merkeziyetçilik gereği eleştirilerini konferansa kadar götürüp orada savunabilmesi mümkündü, hizip yapmaları gereksizdi” diyorlar. GKK ise “bu kanallar ortadan kaldırılmıştı, eleştirisi olan arkadaşlar konferansa gidemesin diye bir bahane ile Parti üyelikleri düşürülerek tasfiye ediliyorlardı” diye böyle bir kalkışmaya girdiklerini söylüyorlardı. Ki aslında sonraki verilere baktığımda pek de haksız değillermiş. Gerçekten de GKK içindeki pek çok arkadaş Parti üyelikleri düşürülmüş arkadaşlardı.
D.G.: Peki, GKK nedir sorusunu sordum. Biraz daha açayım, GKK’ nin amacı nedir, neyi savunur? Merkezden farklı olarak hangi yolda ilerlemek ister, biraz bunlara değinebilir misiniz? Bu arada neler yaptı GKK?
N.H.K.: GKK’ ya katılan arkadaşlardan bir tanesi İsmail Çalıkıran, yanlış bilmiyorsam İstanbul bölgesinden çok iyi bir asker arkadaşmış. …….MK’nin örgüt görüşünden sapmakta olduğu, örgüt görüşünü yürütemediği… Gerilla savaşı hazırlık aşaması içinde kaldık. Hep hazırlık aşamasındayız. Bu hazırlık nedir, bir türlü hazırlanamadık? Gerçi bir dönem bu hazırlıklara yönelik bir çalışmalar oldu. Hem Dersim Bölgesinde hem de Toros Bölgesinde. Kamplar için yerler ayarlandı. Keşifler yapıldı. Yani dağa çıkılacaksa Toros Bölgesi Toros’a çıkmalı, Dersim Bölgesi Dersim’e çıkmalı. Yine yanlış bilmiyorsam Maraş-Kürecik Bölgesinde de böyle bir çalışma yapılmış. Gerilla eğitimine yönelik bir takım ön çalışmalar yapıldı ama bu çalışmalar hep sürüncemede kaldı. Bir türlü rayına oturmadı. Dolayısıyla en büyük eleştiri bu konuda geliyordu. Halkın tepkilerinin en yoğun olduğu 77-78 gibi yılları boş geçirdik. Onları devrime yönlendiremedik. Halkın o öfkesini dönüştüremedik. Eleştiriler en çok bu yöndeydi ve MK pasif olarak değerlendiriliyordu.
D.G.: Peki, Toroslarda nerelere çıktınız, nerelerde alan araştırması yapıldı? Torosların hangi kısmıydı?
N.H.K.: Yanlış hatırlamıyorsam Tekir Yaylası bölgelerinde böyle bir çalışma yapıldı. Ama daha aktifleşemeden GKK ayrılığı devreye girdi. Ve zaten biraz da sürüncemede bırakılmıştı. Biz heyecanla kampın başlamasını beklerken devamlı ertelendi.
D.G.: Peki, GKK Dersim’de bir karşılık buluyor muydu?
N.H.K. : Doğrusunu istersen GKK’nun Dersim’de çok büyük bir karşılık bulmadığını hatırlıyorum. Asıl bölünmeler İstanbul ve Adana’da olmuştu.
….
Mayıs sonunda oraya gitmiştik. Haziran geçti, Temmuz geldi. Zaten riskli bir hamileliğim vardı, erken doğum yaptım. Ve bir prematüre bebek dünyaya getirdim. Sağlığım bozuldu.
