Zeynel Demirçivi (Z.D:) (1958) ©2017 Onur Vakfı
Görüşen Kişi: Yücel DEMİRER (Y.D.)
Z.D: Sabah kalkışta bir kere vardı, sabah kalkışta lavaboya, tuvalete götürüler mesela, koğuşlar 80-90 kişilik koğuşlar, bir koğuş 20 dakika da tıraş olur mu yahu,
20 dakika da tıraş olma şeyi koymuşlar oraya, sabahtan başlayıp anlatayım ki güzel anlaşılsın, sabah tuvalete gideceğiz gitmek istemiyoruz, kapı açılıyor zaten şu kadar koridor bir grup buradan sıraya dizilmiş bir grup oradan, kapıl açıldığında başlıyorlar sana vurmaya tuvaletten içeri girinceye kadar, koridorda bayağı uzun bir yer orada en az dayak yemenin yolu düşmeyeceksin düştün mü kalkana kadar, düştün mü kalkacaksın kaçacaksın, tuvalete girinceye kadar dayak yiyeceksin orada en az dayak yiyeceksen ki düşün ikişer ikişer yiyorsun o az eğer dayanamaz düşersen öyle durma yok kalkıp tuvalete gideceksin, tuvalete gittin mi bu sefer zaman koymuş oraya yani öyle bir durayım, nefes alayım şu ağrılarım dinsin ondan sonra çıkayım da yok hemen 80 kişiye diyelim tutmuş 10 dakika da tuvalet işini göreceksin birde dışarı çıkman var dışarı çıkınca da aynı yöntem içeriye girinceye kadar.
Görüşmeden Siyasi İlişkiler – Çalışmalar – Gözaltı – Mahkemeler – Cezaevleri ile ilgili bölüm:
Biz Ovacık’a yakın birkaç köyden de toplam bir 10-15 kişi biz gece bir mağaraya girdik…
Z.D: “İşte ortaokul bitti artık lise yılları, lise yılları artık yavaş yavaş yani bu dönemde bir yandan okurken demin dediğim gibi romanlar-kitaplar okuyoruz yani Marksist Leninist klasikler henüz elimizde yok ama bol miktarda okuyorum özellikle ben, babam da yada işte demin dediğim amcamla gazeteleri günlük okuyoruz, 73’e gelindiğinde, İbrahimleri okula geliş gidişte yollarda gençleri görüyoruz mesela İbrahim’i sanki hatırlıyorum bir cumartesi böyle kalabalık köye giderken tanımadığım böyle değişik tiplerle işte bizim köye varmadan başka bir köye ayrılıp gittiler, dere kenarında böyle zaman zaman değişik tipler görünce ‘A işte bunlar Deniz’ diyoruz, çünkü radyo dinliyoruz onların kaçtığını devletin peşine düştüğünü biliyoruz, böyle yorumluyoruz kendi kendimize işte 1973-74 arası böyle geçti.
“1974’ün sonlarına doğru 1975’te, Tunceli öğretmen okulunda okuyan arkadaşlarımız, Nadir Demirçivi, M.U. amcamın oğlu M. vs. Ovacık’a geldiklerinde İbrahim’in afişini getirdiler. İbrahim’in afişini Yeşilyazı’da hamurla, un hamurundan yapıştırıcı yaptık ve astık…Ondan sonra mumlu kâğıda yazılmış bildiri getirdiler, bana ve birkaç arkadaşa verdiler.”
Y.D: Size getirildiğine göre belli bir siyasallaşma, öne çıkma var mı?
Z.D:“Daha tam öne çıkma yok, ama getirdiler beni çekmek istiyorlar… biz o bildiriyi gerilla teksiriyle çoğaltmaya çalıştık hatırlıyorum, saman kağıdıyla. Ama üç top saman kağıdından, yalnızca yarım bildiri çıkıyor hep boşa gidiyordu ve lisenin teksirini çalmaya karar verdik. Teksirde kocaman, biz o teksiri 5-6 kişiyle kaçırdık yani o teksiri okulun hemen yanı başında bir yerde saklayabilirdik ama biz gece sabaha kadar 3-5 arkadaş götürmüşüz, Tanzi diye bir köy var, köyün sırtını böyle dağa dayamış o dağın tepesinde bir yere koymuşuz demek ki acemilik, korku ondan sonra o bildirileri o teksirle çoğalttık ve çok işe yaradı.Bu süre içerisinde bizim 5 temel belgeyi küçük küçük belgeler halinde yazmışlardı, buna ek olarak birde ‘Patron ağa devletini yıkacağız’ diye bir broşür vardı, yani sanıyorum sadece Ovacık, Tunceli değil, bizim tüm Türkiye çapında çıkarılan, yani 1974 affından sonra çıkıp partimizi yeniden örgütlemeye çalışan Koordinasyon Komitesi’nin ilk hazırladığı şeylerdi ve bunları getirdiler bize, denilebilinir ki işte TKP/ML’nin siyasal düşünceleri yada Kaypakkaya düşüncelerinin bize ilk iletildiği yazılı belgeler bunlar.
“O dönemde yanlış hatırlamıyorsam teksir yazıları da vardı ama neydi bilmiyorum, galiba Kemalizm yazılarıydı. Bu yazıların dışında Ovacık’a gelen başka siyasi hareketlerde yoktu, 1976’nın Haziran aylarıydı amca oğlu dediğim B.İ. gelip gidiyor bu bilgileri, bildirileri, afişleri ya da bu belgeleri getiriyor, bize veriyor işte okulda ve köyde dağıtmamızı söylüyor birkaç arkadaşla birlikte. Yani artık resmi düzeyde ilişkimiz bir yere bağlanmış Baki’yle götürüyoruz, 1976’nın Haziran ayında bu B. arkadaş bizim köye geldi, birkaç tane isim verdi, bizim köyde okullarda tatil olduğu için İstanbul’dan, Türkiye’nin değişik yerlerinden öğretmenlik yapan, okuyan arkadaşlar köydeler, 7-8 arkadaşın ismini verdi, dedi bunlarla sabahtan, şafak sökmeden karanlıkta görüşeceğiz.
Biz Ovacık’a yakın birkaç köyden de toplam bir 10-15 kişi biz gece bir mağaraya girdik ışık aydınlandıktan sonra. Bizi bu Koordinasyon Komitemizin hazırlamış olduğu Halkın Birliği ve Partizan diye adlandırdığımız ve ayrışmayı sağlayan o yazıyı gün ışıyınca okuduk. Hakikaten İbrahim’i reddeden, İbrahim’in düşüncelerini reddeden, ileride açma fırsatı olacak bunlar hangi noktalarda diye, o yazıyı okuduk takriben saat 3’te 4’te yani gün ortasında. Ben tavır takındım, yani teorik seviyem çok ileri değildi ama, o okuduğum broşürde o yazının İbrahim’in düşünceleriyle çeliştiğini, İbrahim’in görüşlerine ters geldiğini, İbrahim’i reddeden bir anlayış olduğunu çıkarmıştım.
İlk önce ‘İbrahim yoksa, halk savaşı yoksa, gerilla savaşı yoksa bende yokum’ dedim. Ben mağaradan çıktım, benimle birlikte biraz önce konuşmamın bir yerinde geçen Mazlum Eren, (sonra bizim iyi bir elemanımız oldu, ilik kanserine yakalandı, yurt dışında öldü getirdik cenazesini) ve M.U…. M.U. şuan da yaşıyor biz üçümüz tavır takındık ve terk ettik toplantıyı, tabi bunlar beklemişler karanlığı yada bizden sonra çıkmışlar mı çıkmamışlar mı bilmiyorum ama akşam bizim köye geldi. Ben B.yi köye almadım, ‘Oportünistlere burada yer yok’ diye köyden kovdum.
Gitti, bir 15-20 gün sonra döndü geldi bizi yine bir araya topladı dedi ki işte siz haklıymışsınız bende bu Koordinasyon Komitesi’nin yazısının Kaypakkayı’yı reddeden, Kaypakkayı’yı inkar eden bir görüş olduğunu düşünüyorum.
Şimdi şurasına özellikle değinmek gerekiyor bu 74 affından sonra genelde 12 Mart döneminde THKP/C olsun, Halkın Kurtuluşu olsun ve Kaypakkaya düşüncesini savunanlar olsun 74 affından sonra hemen hemen hepsi çıktılar, tahliye oldular fakat TİİKB içerisinde tavır koyup İbrahim’le birlikte ayrılan ve TKP/ML’nin kuruluşunda yer alan M.O., A.K. ve S.Y. gibi bu 3 arkadaşımız tahliye olmadı onun dışında tahliye olanlar partinin düşünceleri çerçevesinde örgütü yeniden toparlamak, neticede 12 Mart’ta bir yenilgi almıştı parti, liderini kaybetmiş diğer liderleri içeriye düşmüş çok önemli bir kadrosu Meral Yakar şehit olmuştu, Kutsiye Bozoklar çatışmada yaralanmış daha sonra da felç oldu yani örgüt yenilmiş, Koordinasyon Kurulu’nun görevi yani oluştururken de önüne koyduğu TKP/ML’nin özeleştirisini yapmak, neden yenildik, yenilgilerden ders çıkarmak ve önümüzdeki sürece merkezi düzeyde gerekli çalışmaları yapıp yeniden örgütleme yapmaktı. Fakat bu Koordinasyon Kurulu, işte sözünü ettiğim 1976’nın Nisan’la Mayıs’ına Haziran’ına kadar bizim elimize Haziran’da geçtiğine göre, çünkü o dönemki iletişim sorunlarını dikkate alırsak en azından bir 15-20 gün geçmiştir, işte öyle bir çalışma beklerken böyle darbeci bir anlayışla yukarıdan tartışma yapmadan partinin görüşlerini ters yüz eden bir anlayışla gelince ister istemez tavır takındık.”
Şimdi orada biz tavır takındığımızda bizim işte yurt dışı İstanbul’a gelip giden bir arkadaşımız vardı, geldi bir keresinde böyle sohbet ederken dedi ki ‘İstanbul’da da sizin gibi düşünenler var. A.C. diye biri oda bu Koordinasyon Kurulu’nun yazılarına itiraz etmiş yine Cerrahpaşa’da Y.Y. diye biri var, senin gibi düşünüyor onlarda’.
“1977, şimdi lisedeyim yani benimle gelip ilişki kuruyorlar ama daha deyim yerindeyse inisiyatifi ele almış biri değilim. 19 Mayıs’larda tüm okullarda olduğu gibi bizde de özellikle, böyle gelişmiş bir okuldu çünkü, özel olarak hazırlanırdık işte siyah şort, beyaz atlet beyaz ayakkabı işte kule hareketleri değişik fizik hareketleri yapardık. Bu Amerika’dan Türkiye’ye kakalanan değişik spor sistemi, bu kasa minder hareketleri böyle ona hazırlanmışız tam 18 Mayıs günü okulun önünde, lisenin önünde toplanmış 150 tane belki de 200 tane öğrenci esas duruşa geçmişiz işte mesafe böyle düzenli kaideli bir öğrenci dizilişi var, müdür basamağın üzerinde öğretmenlerde onun yanında, müdür bize anlatıyor,‘19 Mayıs bayramında kaymakam gelecek, hükümet gelecek, vatandaş gelecek iyi hazırlandınız orada düzenli bir gösteri yapın sizden bunu bekliyorum’ manasında bir konuşma yaptı. Tam o merdivenlerden inerken ben hemen onun yerine çıktım sesimde biraz gürdür şimdi olduğu gibi, işte ‘Arkadaşlar, bugün 18 Mayıs, devrimci hareketin önderi İbrahim Kaypakkaya’nın Diyarbakır işkence hanelerinde katledildiği gündür!’ diye kitleye hitap ediyorum. Ama o müdür nasıl böyle basamaktan inerken ayağı üzerinde böyle kalmış, inemiyor millet donmuş, öğrencilerde dondu öğretmenlerde tabi dilimizin döndüğü kadar. Zamanı da rasyonel kullanarak böyle bir konuşma yaptım.”
Y.D: Planlamış mıydınız yoksa kendiliğinden mi?
Z.D: “Yok yok spontane, hiç planlama yok öncesinde yani şöyle yapalım böyle yapalım yok. Yanımdaki arkadaşlarım bile şaşırdılar bunun nasıl olduğuna, yani ondan sonra hem arkadaşlar arasında hem yani devrimci arkadaşlar arasında hem okulumda hem de öğretmenler arasında da artık böyle bakılır, dinlenir sözü kaale alınır oldum. Bende kendime gelmiştim, bu işi götürürüm en azından herhalde diye. O çıkış sonrasında denilebilir ki Ovacık’ta devrimci bir kişi olarak öne çıkmıştım.. O iyi bir çıkış olmuştu.”
“Bu ayrılık zamanında bu sözünü ettiğim mağaraya giden arkadaşların çoğu kesinlikle çoğu o süreç içerisinde bizden koptu, Kawa’ya gittiler. Şimdi bu Kawa hareketinin çoğunluğu bizden ayrılma özellikle uluslararası alanda Sovyetler Birliği’ni‘ sosyal emperyalizme’ yoruyor olmaları, Kürt sorununu da soruyor olmaları bizi sosyal emperyalizm konusunda kabul etmeleri dolayısıyla bize daha yakın dururlar. Ve bizim çoğu arkadaşlarımız-ki bunun kurucularından birisi İbrahim’in arkadaşıdır D.K. denilen arkadaşımız, hocamız, abimiz, İbrahim’in en yakınlarındandır hatta bir ara deniliyordu İbrahim’in bir defteri onda var yani İbrahim’in çok yazıları var kayıp, bir defteri de onda var yani bu mağaradan çıktığımız arkadaşlarımızın çoğu, hatta İbrahim’in o ilk afişini astığımızda hamuru yapıp duvara asan arkadaşımız da Kawa’ya gitti. Ama biz Ovacık’ta öyle bir çalışma yapmışız ki hiçbir siyasi hareket yok, yani oda şöyle bir şey koordinasyon kurulunun TKP/ML’ye Türkiye devrimci hareketine verdiği o kadar büyük bir zarar var ki mesela bizim dışımızdaki hareketler THKP/C kökenliler Dev-Genç, Dev-Yol daha sonra Dev-Yol’la Dev-Sol ayrıldı onlar mesela aftan sonra hemen bir araya geldiler, bizim gibi. Biz nasıl Koordinasyon Komitesi oluşturduysak onlar da hemen dergilerini çıkardılar, gazetelerini çıkardılar kitlelere gittiler. THKO yine öyle,KızılBayrak TDKP olduktan sonra açıklamıştı Halkın Kurtuluşu olarak gazetesini çıkardılar sonra başka şeyler çıkardılar. THKP/C’den ayrılanlar Halkın Yolu, yine kendi çapında birtakım dergiler çıkardılar, bizimkilerse oturdular. Koordinasyon Kurulu dediğimiz arkadaşlar o süreci boş geçirdiler, bir iki tane yazı işte bir iki tane broşür çıkardılar ondan sonra İbrahim’in savunduğu görüşle hiçbir ilgisi olmayan yazılar yazdılar.
O 3 yıllık, 74 affıyla 76 arasındaki zaman TKP/ML açısından hakikaten boşa geçmiş zaman, harcanmış bir dönem olarak adlandırılabilir. Eğer Koordinasyon Kurulu amacına uygun, yani kurulduğu gibi işe başlasaydı yani partinin özeleştirisini yapsaydı o kadrolarla yeni bölgelere gidilseydi çünkü eğer kabul edilirse 1974’den sonra her ne kadar 12 Mart, Türkiye devrimci önderlerini Mahirleri, Denizleri, İbrahim’leri katlettiyse de, toplum üzerinde bir korku yarattıysa da bu travma çok erken atlatıldı 74’lerde 75’lerde gerek işçi grevleri, gerekse de öğrenci boykotları gerek köylü hareketleri yani hayat pahalılığına yada taban ücretine yönelik köylü hareketleri de tahminden çok hızlı bir şekilde hatta zaman zaman, devrimci hareketlerin inisiyatifinin dışında öbek öbek, bölük bölük gelişti. Ve o hareketleri derleyip toplayıp Marksist bir tarzda yönlendirmemiz gerekirken o 2-3 yılımız boşa geçti. 1975’ten sonra, yani bu ayrılıktan sonra uzun süre 1978’lere kadar mesela,1978’in Şubat’ında birinci konferansımız yapıldı. O süreye kadar bölgeler düzeyinde mücadeleler yapıldı ve her bölge kendi özgülünde tavır takındı, işte örgütlenmelerini, eylemlerini ona göre yaptı tabi ki merkezi olmamanın çok çok kaybı vardı ama yine de ona rağmen yoldaşlar derleyip toparlamışlardı.
O dönemde ayrılıktan hemen sonra işte 1976, 1977dönemi, her bölge kendi içerisinde çalışma yapıyordu, haber geldi dediler ki ‘Biz çizgimize göre bir örgütlenme yapacağız’, yani tamam parti örgütlenmesi yapıyoruz, siyasi propaganda, ajitasyon yapıyoruz ama aynı zamanda askeri örgütlenmemizi de paralel olarak yapmak durumundayız. Bir askeri kamp düzenlenmişti, çok büyük olabileceği tahmin ediliyordu, mesela İstanbul’dan öyle bir bilgi verilmişti işte 70-80 kişilik bir yer ayarlayın ona göre erzak falan, yani bayağı çalışmıştık fasulyesinden, bulgurundan, mercimeğinden toplamış götürmüştük sonra haber geldi, küçük çaplı bir kamp olacak, diye…Sanıyorum 7 kişiydik ben, A.C., M.E., iki kadın ve iki erkek daha vardı onlar yakalanmadıkları için isimlerini söylemeyeyim ama o kampa demek toplam 7 kişi katıldık….Evet 7 kişiydik, onun gelecekte çok yararlarını gördük çünkü kamp askeri bir şeydi, bizim çok düzenli ve disiplinli bir şekilde gitmemizi sağlamıştı yani o kamptan çok şey öğrendik.”
Nerede gerçekleşti? Ne kadar sürdü? Onun detaylarını verebilir misiniz?
Z.D: “Hozat Aliboğaz yöresindeydi, işte haber geldi bize haber gönderdiler, bu amcaoğlu bir gün bir kurye geldi elinde bir yazı ‘Bu arkadaş seni bize getirecek’ diye, gittim Tunceli’de görüştüm, Tunceli’den arkadaşın biri bizi aldı Hozat’ın bir köyüne bir gece gittik. O köye bizi teker teker götürmüşler ama beni götüren, o köyde benim dışımda kimin olduğunu bilmiyordu, beni götürdü bıraktı döndü. A.’i getiren beni bilmiyor böyleydi.”
Y.D: Yürüyerek mi gidiliyor?
Z.D: “Tabi yürüyerek gidiliyor, silahımız falan yok sanıyorum bende 6.35likvardı, oda bizim Ovacık’tan kaptığımız. Bizi o toplanma yerinden bir başkası aldı, oraya götürenler geri döndü, oradan bizi bir başkası aldı kamp yerine götürdü, kamp yerine sabaha yakın bir şekilde vardık ama bu kamp yeri daha önceden yerel birimler tarafından tespit edilmiş, yiyeceği, içeceği malum yerlere yerleştirilmiş.
Biz gittik işte sabah oldu, ilk ışıklar…Etraf aydınlanınca sanıyorum benle A. önce bir etrafı kontrol ettik yani etrafımızda ne var ne yok ve herhangi bir durum olduğunda nereden kaçacağız, nasıl kaçacağız o kaçış yerlerini tespit ettik ondan sonra geldik kendi aramızda görev bölüşümü yaptık yani kaçma durumunda kim kimle, hangi tarafa kaçacak kimler çatışmaya girip diğer arkadaşların kaçmasına zaman yaratacak, çarpışmayı kimler yapacak bunları belirledik ondan sonra nöbet sırasını belirledik hangi saatlerde kimler tutacak. Ondan sonra da kamp programımızı yaptık, sabahları kültür fizikle başlıyorduk ondan sonra kahvaltı saati, kahvaltıdan sonra askeri eğitim yani o normal kültür-fizik-spor hareketlerinin dışında oturarak yapılan işte bomba yapımı, bombaların patlaması, askeri stratejiye ilişkin taktiğe ilişkin teorik kitaplar okumak öğleden sonrada siyasi eğitim.”
Y.D: Bu programı kendiniz mi yaptınız önceden elinizde bir birikim vb bir şey var mıydı?
Z.D: “Elimizde bir şey yok, o programı orada kendimiz yaptık bu bombaların yapımı, askeri hocamız A.C. arkadaşımız yapıyordu, siyasi eğitim, siyasi komiserliği de bir kadın arkadaşımız yapıyordu. Öğleden sonraki eğitimlerimizde sanıyorum partinin temel belgelerini okuyorduk yani ya bir hafta ya on gün gibi bir süre sürdü. Kamp bitiminden sonrada tabi o ateş yakmalar bilmem neler onlar çok dikkatli ve çok düzenli bir şekilde yapılıyordu mümkün olduğu kadar konserve vs üzerine gitmiştik o götürdüğümüz bulguru mulguru hatırladığım kadarıyla kullanmadık ateş yakmayalım diye yada bir mağara gibi yerde yaptık galiba hatırlamıyorum. Ama daha sonra mesela, 12 Eylül’den sonra bu çalıştığım bölgelerde bir genelge yayınlamıştım bu askeri kampta yaptığımız o programlardan dikkate aldığımız o şeylerden çok yararlandım.