Temmuz sonlarına doğru annem, askerden izine gelmiş olan büyük kardeşim ve dokuz yaşındaki küçük kardeşimi de yanına alarak Dersim’e beni ziyarete geldi. Kardeşim ve eşim birkaç kez beraber çevredeki bahçelere gittiler. Bir dönüşte jandarmaya yakalanıyorlar ve jandarma onları alıp karakola götürüyor. Eşim aslında kaçabilir ama yanında kardeşim olunca, onu riske atmamak için kaçmıyor. Kardeşimin izin belgesi var, “ablam doğum yaptı, ziyarete geldim” diyor. Kimdir bunun ablası diye eve gelip kontrol yapmadılar. Hâlbuki o zaman ben hala aranıyordum. İkisini de bırakıyorlar ama eşimin asker kaçağı olması sebebiyle askerlik işlemlerini yapıyorlar, hemen yarın gideceksin diyorlar. Meğer davaları takipsizlikle bitmiş, aranmıyormuş. O arada Parti hala bizimle bağlantı kurmamış.
B.Ç. kendisini boşlukta hissediyor. Askerlik işlemlerini yapmışlar. Tam da legale çıkmışken, kaçarsa asker kaçağı olacak. Ertesi gün yola çık diyorlar. Ve ben aranır durumdayım, hastayım, evde bebek var. Bir yerlere gidebilecek durumda değilim. Eşim o boşluk içinde askere gitmeye karar veriyor ve ertesi günü teslim olmak üzere yola çıkıyor. Kardeşim ile beraber İstanbul’a gidiyorlar. Annem de bir zaman sonra İstanbul’a geri döndü. Alibom arandığı halde beni ziyaret etmeye devam etti. Bana yazıları getirmeye başladı. Aktif görev alabilmem için sağlık durumumun düzelmesini bekliyorlardı. O arada eşimin ailesi bana baskı yapmaya başladı. Eşim askere gidince rahatladılar. Alibom ile görüşmemi engellemeye, siyasetten uzak tutmaya çalışıyorlardı. Ben kadınım nasılsa, engel olabileceklerini düşünüyorlar.
D.G.: Sene kaç?
N.H.K.: 81 yılı ağustos ayı… Eşim, bir aylık askerken mektuplaşmalar sırasında sağlığımın kötü olduğunu öğrenince (ki 35 kiloya düşmüştüm) bir gün çıkıp geldi. Beni alıp İstanbul’a ailemin yanına götürdü.
Bu arada şöyle bir durum oldu; annem geldiği zaman bizim resmi nikâhımız, bebeğin de nüfus cüzdanı olmadığını öğrendi. Devamlı sağlık kontrollerine götürüyoruz; nüfus cüzdanı olmak zorunda. Ben de aranıyorum. O sırada onun kuzeni bizim köyde muhtardı. Kuzeniyle bir telefon görüşmesi yapıyor. “Ağabey durum böyle, sen el altından yap bunun nikâh kâğıtlarını bize gönder” diyor. Ve kuzen dayımız, nikâh kâğıtlarını yapıyor postayla gönderiyor. Ama o sırada eşim askere alınıyor. Tam askerden döndüğü sırada kâğıtlar da gelmiş oluyor. Elimizde her şey hazırdı. Nüfus memurluğunda da akrabalarımız var. Hemen gittik, nüfus memurluğunda arkadaşlar bizim evlilik işlemlerimizi yaptılar. Evliliğimiz resmileşti. Böylece çocuğun nüfus cüzdanı çıktı. Benim soyadım Köymen’den Çağrı oldu. Neslihan Havva Köymen aranıyor ama Neslihan Havva Çağrı aranmıyor. 12 Eylül’de muhtarlar ya da evlendirme memurlarının her evlenen çifti sıkıyönetime bildirme zorunluluğu vardı. Böylece aranan kişileri yakalayabilme şansları olacaktı. Fakat dediğim gibi Rize’de annemin kuzeni ve Mazgirt’ de nüfus memurluğundaki akrabalar sayesinde sıkıyönetime bildirilmeden resmi nikâhımızı yaptırmış olduk. İyi ki yaptırmışız, sonraki yıllarda eşim tutuklandığında en azından resmi evli olmamız işimize yaradı. Çünkü 12 Eylül sonrası artık resmi olarak birinci derecede akrabaların dışında hiç kimse cezaevlerine ziyaretçi olarak alınmıyordu. İkinci dereceden akrabalar ancak savcılık kararlarıyla girebiliyorlardı. Mesela bir dedenin torununu görebilmesi için gidip savcılıktan kâğıt alması gerekiyordu.