Kamp bittikten sonra geldik köye, yani döndük Ovacık’a. Yalnız bu 77’nin kışında şöyle bir olay oldu okulda, kar yine yağmış greyderler yolları açmış şuanda nedenini hatırlamıyorum geçen günde kafamı yordum ama hatırlayamadım. Bizim lisede biz bir boykot yaptık o yılda Ovacık’a polis yeni gelmiş, biz liseden çıktık yürüyoruz, yürüdük geldik merkeze birazda slogan attık ondan sonra dağılıp gittik, kahvede oturuyoruz ıslak ıslak, polisler geldi bizi götürdü sanıyorum Pir Ahmet Solmaz, hatırladığım kadarıyla Veysel Uyar bunların ikisi şehittir M.U. yaşıyor şuanda, arkadaşımız, böyle 5-6 arkadaşımızı tuttular götürdüler karakola, Ovacık’ın yakınında. Karakolun dışı bitmiş, dış bina olarak yani çünkü soğuk bir memleket fakat içindeki bölmeler halen tamamlanmamış nereden biliyorum çünkü bizi götürdüler bir odaya koydular, o odanın camları daha takılmamış sorguya oradan alıp tek tek çıkarıyorlar buraya, burada soruyorlar o soruları sende duyuyorsun onlarda duyuyor, dayağın sesini de duyuyorsun çünkü aleni yapıyorlar. Fakat bizimle Ebubekir Pamukçu diye yatılı okul bölge öğretmeni ama bizim edebiyat dersimize gelen TKP’li bir hocayı da getirdiler güya oda uzaktan bize şey yapıyormuş, millet toplanmış bize bakarken oda onların içindeymiş güya o bize el işareti yapıyormuş şöyle gelin böyle gidin onu da öyle getirmişler. Şimdi bizi koymuşlar oraya önce bu hocaya soruyorlar ‘Soğanın sapımı yenir kökümü yenir?’ diye. Ama böyle birbirine bakarak soruyorlar herkes anlıyor ki bu soru imalı soru yani imge olarak kullanıyor, bu hoca daha sonra İsviçre’de öldü, Dımıli diye Zazaca bir dergi çıkarıyordu, çok yetenekli, çok kabiliyetli bir arkadaştı TKP’liydi ama bilgili, becerikli biriydi. Şimdi bu hocam soğanın sapını yedi, bir yerini yedi, yani bundan sonra M.U. çıkardılar nasıl oldu bilmiyorum. Çocuk oda ya başını yedi ya sapını yedi soğanın. Beni çıkardılar, soğanın sapımı kökümü dediler ben dedim ben soğan yemiyorum, ama bunlar bana iyi bir kaba dayak attılar.”
Neyse karanlık oldu bizi götürdüler savcılığa, benim amcam Ovacık hükümetinin saygın insanlarından, savcı yardımcılığı yapmış, hâkim yokmuş cezaevi müdürlüğü yapmış, onları tuttular beni bıraktılar ama Ovacık kalkmış ayağa özellikle babam anneme ‘Bu oğlan soğan yemiyormuş sen nasıl bilmiyorsun, soğan yemiyorum demiş buna vurmuşlar mahvetmişler, kemiğini kırmışlar’. Aslında öyle çok vurmamışlardı ama o günün koşullarında dayaklar ilk olunca biraz daha kıymetli oluyor. İşte Ovacık’ın ilk eylemini de böyle atlattık ama bunlarla birlikte köylere de gidiyoruz, benim o köyde Ovacık’ta yada örgüt içerisinde beni böyle yukarıya fırlatan çünkü ben hakikaten H.A. da kitabında yazıyor TKP/ML’nin kadroları içerisinde en hızlı gelişenlerden biri benim, birinin de Kazım Çelik olduğunu söylüyorlar. Şimdi köylere gidiyoruz saman taşıyoruz, orak biçiyoruz, tırpan biçiyoruz üretime katılıyoruz yani yoksa şimdiki genç kuşakları bilmiyorum.
(Gençler) geçmişte düşüncelerimizin nasıl kitleselleştiğini görüp hayret ediyorlar ama öyle haybeden olmadı böyle üretime katılarak, onlarla yiyerek içerek, onlarla yatarak, onlar gibi düşünerek, konuşarak bu güveni sağlayarak onları bu hale getirdik şimdi genelde babamın öğretmenlik yaptığı köyün elemanları bize çalışırdı gerek para, gerekse de aile yardımıyla birde babam eğitmendir 3’e kadar okutuyor, babamın okuttuğu çocukların yarısı da gelip bizim köyde 4’e, 5’e gidince bizim evde kalıyor.
Ovacık’ta hiçbir siyasi hareket yok Partizan’ın dışında, o zaman Partizan değildi tabi 1977’nin sonlarında, daha bölgesel yönetimdeyken…o zaman Konferans Örgütleme Komitesi var.
Konferans Örgütleme Komitesi, rahmetli Süleyman Cihan önderliğinde, yurtdışı, doğudan ve batıdan arkadaşlar var. KÖK kurulmuştu önce, İstanbul Bölgesi, bir gazete çıkarma kararı aldı Halkın Gücü adında. Şimdi bu Halkın Gücü gazetesinin propaganda tanıtım afişleri asılırken İstanbul’da Haliç köprüsünün altında Süleyman Cihan’ında içinde olduğu, hiç ilgisi olmayan bir trafik polisi musallat oluyor asmayın diye… Bizimkiler uzaklaştırmaya çalışıyor, bu durmuyor, arkadaşları yakalayıp götürmeye çalışıyor, bizimkiler de sıkıyor. Dolayısıyla o polis öldükten sonra o Halkın Gücü gazetesinin çıkması yasaklandı, gazetemiz yok ona rağmen bizim bölgelerde o birebir bildirilerle, afişlerle yada işte sözlü propagandalarımızla Ovacık’ın köylerinde çalışma yaptık. Ovacık’ta bir tane diğer siyasi bir hareket yoktu.
Y.D: Bu konferans süreci nasıl gidiyordu?
Z.D: “Konferans sürecini KÖK yürütüyor yani bir yandan örgütü derleyip toparlamak, işte broşürler bildiriler yaparken bir yandan da bölgelerde delege seçimlerine geçti, oraya geleyim, o başlı başına bir sorun. TKP/ML’nin çok önemli iskeletlerinden biridir, kongreler, konferanslar ve özellikle delege sistemi yani örgütün aynı zamanda hak, hukuk adalet, demokratik bir muhtevasını içerdiği için orayı önemsiyorum. Şimdi orada tüzük yok, bir konferansa gideceğiz, konferansta tüzüğü onaylatacağız, hazırlık var ne var mesela, konferansa iki türlü hazırlanılıyor bir, işte İbrahim’in bütün görüşlerini derleyip toparlamak o zaman işte bütün yazıları yok, ayrı ayrı yazılar var, 5 temel belge var işte Kemalizm’dir, milli meseledir, TİİKP program taslağının eleştirisi vs.
Bir yandan bu görüşleri teorik olarak siyasi olarak derleyip toparlamak var, bir yandan da tüzük çalışması var O dönem benim durumumda olan yani az çok profesyonel mücadeleye katılmış insanları biz üye olarak kabul ettik. Bu KÖK’ün bir kararıydı, diyelim ki Doğu Anadolu bölgesinde kim var işte Dergo ile Amcaoğlu var. Bunlar yakın bir zamanda örgüte katılmış, profesyonel çalışmış, örgüt düşüncelerini az çok benimsemiş, içselleştirmiş olanları delege olarak kabul ettik.
Buradan da 77 genel seçimlerine bir adaylık meselesi var oradan da oraya doğru.
“Şimdi ikinci konferanstan sonra yani bir hareketin bir siyasi oluşumun örgüt olabilmesi için birçok şey gerekli bunların başında da bir tüzük. Çünkü tüzük o örgütün anayasasıdır genel sekreterinden tut, en alttaki üyesine, hatta ileri sempatizanına kadar eşit, adil ve demokratik davranma kurallarını ortaya koyuyor. Mesela partiye üye olmanın şartları diyor o şart senin içinde geçerli benim içinde geçerli. Parti ceza yasası var, şunu yaparsan şu cezayı alırsın bunu yaparsan bu cezayı alırsın. Ta bilmem Hakkari’deki Zeynel Demirçivi içinde geçerli İstanbul’daki Süleyman Cihan içinde geçerli. Bu anlamda tüzük, örgütlenme için kesinlikle olmazsa olmaz. Aynı zamanda örgüt içerisinde binlerce, on binlerce üyenin ortak hareket etmesini sağlayan, hareket birliğini sağlayan bir şey o açıdan birinci konferans, TKP/ML’nin tarihinde çok önemli çok özel bir yere sahiptir hem örgüt bütünlüğümüzü sağlamıştır hem siyasetimizi. Yani İbrahim Kaypakkaya’nın, M. arkadaşımızın anlatımlarına bakarsak Siverek’in mahallelerinde İbrahim’in yazdığı o temel görüşler arkadaşlar tarafından kabul görmüş onaylanmış, 24 Nisan 1972’de partinin kuruluşu olarak adlandırılıyor. Fakat bizim 1978 birinci konferansımız, partimizin hem rengini hem içeriğini hem niteliğini İbrahimleştiren ve asıl ete kemiğe büründüren bir konferans olmuştur.
Şöyle bir söylem vardır bize derler ki köylüsünüz, bize köylü diyenler şunun için demiş olsunlar yani hani biz kırlardan şehirlere köy çalışmasını esas aldığımız için desinler ama onun dışında Türkiye devrimci hareketi içerisindekadro olarak komünist olan başka bu kadar netlikte bir örgüt yoktur. Bunlarda eklektizm yoktur bunlarda çelişki yoktur bizim mesela….yazılarımızın hepsinde hedef komünizmdir, sınıfsız bir dünyadır.
Kadrolarımıza bakalım yani TKP/ML’nin kadrolarına, merkez komite ve bölge komitelerine bak içerisinde bir tane köylü yoktur, bakın bunu çok arkadaşımız bilmez, bizim kadrolar hep şehirlidir hep İstanbul’dan gelmedir, içerisinde köyden gelme iki adam var biri benim benimde hayatımda köylü diye bir şey yok birde Kazım Çelik’tir. Kazım Çelik de öğrenci gençlikten gelmiştir, küçük burjuva kökenlidir bu denilebilir ama köylülük asla…..İ.G. yurt dışında doğma-büyüme biri, üniversite okumuştur, Erhan Gencer, dadıyla büyümüştür, Amerika’da eğitim görmüş gelmiştir. Süleyman Cihan… köylü diye bir şey yoktur, şimdi bizim kadroların ezici çoğunluğu yüzde 99’u şehir kökenlidir ve İstanbul kökenlidir ve bakın ben devrimci işçi sendikalarının 12 yıl, devrimci iş sendikalarına bağlı Genel-İş’in bölge başkanlığını, Tekirdağ’dan Sakarya’ya başkanlığını yapmışım, DİSK’inde İstanbul bölge temsilciliğini yapmışım.
12 Eylül’den önce İstanbul’da bir çok büyük fabrikalarda (1979-80’de Otosan’da -Otosan, Koç’un. 3 bin tane işçi çalışıyor- Arçelik’te, Cevizli’de vs.) biz örgütlüyüz, İleri Maden-İş’te biz örgütlüyüz.
“İbrahim siyasal çizgimize o gün köyleri esas alıyoruz, şehirleri tali ve ona tabiidir, diye bir şeyimiz var ama bizim örgütlememiz şehirlerde de ağırlıktaydı, sanayi proletaryası dediğimiz o ana damarlarda da biz örgütlüyüz. Yani şimdi üzülerek söylüyorum bizim partimiz içerisinde yer almış o mücadele seyrini omuzlamış getirmiş birçok arkadaşımız yani bunların ayrımında değil demeyeyim ama yani sanki böyle hafif görür gibi… İstanbul’un en büyük en değme fabrikalarında biz örgütlüyüz, sendikalarımız var, sendikal mücadelemiz var hani biz işçileri bırakmışız köylüleri örgütlemişiz diye bir şey yok dolayısıyla şuraya geliyorum, yani TKP/ML’nin kadroları, TKP/ML’nin merkez komite üyeleri, bölge komite üyeleri hatta alt bölge komite üyeleri şehir çıkışlıdır, öğrenci kökenli olabilirler, küçük burjuva kökenli olabilirler ama köylü değiller köylülük yok bizde, bizim felsefemizde köylülük yok ve TKP/ML Türkiye toprakları üzerinde demin dediğim gibi altını tekrar çizmekte fayda görüyorum, komünizmi net, saf, kararlı bir şekilde dile getiren tek örgüttür, tek örgüttür iddia ediyorum.Eklektizm yok, çelişki yok yazılarımızın hepsinde demokratik halk devrimi, sosyalizm, komünizm sadece yani partinin adının Türkiye Komünist Partisi/Marksist Leninist olması değil, söylemleri de böyle, kadrolarının söylemleri de böyledir bu anlamda TKP/ML kesinlikle Marksist-Leninist bir örgüttür. Şimdi tabi ki bu süreç anlatılırken Türkiye’nin genel siyasal atmosferinden koparmamak lazım, yani demin dedik ya dönüp baktığımızda biz o gün 24 saat yetmiyor 48 saat çalışıyorsun hani örneğin, bu kadar yoğun çalışıyorsun ve denilebilir ki Türkiye’de devrimci hareketin sadece TKP/ML, Partizan taraftarı değil diğer devrimci örgütlerde yani öbek öbek, bölük bölük Türkiye’nin tüm bölgelerine tüm ilçelerine tüm illerine devrimci düşünceler gitti, yayıldı. E bu sadece devrimcilerin bireysel çabalarından olmasa gerek tabi ki determinist yani müdahaleci, götürücü bir güç var ama demek ki bizim dışımızda ki objektif koşullarda buna uygun.
Yani Türkiye’nin siyasi yapısı, Türkiye’nin siyasal iklimi buna uygun. 1974-75’lerden sonra dikkat ederseniz fabrikalarda okullarda, üniversitelerde boykotlar hatta ilkokullara kadar boykotlar devrimci mücadeleler yayılırken karşı devrimde buna uygun bir şekilde gelişti, 1974’ten sonra MSP’nin CHP ile hükümet kurması, Kıbrıs’ta biliyorsunuz, Kıbrıs’ı işgal etmeleri onlar Kıbrıs barış hareketi diyor ama Kıbrıs aslında işgal edildi. Burada bir parantez açayım, Kıbrıs işgal edildiğinde bizim Partizancıların bir broşürü vardı bunu genç kuşaklar bilmeliler birçok devrimci örgüt askerlerini, yani askerliği bitirmiş ama gelmişleri toplayıp Kıbrıs’a götürmek için çaba sarf ederken mesela biz o savaşa karşı çıkmıştık ve biz bir broşür yayınlamıştık 1977’de,işte Demirel’in hora gemisi vardı, hora gemisini Ege’ye petrol arıyoruz diye gönderdiler aslında Yunanistan’ı tehdit eden, Yunanistan’a bilek güreşi yapan bir şeydi ve çok iyi hatırlıyorum o broşürümüzde şeyi yazmıştık biz, ‘Hora balık bile tutamaz, değil ki petrol arasın’. Aslında yani petrol arama için değil Yunanistan’a karşı bir gövde gösterisi bir kışkırtıcı pozisyonda diye böyle bir broşürümüz var, yazılı broşürümüz. Partimizin belgelerinde var, şimdi onun hemen takibinde mesela o dönemde karşı devrimcilerde yoğun bir şekilde örgütleniyorlar özellikle Akbank’ın finansörlüğünde Sakarya’da orada burada MHP-Ülkü Ocakları kamplar kurmuşlardı, sonra işte Sancak Tül. Daha sonra İstanbul’da devrimcileri böyle günübirlik, sabah akşam kurşuna dizen katilleri yetiştiren, besleyen Sancak Tül’ün sahibi işte geçen günlerde öldü o finansörlüğünü yaparak dolayısıyla karşı tarafta da yani bir yandan devlet güçleri birbiriyle yoğun bir şekilde çatışırken, ki o egemen sınıflar12 Mart’ta teşhir olmuştu, görece yıpranmış vaziyetlerini gizlemek ve biraz dinlendirmek için, halkın gözünden biraz uzak tutmak için piyasaya sivil faşistleri sürdüler. Yani bu işte polisin silahıyla, devletin yardımıyla, devleti elinde tutan egemen güçlerin demin dediğim gibi Akbank’ın veya Sancak Tül’ün finansörlüğünde piyasaya korkunç derecede milliyetçi, ülkücü akım çıktı bunlar yer yer okullarda örgütlendiler, hemen hemen 1978’lere gelindiğinde Türkiye’nin her yeri bölünmüş bir noktaya geldi. Üniversiteler, caddeler işte Elazığ’ı ben hatırlarım…
Elazığ’ın ortasından bir cadde gelir, ben orada yakalandım, caddenin yarısı MHP’lilerindir yarısı bizim, biz burada silahlarla, keleşlerle, G-3’lerle rahat geziyoruz onlarda orada geziyor yani bir yandan ekonomik durumda çok kötü işte her gün zam üstüne zam geliyor. Piyasada, yiyecek, içecek sıkıntısı var, kuyruklar almış başını gidiyor tüp yok, yağ yok….
CHP bizim görüşümüze göre egemen sınıf partisidir ve faşisttir.
Fakat CHP’nin 74-75-76’larda hükümette olması devrimci mücadeleye karşı devlet güçlerini egemen sınıfların istediği şekilde mevzilendiremediği için bir biçimiyle CHP’yi hükümetten uzaklaştırmaya çalıştılar ve uzaklaştırdılar. TÜSİAD, Tekstil İşçileri Sendikası yani iş verenler Ecevit hükümetini düşürmek için gazetelere ilan verdiler, düşürdüler. Yerinebirinci MC’yi getirdiler, Adalet Partisi, Milli Selamet Partisi, Türkeş’in Milliyetçi Hareket Partisi yani üç parti birinci MC’yi kurdular. MC kurulduktan sonra o demin dediğim gibi yani işte böyle 12 Mart’ta bir köşede duran o resmi güçler tümüyle milliyetçi cephenin teşvikiyle piyasaya çıktılar. .
Devrimcilerin gücü devlet içerisinde ayrışmalara yol açtı. Pol-Derler çıktı. Pol-Der’leri öyle küçümsemeyelim ben Rize’de içeri düştüm silahla bir buçuk saat içeride kaldım bıraktılar. Pol-Bir’e karşı Pol-Der kuruldu. Askeriye içerisinde de ayrışmalar sokağa yansıyordu. Bürokrasi içerisinde de bu ayrışma oldu. Yani Türkiye’nin o günkü resmini anlatabildim mi?İşte bu koşullar içinde TKP/ML hızlı gelişmiş, büyümüş, serpilmiş, Türkiye’nin dört bir yanına yani her yerde taban oluşturmuştu.”
Çektiğiniz fotoğraf içerisinde bir yandan kitleselleşmiş sol siyasetler bir yanda burjuvazi içerisinde bir çatlak ifade ettiniz tüm bu çerçeve içerisinde hareketinizin diğer sol kesimler ile ilişkisi nasıldı?
“İbrahim Kaypakkaya, Kürecik’e gidiyor ve onu Muzaffer’e çok acı bir şekilde anlatıyor. Sinan Cemgilleri ihbar eden yani Nurhak’taki ihbarı yapan Mustafa Mor denizi cezalandırıyor Hatta evden götürürken çocukları filan da var, çocukları nedeniyle üzüntülerini Muzaffer Oruçoğlu’na anlatmış, yani neticede bir insan. Şimdi biz böyle bir gelenekten geliyoruz yani THKO’lu dostlarımızı, arkadaşlarımızı ihbar eden bir ajanı liderimiz, önderimiz Kaypakkaya cezalandırıyor dolayısıyla bizim dışımızdaki devrimci örgütlerle aramızdaki ilişki dostça, kardeşçe ve çok saygınca.
1979-80’lere kadar hatta 12 Eylül’e kadar Türkiye devrimci hareketi iç hesaplaşmalarında bir çok kişi hayatını kaybetmiştir. Benim çok yakından tanıdığım çok örgütten üst düzey arkadaşlar, hemşerim, okul arkadaşlarım kendi iç hesaplaşmalarından dolayı öldürülmüştür ama bizde yani kendi iç mücadelemizde böyle bir olay yaşanmamıştır.
Bizim tarihimiz hizipler tarihidir, der bu hiziplerin ayrılışları sadece insanın yüreğini yakmıyor sahip olduğun, oluşturduğun bir sürü imkânı da adil yada adaletsiz bir şekilde gönüllü yada gönülsüz bir şekilde dağıtmayı da getiriyor. Demin anlattım işte o teksiri mesela ne heyecanla ne korkuyla ne coşkuyla saatlerce taşıyıp götürdük ama bir hizip ayrılığında yani örnek veriyorum adam alıp götürüyor yani onu senin ona verdiğin yani bir şey biriktiriyorsun e alıyor onun elinde de var silahı götürüyor, teksiri götürüyor, parayı götürüyor şu veya bu ölçüde senin adamını götürüyor yani bizim tarihimiz, mesela hizip tarihi olmasına rağmen böyle şeyler yaşıyor olmamıza rağmen biz ne kendi içimizde bir arkadaşımıza karşı devrimci olmayan bir yolu, söylem olarak belki demişizdir oportünist, revizyonist, gibi tabirleri kullanmışızdır ama asla ve asla ona karşı bir şiddet kullanmamışızdır dışımızdaki siyasi hareketlerle hukukumuz bu çerçevede ve bu düzeyde gitmiştir.
1982’de şöyle kötü bir durumla karşılaştık, Toptaş’ından arkadaşlarımız firar ederken, firar ettirirken, parti taraftarı olarak değil ama içeride parti taraftarı olmuş Levent Beğen diye biride bizim arkadaşlarımızla birlikte çıktı bu doğuya geldi ve bende uzun süre sık sık karşılaştım aynı bölgede olduğumuz için, genç birisiydi birde hakikaten dizginlenemez bir gençti öyle çok otoriter birilerinin yanına da vermiştik ki yani hani dizginlensin, o 1980’in bilmem hangi ayında Elazığ, Karakoçan da mı ne yada doğunun bir yerinde Tunceli’de Dev-Yol’dan bir öğretmen arkadaşımızı, köyde kendisini ahlak zabıtası öyle bir şey yaptı, o zaten bizim partimize hiç dahil olamadı. Yani Dev-Yol’dan arkadaşlar, Dev-Sol’dan arkadaşlar bile bunun partiye mal edilemeyeceğini, partinin kültüründe, partinin çizgisinde böyle bir şeyin olmadığını onlarda teslim ettiler. Bizde bir kere değil bir milyon kere özür diledik ve ondan sonra o arkadaşımızı yani arkadaşımız demeyeyim üstünü çiziyorum o sözün, bu herifi, bu kişiliği aldık dedik ‘Kardeşim, sen bize yakışmazsın’. Çok peşine düştüler, birileri yani Dev-Yolcu’lar yani onun içerisinde de ona yakın agresifler verin öldürelim dediler. Fakat onu aldık götürdük ailesine teslim ettik çünkü aranıyordu, firar olduğu için vur emriyle aranıyordu, götürdük dedik ‘Kardeşim biz sizin bu çocuğunuzu artık koruyamayacağız buyurun siz koruyun, edin’ diye ailesine teslim ettik o süreç böylece tamamlandı.
Yani sorunun cevabını toparlayacak olursak bizim dışımızdaki devrimci hareketlerle gerek ideolojik gerek siyasi tartışmalarımız olumlu güzel bir noktadaydı. Zaten birinci MC kurulduktan sonra bizim merkezi düzeyde çağrımız vardır yani dışımızdaki devrimci hareketlere, eylemde birlik, propaganda ve ajitasyonda serbestlik ilkesi çerçevesinde, hatta bu ikinci MC dönemi biliyorsunuz artık toplu katliamların yaşandığı dönemdir, işte Sivasların, Maraşların, Çorumların işte Ankara’daki Balgat katliamı, böyle devrimcileri toplu toplu bombaladığı yani ne deriz işte o döneme anlatırlar çocuklu annelerimiz, okula giden, ekmek almaya giden çocuğumuzun sağlam dönüp dönmeyeceğini bilmediğimiz bir dönem. Öyle bir dönemde biz merkezi düzeyde bir çağrı yapmıştık tüm devrimci hareketlere, dışımızdakilere eylemde birlik, propaganda ve ajitasyon ilkesi çerçevesinde egemen sınıflara karşı, gelişen faşist saldırılara karşı birlikte eylem yapabiliriz, yapmalıyız diye. Ovacık’ta yarı profesyonel olarak çalışmamız devam ediyordu.
İşte yine bir gün hep yukarıdan gelir ya, yine geldi seni istiyorlar hesabından, ikinci konferanstan sonra doğal olarak parti yeniden örgütleniyor şimdi daha merkezi yapımız var dediğim gibi tüzüğümüz var ona uygun bölge yapılanması, bölge komitesi oluşturulmuş, bölge komitesinin altında alt bölge çalışması, yani iller düzeyinde değil örgütsel şemamız alt bölgenin içerisinde birden fazla ilde olabiliyor. Alt bölge çalışması dediğimiz, bölgenin içerisinde de Doğu Anadolu değil sadece, Karadeniz de gibisinden böyle bir yapı var. Konferanstan sonra bizi Doğu Anadolu komitesine bağlı olarak, profesyonel olarak Mazgirt, Nazımiye, Karakoçan, Bingöl hattına verdiler, bir alt bölge çalışması olarak. Orada siyasi sorumlu olarak başladım, o dönem Halkın Birliği ile aynı zamanda tartışmalarımızın çok yoğun geçtiği bir dönem yani şimdi İbrahim zamanından kalma arkadaşlar var, orada zaten bizim en büyük şansızlığımız Halkın Birliği ile ayrıldığımızda İbrahim zamanından kalan ve dışarıda olan hiçbir arkadaşımızın bizden yana tavır takınmaması.
Yani mesela İbrahim zamanında olup TKP/ML’nin kurucuları arasında yer alan işte M.O, A.K, S.Y, cezaevinde. Bunlarda daha tavır takınmamışlardı yani biz o hani demin dediğim Halkın Birliği’nin yada Koordinasyon Kurulu’nun o 4 sayfalık yazısına karşı tavır aldığımızda, ayrıldığımızda bunlar halen tavır belirlememişti oysa İbrahim zamanında olan T., Garbis Altınoğlu…Garbis, ‘ikinci tasfiyeciler’ diye kitleden kopanlar arasında, H.Ş., Aziz Vatanlar yani o dönemden kalan kadroların hepsi karşı tarafta yer aldılar. Ve biz gencecik 17-18-19-20 yaşlarındaki arkadaşlar partiyi bu sözümona kuruculardan kurtardık. Nazımiye’ye gidiş sürecim bu ideolojik, siyasi tartışmaların çok yoğun olduğu bir süreçti. Gidiyorsun, bir köyde o zamanda siyasi tartışmalar hayatın her alanındaydı yani kahvelerde tartışılıyor yolda tartışılıyor, düğünlerde…Mesela çok iyi hatırlarım, dediler ki ‘Tavuk köyünde düğün var’, gittik 100-150 genç toplanmış bir araya, o tartışmalarda dua ediyordum Z. gelmesin, Z.U. başka bir yerde TİİKP’den yargılanmış, ama mahkemede ben TİİKP’li değilim TKP/ML davasıyla birleştirin… Z.U. Koordinasyon Kurulu’nda yer alan arkadaşlardan biri. Böyle ideolojik tartışmalarımız devam ediyor… tabanı bir biçimiyle tutmam lazım hemen Nazımiye’de siyasi cinayetlere karşı bir miting örgütledim.
Tertip komitesi gerekiyordu, 3 kişinin kimliğini verip izin aldık Nazımiye’de Karakoçan’dan, Tunceli’den oradan katılımcılar getirdik ama bunu şunun için anlatıyorum, Halkın Birliği de dahil tüm siyasetlere çağrı yapmışız her ne kadar izini biz almışsak da onlarla da ortaklaşa yapıyoruz. İyi hatırlıyorum, bu ‘patron-ağa’ broşüründen bir konuşma hazırlamışım biraz da öğleden sonraya denk gelmiş biraz da işin hilesindeyim uzatmak istiyorum çünkü sıralamaya göre benden sonra Halkın Kurtuluşu, Halkın Yolu konuşacak. Halkın Birliği bizden ayrıldığı için en son konuşmayı ona vermişiz, zamanı uzatıyorum ki karanlığa kalsın 5’ten sonra yasak ya…
Mesela çok iyi hatırlarım Ali Haydar Yıldız yoldaşın, Elâzığ Yıldız bağlarında mezarı yapıldı, mezarın açılışına iki grup gittik. Orada kavga çıktı, bunların içerisinde adını vermeyeyim çok provokatör bir arkadaş, her yerde her tartışmamızda kavga yapardı…
Ama, diğer siyasetlerin kendi aralarındaki ayrılıklarına kavgalarına bakıldığında Halkın Birliği ile bizim aramızdaki kopuş çok ciddi, çok büyük kopuş olmasına rağmen, çünkü bayağı fark vardı ideolojik, siyasi olarak, yani temelden farklılık vardı, bizde daha sonra aramızda çıkan hizip diye adlandırdığımız çeşitli çizgiler ortaya çıktı ama bunlarla ayrılığımız bu kadar değildi zaten onun için onlar örgütlenmeden, merkezileşmeden, taban oluşturmadan ya geri geldiler yada bir biçimiyle nötrlenip etkisiz hale geldiler.
O süreçte hakikaten gittiğimiz yerde hareket kazandırdık, taban oluşunca hemen oraya yanıma askeri örgütlenmeyi yapmak için sevgili yoldaşımız, saygıyla anıyorum Cafer Cangöz’ü, verdiler. İşte askeri komite kuruyoruz, şimdi şöyle bir özelliğimizde vardı yani ben gittiğim yerde bir kere örgütsüz iş yapmadım, hemen sempatizanlardan birkaç tane basın komitesi, propaganda komitesi, dayanışma komitesi, kadınlar arasındaki çalışmayı yürütecek kadın komitesi, esnaflar…. böyle komite şeklinde örgütlenirdik. Dolayısıyla askeri komiteyi de Cafer Cangöz arkadaşımıza vermiştik.
Bir süreden sonra beni oradan aldılar. Erzincan’da görev yapan arkadaşımız bir bomba düzeneğini hazırlarken ya da hazırladığı bombayı bir yere yerleştirirken patlıyor ve kolu kopuyor ve içeri düşüyor.. Beni oraya verdiler, 1978’in sonlarına doğru Erzincan’a gittim.
Benden önce M.U. arkadaş orada görev yapmış, ondan önce de A.C. arkadaşımız belli bir süre oralarda çalışmış, taraftarlarımız var Erzincan’ın çeşitli mahallerinde. Okullarda, kazaların birkaçında birkaç ilişki var, ama samimi söyleyeyim böyle derli toplu bir şeyimiz yok, iyi ilişkimiz var fakat yaygın değiliz, Halkın Birliği’nden İzmir’de bir arkadaşı vurmuşlar, şehit olmuş, Çağlayan diye bir köyde onun cenazesini bekliyoruz tüm siyasetler orada… ateş onun önünde tartışıyoruz Halkın Birliği’nden İ. adlı bir öğretmen var. Orada o kadar iyi bir tartışma yapmışım ki o cenazeden sonra bir hafta geçmedi, Erzincan’ın merkezinde lise, ortaokul dâhil yaklaşık 40-50 kişilik bir grup bize geçti. O akşamki tartışmadan sonra, o grubun bize katılması ile oluşan sinerji ile, enerjiyle Cumhuriyet Mahallesi, Aslanlı Mahallesi, İnönü Mahallesi’nde bir çok ilişki kuruldu. ”
Birkaç etkinlik sonrasın da, Erzincan da kimin ne sorunu varsa, çözüm için bize gelirdi.
Bir gün arkadaşlar geldiler dediler ki Kemah’ın Gamari köyünde köylüler birbirine girmiş yayla yüzünden diyorlar ki gelin bunu halledin, gelin bu sorunu çözün, e ne yapalım? Yakın çalışma arkadaşlarımızla durumu değerlendirdik.
Şimdi gidip birde, bu köy işi öyle kolay bir iş değil. Çözelim derken daha kötü noktaya taşırız, sonra bu yayla meselesi yani kadastro meselesi var, gidelim mi, gidelim, gittik. N. Hocam, yüksek topuklu ayakkabı ile gelmiş. Ayrıca H. adlı bir kadın arkadaşımız vardı oda apartman topuklu ayakkabı ile gelmiş.. Gece, biz silahlı yaylaya gittik, neyse sabah oldu topladık iki tarafı dedim ki sınır bu, bu taraf size bu taraf size ait olsun… kimse itiraz etmedi.
Dört sene önce o köylü arkadaşımla, 2014 de o köye gittik. Köylüler toplandılar geldiler tabi…Akşam sohbet ediyoruz kimi tanıyor kimi tanımıyor…Dediler ki 12 Eylül bile senin o sınırını değiştirmedi, senin koyduğun sınır halen bizim köyün sınırı. Kenan Evren bir sürü şeyi değiştirdi buralarda fakat o sınır kirve Bayro’nun sınırı, Erzincan’da Bayro diyorlardı bana. Bu sınırı kirve Bayro çizmiş, sınır halen öyle duruyor Erzincan’da…
Şeyi hatırlıyorum mesela Sivas olayları başlamıştı, Sivas’a gittiğimde Ali Baba Mahallesi’ni yakmışlardı. Gittik bırakmadılar ablukaya almışlar duman kalkıyordu, şimdi ondan sonra bizim bu Toptaşı firası sonrası yeni kadrolar gelince bölgede daha güçlü bir örgütlenmeye gittik.
Kelkit mitingi sonrasın da bizi gözaltına alan Volkan komiser Erzincan’a geldi. Zaten o zaman da demişti ‘Geliyorum yakında, siz gidin ben sizin peşinizden geliyorum’ diye, böyle biraz da kendine güvenen bir tipti o ukalalar da benim de hoşuma gidiyor söyleyeyim şimdi 78’in 18 Mayıs’ı, tarihler şimdi yerli yerine oturuyor.
18 Mayıs’ta bizim askeri komite Erzincan’da ‘Kaypakkaya Ölümsüzdür’ diye bir pankart asmış fakat bu pankartın içine birde bomba koymuş.. Bu bizim Volkan bizim pankartı indirmeye kalkıyor, bomba patlıyor, ciddi şekilde yaralanıyor. Ben Sivas’ın Ulaş diye bir beldesinde bir kooperatif binasında konuşuyorum. Seminere çağırmışlar beni. Televizyon haberlerinde öğreniyorum.
Bu olay sonrası, ben Ali Mete ve N.C. aranır duruma düştük.
Bölge komitesi toplantısı yapıldı. Beni de Ağrı, Kars, Erzincan, Sivas bölge sorumlusu olarak atadılar. Biz 79’un son aylarında Kars’a gittik, pardösülüyüz, diş macunu, diş fırçası, gazeteyle gittim. Böyle biraz da şey karşılanıyor, Kars’ta benden önce denilebilir ki yani bizim doğuya ayak basan hemen hemen herkes gitmiş ama kimisi örgütsel çalışmaya gitmiş, kimisi kalmaya gitmiş… Kars Türkiye’de çok nadir olan bir yer…Yani Türkiye’de sosyalizm olacaksa Türkiye’de halklar arasında, milletler arasında, etnik kimlikler arasında bir dostluk kurulacaksa, bir model oluşturulacaksa o Kars’ın özgülünde olur çünkü on altı tane etnik kimliğe sahip halk var,
Terekeme, Türk, Kürt, Zaza, Azeri yani say da say böyle güzel bir yer. 14 kazası var çok demokrat bir yer, 8 tane milletvekilini CHP çıkarıyor.
Biz hemen orada yerel arkadaşlarla parti organımızı kurduk, ondan sonra üç tane güzel arkadaş, ileri sempatizan düzeyinde hemen bunlara aday üyelik teklif ettim ve yeniden biz orayı örgütlemeye kalktık. Erzurum da bize bağlı, diyelim ki Göle, Şenkaya, Olur, Oltu… Erzurum’un kazalarıyla orayı bir bölge yaptım, Sarı diye bir arkadaşımıza verdik. Kürtçe’yi iyi bilen bir arkadaşımızı da bu Susuz, Arpaçay yöresinde görevlendirdim, bir arkadaş var, tartışmacı her kimle tartışsa kesin kavga çıkarıyor ama çok iyi bir tartışmacı. Onu da Kars’ın merkezine yerleştirdim, her tartışmada yani Halkın Kurtuluşu ile tartışır yani kimle tartışırsa tartışsın kesinlikle kavga çıkar ama adam biliyor.. Dağıtım komitesi, propaganda komitesi, istihbarat komitesi yani tam bir örgüt haline döndük Kars’ta
Tarihte de böyle olmuştur yani insanoğlu iki ayağının üzerine dikilip o tarihsel yürüyüşe geçtiğinden bu yana örgütlülükler hep ihtiyaçtan doğmuştur, yani ceza yasası, cellat olmasa ceza yasası olmazdı dolayısıyla Kars’taki çalışmalarımızda tabanın belirli istekleri var….1979’da hakikaten Türkiye hem uluslararası alanda kapitalizm dizginlerinden boşalmışken, yani o dönemi bir aklınıza getirin Rusya Afganistan’ı işgal etmiş, İran’da Şah devrilmiş Humeyni gelmiş…Dolayısıyla Ortadoğu ve Türkiye emperyalizmin böyle yeniden dizayn etmesi gerektiği yeniden… E içeride mücadele almış gidiyor, egemen sınıflar yönetemez hale gelmiş yani hükümetler peş peşe kuruluyor her gün bir yerde cinayet özellikle Türkiye’nin işi çok kötü, ikinci MC gelmiş, işadamları daha sert sıkıyönetim var, ama bunu önleyemiyor.
İşte o dönemin arkadaşları, yaşıtları yada o dönem araştırılanlar, incelenenler bilir ki Demirel diyor ki askeriyeye ne istediniz de biz yapmadık, her türlü kanunu çıkardık, ama durmuyor. Sivas’ı Çorum takip etti, Çorum’u Maraş, Maraş’ta 117 kişi bir kerede öldü, ünlü başkan yardımcısı bir şey yapamıyor, Ecevit vardı o zaman yapamıyor, Sivas, Çorum daha bir sürü yer böyle… Alevileri katlediyor, üniversitelerde, Ankara’da Balgat katliamı, İstanbul’da üniversite katliamları böyle böyle… Türkiye deyim yerindeyse demin dediğim gibi okula giden çocukları, anneleri kapının önünde bekliyordu acaba geri gelir mi diye böyle bir durumda. Örgütlerde yani taban bir şey istiyor, ama deyim yerindeyse elimiz kolumuz bağlı bir durumda çünkü buda bizim partimizin tarihinde en olumsuz şeydir: Partimiz o dönemde yani yaklaşık bu dediğim Aralık- Ocak’tan 5-6 ay önce merkezi düzeyde bir karar almış, sanırım Komünist 2’de yayınlandı. İçe dönük çalışma esas diye, içe dönük çalışma derken tamam uluslararası alanda komünist harekette çok büyük parçalanmalar var. Önce ‘üç dünya teorisi’yle bir yarılma oldu.
1976-77’de biz şahsen TKP/ML olarak bugünde halen aynı kanaatteyim ki biz doğru yerde durduk, yani ‘üç dünya teorisi’ denilen teori, hakikaten gerici emperyalist bir teori.‘Üç dünya teorisi’ ne diyor, Amerika ve Rusya baş düşmandır. İran Şah’ı da dahil Türkiye Cumhuriyeti’nin Türkeş’i de dahil. İkinci devletlerle üçüncü devletler dediği yani az gelişmiş ülkeler bunlar birinci devletlere karşı birleşecek, devrim yapacak. Sınıf olgusunu kaybeden karşı devrimcileri devrimci gösteren, karşı-devrimci bir teori. Ve biz TKP/ML olarak bu teoriyi reddettik….
“Şimdi bu dönemde partimiz, içe dönük çalışmayı esas aldı, içe dönük çalışmayla beraber demin dediğim karar paralel olarak çıktı.Yani o ufak tefek eylemler bölgelerin, fakat ağır ve büyük eylemler merkez komitesinin denetiminde olacak.Bu başta yada başta demeyeyim bende dahil olmak üzere özellikle birçok kadro tarafından sağ oportünist karar olarak değerlendirdik, tavır aldık.O dönem, hatta hafızam beni yanıltmıyorsa, bölge kararı olarak aldık çünkü hakikaten o dönem e egemen sınıflar, kitleleri katlediyor, zaten Aydınlık ileTercüman her gün bizi kimliğimizle kod adımızla rengimizle şemamızla deşifre ediyor yani genelde devrimci harekete karşı bir saldırı var.Orada yapılması gereken, tersine kendi çizgimize uygun silahlı mücadeleyi öngörmek işte askeri kamplar, militanların silahlanması kendini koruması, halkı koruması, mevzileri koruması yönünde bir hareket bir karar alması gerekirken içe dönük çalışma demek kendi içine çekileceksin (demek). Ve nihayet o merkez komitesinin kararına uymak zorundasın, bizim mesela toplantılarımızda bir gün iki gün bölgelerdeki raporlar inceleniyor, sorunlar çözülüyorken iki günde, iki buçuk günde hani o ilk başladığımız zamanda kolektif eğitim yapar gibi merkez komitesi bize liste göndermiş; efendim işte birinci toplantıda ekonomi-politik, işte bilmiyorum hangi toplantıda Pulitzer’inFelsefeninTemel İlkeleri bunlar okunsun diye, tabi toplantılardan sonra teorik eğitim görüyoruz yani kötü müdür teorik eğitim görmek?Kesinlikle değildir, iyidir, güzeldir ama o günün koşullarında alınan karara adapte edildi, yapıştırıldığı için çok da doğru bir şey değil. Yani merkez komitesinin o kararı o gün ne Türkiye’nin koşullarına ne TKP/ML’nin yapısına yani dokusuna uymayan pasifist ve sağ bir karardı. Benim şahsi kanaatim odur ki, bizi 12 Eylül’ün amansız saldırılarına karşı o süreçte yeterince hazırlamamamızın, yeteri kadar donamamamızın şeylerinden biri oldu diye düşünüyorum. İşte iki üç tane de iddianamelerden biliyorum. Bu görüşlere rağmen, kitlenin talebini karşılayan birkaç eylemlilik, bölgede kitle ilişkilerimizin gelişmesine yol açabildi.