Eşim Çatalca’da bir aylık askerken hastaneye diye çıkıyor İstanbul’a ailemin yanına geliyor. Karar vermiş İstanbul’dan da Tunceli’ye gelecek. Bir de yanına boş bir izin belgesi alıyor. Kardeşim C. o zaman Adana’dan İstanbul’a dönmüş. Zaten A.G.’in yakalanması nedeniyle İstanbul’dan uzaklaşmıştı. A.G. ’de çözülmeyince geri dönmesinde bir sakınca olmamıştı. Onunla oturuyorlar patates baskısı sahte bir izin belgesi hazırlıyorlar. O sahte izin belgesiyle İstanbul’dan Mazgirt’e geliyor. Geldiği gün nikâh işlemlerini yapıp, ertesi günü de İstanbul’a doğru yola çıktık. Beni ailemin yanına bıraktı, kendisi de hemen hastaneye gitti. Daha önceden vurulduğunda, omuriliğin yanından giren kurşun yukarıya doğru hareket etmiş. Hem diyaframı hem akciğeri delerek önden çıkarken akciğerde bir iz oluşmuş. Bu izden dolayı onu hastaneye sevk etmişler. Dolayısıyla hastaneye yatırılıyor. Bir hafta sonra bu durum ortaya çıkıyor. Ve birliğine geri gidiyor. Ama o arada gideli on gün olmuş fakat bir haftasını hastanede yatmış. Zannediyorum bir yazıcı ile iş birliği yapıp o üç günlük boşluğu bir şekilde kapatıyorlar.
Yanlış hatırlamıyorsam, 1982 Ekim ya da Kasım ayı benim aranmama neden olan Nihat Erim’in cezalandırılma olayı ile ilgili kişiler yakalandılar. Ve o olayda ismi geçen Kadın militan (yanlış hatırlamıyorsam Özden isimli bir kadın militandı) açığa çıktığı için ben temize çıkmış oldum. Ve bana hiç ulaşılmadan, aranma durumum ortadan kalkmış oldu.
D.G.: 1980 öncesi yaygın olan sol içi çatışmalardan zarar gördünüz mü? Hareketiniz bu çatışmaların hiç taraf oldu mu? Hareketinizin bu çatışmalara bakış açısı neydi? Belirli bir tavrı var mıydı? Sizi etkileyen bir sol içi çatışma oldu mu? Bunlar karşısında ne düşündünüz ne hissettiniz?
N.H.K.: Çeşitli sol guruplar arasında çatışmalar vardı. Halkın Kurtuluşu ile PKK arasında, Dev-Yol ile Dev-Sol arasında, PKK ile Dev-Yol arasında böyle çatışmalar oluyordu. Bu çatışmalar bir ara Adana’da o kadar yoğunlaştı ki, önünü kesmek için taraf olmak zorunda kaldık. Bizim arkadaşlar aracı olmak istiyorlar. Bir taraf kabul ediyor, diğer taraf reddediyor. Bizimkiler de uzlaşmayı kabul edenlerin yanında olacaklarını deklere ediyorlar. Askeri olarak çok güçlü olduğumuz için diğer taraf uzlaşmak zorunda kalıyor.
Eşimin 1975 yılında bir yaralanma olayı olmuştu. Diyarbakır’da bir mitingde bir Kurtuluşçu tarafından vurulmuş. Demek ki Kurtuluşçular o zaman bizimle çatışıyorlarmış. Sosyal Faşistler/Maocular gibi ayrışmalar, birbirlerini karşı devrimci gören guruplar vardı. Bizim de karşı devrimci gördüğümüz PKK, TKP ve İGD gibi guruplar vardı. Ve onlar da bizi karşı devrimci görüyorlardı. İGD’lilerin arkadaşlarımıza saldırısını daha önce anlattım.