Şimdi Ordu’nun Fatsa ilçesinden bir ilişki gelmiş. Oralar bana bağlı, Ankara’dan gelmiş N.K. benimle Kars’tan parti üyesi olan bir arkadaşım Hopa, Rize hep ilişkilerimizi denetlemek uğrayıp hal hatır sormak, yanımıza biraz da broşür kitap almışız onları vermek hem de bununla ilişki kurmaya gidiyoruz. Sinop’u, Rize’yi geçtik gittik, Samsun’a giderken indik dedik gidip bir yemek yiyelim hemen üzerinde yazıyor ‘Emek Restoran’. Ulan dedik, aha emekten yana bir restoran burada oturalım, bunlar emekçi burada bir şey olmaz, oturduk işte ben eskiden de öyle ceketle oturamazdım silah olmadığı zaman ceketi çıkarıp otururken, (diğer arkadaşımda yaşıyor Y.K.), biri arkadan omuzlarıma bastı… ‘Soğan ekmek mi yedik?’. Bir kimliğine bakalım senin, deyince ya arkadaş biz buranın devrimcileriyiz, deyince, e bizde devrimciyiz…
Gittik Fatsa’ya. Fatsa’da rahmetli Fikri hocanın zamanı, meydana iner inmez bizi hemen aldılar Fatsalı devrimci kardeşlerim doğru bizi nereye, belediyeye gideceğiz dedik.Biz Partizan’cıyız, köyde ilişkimiz var ona gidiyoruz.
Bizi götürdüler, belediyeye oturttular.O günde belediyedeki memurlar, belediye başkanı hepsi Tekirdağ’da mı, Bulgaristan’damı, Yunanistan’damı bir yere geziye gitmişler. Dört tane kadın var, fakat oradan gideceğimiz köye haber etmişler, N. diye bir öğretmeni ziyarete geliyorlar, diye…
ama onlar haklılar, tamda o dönemin gazetelerini incelendiğinde, Tercüman’lar vb. yayın organları Fatsa’yı hedef haline getirmişti. O açıdan arkadaşların tedbirli olması güzel, bizi götürdüler belediyeye, ne oldu, abi gelecekler, haber gelecek, o ara Partizancı olduğumuzu söyledik ya Emekçi’nin kasetini taktılar, bu benim yanımdaki çok mukallittir, Bayro dedi bir tanıdık bulduk, (Emekçi’yi kastediyor) abi akşam oldu bizi bindirdiler minibüse biz köye gittik.
Gittik karşıma daha sonra Erzurum Cezaevi’nde karşılaşacağım hoş bir hocam çıktı. Ya dedi, ‘Arkadaşlar siz saat 10’da geldiniz Fatsa’ya biz 10’dan beri bu köyde bu yakın köylerde aradık aradık tarih boyunca buraya N. diye biri gelmemiş sizin dediğiniz isimde bir öğretmen yok’. Buralarda artık dönüp geleceğiz karanlık basmış sonra delinin biri miydi akıllının bir miydi ya dedi ‘Arkadaş, burada bir tane Partizancı N. var siz öğretmen, öğretmen diyorsunuz ama o öğretmen değil o olmasın?’Ya dedik, hele bir çağır getir, adam geldi bizim N. öğretmen değil, Ankara Gazi’de daha öğrenci, bize de ilişki ‘öğretmen’ diye gelmiş. Biz öğretmen diye arıyoruz, meğer N. henüz talebe imiş…
Düşünün o kadar yoğunluğun içerisinde bir kişinin peşine düştük ve gittik onu bulduk. İşte dergi götürdük, gazete götürdük.”
Y.D: O karşılaşmada size kötü davranmadılar değil mi…
Z.D: “Yok, yok. Şimdi 78 yılında Tunceli de bağımsız milletvekili adayı koyduk, birçok arkadaşın garibine gidiyor ya TKP/ML silahlı devrim yapacak devlete karşı, hükümete karşı milletvekilliğiyle ne alakası var diye. Aslında bizim de hareketimiz daha birinci konferansı yapmamış, bölgesel düzeyde bir çalışma içerisindeyiz daha… derli toplu merkezi bir yapıya bile kavuşmamışız, ama o dönemde partinin çalışmalarını kitlelere taşımak için ne kadar argüman varsa o yaşımıza, o gençliğimize o tecrübesizliğimize rağmen kullanılabilecek ne kadar yol varsa yararlanmanın bir unsuru olarak görmek lazım. Madem böyle bir imkânımız var… Adayımız, İ.A., Ankara’da çalışan yüksek mühendis… Tunceli bağımsız milletvekili adayı olarak aldık ve bizim o dönemdeki propaganda çalışmalarımızı çok çok üst düzeye taşıdı.
Denilebilinir ki o günkü koşullarda partimizin kitlelere ulaşmasının en önemli kararlarından birisiydi ve bunu kullandık, bence çok doğru da yaptık. Aynı düzeyde, aynı koşullarda Halkın Kurtuluşu’nun da adayı vardı A.D. adlı öğretmendi… Fakat biz sandığa gitmeden, süreci yeterli görerek, adayımız geri çekildi.
Aynı dönemde de Cumhuriyet Halk Partisi’nden de Ali Haydar Veziroğlu adaydı.
Ama öyle de olabilirdi, ama biz o propaganda sürecini dolu dolu kullandık; partimizin Dersim bölgesinde kök salmasında çok önemli bir etken oldu. O dönemde karar veren arkadaşları kutlamak lazım.
Bir de şunu anlatmam lazım, demin İstanbul’dan söz ederken, işçi sınıfından söz ederken bir şeyi unuttum. Şimdi bakın arkadaşlar biz TKP/ML, o 1976-80 dönemi yada 1979 dönemi o üç yıllık sürede, iki tane toprak işgali, 3 tane gecekondu mahallesi kuruluşunda yer almıştır. 1 Mayıs Mahallesi, Alibeyköy ve Gülsuyu ve TKP/ML’nin. E bunlar, şimdi bu arkadaşlarımız mesela Alibeyköy tepesini işgal ederken yada Ümraniye’de Tercüman arazisini işgal ederken, oraya bina yapmaya gittiler, oraya şehir kurdular ve orada işte köyden gelmiş, zincirlerinden başka satacak bir şeyi olmayan bir proletarya kitlesinin barınması için yer yapılmış… Ve bir şey daha var, bakın Türkiye’de 1 Mayıs Mahallesinin planı başka bir yerde yok. Düşünün 1977’de kurulmuş bir mahalledir o…Planlı bir yerleşim yeridir, 1 Mayıs Mahallesi. Burada yitirdiğimiz arkadaşlar var.
Şimdi bile gittiğinizde, İstanbul’un hiçbir semtinde, Ulus’ta bile öyle bir plan yoktur o ana caddenin büyüklüğü anlatabildim mi ve artı bir şey daha söyleyeyim bakın çok ilginçtir. 1 Mayıs Mahallesi ya da İstanbul’da gecekondu çalışması yapıldığında bizim TKP/ML, Sovyetler Birliği’nde konut sorunu üzerine araştırma-inceleme yapmıştır. Partizan’ın sayılarında vardır bu, ‘Sosyalistler konut sorununu nasıl çözerler?’ .O gün gecekondular yapıldığında aramızda tartışma çıkmıştı, yani biz kendi elimizle milleti mülk sahibi yapıyoruz yani biz mülksüzleştireceğiz, mülkü ortadan kaldıracağız, sınıfsız toplum komünizme gideceğiz ya…E burada millete yer veriyoruz yönünde tartışmalarda çıktı. Buna rağmen 1 Mayıs Mahallesi, o dönem bildiğim kadarıyla eğer hafızam beni yanıltmıyorsa İstanbul Teknik Üniversitesi’ndeki mühendis arkadaşlar, mimarda değil mühendis arkadaşlar, tarafından planı çizilmişti. Cadde, okul yerleri, köy odası yerleri böyle planlı bir şekilde yapılmıştı yani bunların hepsini derleyip toparladığımızda TKP/ML’nin Türkiye devrimci hareketinde, Türkiye toplumundaki yeri çok daha net, çok daha açık bir şekilde anlaşılabilir.
Bakın ben TKP/ML, bu gecekondular, fabrikalar, işçiler meselesinde çok net bir şekilde komünizmi savunuyor derken….Yani İbrahim, Kemalizm ve Kürt meselesinde çizgisi çok nettir. Devrim konusunda nettir, devrimin silahla, savaşla olacağı konusunda nettir. Birleşik cephe konusu nettir, işçi sınıfının önderliği, işçi-köylü ittifakı üzerinde milli burjuvazinin sol kanadı dâhil yani böyle çizgileri net, siyasi düşünceleri de nettir. Hiç eklektizm yoktur, hiç çelişki yoktur çok net bir şekilde hem ideolojileri hem siyasi düşünceleri hem kadroları hem kökenleri olarak bakıldığında TKP/ML hakikaten bu toprakların ürünü ve Mustafa Suphi TKP’sinin devamıdır. Ve de İstanbul’da, özellikle şehir yapılanması içerisinde, şehir insanları içerisinde, işçi sınıfı içerisinde örgütlülüğünü bulmuştur…
“Deşt işgali bunlardan sayılabilir, bu gecekondu çalışmaları artık toplum için partinin bireysel olarak yaptığı şeyler değil tam tersine kadroların, toplumla birlikte toplumun değişik kesimleriyle, toplumun dinamik kesimleriyle birlikte, kalıcılaşmanın temel unsurlarından biridir. Tabi ki diğer bireysel eylemlerde…Onlarda şu iki şey birbirinden farklıdır mesela, o demin dediğim bireysel eylemler, cezaevinden adam kaçırmalar bilmem neler bunlar ajitatif yönü, kitleleri daha ajite eden, kitlelerin ilgisini çeken, kadrolara daha fazla cesaret daha fazla umut daha fazla güven veren eylemlerdir. Ama bu dediğim eylemler kalıcılaşan, iz yapan, temel olan onların üzerine kurulan şeyler. Yani bu kitlesel eylemler, partinin ideolojisi ve partinin önder kadroları tarafından yapılmış, kitlelerin desteğini almış eylemlerin böyle bir niteliği vardır. Fakat bu kitle eylemleri, kitleye yönelik eylemler, grevler bunların içerisinde sayılabilir. Öğrenci boykotları bunların içerisinde sayılabilir, mitingler bunlar içerisinde sayılabilir. Asıl örgütü örgüt yapan, ayakları üzerinde kaldırıp yürüten bu tür şeylerdir. O açıdan bu dediğim eylemler, partimizin kitleselleşmesinde, kurumsallaşmasında yani hem dikey hem yatay gelişmesinde çok önemli kilometre taşlarımız olmuştur.
Şöyle bir şey de söylemiştik, her şeye ihtiyaç oluyor…Kars’a gittiğim süreç aynı zamanda şey sürecidir. 12 Eylül’ün ardından ki Mayıs ayında bana da sorguda sordular: Madem bu kadar akıllıydınız Mayıs ayında darbenin geleceğini tespit ettiniz de niye tedbir almadınız diye. Benim sorgumu İstanbul polisi yaptı Uğur Gür, uçakla Elazığ’a geldi hem beni yakalayan hem de sorgulayan yani Mayıs ayında siyasi büronun, Türkiye hızlı bir şekilde darbeye gidiyor, tespiti var. 13 ilde sıkıyönetim ilan edilmişti ama hakikaten o hiçbir şeye çözüm olamadı. İşte Afganistan işgal edilmiş, İran’da Humeyni gelmiş Şah gitmiş… Amerikan emperyalizmi Asya’yı hemen hemen kaybetmiş durumda ister istemez . Asya, Afrika… Sovyetler Birliği Bloku karşısın da, .E şimdi Türkiye’de darbeye bir ortam yaratılması için Sivas katliamı, Maraş katliamı, Çorum katliamını MHP bilfiil örgütlemişti, egemen sınıflar askeriyeye bir darbe yapılsın diye bir ortam arzuluyorlardı, ki işte Amerika’da Türkiye’de darbe tezgahlamak için ‘24 Ocak Kararları’ diye tarihe geçen ekonomik kararları aldılar. O kararlar yani 3-5 tane maddelerini söyleyip uzatmayayım ama şu kadarını söyleyeyim, gerek istatistikçiler gerek siyasetçiler gerek teknokratlar gerekse de bürokratların ortaklaşa fikri, 24 Ocak kararlarının Türkiye’de uygulanmasının askeri bir diktatörlük olmadan uygulanamaz olması.
Yani şimdi o döneme baksanız dahi karşınıza çıkacak şudur: Bu 24 Ocak kararları ancak ve ancak zapturapt edilmiş bir Türkiye koşullarında uygulanabilir çünkü işten atılmaları öngörüyor, çünkü grevleri, çünkü demokratik her türden şeyi ortadan kaldırıyor, işçileri istediğin kadar çalıştırabilirsin (gibi)…İşte para bilmem kaçta kaç devalüe edildi hatta Özal diyor ya onlar yüzde yüz devalüe ya yüzde 300 yapalım, hani orada mesela Kaya Erdem’e diyor ki ya bunların altına imza atsak Türkiye’de bizi asarlar, geliyor burada nihayet yapıyor Kaya Erdem. Birinci Özal hükümetinin maliye bakanıydı hatırlayan arkadaşlar hatırlarlar, dolayısıyla tüm bu koşulları gözönüne alan uluslararası gelişmeleri, Türkiye’deki siyasal gelişmeleri göz önüne alan TKP/ML’nin siyasi bürosu mayıs ayında yaptığı toplantıda Türkiye hızla bir darbeye gidiyor öngörüsünü yapıyor ama orada da bizim eksikliğimiz tespit etmemize rağmen ona uygun tedbirlerimizi alamadık. Niye alamadık? Çünkü o süreçte, aynı zamanda çok yoğun bir şekilde iç tartışma yaşadık yani ideolojik olarak hem dışımızdaki siyasetlerin Mao Zedung’u reddetmesi Enver Hoca’yla Mao Zedung arasındaki çelişki, yine Çin-Moskova, Mao Zedong-Enver hoca arasındaki tartışma hem de bizim ikinci konferansa giderken kendi içimizdeki iç tartışmamız bizimde ister istemez zamanımızın çoğunu siyasi olaylara, siyasi araştırmalara, siyasi incelemelere ayırmamıza neden oldu. Bu tartışmalarda yurt-dışı, Sosyalizme, demokratik devrime farklı yaklaşıyorlardı, dolayısıyla daha sonra, ikinci konferanstan sonra aramızdan çıkan ve yurtdışında olan adı Bolşevik-Partizan olarak anılan grubun parti içerisinde kongreye, konferansa giderken yaymış olduğu yazılar bizi ikinci defa yani hem dışarıdan gelen uluslararası komünist hareketin yaşadığı Mao Zedong-Enver hoca meselesine ek olarak bir de partimiz içerisinde farklı şey çıkınca biz siyasi büromuzun ‘darbe geliyor ona göre tedbir alın’ lafını deyim yerindeyse tek kulağımızla duyduk.
Yani pratik hayat öyle algılandı, tek kulağımızla duyduk. Biz kendimizi o ideolojik-siyasi tartışmaların içerisinde bulduk. Mesela çok somut bir şey söyleyeyim, bir gün Tunceli’de bir evdeyim Parti Bayrağı elime geçti, işte araba hareket saatine kadar okuyalım, Parti Bayrağı Halkın Kurtuluşu’nun çıkardığı bir dergi, teorik bir dergi. Bir baktım Mao Zedong’la ilgili, işte Mao Zedong demiş ki ‘kim parti üyesi olmak istiyorsa gelsin’.1939’da onun öyle bir sloganı var, onun nedenleri var işte 1949’da devrim oluyor, iki tane 5 yıllık plan uygulanıyor Çin’de fakat öngörülen 10 yıllık planın çalışmaları 8 yılda tamamlanıyor ve şöyle bir tabir kullanıyor diyor ki ‘Köylüler bizim sosyalist çalışmalarımızı davul zurna ile karşıladı’.Vay efendim köylü sosyalizmi davul zurna ile mi karşılar, nerede yazıyor, cilt 5, tüm alıntılar cilt 5’te.Ben oradan hemen ev sahibine dedim ya getirin şu cilt 5’i getirin bir bakalım bu nedir, bunlar hepsi cilt 5’ten alıntı. Mao Zedong cilt 1 var, cilt 2 var, cilt 3 var, cilt 4 var, cilt 5 de daha yeni Türkiye’ye gelmiş, yayınlanmış, arkadaş aldı geldi bende Kars’a gideceğim geldim Muti’de, Muti Erzincan Erzurum arasında bir köprü, o Muti köprüsünde kar vardı yollar kapanmıştı bende orada zorunlu olarak bir ailede kaldım 1-2 gün, kaldığım sürede de aileyi bizim taraftar yapmıştım.
Şimdi Tunceli’de bu kitabı alıp götürünce bizim Veysel Uyarı da (benden sonra Erzincan sorumlusu idi, daha sonra Ovacık’ta şehit oldu) aldık o evden, ya dedim ‘Veysel gel bulmuşken bu kitabı beraber okuyalım’. 500-600 sayfalık kitap ne gece kaldı ne gündüz biz bir buçuk günde hem de tartışa tartışa kitabı bitirdik yani şimdi o dönem öyle bir yoğunluk var, ki ancak okuyabiliyorsun, arabada yatakta, yemekte bile kitap okuyorduk.. Yani e yazmak içinde oturmak lazım. Bizim Türkiye’deki militanların yazma şansı yok, bizde tam ikinci konferans sürecine girmişiz, bu yurtdışındaki arkadaşlardan her gün bir sayfa teksir yazısı geliyor, yurtdışı yazmış göndermiş, ekonomik yapı için yazmış göndermiş, devrim konusunda yazmış göndermiş işte Mao Zedong konusunda göndermiş, sosyalizm konusunda.(‘Bolşevik’ diye ikinci konferansta ayrılanlar) e birde dışarıdan Mao Zedong-Enver Hoca meselesi var. Deyim yerindeyse bizim parti, tam bir ideolojik-siyasi mücadelenin içerisinde kendisini buldu. Dolayısıyla o polit büronun ‘Türkiye hızlı bir şekilde darbeye gidiyor’ lafı sanki bir kulağımızda kaldı. Böyle bir süreçte delege seçimleri başladı, delege seçimleri o zaman merkez komitesi Türkiye genelinde üye sayısını topluyor o belli bir rakama göre bölüyor, 4 kişiye bir delege diye.”
Buraya gelmişken az önce bahsederken birkaç arkadaşınızı ‘aday üye’ olarak davet ettiğinizi belirttiniz, o üyelik nasıl oluyordu? Aday üyelik nasıl oluyordu? Yani kimin neye, kime yetkisi vardı? Bunları biraz detaylı anlatır mısınız?
“Şimdi ikinci konferanstan sonra, partimiz belli bir tüzüğe sahip olduktan sonra o tüzüğün kaçıncı maddesi hatırlamıyorum ama onun belirli şartları var, partiye üye olmak için parti programını bilmek, parti tüzüğünü kabul etmek, düzenli aidat ödemek, partinin herhangi bir organında yer almak…Aklımda kalan bu kadar. Galiba bir-iki maddesi daha vardı şimdi o bölgedeki parti üyelerinin parti üyeliği onaylanmış, kabul görmüşler o bölgedeki ileri sempatizanlar içerisinde üyeliği hak etmiş olarak gördüklerine ‘aday üyelik’ teklifi yapılıyor. Tüzüğümüzde 6 aylıktır aday süresi, teklif ediyor, diyor seni aday üye yapmak istiyoruz. Tüzüğü okuyor, üyenin görevleri bu, üyenin hakları bu, bu koşullarda seni partinin aday üyesi olarak alıyorum diyor ve o 6 ay süreyle denetleniyor. 6 ay sonra o teklifi yapan tek başına olmuyor bir organ olarak teklif yapılması gerekiyor, bir alt organ onun hakkında rapor hazırlıyor işte ‘Zeynel Demirçivi’ye 6 ay önce adaylık teklifinde bulunmuştuk, bu süre içerisindeki çalışmaları, disiplini, ahlakı, araştırması, partiye olan bağlılığı, parti programına olan hakimiyetiyle üyeliğinin onaylanmasını hak etmiştir’ diye. Üyeliği onaylanıyor bir alt organ kabul ediliyor bir üst organda onaylanıyor. Raporla birlikte götürüyorsun üst organda onaylandı mı, o üye oluyor. Fakat şöyle bir durumda var o 6 aylık süre içerisinde denetleniyor, eğer yeterli değilse bir 6 ay daha uzatma durumu olabiliyor, üyelik sürecimiz böyle işliyordu.
Kars’a gittikten sonra epeyce yoğun bir çalışma yürüttükten sonra ister istemez hem alanımız genişleyince hem kitle sayımız artınca ihtiyaç hissettim ve adam istedim.
Hasan Batmaz adında bir arkadaş gönderdiler, ben Iğdır, Kağızman; onu Ağrı hattına görevlendirmiştim. Daha sonra Karadeniz’de de ilişkilerimiz gelişince, üyelerimiz de çoğalınca bu seferde askeri kadro istedik. İkinci konferanstan sonra TİKKO’nun genel komutanlığında yer alan sevgili Ali Uçar yoldaşımızı oraya gönderdiler, Ali Uçar geldikten sonra bayağı kalabalık olduk nereden bakarsak 7 tane birde kadın arkadaş var 8-9 tane profesyoneliz. O bölgede 8-9 tane profesyonel bayağı iyi, tesisatımız iyi, itibarımız da iyi fakat 12 Eylül gelmiş. Bir kısım köyler korkuyor, kulağımıza geliyor, gidiyoruz ilişkimize diyor ki ‘Kirve, sizin eve devrimciler geliyor’. Hemen karar aldırdım, diyelim bir köy Çimliçayır diye bir köy yada işte x köyü, arkadaşlar o köye giden arkadaşlar kimse size devrimciler geliyor diyen evlere gideceğiz, gideceğiz oturacağız, çay içeceğiz, yemek yiyeceğiz hiç oturup yemek yeme fırsatımız olmasa da en azından girip bir çayını içeceğiz ki size de gelsinler yani gidip şikâyet etmesinler, zaman zaman da oralarda kalıyoruz.