Herkesin zannettiğinin tersine, bizim zamanımızda örgüt içinde özellikle cezalandırmaya kadar varan çatışmalar olmadı. Bu sonraki yıllarda olmuş. Parti içinde cezalandırmalar vardı. Ama rütbe düşürme, örgütten atma, kınama biçiminde cezalardı. Fakat Dersim’de bir olay gelişmiş. Levent Beğen diye bir arkadaşımızın Dev Yol’cu bir öğretmeni cezalandırdığı olay…
D.G.: Anlattılar.
N.H.K.: Kendi inisiyatifi ile insanların dolduruşuna gelerek yapmış. Bundan dolayı Parti o kişiyi sorumlu tuttu ve saflardan attı. Parti’nin bir kararı olmamasına rağmen Parti özeleştiri verdi. Ama polise teslim etme ya da başka bir cezalandırma olmadı. Bizde ne olurdu? Bazıları bulundukları mevkileri kullanarak sevmedikleri arkadaşlarının gelişimini engelledikleri olmuştur. Parti içinde herhangi bir suç uydurarak ayak kaydırmalar, rütbe düşürülmesini sağlamak gibi olaylar olmuştur. Bu tip durumlar kulağımıza geldi.
….
D.G.: Bu tarih aralığında HB (Halkın Birliği), HK (Halkın Kurtuluşu), HY (Halkın Yolu), TSİP (Türkiye Sosyalist İşçi Partisi), İGD (İlerici Gençler Derneği), Aydınlık, Kurtuluş, Dev Yol vb. gibi siyasi hareketlerle ilişkileriniz nasıldı? Bu hareketlerin çıkarttığı yayın organlarını takip ediyor muydunuz? Bu siyasi hareketlerle merkezi ya da bölgesel/yerel düzeyde ilişkileriniz ve ittifaklarınız oldu mu, olduysa nasıl oldu? Örneğin ortak kampanyalar oldu mu hiç? Dönemin iktidarına karşı mücadele eden diğer sol kesimlerle hareketinizin ilişkileri nasıldı?
N.H.K.: İstanbul’da olduğum zaman 77’de olsa gerek bir ortak miting hatırlıyorum. Bütün örgütlerin ortak eylemi şeklinde Sultanahmet’te yapılmıştı. Ve bu mitingin adı zamları protesto mitingiydi. Askeri anlamda eylem birlikleri de oluyormuş. Mesela Marksist-Leninist Silahlı Propaganda Birliği’nden bir arkadaşla tanışmıştım. Cemil Oka zamanında özel bir eylem birliğine gidildiğini ve bu vesile ile onunla tanıştığını anlatmıştı. Sanırım Paşakapısı’ndan bazı arkadaşların kaçırılması bu eylem birliğiyle gerçekleşmiş. Adana’da nöbetlere beraber çıkıyorduk. Ortak birtakım mitingler yapılmıştı. Bir eylem birliği ile Niğde cezaevindeki arkadaşların kaçırılması söz konusu olmuştu. O konuyla ilgili İstanbul Bölgesinden Proleter dediğimiz H.G. ve bizden Pala takma adıyla tanınan B.Ç. görev aldılar. Ama tünel açığa çıktı, kaçırma gerçekleşemedi.
Gazeteler dediniz. Evet, diğer gurupların gazetelerini/dergilerini takip edip okumaya çalışırdık. Onların görüşlerine karşı çıkıyor ve de aynı örgütte bir araya gelmiyorsak eleştirilerimizi güçlendirmek için yayınlarını okumak zorundaydık.
Aydınlık Dergisi demiş, Aydınlık gurubuna değinmiştiniz; Aydınlık karşı devrimci oldu. Sonraki yıllarda bizden ve başka guruplardan devrimcileri özellikle 1 Mayıs Mahallesi’nden pek çok devrimciyi gazetelerinde deşifre ettiler. Devletin yanında, devletten çok devletçi oldular. Devletin muhbirliğini yaptılar.
….
D.G: Hareketinizin 12 Eylül darbesine karşı bir hazırlığı var mıydı? Bunu konuşabiliriz.
N.H.K.: Daha 1978’lerde aramızda tartışırken ya da yanlış hatırlamıyorsam Parti yazılarında bir darbe olasılığından bahsediliyordu. Bizimki gibi ülkelerde gidişat her zaman böyledir; devrimci rüzgârlar yükseldiği zaman doğal olarak karşı devrimci önlemler de yükselecektir. Özel olarak darbeye karşı bir önlem aldığımızı hatırlamıyorum. Yalnız, biz ilkesel olarak illegaliteyi iyi uygulayan bir örgüttük. Bundan dolayı darbe olduğu zaman pek çok örgüt en tepeye kadar çökertildiği halde bizim çökertilme sürecimiz 12 Eylül’den bir-iki sene sonraya, 83-84’lere kadar uzadı. Tabi ki 12 Eylül döneminde içerde kadrolarımız, çökertilen bölgelerimiz vardı.
Arkadaşlarım yakalandılar, Dersim Bölgesinde yakalanan birtakım arkadaşlar çözüldüler. Özellikle P.Ç. bulunduğu her bölgeyi ve tabi Adana’yı da olduğu gibi ele verdi. İçimizde çok fazla Dersimli olması ve her yer de birlikte çalışmaları en büyük zaafımız oldu. Dersimliler, birbirlerini çok iyi tanıyorlar. Bazen illegalite komik oluyordu. Yani siz illegalite uyguluyorsunuz ama bu sadece benim gibi başka bölgelerden, başka milliyetlerden arkadaşlara karşı bir gizlilik oluyor. Bazen bir arkadaşa kendi ismiyle hitap edildiği oluyordu. Ama biz gerçekten onun adı olduğunu bilmediğimiz için “burada da böyle bir takma ad kullanıyor demek ki” diye düşünüyorduk. Böyle olunca Dersimli biri çözüldüğü zaman vereceği kişi de çok fazla oluyordu. Ve P.Ç. ben hariç herkesi verdi, hamile eşini bile verdi, her eylemi anlattı. Mete Dalgın ve B.Ç. “onu da verirsen seni öldürürüz” diye onu tehdit etmişler de beni öyle vermemiş.
Mesela eşim işkence görüyorken, eşi ona “artık yeter sus, bak bu adamı öldürecekler” diyor, o polisleri çağırıyor; “Bakın karım bana böyle diyor” diye onu şikâyet ediyor.
….
Eşim Çatalca’da askerdeyken gözaltına alındı. Bir yedek subay bana telefon ederek durumu haber verdi. “B.Ç.gözaltına alındı. Benim haber verdiğimi söylemeyin. Kendiliğinizden onu ziyarete gelmiş gibi yapın, böylece durumundan resmen haberiniz olsun.” dedi. Ertesi gün gidip B. Ç. İle görüşmek istiyorum, O burada yok diyorlar. Yedek subayı ile görüşeyim diyorum, çağırıyorlar. Böylece ben sanki oraya ziyarete gitmişim de B. Ç.’nin tutuklandığını öğrenmişim gibi yapıyoruz.
D.G: Hareketin ilk oluşumundan itibaren muhalif kimliği ile hayatını kaybeden birçok insan var. Bu insanlardan bazılarının isimlerini okumak istiyorum:
Meral Yakar, Ali Haydar Yıldız, Ahmet Muharrem Çiçek, Atilla Özkan, Mehmet Kocadağ, Erdoğan Yalçıngil, Naci Güven, Tuncay Bali, Cemil Oka, Hüseyin Aslan, Hüseyin Çaparoğlu, Cuma Gül, Hasan Yıldırım, İsmail Poyraz, Hasan Kızılkaya, Müzeyyen Keskin, Zülfikar Uralçin, Mehmet Zeki Şerit, Selahattin Doğan, İsmail Hanoğlu, Sırma Boyoğlu, Ali Yılmaz, Orhan Bakır, Efendi Diril, Raci Yılmaz, İbrahim Kara, Ali Geçgel, İrfan Çelik, Haydar Aslan, İhsan Parçacı, Süleyman Cihan, Behzat Firik, Ali Sarıbal, Veysel Uyar, Erdoğan Tekin, Ali Uçar, Niyazi Gündoğdu, Medet Özbadem, Hasan Hakkı Erdoğan, Hayrettin Bakış, Zeki Uygun, Aziz Vatan, Bedi Avcı, Erhan Gencer, Nezih Uzuner, Kahraman Yılmaz, İsmail Özgül…
Yukarda sayılan isimler arasında birlikte faaliyet yürüttüğünüz kişiler var mıdır? Varsa sizde bıraktığı izler nedir? Ne gibi çalışmalarınız oldu? Ya da yaşadığınız ortak olaylar var mı? Bu kişilerin ölüm haberini aldığınızda neler hissettiniz? Bu listede yer almayan ama hayatını kaybeden ve yakından tanıdığınız birileri varsa, onlar kimlerdir ve hangi alanda faaliyet yürütmüşlerdi? Bunlardan da bahsedebilirsiniz.