Genelge yayınladım, bölge olarak orada dikkat edilmesi gerekenler (diye).Nöbetlerin sayısını artırmak gerek, nöbet tutmadan kimse uyumasın, köyden köye giderken çok dikkatli olmak lazım, 3 kişiden fazla gruplar halinde gezmemek gibi… Özellikle mağaralarda ateş yakmamak, bu o zaman aklımıza gelmişti, mesela ispirtoyu yakıp onunla çayınızı çömleğinizi aynı zamanda ısınma ihtiyacınızı da… Böyle yani, o aldığımız tedbirlerle biz mesela 1980 Eylül’ünde, 12 Eylül oldu ben o zaman Tunceli’deydim, onu da ayrıca parantez içinde anlatırım. 1981 yılına kadar bizim örgüt olarak, parti olarak en ufak bir kaybımız olmadı sadece Tunceli köprüsünde arama yaparken bir kuryemiz bu ‘porsayt’ dediğimiz Mısır yapısı (tamburalı da derler halk arasında) öyle bir silah yakalatmıştı onun dışında ne bir elemanımızı ne bir şeyimizi asla kayıp vermedik. Ama yani köyler böyle şey gibi, Kars’ın başka bir özelliği de mesela hırsızı boldur, köyler hep köpek doludur mesela bir gün 5-6 arkadaşla Kars’tan Hanak’a gidiyoruz 2 günlük yol. Yaya, tabi gerilla yürüyüşü yapıyoruz gece, o zamanda duyuyoruz her taraftan istihbarat sağlam, jandarmalar gece köylere gidiyor hem köyde hırsızlık olduğu için, köylüler hırsızlara karşı nöbet tutuyorlar… ben öndeyim Y.T. var, Ali arkamızda böyle üç sacayağı gibi gidiyoruz… bunlar benim üzerime atladılar, üzerimde de hem G-1 var, 14’lü de değil Çek yapımı silahlar almışız, 9’luk mermi ama 24 tane alıyor böyle kocaman tabanca, çantamız filanda var bunlar atladılar üzerime. Yahu diyorum ben devrimciyim bırakın beni, silahı alacaklar elimden, silahı da vermiyorum, sıkmak da istemiyorum, Ali arkadan, çok yiğit bir adamdı, TKP/ML’nin en iyi eğitim görmüş tam bir komutandı, bağırdı ‘Bırakın, hepinizi tararım şimdi’. ‘Yahu bizde devrimciyiz, niye demiyorsunuz’ falan…Halbuki 3 dakika mı dersin 5 dakika mı dersin sarılmışlar üzerime karanlık onları görmüyorlar ya beni aldılar aralarına, bende silahı vermiyorum silahı versem götürecekler, yahu diyorlar ‘Yoldaş niye demedin ki, bende devrimciyim’ diye. Yarım saattir üzerime atlamışsınız, silahı biri çekiyor o tarafa devrimciyim diyorum, biz buradan geçip gidiyoruz. Bırakmadılar, Ali bağırınca bıraktılar.
O dönemde hakikaten ben köye giriyorum, askeriye çıkmış, askeriye çıkmış ben giriyorum derken bizim konferans tarihi belirlenmiş, gizli tabi bize vermiyorlar ama bir an önce bölgesel konferansınızı yapın, delegelerinizi seçin (diyorlar). 4 kişiye bir delege yapmışlar, benim bölgede de 7 tane üye var tamamlanması için. Tunceli’den bir üye gönderdiler bize, yani orada fazlaymış diyelim ki 9, bizimkisi de 7,böylede adalet şeyimiz vardı. Tam karakışa denk geldi, soğuk, oranın yaylaları var, yaylalarda kömlerde işte yaklaşık 10 gün mü ne sürdü şimdi aklıma geliyor tüylerim diken diken oluyor yani o günkü koşullarda o kadar uzun niye yaptık diye. Şimdi farklı düşünceler var, bazı bölgeler mesela İstanbul bir günde bitirmiş, 12 üye girmiş 3 tane delege seçmiş, diyor ki ‘Ya biz bir günde seçtik gönderdik’. Birgünde seçersin herkes aynı düşüncede. H’a demişler sen git, Süleyman Cihan’a demişler sen git, ötekine berikine…. şimdi bizde farklı düşünce var dolayısıyla ben düşünce belirtiyorum adam kalkıyor ona birde tutanak tutmuşum şu kadar tutanakla bölgeye gittim ben, birazda her şeyi kaleme alan yazıya döken bir özelliğimde var yani bayağı bir demokratik ama bir o kadar da kazasız belasız ama çok tehlikeli bir iş yaparak kongremizi yaptık iki tane delegemizi seçtik.”
Y.D: O 10 günden biraz bahseder misiniz?
Z.D: “Aklıma geldikçe tüylerim diken, diken oluyor o günkü koşullarda 8 tane adamı on gün orada tuttuk, yani sıradan 4 tane asker gelse, 20 tane değil ya 4 tane asker gelse neticede bizim sınırlı sayıda teçhizatımız var. Her birimizde uzun menzilli, kısa menzilli silahlarımız, el bombalarımız var tedbirliyiz ama yani senin etrafını çevirdi mi, ona bir sürü lojistik destek gelirken sana gelmeyecek şimdi aklıma geldikçe korkuyorum. Ama o gün, o günde korku yok, o gün dünyayı tek başına yıkacak kadar cesaret var hepimizde işte ben söylüyorum böyle böyle o söz alıyor ister istemez o ona, o ona gidiyor işte ta ki belli bir noktada yeterlilik önergesi veriyorsun birde 8 kişi az bir şey de değil, herkes bir tur gitti mi bir gün geliyor işte belli bir saatte yatıp kalkıyorsun, yiyorsun içiyorsun yani öyle doludolu çalışamıyorsun tabi neticede oylama ile…Çünkü bir sürü arkadaş aday oldu benim bölgenin dışında da başka hiçbir yerde olmamış. İlk seçimde biz iki delege seçildik benimle Hasan Batmaz. Biz çıktık genel kurula gelmeye, o zaman devir şimdiki gibi değil; telefon yok, telsiz yok, diyelim şurada gelip seni alayım yok. Ben gittim bana ‘Kongre tarihini, yeri, delegeni al şu tarihte gel’ dediler. Tam bir köydeyim gittim bu bizim bir arkadaş daha önce işte o kolu kopup yakalanıp cezaevinden cezaevine giderken Şenkaya’da yatıyor.
Erzurum Şenkaya hemen Göle’nin yakınında, dolayısıyla biz oradan onun ziyaretine gidiyorduk ihtiyaçlarını götürüyorduk, tahliye olmuş. Dedim ya Kars’ı bilen yok, M.U. da cezaevinden yeni çıkmış oralara gelmiş, dedim sen oraları biliyorsun Hasan’ı tanıyorsun git dedim bizim delegeyi al gel kongreye. Musa gitti tutuklandı, 1985’e kadar Erzurum’da yattık bir gün demedi ki, sen benim cezaevine girmeme sebep oldun!.. Meğerse, zaten aranıyormuş çok üzüldüm. Zaman zaman söyleyeceğim utanıyorum, ya M. diyorum orada denk gelmeseydin 4 yıl daha yatmazdın. Delege orada kaldı yani şimdiki gibi değil ki gönderesin, telefon edesin, gidip alıp gelesin uçakla, otobüsle. Otobüs 3 günde bir geliyor, telefon yok, bir şey yok yani öyle bir pozisyonda biz konferansa gittik, konferansımız yine Tunceli’de bir yerde oldu işte yurtdışından arkadaşlarımız vardı, doğudan batıdan derken çok, belki de Türkiye tarihinin, belki de partimizin bundan sonraki tarihinde öyle şiddetli tartışmalar olur mu bilmiyorum. Şiddetli derken böyle kavgaya, dövüşe varan değil ama kıran kırana bir tartışma oldu çünkü yurtdışından gelen İ.G. arkadaş hakikaten şey yani zaten yurtdışında da ona ‘Türkiye’nin Lenin’i’ diyorlar, entelektüel bir arkadaş. Türkiye’de de az çok çenesi düşük arkadaşlar yani onun kadar değilse de var ama o kaç gün sürdü bilmiyorum bir haftadan fazla sürdü yanlış hatırlamıyorsam. Partinin çok güzel bir geleneği var, demin bir iki yerde demokratik, olgun, hoşgörülü bir yapısı var, saygı var mesela İstanbul kongre delegelerinden ben onu duymuştum demiş ki ya sen daha iyisin sen git ben kalayım gibisinden. Bizim mesela ikinci konferansa Erhan Gencer katılmadı yani bir nedenden dolayı gelememişti hatırladığım kadarıyla. Tam neden gelmediğini bilmiyorum ama katılmadı biz merkez komitesine Erhan Gencer’i de seçtik yani katılmamasına rağmen dedik işte arkadaş yeteneklidir, kabiliyetlidir gelememiş ama bu önümüzdeki süreçte partimizi yönetebilecek kapasitede bir arkadaşımızdır ve Erhan Gencer’i merkez komitesine seçtik.
Merkez komitesi kendi arasında görev bölümü yaptığında da yurtdışına Erhan’ı görevlendirdik, Erhan’ın İngilizcesi Türkçesinden daha iyi, teorik olarak da İ.G.den az değil ve hakikaten iki sefer yurtdışında tabanında katıldığı tartışmalara katılmıştı. Yurt dışını örgütleyen İ.G. Bolşevikler mesela üye bazında aldılar ama taban bazında asla şey olmadı.
Bizim orada ta 1974’lerden beri kurulmuş ATİF yani Avrupalı Öğrenci Federasyonu, işçi federasyonu var onların hepsi bizde kaldılar oda Erhan’ın yani o konudaki çabasına bağlıydı. Yalnız yurtdışı ve İsa Güzel’den söz açılmışken şunun özellikle altını çizmek istiyorum şimdi partimiz TKP/ML, hakikaten tarihsel süreç içerisinde uluslararası alanda, uluslararası komünist harekette iki tane büyük ayrışma ve tartışma yaşadı biri 1976’da 3 dünya teorisi. Komünist hareket bölündü yani birçok hareket, Çin’in, 3 dünya teorisinin yanında yer aldı Türkiye’de de Aydınlık gibi bir kısmı da işte bizim gibi oldu. 1980’lerde bu sefer Enver Hoca ile Çin arasındaki meselede yine gittiler, ki uluslar arası komünist hareketin mesela Avusturya Komünist Partisi Başkanı, Genel Sekreter durumundaydı ona rağmen işte baktığında İngiltere, Brezilya, Hindistan, Nepal yani böyle komünist hareketin büyük bir çoğunluğu bizim çizgimizde yer aldı bunu yapmada da İ.G.’in çok çok büyük katkısı vardır. O o tarihsel süreçte partimizi dünyaya açma, dünya komünist hareketiyle birleştirmede çok büyük katkısı olmuştur, kendisine ayrıca teşekkür ederim.”
“1979 yılında biz Leninist parti örgütlenmesinin bir ürünü olarak organ sekreterlerini organ içerisinde yer alan kişilere seçtirme yöntemine gittik.
“O dönemde (1979 olmalı) aranıyoruz. Kelkit mitinginden sonra, Erzincan’daki o bombalı pankarttan. Yine köye gidiyoruz bir gün ben, Orhan Bakır sanıyorum Süleyman Cihan yoldaş da var. Bizim evimiz köyün tam altında. Boşluk işte söğütlerin, kavakların yoğun olduğu bir yer. Biz gitmeden önce köye haber veriyoruz, köyümüz yoğun bir şekilde bizim taraftarlarımızın olduğu bir köy, karakolda var bizim köyde biz gittik eve girdik tabi bizim taraftarlarımız karakoldan bizim eve kadar deyim yerindeyse zincir oluşturmuşlar yani nöbet tutuyorlar. Karakolda zaten toplasan 20-30 jandarma var ama asıl dışarıdan gelen güce karşı daha tedbir alıyoruz şimdi biz gittik kaldık annemi görmek istiyoruz, bizim yoldaşların hemen hemen hepsi bizim evde kalmışlardır. Annem hepsini tanır, biz gece kaldık sabah bekliyoruz akşam olacak biz köyden çıkacağız tam o ara arkadaşlardan biri geldi, bizim yerel yöneticilerden biri. Yaz ayları, yazın bizim köy çok kalabalık olur yurtdışından, İstanbul’dan Türkiye’nin diğer yerlerinden öğretmenler, öğrenciler hepsi köyde toplanırlar, köyümüzün yerel sorumlularından biri geldi dedi ‘Ya kahvede tartışma var Kavacılar da bizden ayrılmışlar’.
Bizim köyde herkes Partizancı herkes oraya şey yapıyor, bizim kahveler, sokaklar hep siyasi tartışma ile geçiyor, kahve tıka basa dolu, dedi ‘Sömürgecilik, Kürt meselesi tartışılıyor illa biriniz gelin’. Şimdi hepimiz aranıyoruz, Süleyman aranıyor, Orhan Bakır aranıyor, H.A., Toptaş’ından daha yeni kaçmış gelmiş her tarafta afişleri var aranıyor. E bende aranıyorum galiba onların içerisinde milli meseleye daha hakim olan biri olarak yada o çevreyi bilen biri olarak, onlar benden daha simaen Türkiye’de afişle falan deşifre olmuş arkadaşlar. O dönemde Hürriyet gazetesi ile Tercüman gazetesi bolca TKP/ML, TİKKO haberleri ile çıkıyordu, Biz tabi kahveye gittik kahveye giderken de tam böyle kahvenin köşesi, kapıdan içeri girmeden kahvenin dışında, bizim o “35’li” dediğimiz amca kapıda böyle bastonuyla orada oturuyor, beni görür görmez hemen tanıdı,‘Oo kirvem hoş gelmişsin’ filan. Bende selamlaştım, ben karakolu karşıma alarak oturdum birde rica ettim ilk sözü ben alayım dedim yani anlatılması gereken bir şey varsa ben anlatayım çünkü gitmem gerekiyor, bizim köyden Kawa’ya gidenler var, yurtdışı Almanya’dan gelenler var kahve tıka basa dolu. Epeyce konuştum sonra bir baktım arkadan askerin biri diyor ki, ‘Zeynel Demirçivi kim?’ dedi. Böyle omzuma da el vurdu mu vurmadı mı böyle baktım dedim, ‘Zeynel Demirçivi burada yok’, o çıktı ama bizde apar topar çıktık çünkü gidecek adam direkt bizi sorduğuna göre peşimize takılacak. Tam kalktık, jandarma o kapıdaki adama soruyor Zeynel Demirçivi’nin evi nerede diye. Oda böyle etrafına bakıyor, bizimde duvar önümüzde, birbirimize bakıyoruz. Asker beni görmesin diye kapının kenarında duruyorum. Dedi ‘Zeynel demin buralardaydı, öpüştük, görüştük’ diyor adam. Tarif etti, dedi işte şuradan gideceksin köyün altındaki ev neyse askerler 3 tanemi 4 tanemi silahla gidiyorlar. Benle Zeki de arkasındayız.
Onlardan önce eve gitmek zorundayız çünkü evde arkadaşlar var, silahlar var ama bir yerden kaçma şansımız yok biz de onların peşinden gidiyoruz. Şöyle eve yakın bir yerde bir yol var oraya kadar gideceğiz oradan ayrılacağız, baktım karşıda iki tane çocuk var dedim ‘Zeki bu askerler şu çocuklara soracak ve bu askerler beni tarif edecek yemin ediyorum baktım çocuk diyor ki şu karşıdan gelen mavi gömlekli Zeynel’. Kaçma yok, direkt üzerlerine gittik ama Zeki’ye diyorum ki ‘Oğlum bak, ben askerin birinin silahını alacağım ben hareket ettiğimde sen bırak kaç beni, çünkü çarpışacağız’. Hiç olmazsa o kurtulsun, neyse biz öyle askerlerin üzerlerine gittik, ‘Zeynel Demirçivi siz misiniz?’ dedi, ‘Yok’ dedim. ‘Hayırdır asker ağa kardeşim bir şey varsa ben yardımcı olayım’ dedim. ‘Komutan onu istiyor’ dedi, bunlar döndü gitti. Biz de köyden ayrıldık.
Y.D: Hanak’taki konferansın detayları
Z.D: “Hanak’ın seçilmesinin nedeni şu: Biz bölge konferansından önce alt bölge konferansı yaptık daha doğrusu alt bölgede seçilen delegeler genel kongreye gidecekler. Onun için güvenilir bir yer olması lazım, çünkü sanırım 8 kişiyle yaptık 4 kişiye bir delege düşüyordu. Biz 7 kişiydik birisini başka bölgeden vermişlerdi bize, adalet sağlansın, denge sağlansın diye. Bizim oralarda taban olarak biz o tür şeyleri seçerken iki şeye dikkat ediyoruz birincisi kitle temelimizin güçlü olması lazım, ihbarcılığın az olması kitlelerin bize sahip çıkması gereken bir yer olması lazım. Hem maddi hem manevi olarak, çünkü sen o bölgede bulunan en önemli kadrolarını bir yere topluyorsun yani ufacık bir ihbarda riski çok yüksek bir çalışma olduğu için özel yerleri seçiyoruz. Hanak da bizim Kars bölgesi içerisinde hem ilişkilerimizin tarihsel olarak eski olduğu hem de çok güçlü ve kuvvetli olduğu bir yer. Köylerimiz var, yani asker geldiğinde askeri köye almayacak en azından bize zaman kazandıracak yerlerimiz var. Çok güzel mağaralar var, oranın mağaraları bizim köyün yaylalarına benzemiyor, bizimkiler kıl çadır yada tek direkli çadırlarda yaylalarda barınırlarken oralarda resmen ev gibi yaparlar. Yaşanılabilir, üstü kapalı ocağı şuyu buyu şömine gibi yerleri olan yerler, onun için tercih etmiştik. Hem çevre güvenliği açısından hem de yerel ilişkilerimizin yoğunluğu açısından düzenli, sabah kahvaltısından tut akşam yemeğine kadar günde iki kere yemeği planlamıştık, gidiş gelişler az olsun diye orayı seçmiştik. Konferans uzun sürmüştü, özellikle bizim bölgede. O dönem örgüt içerisinde yaşadığımız ideolojik tartışmanın birçok taraftarı benim bölgemdeydi. 8 kişiden 3’ü o çizgide olduğu için ister istemez tartışmalar hem yoğun geçmişti hem de uzun sürmüştü. Merkeze gönderilecek delegelerde insan kendi düşüncesini savunan insanların seçilmesini istiyor. Konferans kış şartlarında yapıldı. Havalar soğuktu.”
Y.D: Bir toplantı günü nasıl geçmişti? O 12 günlerden bir tanesini bize anlatır mısınız? Saati nasıl böldünüz? Nasıl bir ortamda toplandınız?
Z.D: “Ali Uçar bölgedeydi askeri komutan olarak görevlendirmişlerdi. O ve yine bölgeyi çok iyi tanıyan çok iyi bilen arkadaşlardan üçümüz konferans öncesi yani o konferansın başladığı tarihten önce zaten delegelerimizi yerleştirmiştik kimisi Hanak’ın o köyünde beriki diğer köyünde Öteki Susuzun köyünde yerini biz gittik belirledik ondan sonra teker teker arkadaşları oraya taşıdık, orada toplantı başladığında doğacak bir olumsuzluğa karşı nasıl, kimlerin nereden kaçacağı, diyelim 8 kişiydik Ali ile bir arkadaşımız birinci dereceden güvenlik sorumluluğunu üstlenmişlerdi yine yaylanın etrafında da yerel birimlerden güvenlik için nöbetçiler bekliyordu. Nereden baskın olabileceği önceden tespit edilmişti, kaçabileceğimiz yerler, kimler bu kaçan arkadaşlarımıza zaman kazandırmak için çarpışmaya girecek… Arkadaşlarımızı zaten toplantının başında belirlemiştik.