N.H.K.: Sırma Boyoğlu benim çalışma alanım Tuzla’nın Yayla Mahallesinde yaşıyordu. A.B. abisi, Ali Rıza Boyoğlu amcası (ki listede adı yok ama 22 Kasım 1986 ‘da Dersim’de şehit düşmüştü). Sırma Boyoğlu liseli bir kız arkadaştı. Benim bildiğim örgütlü bir sempatizandı. Ailesiyle tanıştım ama onunla tanışmadım. Ali Rıza ile bitişik fabrikalarda çalıştığımızdan dolayı karşılaşma şansım oldu. Klasik bir işçi havasında kararlı bir arkadaştı. Aynı komitelerde yer almadık. Bu anlamda ancak dışarıdan gördüğümü söyleyebilirim. Çevresinde saygı uyandıran bir arkadaştı. Saydığınız isimlerden Ali Sarıbal’la aynı çevrede çalışıyor olmamızdan dolayı karşılaştım. Ali Sarıbal Diyarbakır tarafına gönderilmişti. Orada tutuklanıp sorguda şehit düştüğünü İstanbul’da öğrenmiştim. İsmail Hanoğlu ile aynı birimde yer almadım. Bir eyleminin şahidi olmuştum.
İhsan Parçacı ile beraber Diyarbakır’da bir çatışmada şehit olan Haydar Aslan B.Ç.’nin halasının oğludur. Burada ismi geçmeyen daha önce bahsettim Alibom/Ali Haydar Aslan var. Ondan bahsetmiştim. O bölgede çok değerli askeri yönü de güçlü bir arkadaştı. Sanırım 1976’da da İstanbul’da işçi kesiminde yer almış. Yanlış hatırlamıyorsam o 1983’te, oğlu Mehmet Zeki Aslan ise 1996 yılında şehit oldu. Mehmet Zeki’yi tanıdığımda daha ufacık bir çocuktu.
Tabi bu arada Süleyman Cihan’la da karşılaştığımı anlatmıştım. Tanıdığımı yakın bir zamanda farkına vardım. Bir fotoğrafını gördüğüm zaman birdenbire hatırladım. Sakin ve ağırbaşlı bir arkadaş olduğunu hatırlıyorum. Tabi daha eskileri tanımam mümkün değil. Yani Meral Yakar falan ben o zaman çocuktum. İrfan Çelik zaten DHB tarafında kalmış bir arkadaştı. Hiç bağımız olmadı. Kamile Öztürk ile mahkemeler sırasında, Kazım Çelik ile Dersim tarafına giderken sanırım Adana garajında tanışmıştım. İsmini saymadıklarından tanıdıklarım Hatice Dilek ve Cemal Keser var. Hatice ile yakın arkadaştık. Cemal ise firar ettiğinde on beş gün kadar evimizde kalmıştı.