Sabah takriben 6-7 gibi kalkıp kahvaltı yapıyoruz, kahvaltı bittikten sonra da gündeme geçiyorduk, konferansın gündemini zaten merkez komite belirlemişti. Şimdi burada yeri gelmişken şunu belirteyim, komünist partilerinin en üst organı kongredir, ikinci derecede üst organı konferanstır. Kongrelerle konferans arasındaki temel farklılık; konferanslar belirlenmiş gündemle toplanıyorlar ve o gündemin dışında herhangi bir konuda karar alma yetkileri ve sorumlulukları yok ve kesinlikle partinin belirlenmiş temel teorik görüşlerini değiştiremezler. Fakat kongreler her şeye kadir, gerekirse partinin adını da değiştirebilir o güne kadar savunulmuş yazılmış, çizilmiş, belirlenmiş teorik görüşlerini de değiştirebilir, kongrelerin böyle yetkileri vardır. Dolayısıyla bizim konferansın gündemi merkez komite tarafından belirlenmişti, hatırladığım kadarıyla Mao Zedong- Enver Hoca meselesi ağırlıklı olmak kaydıyla 1957-60 deklarasyonu o günkü uluslararası komünist hareketin yaşadığı, Türkiye’de bizim siyasal çevrelerin yaşadığı, yani beş temel belgenin ötesinde güncel ve sorunlara ilişkin gündemler vardı. Bunlar üzerinde konuşuldu, tartışıldı. Günde iki sefer yemek yiyorduk, akşam saatlerinde, saat 4-5’te karanlık basıyor biliyorsunuz doğuda, çalışmalarımıza ara verirdik. Aslında aydınlatma sorunumuz öyle çok yoktu, dediğim gibi kül ve ispirtodan yakma formülü bulmuştuk, bizi ısıtıyordu. Artık dinlenmeye çekiliyordu sözlü tartışılıyordu, sohbet ediliyordu, konuşuluyordu saat 10’dan sonrada ikili muhabbetlere geçiliyordu. Yani şimdi tam olarak ne oluyor deyince, ama yani hayat şimdi nasıl böyle o zaman daha güzel espriler, daha güzel şeyler oluyordu.
Konferansımızı tamamladıktan sonra ikinci konferansa yöneldik. Kars’ta benim bölge konferansım, sanırsam ocak-şubat ayında oldu. Oda Dersim’de oldu. Ben katılmıştım fakat bizim oradan seçilen diğer delege arkadaş katılamadı. Çünkü ona bir türlü imkân ulaşamadı. Onu bir önceki görüşmede söylemiştim. Bir arkadaşı göndermiştim o da Tunceli’de yakalanınca benim bölgemden katılması gereken arkadaş ikinci konferansa katılmamıştı. İbrahim’den sonra TKP/ML’yi kimliğine kavuşturan tüzük birinci konferansta kabul edilmişti yani bir örgütü örgüt yapan beşeri/kültürel duyguları kültürel kimliği bir yana bırakırsan asıl idari ve şey açısından tüzüktür. Biz birinci konferansımızda tüzüğe sahip olduk tabiî ki birinci konferans, bizim İbrahim Kaypakkaya’nın 5 temel belgesini onaylama açısından olsun Halkın Birliği’ne karşı çizgimizi net olarak ortaya koyma açısından olsun bizi biz eden çok önemli bir kilometre taşı, ama ikinci konferans da denilebilir ki o birinci konferansa kadar gelen çizgimizdeki sapmaları, hizipleri ve uluslararası komünist hareketle Türkiye devrimci hareketinden komünist anlamda, Marksist anlamda böyle tam koparan netleştiren bir konferans olarak algılanabilir.
Y.D: Kişisel bir anlamı da var mı? Böyle yeni bir görev?
Z.D: “Tabi benim açımdan kişisel olarak da öyle. Ben o konferansta ilk defa merkez komitesine seçildim. Yani bir örgütün en üst karar verici organında yer almak her parti üyesi için, her insan için onur duyulacak, gurur duyulacak bir iş.
20 ya da 21 yaşında seçilmiştim ve o konferanstan sonrada ben birinci bölgeye görevlendirilmiştim. Şimdi İbrahim’in mektubunda da vardır, partimizin tarihinde de vardır derki: ‘Bizim kızıl siyasi iktidarlarla kuracağımız’, yani bizim birinci dediğimiz bölgeler doğu ve güneydoğudur. Özellikle Güneydoğu Anadolu’dur çünkü biz, siyasetimiz gereği toprak devriminin gündemde olduğunu ve toprak sorununun da güneydoğuda olduğunu dolayısıyla kızıl siyasi iktidarların kurulacağı alanların oralar olduğunu söyleriz. İbrahim der ki, ‘Bizim en bilinçli, en kültürlü, en yetenekli elemanlarımızı oraya gönderin’. Tabi ben öyle biriyim demek istemiyorum, fakat merkez komitesi konferanstan sonra beni birinci bölgeye yani Diyarbakır, Urfa, Mardin yani o çelişkilerin yoğun olduğu gerilla savaşının başlatılacağı, kızıl siyasi iktidarların kurulacağı alana görevlendirdi. Ve ben Diyarbakır sorumlusu, Diyarbakır derken o bölgenin sorumlusu olarak 9 Eylül 1981’de Elazığ’da yakalandım.
Burada da biraz detay konuşalım mı? Kaç gün sürdü? Bildiğim kadarıyla yurtdışından da katılımlar var bu konferansın havasından bahseder misiniz?
“Bu konferansın havası aslında konferansa giderken bile ortaya çıkmıştı, biz bu konferansa giderken içe dönük çalışmayı; merkez komitemiz ise konferansa 5-6 ay kala belki daha uzun bir süre içe dönük çalışmayı esas almıştı. İçe dönük çalışma derken, örgüt içerisinde okuma yazma daha ziyade ideolojik-siyasi çalışmaya ağırlık verme… fakat bu karar o günkü Türkiye koşullarıyla uyuşan bir karar değildi. Zaten ben ve birçok arkadaşım bu kararı ‘sağ oportünist’ bir karar olarak görmüştük.
Yani partinin bu kararı o günün gerçekliğiyle uyuşmuyordu çünkü dışımızdaki devrimci hareket, siyasal yapı çok üst düzeyde yoğun çelişkiler ve katliamlarla gidiyordu. Düşünsenize Maraş’ta Sivas’ta, üniversitelerde katliamlar, işçi grevleri, Tarişler filan başlamıştı aylarca yıllarca işgal, İzmir Tariş’te işgaller sürüyordu yani denilebilir ki Türkiye’nin her yerinde boykotlar, grevler, köylü hareketleri, toplu katliamlar varken biz içe dönük gibi bir çalışma… Fakat hayatın gerçeği ile uyuşmuyordu, biz Türkiye’deki kadrolar yani sınıf mücadelesi dediğim mücadeleye erişmek, ona önderlik etmek, onu bir yere yönlendirme gayreti içerisindeyken özellikle bu yurtdışındaki arkadaşlar daha rahat bir çalışma ortamı içinde idiler ve daha sonra ‘Bolşevik Partizan’ olarak adlandırdıkları çizgiyi savunan bir grup olarak geldiler.
Mesela ben, İ.G. ile (yurtdışındaki grubun başını çeken arkadaş) birlikte konferans yerine gittim. , 2-3 gün yolda şimdi biz konferansa giderken kimlerle yüz yüze geleceğimizi, neleri tartışacağımızın bilinciyle gittik; dolayısıyla hazır bir gerilimle gittik mesela yurtdışından üç arkadaş gelmişti yani onlarla tartışacağımızı biliyorduk, yurtiçinde birkaç arkadaşımız var yaşıyorlar isimlerini vermeyeyim yakalanmadılar. Ama bir biçimiyle şuan bir yerde duruyorlar. Onlarında yurtdışına yakın birtakım görüşler savunduklarını, dolayısıyla kimlerin ne savunacağını bilmenin avantajının yanında birde böyle bir gerilim var yani şimdi yurtdışındaki arkadaşımız İ.G. teorik olarak çok üst düzeyde bir arkadaş, yani yurtdışında ona ‘Türkiye’nin Lenin’i’ diyorlar, yazıp çizdiklerinden de belli. Açık söyleyeyim o günkü koşullarda siyasi seviyemiz ideolojik olarak partimize bağlılık, devrime, halka inancımız, güvenimiz tamam ama teorik seviye…Bir de o tedirginliğim vardı, neyi ne kadar savunacağımız neyi ne kadar götüreceğimizi şey yapıyorduk, mesela uzun süre beraber çalıştığımız arkadaşlar var. Konferansa şehit olan Süleyman Cihan, Kazım Çelik arkadaşlarla birlikte hareket edeceğimiz konusunda şüphe yok, neticede yıllarca beraber tartışmışız, konuşmuşuz ama yine de orada ne çıkacak korkusuyla gidiyoruz. İstanbul’dan gelmiş, tanımadığın delege yurtdışından gelmiş, nereden baksan 13-15 kişiyiz.”
Y.D: Kaç gün sürdü?
Z.D: “Bir haftadan fazla sürdü, ama çok yoğun tartışmalı geçti şunu özellikle belirteyim çok yoğun geçti tartışmalar ama böyle kırma dökme asla öyle bir şey olmadı.
Beni ve İ.G. i, Mazgirt’in bir köyünden bir arkadaşım aldı, iki günde Hozat’ın Aliboğaz bölgesine götürdü. Konferans burada yapılmıştı. Konferansı hazırlamakla, askeri komisyon ve Tunceli’nin bağlı olduğu bölge komitesi görev almıştı. Yer belirlemişler gerekli yiyecek, içecek, barınacak yerleri hazırlamışlar. Bizi götürdüler gecenin bir saati değişik yerlerden, önce belli yerlerde bekletiyorlar kişileri işte ikişer, üçer götürmüşler oraya, orada bıraktıktan sonra oradan başkaları alıp götürüyor dolayısıyla bağlantılar kopuyor, birinci getiren bir sonra getireni; mesela beni getiren benimle İsa’nın dışında o köye kim gelmiş, gelmemiş yada hangi köydedir bilmiyor.
Yani çok düzenli, çok illegal bir şekilde örgütleme yapılmış, ki o gün mesela dikkate alındığında bunun çok örgütlü olduğu ortaya çıkar 12 Eylül koşullarında yaptık.
Türkiye’nin her yerinde millet gezmeye korkuyordu, gittik yine aynı sanıyorum H.A. ile Ali Uçar’dı oranın askeri hazırlıklarını yapanlar. Önce bir divan oluştu tabi divan başkanlığına Süleyman Cihan yoldaşımızı seçmiştik.
Onun dışında sırayla, mesela o gün diyelim Mao Zedong-Enver Hoca meselesi konuşuluyor onu birinci bölüm, ikinci bölüm, öğleden önce öğleden sonra şeklinde düzenlenmiş, iki oturum halinde günlük çalışmalar yürütülüyordu. Birinci oturumda o gündem içerisinde kaç tane gündemin konuşulması, yine kurulun onayına sunuluyordu mesela Süleyman Cihan diyordu ki ‘Arkadaşlar açıyorum, ikinci günün birinci oturumunu, bugün öğlene kadar şunların görüşülmesi lazım, bunları bu sırada mı görüşelim’. Hani öncelik sonralık yapalım mı soruyordu oylamayla, oy çokluğuyla yada oy birliğiyle yani gündem öyle belirleniyordu ve o gündem ışığında tartışmalara geçiyorduk ve bunlar aynı zamanda kaleme alınıyordu içimizden birisi not alıyordu, “Konferans belgeleri” olarak… Komünist adlı bir dergi çıkarıyorduk. Bu parti üyelerine dağıtılan bir yayındı, merkez komitesinin ve alt komitelerin aldığı kararlar bunun içerisinde yer alıyordu.
Ayrıca, İşçi Köylü gazetemiz vardı buda parti içi haber organıydı. Parti üyelerine ve ileri sempatizanlara veriyorduk yani gelecekte aday üye olabileceklere, aday üyelikten üyeliğe geçebileceklere dağıtıyorduk. Buda yine örgüt içi bir yayın organıydı.
Bunun dışında biz Halkın Gücü’nü çıkarırken bir kaza olmuştu, bir polis vurulmuştu, gazete çıkarılamadı… Daha sonra Partizan dergisi çıkarıldı. Daha ziyade özel sayılar, yani yasal boşluktan yararlanarak ‘özel sayı’ adı altında yayınlarımızı sürdürüyorduk. İşte broşürler ya da bir sayfalık, iki sayfalık yazılar halinde…
Konferansın güvenliğini koruyan kişiler vardı, ayrıca katılan herkesin silahı vardı.
Bizim Amerika Devrimci Komünist Partisi’yle ilişkilerimiz çok iyiydi. Erhan Gencer. A.B. ODTÜ’deydi, F.Ç. gibi arkadaşlar Amerika’da eğitim görmüşler…Şimdi Erhan bizim delege, fakat ikinci konferansa katılamadı, taşıyamadık. Nasıl benim oradaki arkadaşı getiremedikse Erhan da gelemedi ve biz Erhan’ın o bilgi, beceri, yetenek ve kapasitesi TKP/ML’nin merkez komitesine yakışır diye konferansta olmamasına rağmen Erhan’ı merkez komitesine seçtik. O gün düşünüldüğünde gencecik insanlarız herkes orada olmak ister değil mi yani kariyerist duyguları olan insanlar olsak hakikaten işte Mao’nun güzel bir lafı var bende o lafı çok severim der ki ‘ Kurbağa gökyüzünü kuyunun ağzı kadar sanır” Yani o gencecik kadroların gökyüzünü tam görüp Erhan gibi birini oraya seçmeleri hakikaten benim şahsen takdirimi kazanan ve yoldaşlarıma olan daha doğrusu bilene, yapana olan inancı simgeliyor olması açısından çok önemli bulduğum bir olay. Ve Erhan o kadar yararlı oldu ki….
TKP/ML’de şöyle bir geleneğimiz var: Biz iki çizgi mücadelesini savunuyoruz, parti içerisinde iki çizgi hizip noktasına varmadıkça, (çünkü hizip kendi içerisinde bir bütün çizgidir ve artık belli bir hiyerarşiye erişmiştir) parti içerisinde kalabilir, yarışabiliriz. Fakat bu arkadaşlar yurtdışına gider gitmez hemen bayrak açtılar, ayrılma kararı aldılar. Biz yurt-dışına mesela Erhan’ı gönderdik, Erhan, İ.G.’in karşısında bayağı başarılı oldu. 5-6 tane parti üyesi Bolşevik’lerde kaldı, onun dışında Avrupa’nın hemen hemen her yerinde yada Avrupa dışındaki örgütümüz içerisinde asıl taban bizde kaldı ve Erhan’ın o tartışmalarda gösterdiği hem olgunluk hem bilgelik çok önemli bir rol oynadı. E bunlardan sonra Erhan’ı merkez komitesine seçmek daha bir anlamlı oldu diyelim
Şimdi o konferansta alınan kararlar çok önemli, daha sonra partimizin yaşadığı süreci de etkileyen çokları tarafından eleştirilen bir karar da çıktı konferansta. O günün koşullarına da uygun hem siyasi durumu değerlendirme ve partinin görevleri olarak, ‘devrimci durum iyidir’, yani halk 12 Eylül’e karşıdır tepki veriyor dolayısıyla biz sürekliliği sağlanmış gerilla savaşına geçmeliyiz diye bir karar aldık, orada bu yurtdışındaki arkadaşlar ricatı savundular, devrimci hareketin tarihinde ricat geri çekilme, kadrolarımızın bir kısmını yurtdışına hani arananlar ya da her aranan değilse de hakikaten partinin iskeletini koruyabilecek arkadaşların bir kısmını yurtdışına götürmeliyiz, örgütümüzü biraz geri çekme, yeraltına alma, eylemsizlik…
Yani şimdi onlara da çok iftira etmeyelim, bırakalım, edelim anlamında değil bize o gün öyle geldi o tartışmalarda öyle diyorduk gençliğin heyecanıyla, ‘Bırakalım teslim mi olalım, kaçalım aya mı gidelim’. İbrahim’in 12 Mart’ta, Almanyalı Kadir’e diyor ‘Aya gidin’. Belki onunda etkisiyle ikili tartışmalarda onu kullandık ama şimdi öyle de değil, bırakalım mücadeleyi değil de yani örgütü derli toplu bir şekilde korumaya alalım, fırsat buldukça eylem yapalım. Tabi biz buna karşıyız, benimde içinde olduğum ekip, derhal 12 Eylül askeri faşistlerinin halkımıza olan saldırılarına gerilla savaşıyla karşı çıkalım onun için sürekliliği sağlanmış gerilla savaşı yapalım dedik e bugün dönüp baktığımızda bu karar doğru muydu yanlış mıydı, basında çok spekülasyon yapılıyor çok tartışılıyor ama birde şöyle düşünmek lazım…
Sapasağlam bir örgütlü mücadelemiz var, örgüt genel sekreterinden sıradan sempatizanına kadar herkes ayakta dimdik. Her geçen gün, giderek imkanlarımız olanaklarımız genişliyor, yeni yeni silahlar alınıyor, yeni yeni imkanlar elimize geçiyor. Fakat o dönemde şöyle bir şey oldu, o aslında bizim partimize, hareketimize dönük dönüm noktası oldu. 12 Eylül’den sonra Tunceli’ye Kayseri hava indirme tugayını getirmişlerdi, ilk yani o 12 Eylül olduktan sonra Tunceli’ye gelen Kayseri hava indirme tugayı komandodur, bu komando birliği biz konferans yaptığımız dönemde o zamanki gazetelere, televizyonlara bakıldığında da görülecektir ki genelkurmay tarafından başarısızlıkla addedildi çünkü kimseyi yakalayamadı, edemedi.
Tabi ki özel olarak TKP/ML, TİKKO’ya gelmiş değil ama o bölgede bizim daha güçlü olduğumuz biliniyordu. O başarısız olunca onu çektiler onun yerine Bolu komando birliğini getirdiler ve ondan sonra tam o dönemde bizim İstanbul yakalanmaları oldu, hem Tunceli’de yakalanmalar hem İstanbul’da yakalanmalar yani o süreç beraber yürüdü, bizim onu şöyle adlandırmamız lazım dışımızdaki örgütler yani dost örgütler, devrimci, sosyalist örgütler hemen hemen hepsi o süreçte, 81’in mesela Eylül’ünde ben yakalandım bizim Süleyman, Temmuz’da yakalandı.
Süleyman Cihan hemen arkasından, İstanbul’da Erhanlar yakalanıyor yani o dediğim süreçler aynıdır. Bolu komando birliği Tunceli’ye geldi, o “Yeşil”ler, adamları ormanda bağlayıp yakmalar, insafsızca, hoyratça en sınırsız işkencelerin çok yoğun olduğu bir süreç. Köylüleri topluyorlar kışın, arkadaşlarımız anlatıyor çırılçıplak ediyorlar kadınları erkekleri köy meydanlarında, evlerin içine girip, eşyaları kullanılamaz hale getiriyorlar.
Daha sonra mesela Erzurum Cezaevi’nde oraya gelince anlatırız, Remzi İpekçi diye bir yarbayın, bırakacağım siz çıkmak istemeyeceksiniz buradan, bir insan cezaevinden hani kapısını açar bir mahkûm oda siyasi bir mahkûm niye çıkmaz, orada yaptığı kötülüklerin dışarıya çıkmasını engelleyecek yani utanacak, çocuğundan utanacak, karısından utanacak, toplumdan utanacak ve çıkmayacak. ‘Kapıyı açacağım siz çıkmak istemeyeceksiniz, sizi o duruma getireceğim’. Şimdi Tunceli’de, Tunceli’yi konuşuyorum da genelde egemen sınıfların, faşist güçlerin Tunceli’de de, Kars’ta da, İstanbul’da da halka ve insanlığa yapmak istedikleri budur. Yani faşizmin karakteridir bu, ama tarih boyunca hepimizde şahit olduk ki, Tunceli’ye biraz daha özel davrandılar. Dolayısıyla o Bolu komando birliğinin Tunceli’ye gelmesi ile aynı ölçüde hem İstanbul’da hem diğer bölgelerde bizim örgütümüzde de yakalanmalar başlamış oldu.
1981’in Temmuz- Ağustos ayları, Süleyman’dan önce Hıdır Ayata yakalanıyor, eşi yakalanıyor. Eşi bırakılıyor, ailesinin yanına gidiyor, Süleymanda ziyarete giderken yakalanıyor. Hıdır yakalanıyor, daha sonra Erhan yakalanıyor, ondan sonra İzmir’de yakalanmalar oluyor.
Y.D: Kars’tan devam edelim.
Z.D: “Kars’ta, ben demiştim aslında, Kars’a gittiğimde derli toplu bir çalışma yerine oturtmuştuk orada o daha önce anlattığım çalışmalara yönelik ek olarak çok önemli bir şey daha yapmıştık bunun bir benzerini Ovacık’ta da anlatmıştım hani Haşmet Zeybek’in eserini tiyatro olarak oynamıştık diye. Kars’ta da Kervan diye bir sanat dergisi, bir teksir makinesi ile çıkarttık tabi bunun çıkarılmasında orada N.A. diye bir öğretmenimiz vardı, birlikte 4 sayfalık mı 5 sayfalık mı Kervan adında bir sanat dergisi çıkardık.
Y.D: Kaç sayı orada çıktı? Çıktı mı orada?
Z.D: “Tabi tabi, partinin arşivlerinde var çünkü bizim çalışma sistemimiz şöyleydi organlar ayda bir yada iki ayda bir üst organ toplantılarına geldiğinde o alanda o süre içerisinde yapmış olduğu tüm çalışmaları yazılı rapor ederdi. O süre içerisinde belge işte bildiri, broşür, bülten çıkarılmışsa eğer onların birer nüshasını da bir üst organa rapor halinde götürürdü. Onları derler toparlar veririz kuryeye, mesela ben toplantıya iki gün sonra mı geleceğim o benden iki gün önce artık toplantı yeri nerdeyse kurye neredeyse, bölge kuryelerinin merkezi vardır onlarla ilgilenen kişiye verirsin. Diyelim Orhan Bakır’dı, belli bir ara işte her bölgeden gelen kuryeye bir yer belirliyor, bir dükkan, bir şey o getirip oraya bırakıyor, o bölgeye gidecek bir şey varsa da onu alıp gidiyor genelde şöyle işliyor mesela ben gönderiyorum iki gün önce götürüp oraya koyuyor biz toplantıya gelince herkesin dosyası herkese teslim ediliyor, açıyorsun dosyayı görüşmeler bitiyor, toplantı bittikten bir iki gün içerisinde sekretarya kararları yazıyor, yine götürüp oraya bırakıyor benim kurye gelip alıp bölgeye getiriyor, yeni kararlar çerçevesinde bölge çalışmalarını yürütüyorsun. Dolayısıyla sizin sorunuzun cevabı şöyle yani o Kervan dergisi partimizin arşivlerinde vardır, kaç sayı olduğunu bilmiyorum ama güzel bir dergi, karikatür vardı, öykü koyuyorduk birde bölgeden haberler vardı yanılmıyorsam böyle edebi kitapların bir sayfa özetini içeren. N. Hoca çok zeki biriydi yeri gelmişken, yaşıyor kendisi ama o yargılandığı dönem sürgün cezası vardı benimle Ali Mete’ye de vermişlerdi beni Yozgat’a vermişlerdi fakat Yargıtay daha sonra o sürgün cezalarını kaldırdı şimdi benim bu sözünü ettiğim Necmi hoca süper yetenekli bir hoca halen daha Facebook’ta her gün karikatürler çizer, siyasi karikatürler.
Birde ben şu noktada adım kadar eminim, bir örgütün örgüt olabilmesi için sadece düşünce yapısı, ortak düşünce, tüzükle, kanunla, yönetmeliklerle olmuyor yani bir örgütü örgüt yapan ve onu birbirine bağlayan en önemli unsurlardan birisi aynı zamanda kültürel ve beşeri birliği oluşturmak. Bu ortak dil, ortak kültürde sadece Felsefenin Temel İlkeleri’ni okumakla Marx’ın artı değer teorisini incelemekle yada Mao Zedong’ un‘zıtların birliği, zıtların mücadelesi’ ile olmuyor, yani onun ötesinde, bilim, güzel sanatlar, müzik, karikatür… sanat ile siyaseti birleştirince daha zengin çözümlemeler ortaya çıkıyor ve örgüt daha bir kalıcılaşıyor, sosyalleşiyor dolayısıyla Kars’ta böyle bir çalışmamız da olmuştu, gençler arasında özellikle öğrenciler arasında olumlu etkisi olmuştu.
Dolayısıyla halkanın giderek büyümesinin temel unsurlarından birisi böyle yeni yeni alanlar açmak hem değişik kesimlere gitme şansını doğuruyor hem de bir fikir zenginliği bir havuz oluşturuyor, o havuzda değişik düşünce değişik yaşlarda değişik cinsiyetlerde köylerde, köylüler arasında bile farklılıklar var kültürler var.
Yani bugün Türkiye’de çok değişik orijin köyler vardır işte bizim Rıfat Ilgaz’ın Cizre’si başka bir şeydir, kızlar erkekler giderler orada belli günlerde birbirini beğenirler, mendil atarlar. Bir şey olmak için bir şey yapacaksan, bir devlet kuracaksan bir devlet yıkacaksan onların her birisinden bir şeyi orada birleştirip bir maddi güç haline getirmen gerekiyor dolayısıyla böyle bir şeyle yaklaşınca bunlar çok önemli şeyler. Mesela şeyi düşünmüştük o zaman dediğim gibi bu hocamın zekasıydı, o demişti biz bir kaset doldurmaya çalıştık, o dönem aklıma gelmişti mesela boş okulda, okul binası boşken eko yapar yani volümü yükseltir diye gelmişti bunlar 70-80’li yıllar bunları düşünmek hakikaten çok basit gibi geliyor ama yani boş okulda kaset yaparsak belli bir oktava ses çıkar, hakikaten de çıktı yani bunlar öyle yaptığımız şeyler aklıma geldi. İyi bir kadrom vardı ben mesela Ovacık’tan anlattım ya, Ovacık’ta birlikte olduğumuz 10-15 kadronun hemen hemen hepsi profesyonel oldu, kimi öğretmenliği bıraktı, kimi üniversiteyi bıraktı, kimi lisesini bıraktı, kimi ortaokulunu bıraktı, Türkiye’nin sevk ve idare konumunda arkadaşlar oldu.
Kars’ta da öyleydi gider gitmez çok kıymetli üç tane arkadaşımız, bir önceki görüşmemizde de anlatmıştım hemen aday üye yaptım parti üyesi yaptım ve onları değişik alanlarda görevlendirdim, Kars’taki çalışmalarımız derli toplu bir şekilde yanlış hatırlamıyorsam 1980’in 3 Mayıs’ına kadar sürdü, artık öyle bir duruma gelmiştik ki herkes diyordu general mi var o bölgenin başında, yüzbaşı mı, binbaşı mı? Ben köye giriyorum peşimden asker giriyor yada onlar çıkıyor ben giriyorum, böyle birbirimizi kovalar bir pozisyondaydık. 3 Mayıs günü ben, Kars’tan çıkma şansım yok tabi Kars’ın Göle kazasından Erzurum Şenkaya’ya bir hat var, hemen yanında Oltu. Şenkaya’ya kadar çok eminim yürüyerek geldim oradan da dolmuşlarla Erzurum’a, Erzurum’dan da Tunceli’ye çıktım. Bu Kars’tan ayrılışım, 3 Mayıs, İyi hatırlıyorum daha kar tam anlamıyla erimemişti.
Kars’tan geldik Tunceli’ye tam o dönem bölgede yine merkezi düzeyde yeni görevlendirmeler oldu, yine askeri örgütlenmeye gidiliyor ondan önce hatırladığım kadarıyla Süleyman Cihan arkadaşımız Türkiye çapında ordu örgütlenmesinden sorumlu. Fakat başka görev ve sorumlulukları var, askeri örgütlenme sorumluluğuna İ.Ü. getiriliyor, dolayısıyla böyle olunca bizim bölgede de değişiklik oldu. Ben, Malatya –Antep bölgelerinde çalışmaya başladım.
1981’in Şubat’ına kadar yani konferansa kadar o bölgede kaldım.”
Y.D: Koşullar nasıldı? Beldenin etkisi duruyordur.
Z.D: “O dönemde Malatya ve kazaları ağırlıklı çalıştım, özellikle Kürecik ağırlıklı çalıştım çünkü Kürecikte İbrahim’in oralara gitmiş olması belki de beni biraz daha fazla oraya çekiyordu. Malatya’da çok güzel ve rahat bir çalışma yürüttüm. Malatya’da unutmadığım bir şey var, eğitim çalışmaları yapıyoruz. Kayısı bağlarında şöyle bir gelenek vardı, Malatya’da öğleden sonra oldu mu kadınlar özellikle mahalle kadınları bahçelerde çay yaparlar piknik gibi ve biz o çay sohbetlerinde eğitim çalışması yapardık onun dışında bir de şeyi çok iyi hatırlarım evlerde eğitim çalışması yapardık. Elimizde Diyalektik, İbrahim’in düşünceleri o gün o guruba hangisi öngörülmüşse çünkü o konuda çok düzenli olduğu söylenmese de hemen hemen gruplara yönelik eğitim çalışma listemiz vardı şu belki bir biçimiyle tartışılabilir ama merkez komitesi içe dönük çalışma kararı aldığı zaman bizim örgütlere toplantılardan sonra resmen oturup liste yapmış, bunlar okunacak diye işte Sosyalizmin Alfabesi’ni ben okuyorum komitedeki arkadaşlar dinliyor yada sekreter okuyor, biz dinliyoruz gibi yani onların seviyesine göre şeyleri belirliyorduk. Ya faşizm ya Kemalizm ya ‘üç dünya teorisi’ yada işte kapitalizm, artı değer teorisi, baş düşman, baş çelişki her neyse o grubun seviyesine göre eğitim programı o bilgiyi verecek eğitim kitapları listeleyip okutuyorduk.
Kürecik çok güzel bir yerdi, Kürecik’te çalıştığım zamanlar hep İbrahim’in Kürecik raporu aklıma gelirdi, Kürecik’in bir özelliği de zaman zaman karşılaşırız Kürecikli arkadaşlarla, daha sonra anlatacağım zaten Erzurum Cezaevi’nde karşılaştık benim oradaki talebelerimden biriyle. Kürecik bulgur memleketi mesela günde 3 sefer 4 sefer yemek ye mutlaka bulgur vardır hep de espri yapardım hangi renkte karşıma çıkarsan çık seni tanırım ya bir çorbasını yapıyor bir pilavını yapıyor….ama çok güzel ilişkiler vardı, denilebilir ki en duygu yoğunluklu olarak orada çalıştım.
Kafayı kaldırıyorsun karşında Nurhak, Sinanlar oralarda şehit oldular…
Mahir Çayan Kızıldere’ye Deniz Gezmiş’i idamdan kurtarmak için gitti yani oradan gidecek İngiliz, Samsun’da Amerikan görevli adamları kaçıracaklar Deniz Gezmişin pazarlığını yapacaklar onu bırakın idam etmeyin bizde bunları bırakalım diyerek Kızıldere’de şehit oldular. O amacı gerçekleşmedi zaten İbrahim bunu duyar duymaz diyor ‘Eyvah Denizleri asacaklar Muzaffer Oruçoğlu’na diyor şimdi İbrahim Kaypakkaya Sinan Cemgilleri, Kadir Mangaları Nurhak’ta şikâyet eden, ihbar eden o Mustafa Mordeniz’i cezalandırıyor. Yani bunlar sosyalist hareket içerisindeki dayanışmanın, yardımlaşmanın en nadide örnekleri. Biz onların ardılları galiba bunu yeterince önemsemedik, son süreçte, son dönemde kendi aramızdaki çelişkileri yer yer, bizde olmadı ama diğer siyasi hareketlerin birbirleri arasındaki şiddete varan hatta ölüme varan olaylar gözönüne alındığında e bunların davranışları, dayanışması, yardımlaşması daha önem kazanıyor.
Türkiye’nin o günkü koşullarına ilişkin genel bir değerlendirme yani 12 Eylül, konferans o dönem, şöyle bir değerlendirme yapmamız gerekiyor yani bu bizde de vardı, biz yakalanırken de bana sormuşlardı madem siz ta Mayıs ayında askeri darbenin olacağını gördünüz de niye tedbir almadınız, şimdi o dönemde biz şeyi çağırmıştık tam bu dönemde yoğun bir şekilde gerek Komünist’te olsun gerekse de kamuoyuna yönelik şeylerde olsun onun ötesinde de fiili olarak, yani hareketlerin merkezlerine iletilmek üzere bizim açık mektubumuz var. Bu tarihsel bir öneme sahip bizim dışımızdaki tüm siyasi hareketlerin merkezlerine yani devrimci-demokrat gördüğümüz hareketlere 12 Eylül askeri faşist diktatörlüğüne karşı birlikte mücadele etmemiz gerektiği, yani eylemde birlik propaganda ajitasyonda bir araya gelmemiz gerektiği ve bu konuda hafızam beni yanıltmıyorsa, merkezi düzeyde bir iki görüşmelerimiz olmuştu ama asıl mesela daha sonra değerlendirme yani yakalandıktan sonra gece gündüz yani en ufağından büyüğüne kadar o süreci defalarca yaşadık mesela aynı dönem değilse de kısa süre sonra Dev-Yol’un bir çağrısı oldu, ‘direniş komiteleri’, hatırlayın o dönemi yaşayanlar, Dev-Yol direniş komiteleri oluşturalım dedi, Türkiye devrimci hareketine de çağrı yaptı.”
Y.D: Mücadele ettiğiniz süreçte devrimci hareketlerle nasıl polemikler yaşıyordunuz? Bu süreçte ortak eylemlilikler içerisine giriyor muydunuz?
Z.D: “Bu sorunun tam cevabını vermeden önce Devrimci Yol hareketi sanıyorum buda Fatsa’ya yönelik faşist saldırıların yoğunlaştığı, devlet güçlerinin, Demirellerin şunların bunların Fatsa’ya yönelik özel planları var… Sanıyorum Dev-yol o zaman merkezi düzeyde direniş komiteleri projesini ortaya atmıştı ve sadece kendi örgütü bünyesinde değil tüm devrimci hareketlere yönelik bir çağrısıydı ben şahsen gerek o gün gerek bugün baktığımda onu çok anlamlı buluyordum. Bizim çağrımıza denk bir çağrıydı, biz demin dediğim gibi merkezi düzeyde, merkez örgütlerine bile yazılı olarak mektup şeklinde sunmuştuk. Yani bu ‘eylemde birlik’, propaganda ve ajitasyonda serbestlik ama bu bizim genel bir tavrımızdı, fakat 12 Eylül’e karşı bunu ete kemiğe büründürmek, belli bir güç birliği oluşturmak niyetindeydik şimdi sizin sorunuza gelince yani tarih gösterdi ki maalesef yapamadık. Yani devrimci hareketler kendi aramızda 12 Eylül’e karşı bir cephe, bir güç birliği, bizim istediğimiz güç birliğiydi, tam sözcüğü buldum ben, bir cephe örgütlenmesi yaratamadık, birlikte mücadele edemedik, ama mobil düzeyde işte okullarda, üniversitelerde…Benim anlatımlarım içerisinde de geçti işte Nazımiye’de ben miting kararı aldım ortaklaşa yaptık, herkese konuşma hakkı verdik, herkes bayrağıyla, pankartıyla geldi, 700 kişi 1000 kişi toplayacağımız yerde 3000-4000 kişi topladık gibi yani böyle mobil düzeyde ortak eylemlilikler oldu, ama merkezi düzeyde sizin de anlatmak istediğiniz, söylemek istediğiniz düzeyde bir birliktelik oluşturamadık, 12 Eylül saldırılarına karşı. Ama spontane şeyler oldu mesela Tariş, 2-3 ay işgal, direniş sürdü e orada komitenin içerisinde mesela hemen hemen her örgüt vardı gerçi anlatımlarda Halkın Kurtuluşu biraz daha öne çıkar gibi gösterdi ama neticede bildiğim kadarıyla, ki biliyorum hemen hemen Dev-Yol’dan ‘Halkın Sülalesi’ diye tabir edilen siyasetlere kadar orada komite içerisinde yer aldı ve o eylemliliği, o mücadeleyi bir komite yürüttü. Orada bir eylem birliği, güç birliği vardı. 1 Mayıs mahallesi oluşturulurken yine bir eylem birliği vardı, Partizan’ın yanında Halkın Birliği, Halkın Kurtuluşu, Halkın Yolu da vardı, Dev-Yol’dan arkadaşlar var hatta bölünmüşler a bölgesi sana b bölgesi bana diye birlikte hareket etme addedilebilir. Ama bunlar Türkiye’deki o faşist baskıların önünü kesecek toplumu bir cephede toplayıp belli bir merkezden hareket etmeyi sağlayabilecek bir şey değil, benim sözünü ettiğim yani 12 Eylül’e karşı bizim o mektuplarla ya da Dev-Yol’un ‘Direniş komiteleri kuralım’ dediği eylemde ortaklaşmaktır. E bu yer yer oldu. Mesela bizim Toptaşı Cezaevi’ndeki firar eylemi, dayanışmanın en güzel örneğidir. Bu eylemin iç ve dış örgütlülüğü bize aittir yani partimiz tarafından yapılıp edilmiştir ama MLSPB’nin lideri Hasan Şensoy’dan tut kimlere kadar firar sonrası belli bir süre bizim tarafımızdan korunmuştur, götürülüp sağlam yerlere teslim edilmiştir, bir sürü cezaevinde öyle olmuştur. Bursa’da tünelde tüm örgütler vardı yada Kırşehir’deki tünelde vardı ama Metris’teki tünelde sadece Partizan tarafından kazılmıştır. Dayanışma vardı, ancak anlattığımın ötesinde merkezi düzeyde dayanışmayı örgütlemekten söz ediyorum. 12 Eylül askeri diktatörlüğüne karşı örgütler merkezi düzeyde bir güç birliği yapsalardı içeride ve dışarıda sonuçlar daha farklı olurdu, yani devrim olurdu faşizm yenilir miydi tabi ki bu kadar iddialı söz etmiyorum ama çok önemli bir güç oluşurdu belki de bu kadar fiili kayıp olmazdı ve kitlelerde bu kadar yılgınlık olmazdı diye düşünüyorum.
Malatya, Antep yörelerinde çalışma yapıyoruz. H.D askeri sorumlu olarak geldi. Bizim teknik elemanımız aynı zamanda… silah bakım ve tamir konusunda çok iyi…bize de öğretiyor. Burada bir şey aklıma geldi bölge toplantılarının birinden sonra ‘Ocak Yayınevi’ diye. Bir yayınevi kuruldu. Kaypakkaya’nın bütün yazılarını basmış, İstanbul’da basmışlar otobüsle göndermişler tam Mazgirt’te bizim Cafer Cangöz’ün köy yolu üzerinde Kızılcık diye bir köy, oraya kurmuşlar kitapları bizim o dönemde özellikle doğuda Antep, Diyarbakır, Tunceli yani böyle 3-4 yerde de kitaplığımız var, bilfiil örgütümüz tarafından açılmış bizim arkadaşlarımız tarafından çalıştırılıyor kitaplık. Bir de Hozat’ta bir kitaplığımız var. Bütün Yazıları, Ben, H.A., S.K. üçümüz sırtlamışız her birimiz işte sırt çantasına mı koymuşuz çuvala mı koymuşuz neyse silahlı biz öyle bir asma köprüden geçtik. Gittik gittik gecenin bir saatinde Hozat’ın bir köyüne gecenin bir saatinde bir dostumuzun evine indirdik, kalktı bize çay yapacak şimdi çantayı böyle indirmişiz şurada da yataklar var ev sahibi geçerken böyle ayağını benim çanta önünü kapatıyor ya dürttü yer açacak, çanta yerinden kalkmıyor bir asıldı kaldıramıyor. Öyle ağır bir yük…O kitapları biz kitaplığa gitsin diye dağıtımını yapıyoruz. Bunu niye anlattım? Ne zorluklarla…Zor diye bir şey yoktu ya, zor vardı da imkansız bir şey yoktu bizde yani yapabileceğinin en âlâsını, her şey zamanında yapılsın, yerine ulaşsın istiyorduk.
Şubat Konferansın’tan sonra Diyarbakır’a gittim, 9 Eylül’e kadar Diyarbakır’da kaldım. Şimdi Diyarbakır’da şöyle bir şeyim var hakikaten insanlarla ilişkilerim kim olursa olsun çok rahat ilişki kurmada mahiriz de dil bilmiyorum. Kürt çocuğuyum her ne kadar Zeranikli Ermeni motifleri olsa da Alevi Kürt çocuğuyum ben. E Kürtçe bilmiyorum, ailemiz konuşmaz, çevremiz konuşmaz Diyarbakır Kürt bölgesi tabi ki, orada insanlar arasındaki en önemli iletişim, tarih boyunca da öyle olmuştur, dil. Benden önce orada çalışan arkadaşlarımız karı koca, onlar galiba Kürtçe biliyordu ama ben hiç Kürtçe bilmiyorum fakat gittik işte oraya uyum sağlamaya çalıştık, gittik partinin mallarını devralıyoruz getirdiler bir tane de demirbaş atım da var.
9 Eylül günü Erhan Gencer yurtdışından gelecek bizim bir randevumuz var, Hozat garajı bende akşam kimlik yaptım kendime, fotoğraf çektim takım elbise böyle sarı küçük kareli bir gömlek üzerimde resmimi kendim yaptım kimliğe. Polis uyanık artık Uğur Gür, Mete Altan bizim İstanbul sorgusunu yapan, İstanbul’da ta 73’den beri bizim peşimize düşen, örgütün peşine düşen Ahmet Muharrem Çiçek’i vuran, Meral Yakar’ı vuran daha sonra Şehremini’de H.D., H.C. Uğur Gür’e sıktılar ölmedi. Böyle adam TKP/ML’nin sorgucusu, adam soruyor adın ne, bende söylüyorum ‘Süleyman Aysavar’, kimliği de tam ezberlememişim. Ezberlememişim derken yani hane no, cilt no’yu ezberlememişim. Ana adı baba adını ezberlemişim, ‘Kimliği yeni yapmışsın belli, ezberlememişsin’ dedi. .Çünkü üzerimdeki elbise kimlik üzerindeki elbise, ben o zamanda takım elbise ile geziyordum yani dağlarda değil de şehirden şehre giderken. Diyorum ‘Ne bileyim ya sen biliyor musun, kim bilir hane numarasını?’ Biz öyle bir şeyde yakalandık.”
Sabah erkenden Diyarbakır’dan çıktım geldim Hozat garajına, bunlar (Erhan Gencer, Mehmet Çetin ve Nadir Demirçivi) İstanbul’da yakalanmışlar, Hozat Garajında beni de yakaladılar.
Y.D: Elâzığ’dasınız?