Ama Hakkı Erdoğan’la 1984’te ölene kadar uzunca bir bağım oldu. O benim son sorumlumdu. Çok munis, alçakgönüllü, sevecen bir insandı. 1981’de İstanbul’a geldikten sonra Partiyle yine bağlantı kurdum ve tekrar özeleştirimi verdim. O ara bir fabrikada çalışmaya da başlamıştım. Teknik yönümden yararlanmaya karar verdiler. Hakkı Erdoğan ile görüştük. O bana birtakım pasaportlar, örnek mühürler getirdi. Bunlarla ilgili kendilerine yardımcı olup olamayacağımı sordu, olurum dedim. Ondan sonra beni başka hiçbir görevin içine çekmediler. Sadece mühür hazırlıyordum. Bazı ülkelerin giriş-çıkış mühürlerinin örneklerini getiriyorlardı ki başka arkadaşların pasaportlarından örneklerdi bunlar, onları aydıngere çiziyordum. Işıkla bozunan özel bir kimyasal madde ile kaplı metal plaka üzerine aydıngeri koyup ışıktan geçirdiklerinde ışık gören yerler bozuluyor, çizgiler kabartma olarak kalıyordu. Bunu stampaya dönüştürüp damga olarak kullanıyorlardı. Ama bir kez kullanılabiliyordu. Giriş-çıkış mühürlerini her defasında yeniden yapıyordum, çünkü tarihler de değişiyordu. Resim üzerindeki soğuk damgaları doğrudan ben yapıyordum. Bunun için o zaman büyük beş liralıklar vardı, lira yazan bölümünü aşındırmış çerçevesini bırakmıştım. Yarısı resmin üzerine gelecek şekilde yerleştiriyor bir çekiçle üzerine vurarak soğuk damgayı yapıyordum. Pasaportlar bittikten sonra da benim denetimimden geçiyordu. Dikkati çeken sıra dışı bir durum var mı, örneğine uygun olmuş mu diye bakıyordum. Dolayısıyla yurt dışına giden herkesin pasaportu elimden geçiyordu. Pasaportlar elime geçtikçe isimleri öğrenmemeye, resimlere bakmamaya çalışıyordum. Tabi böyle bir görevde yer aldığım için yine beni korumaya aldılar. Başka bir göreve çekmediler.
1983’ün kışı olsa gerek yine ciddi bir tutuklanma oldu İstanbul’da. Hatta tutuklananlardan biri de S.M. isimli bir kadın arkadaşımız idi. Gazete resminde alayla gülümseyen bir S.M. hiç unutmuyorum. Hakkı Erdoğan’la buluştuğumuz evlerden birinde onunla karşılaşmıştık. O tutuklamada ismim bilinmeden deşifre edildim. Tutuklananlardan zannediyorum İK’den biri, onun adını M.B. eşinin adının da G. olarak hatırlıyorum; düzgün konuşan memur tavırlı diye beni tarif etmiş. Tutuklanan kadın arkadaşlar içinde benimle karşılaşmış, tanışmış olanlar vardı. Onlar hemen beni tarif ettiğini anlamışlar. Adımı bilmedikleri için Ozan’ın annesini verdi diye anlattılar. Randevuma polis de getirmiş. Fakat bu arada ben Adana’da tutuklu olan eşimden dolayı gidip gelişlerimin birinde birinci randevuyu kaçırmıştım. İkinci randevuya da biraz temkinli gitmiştim. Uzaktan izledim. Çevredeki hareketlilik dikkatimi çekti, randevu yerine gitmedim.
D.G: Sorularımızı sonlandırdık. Konuşmamız gereken birçok şeyi konuştuğumuzu düşünüyorum. Sadece şunu sormak isterim, aralarda konuştuk. Sorumu sormak istiyorum, hiç gözaltı yaşadınız mı? Ya da gözaltı yaşamaya yakın bir şeyler oldu mu? Eşinizin zannediyorum gözaltı ve tutukluluk hali var. Onu da eşinize soracağız.
N.H.K.: Mahkûmiyeti de var.
D.G: Göz altılara dair bir şeyler söylemek isterseniz tanık olduğunuz. Bunu alabiliriz.
N.H.K.: Gözaltı ya da tutukluluğum olmadı.