Z.D: Tabi, 1800 evlerde, bizi artık yakalamışlar. Ya onuncu gün ya on beşinci gün beni yine sorguya aldılar, yarım saat bir saat sonra tekrar yerime bıraktılar. Gece yine aldılar. Sabahleyin ortalık birbirine girdi. Yerleri temizleyen (tabi gözlerimiz bağlı nerede olduğumuzu bilmiyorum) görevli ‘Akşam senin yüzünden birbirlerine silah çektiler’ dedi. Elazığ polisi ile İstanbul’dan gelenler arasında gerginlik. Meğer o gece beni sorguya çekenler Elazığ polisiymiş yani o Elazığ’daki işkenceciler, bu İstanbul’dan gelenler orada olmayınca, Elazığ polisi, “biz sorgulayalım, bilgi elde edersek, başarı hanemize yazılsın”, anlayışı ile beni sorguya almış…
On beş, yirminci gün filandı, ben işte Zeynel Demirçivi’yim, TKP/ML’nin üyesiyim, dedim. Bir gün dediler ki ‘Tunceli’ye götüreceğiz sizi, fakat aynı arabaya koyacağız amcanın oğlu ile biner misin?’ Tabi onların karşısında amcamın oğluna ya da Erhan’a bir şey yapabilir miyim, onlar güya ben onlarla aynı minibüse binmek istemiyorum havasını yaratmaya çalıştılar, yok dedim tabi binerim onlar benim arkadaşlarım. .Bizi bindirdiler, Tunceli’ye getirdiler, Tunceli öğretmen okulu, bizim daha önce okuduğumuz okulu işkencehaneye çevirmişler benimle Nadir’i bir, Mehmet Çetin’le de Erhan’ı bir. Onları minibüsün önüne oturtmuşlar bizi de arka tarafa oturtmuşlar. Bizi Elazığ’dan Tunceli’ye getirdiler, bunları aldılar içeriye ben ayakta duruyorum. Elbisenin yarısı yırtık yarısı kan…Gelen generaller, subaylar beni gösterip geçiyor, teşhir ediyorlar, küfrediyorlar… Ama hakikaten ben şehir merkezine takıldığım yerler lüks yerlerdi o zamana göre lüks tabi yada böyle bürokratların gittiği yerlerdi mesela, ulan diyor ‘bu it oğlu it bir ay önce benimle Tepebaşı’nda yan yana çay içiyordu’. Polis yada asker neyse artık o diyor.
Beni Tunceli’de korkunç ezdiler, gecenin bir saatinde bu Uğur Gür başka birileri daha var milli meseleyi tartışıyor benimle, yatırmış yere dövüyor. Adam beni indirdi yere tekme ile vurdu,‘Ulan’dedi, ‘İbnenin çocuğu komünist olacağına boksör olsaydın madalya kazanırdın’ diye vurdu kaşımda izi halen bellidir. Milli meseleyi tartışıyor benimle yok İbrahim böyle demiş, sen Alevisin ne işin var bunlarla bilmem ne. Bu Uğur Gür bende Aleviyim diyor, konuşamıyorum deli oluyorum, ‘Aleviysen ne boksan osun, senden Alevi olsa ne olur insan değilsin’. Böyle atışıyoruz da beraber, tekim kimse yok o ara herhalde daha sonra anlatıyor arkadaş bir merdivenin dibinde bir şeye bağlamışlar beni, herhalde ki o bizim arkadaşlardan biride, ziraatçı Y.G. diye bir sempatizan arkadaşa etrafın temizliğini yaptırıyorlar, duyuyor konuşurken polisler, bir bakıyor ki, beni merdivenin altında bir şeye bağlamışlar. Bir yumurtayı soymuş cebime koymuş, su getirmiş vermiş. Oradan beni Kars’a götürdüler, tek başıma kimse yok, Kars zaten hep yakalanmış neredeyse 7-8 ay olmuş, götürdüler oraya büyük bir bina eskiden, Ruslardan kalma soğuk, buz gibi yer, ekmek vermiyorlar, su vermiyorlar, sorguya da almıyorlar beni, adamı çağırıyorum diyorum ‘Senin komutanın mı bakıyor buraya, emniyet mi nereye bağlıysa hep siviller, getir ya bize ekmek su verin yada bizi bırakın gidelim mahkemeye çıkarın beni’. Arananın normalde kanunen mahkemeye çıkarılması lazım ki tutuklasınlar beni, ‘Kâğıt kalem getir ben dilekçe yazayım beni niye tutuyorsunuz burada, kimse yok hani yanımda bir örgüt adamı olur bir şey olur yani beni niye getirdiniz buraya?’, kolordu komutanı öyle istemiş, orada duracağız sonra bizi tuttular Erzurum’a götürdüler. Erzurum’da da tek başınayım kimse yok yani bizim o grup, benim Erzincan grubum o anlattıklarım zaten o bombalı pankarttan sonra yakalanmışlardı birkaç ay sonra, Kars grubu zaten ben Malatya hattındayken yakalanmıştı, biz Erzurum’a gittik, Erzurum tıka basa dolu, MHP’liler orada…Bunlar yine iki gün peş peşe beni aldılar, yani o Elazığ, Tunceli, Kars herkes bir denedi.”
Y.D: Kaç günlük sorgu oldu aşağı yukarı?
Z.D: “Herhalde 3 ayı geçti daha sonra cezaevinde konuştuğumuzda 127 günle galiba 12 Eylül sürecinde, Kemal Burkay, Özgürlük Yolu’ndan Halil Aksoy 126 gün kalmış ben ondan bir gün fazla kalmışım diye hesap ettik.
Portakal geldi, kışın geldiğini anladık, 9 Eylül’de düştük, portakal verdiklerinde anladım ki kış gelmiş. Şimdi bu Erzurum’da şöyle de bir durum yaşandı, bir gün geldiler beni hücreden çıkarıp başka hücreye koydular baktım böyle tipsiz adamlar, ‘Kim lan bu?’ dedim, ‘MHP’li’dedi. ‘Git ulan yatmam beni götür, yok barıştır, karıştır beraber yatacaksınız, s… lan’dedim. Yıkıyorum oraları, vurdum kapıları sonra baktım oradan iki kişi daha çıktı hücrelerden, hücreler böyle yan yana, kaçıncı katsa bilmiyoruz hemen yanımızda Savaş, Dev-Sol’dan çok hoş ve güzel bir arkadaştı. Çatışmada vurulmuş getirmişler o sesimi duyunca baktım oda kapılara vuruyor dedim ‘Buraya, yanıma faşist koymuşlar bizi karıştır barıştır yapacaklar, bunların neyiyle barışacağız bunlar faşist, gece birbirimizi öldürürüz burada’.
Neyse bir tanesi geldi, asteğmen, dedim ‘Beni buradan çıkar ya bu adam beni öldürür, beni öldürmezse ben bunu öldürürüm. Bizi çıkardılar yerimize götürdüler.
Sözünüzü keseceğim şimdi gelecek kuşaklara sesleniyorsunuz burada öyle bir çalışma ve tabi pek soru sorulacak bir konu değil anlamı da yok ama gelecek kuşaklara bu sorgu ve işkence deneyimi hakkında ne söylemek istersiniz? Hem içeriğini siz seçin hem uzunluğunu siz seçin yani soru sormak istemediğim bir konu ama burada uzun bir sorgu işkence deneyimi var ve buradan sağ salim çıkma hali var yani ne söylersiniz?
“Biz teorik-felsefi olarak şunu bilirdik, İbrahim tavırlarıyla sabittir, komünist harekette temel felsefe işkencede sır vermemektir. İşkenceci senden ne istiyor senin mahremini istiyor yani sana ait olan, halka ait olan, dünya işçi sınıfına ait olan bilgileri senden istiyor. Seninle o orada tek başınasınız. İşkencenin şöyle bir özelliği var her yönüyle orada yüz yüzesin, tek kişisin ve senin karşında sadece bir tane, iki tane, on tane, yirmi tane eli sopalı işkenceci değil dünya karşı devrimcisi senin karşında ve sen dünya işçi sınıfını Türkiye işçi sınıfını temsilen onların karşısında yüz yüzesin, tek başınasın. Senin orada tercihin şu olmalı yani hakkını, hukukunu, yoldaşını bilgileri korumak… Anlattım ya ben ta gençliğimden bu tarafa nerden bakarsan o 5-6 yıllık içerisinde devlete karşı yüzlerce suç sayılabilecek şeyler hafızamda, şu kadarlık yerde ve o işkence de adam onu istiyor onu ver bana diyor, senin hayatını istiyor, çünkü sen hayatını vermişsin, hayatını adamışsın devrimci mücadeleye, hayatını o bilgilerle donatmışsın… Şimdi sen onları ne kadar düşmandan saklarsan, gizlersen o kadar başarılı olacaksın o kadar kazanacaksın şimdi böyle çok önemli bir yerdesin… Bu saldırıyı engelleyecek tek güç senin iraden, ama o iradeyi kullanmak önemli yani o dirence kaba bir şey de yetmiyor. Mesela İlhan Selçuk’un bir sözü benim hep aklımın bir köşesindedir. Sansaryan Han’da12 Mart’ta bunu alıyorlar, mesela diyor ki ‘Ben polisleri yönlendirdim’, hani değişik yönlere yönlendirdim. Şimdi o dönemin polislerini yönlendirmek mümkündü, 12 Mart’ta da polisler şimdiki gibi değiller, şimdikiler bir sürü ek teknik bilgilerle senin karşına çıkıyorlar şimdi genç bir kardeşimizi yakalayıp götürseler ne kadar inkâr etse de yapmadım etmedim dese de…Çünkü bizde yapmadım etmedimle gidiyor iş, işte Zeynel Demirçivi diyor hayır diyorum ben Süleyman Aysavar’ım Diyarbakırlı’yım, bu diyor Nadir amcanın oğlu, hayır diyorum siz korkutmuşsunuz ondan diyor gibisinden.
Ama şimdi genci götürüyor icabında bir sürü şey gösteriyor, kamera kayıtları, el yazısı falan şimdi orada şöyle bir tavır çok önemli: Sakin olmak, onun sorduğu soruyu beklemek onun sorduğu her soruya cevap vermek zorunda değilsin. Orada da ne kadar sakin olursan, çünkü adam seni boğuyor biri oradan başka bir şey soruyor sen ona yoğunlaşırken öbürü başka bir şey soruyor, yani seni punduna getirmek, seni bir boşluğa düşürmek için her şeyi yapıyorlar. Zaten onlar hazırlıklılar, görev bölüşmüşler.
Biri geliyor mesela saatlerce seni yakıyor ediyor işte işkenceyi veriyor atıyor oraya bir bakıyorsun bir ses geliyor, ‘Yahu yazık bu herifi niye böyle yaptınız, hele getirin bir sigara verin, hele getirin bir çay verin’ gibisinden. Yani bizim tabirimizle iyi polis kötü polis oynuyorlar ve orada adam senin üzerine bir yönüyle değil birçok yönüyle geliyor yani tek amacı var seni teslim almak, bilgilerini almak. Benim kaç yaşında gariban annemi getiriyor karşıma, yok kızını getiririm diyor yani ben örnek veriyorum, benim annemi getirdiler de ben evli değildim o zaman, annemi getirdiler… Aklınıza gelebilecek her türlü tehditler savruluyor işte helikopterler kalktı gidiyor, sizin evi bombalayacak bilmem ne böyle başkalarının kızını, çocuğunu getiriyorlar….Adam bakıyor ki çok üst düzey değil, üst düzey olsa öldürecek tıpkı benim yoldaşlarım gibi Cemil Oka, Ahmet Muharrem Çiçek’i öldürdüğü gibi yada İbrahim’i öldürdüğü gibi…
Bir şey söyleyeyim bıraktığımızda “lasonil” meselesine gelmiştik.
“Biz bekliyoruz şeye çıkaracaklar, lasonil (krem-ilaç) getiriyorlar, birbirimize sürüyoruz. Fakat o arada epeyce kendimizi toparladık şimdi orada ilginç bir şey oldu, Dev-Yol’dan, Dev-Sol’dan arkadaşlar var. Bunlar soruyor güya ben biliyorum ya ‘Hocam ben poliste böyle dedim şöyle dedim savcılıkta ne diyelim’ diye, ben onlara kendimce ifade hazırlıyorum ya işte silah yakalatmış deki ‘Babamdan dedemden kalmış, poliste işte böyle demişsen şöyle de’. Savcılıkta şimdi o ara oraları süpüren sakallı bir adam var, bir gün geldi böyle önümde durdu ‘Ulan oğlum dedi sen akıllı birine benziyorsun, millete akıl veriyorsun biraz da bana ver’ dedi, ‘Hayrola amca sana ne akıl lazım, sen ne arıyorsun burada dedim?’.Dedi ki benim ‘Birinci karım beni şikayet etti’, iki tane karısı varmış o önceki şikayet etmiş, gitmiş demiş ki benim kocam kadınların göbeğine yazı yazıyor, o muskacı. Güya 12 Eylül geldiğinde onlara da savaş açtı ya, e diyor ben kitapları falan tarladan verdim geldim şimdi öyle kadınların göbeğine yazı yazıyor deyince benimde zoruma gitti.‘Yahu’dedim, ‘Emmi senin cezan çok ağır ben duvarlara yazı yazdım beni asacaklar sen kadınların göbeğine yazı yazdığına göre seni birkaç sefer asarlar’. Ben böyle dedim amca iki üç gün yok, merak ettim amca nereye gitti diye. Koridorları süpürmeye onları veriyorlar hani cezası hafif olan, daha doğrusu siyasi olmayanları çıkarıyorlar bizi zaman zaman lavabolara götürmenin dışında hücreden çıkarmıyorlar hiç. Amca gitti, amca gitti geldi kardeşim. İyi hatırlıyorum, bir tane Antepli var hücrelere bakan kısa boylu, bizden önceki arkadaşlar adına ‘albay’ demişler… Albay ama duman attırıyor bize ‘Oturmayın’ diyor, geliyor yani rahatsız ediyor hücrelerde, bağırıyoruz çağırıyoruz ama coplarla o hücrelerin demirlerine vuruyor gece vuruyor gündüz vuruyor. Hiç unutmuyorum 10 Kasım saat beş mi beş buçuk mu bu geldi bizi kaldırdı, ‘Kalkın’ dedi böyle hücrenin önüne geldi, ‘Bugün 10 Kasım Atatürk’ün ölüm yıldönümü’. Dev-Yoldan çok akıllı bir arkadaş vardı, dedi ‘Bu alçak bizi saat 9’u 5 geçeye kadar böyle ayakta tutacak’, dedim sen buna bir şeyler söylersin bunu başımızdan defet. Ne yaparız ne ederiz, albay, albay neyse geldi, dedim ‘Madem 10 Kasım bizi kaldırdın ayağa bugünün anlamına önemine dair bir kısa konuşma yap, yahu bir dedim baktım albay yok sabah 8 oldu, 9 oldu, 9’u 10 geçti, 11 oldu albay yok, bizim albay o gün hiç uğramadı oraya, biz ondan sonra tabi yine hücrelerimize döndük.
Sanırım kasımın son günleriydi beni aldılar götürdüler, bu cezaevinde bir koğuş ayırmışlar böyle transfer merkezi gibi aynen öyle yani sözcük olarak da öyle, benim gibi gelenleri oraya koyuyorlar mahkemeye götürüyorlar, mahkemeden getiriyorlar sonra tutuklananları normal koğuşlara, tutuklanmayıp tahliye olanları da oradan bırakıyorlar, beni götürdüler o transfer yerine saat sanıyorum öğlen 11-12 sularıydı. Beni alıp götürdüler mahkemeye, tutuklandım. Göbeğe yazı yazan emmiyi de getirdiler, emmi içeri girdi rengi süt gibi beyaz olmuş, herhalde dedi beni asacakları mahkeme bu olsa gerek, emmi bir çıktı mahkemeden bir seviniyor geldi dedi ‘Evladım, anladığım kadarıyla senin cezan çok ağır, Allah kurtarsın ama sen neredeyse beni öldürecektin’
Emminin şöyle de bir iyiliği oldu, onları benden önce getirdiler o transfer koğuşuna fakat o anlattığım yerler bu sorgu büroları yani ölmeyesin diye sana bir şeyler veriyorlar yoksa böyle karın doyurma falan imkanı yok, adam mesela o krom tabaklarında çay getiriyor sana kaşıkla içiyorsun yani oradaki hayvanlar daha rahat, hayvana yapılan muameleyi sana yapıyorlar. Şunun için anlatıyorum o transfer koğuşu aynı zamanda kantin de var bu emmiyi benden önce mahkemeden o koğuşa getirdiler, bir geldim 7-8 kiloluk peynir almış, reçel almış vs.. Kendisi de tahliye olmuş gidecek, demiş ben Zeynel’i bekleyeceğim o gelmeden ben gitmem. Ben geldim, paramın olmadığını biliyor çünkü onunla bir 10- 15 gün geçirdik, askerler anlatıyor onlar anlatıyor gelenimiz gidenimiz yok… O göbeğe yazı yazan emmi yiyecekleri almış Zeynelim bunları sana aldım ye kendine bak diye, öylece tahliye oldu.
Üç nolu cezaevine gönderecekler, oranın durumu gözaltından çok farklı değil…Neyse geldiler benim üstüm başım zaten yırtık, ceket iyice gitmiş kolu bacağı gitmiş pantolonun zaten yarısı var. Dedim ki benim akrabalarım var, hemşerilerim, köylülerim var ben onların yanına gideceğim. M.U. benim köylüm, bu cezaevinde kalıyor, elbiselerini giymem için beni onun yanına verin’.
Artık tabi dövüyorlar, hoş geldin dayağı attılar olmaz burası babanın oteli midir? Dediler. Sonradan biri dedi ki ver gitsin, adama baksana üzerinde doğru dürüst elbise yok, bir astsubay mı dedi yada asteğmen miydi çünkü o cezaevlerinde bir müdür var kurmay ya yüzbaşı ya binbaşı ya albaydı onun altında asteğmenler var teğmenler var, astsubaylar var tamam dedi ver arkadaş gitsin oraya elbiselerini giysin. Gittik, orada yani üç nolu cezaevi Erzurum’da açılan ilk askeri cezaevi, 3 bin kişi var yaklaşık bunların 1700 kişisi Dev-Yol davasından Artvin ağırlıklı. Artvin’de taşı toprağı tutup getirmişler belki tarihi bir şey, yanıltmak istemem ama 11 yaşında benim dava arkadaşım vardı N. adlı biri.. Bizim Iğdır’dan gelmiş daha küçükleri vardı… 11- 12 yaşındaki çocuktan 90 yaşındaki kadına kadar Artvin’den Dev-Yol davasından tutup getirmişler. 1700 kişisi Dev-Yol, 250-300 kişisi PKK davasından…
Erzurum’da 1983 Mayıs’ında bize dava açıldı biz 36 kişiyle üçüncü kalabalık davayız. Özgürlük Yolu’ndan var 20-30 kişi, Dev-Savaş var, Devrimci Kurutuluş var yani hemen hemen Türkiye’de var olan tüm örgütler şu yada bu sayıda var. Üç nolu cezaevin de koğuşlar 30-40 kişilik ama her koğuşta en az 85 kişi kalıyor. Yatma yok ayakta ancak tur atabiliyorsun.
Cezaevinin fiziki durumundan söz etmeden önce şeyi belirtmek isterim. En en kalabalık olan bizim koğuştu. 12 arkadaş aynı koğuştaydık. Parti üyeliği yapmış, içeri düşmüş arkadaşlarım da oradaydı. Rahmetli Ali Mete, (Cezaevinden çıktıktan sonra Dersim’de şehit oldu) M.U. , Y.T. …ben gider gitmez bu eski arkadaşlardan, yani cezaevinde en çok yatan ve o süre içerisinde parti ile ilişkisi olan yani neticede parti tarafından kabul görmüş oldukları için bunlardan bir komite kurdum 3 kişilik başta ben olmak üzere yani sordum siz hani polisten gelen, emniyetten gelen arkadaşlar toplanıp kendi aralarında bir değerlendirme yaptılar mı, yok dediler koşullar müsait değildi şuydu buydu. Nasıl yakalandığımızı, poliste neleri kabul ettiğimi neleri reddettiğimi, normal durumun ne olduğunu arkadaşlara teker teker anlattım, ondan sonra tüm arkadaşlar hepimiz sırayla neden yakalandığımızı, nasıl yakalandığımızı yakalanmamıza nedenin ne olduğunu yani ihbar mı oldu yada bir arkadaş mı çözüldü gibisinden yani a’dan z’ye kadar… Bizim tüm arkadaşlarımıza, hatta diğer koğuşlara da haber gönderdik işte derleyip toplayın konuşun bilgi alın diye. Ama ilk yaptığım şeyi söylüyorum, o koğuşta bulunan tüm arkadaşlarımız oturduk değerlendirdik yakalanmamızdan polisteki tavrımıza kadar derleyip toparlayıp hepsini yazılı hale getirdik, kendi imkanımızla dışarıya, örgüte gönderdik zaten olması gerekendi o belgelerimizde yazılı bir belge yok böyle yapmak gerekiyor, tema onu gerektiriyor. Biz onları gönderdik, parti onları değerlendirdi ondan sonra ilişkiler kimler eliyle yürütülecek, kimler sorumlu olacak kimler yetkili olacak…
Tabi bu değerlendirmeler bittikten sonra bir komisyon oluştu Ali Mete 1978’den beri yatıyordu, Erzincan DGM’si Erzurum’a taşınınca bizim Erzincan dosyası oraya geldi dolayısıyla Ali Mete, yani o cezaevinde mahkemeler tarafından, tutuklular tarafından çok tanınan çok bilinen bir arkadaşımızdı.
Daha sonra tabi bunu anlatayım önce, şimdi biz bu değerlendirmeyi yaptık kendi içimizde derli toplu bir örgüt haline geldik yine çünkü bu değerlendirmeler konumumuzu belirledi kimler cezaevinde sorumlu olacak kimler olmayacak bundan sonraki davranışlarımız ne olacak. Şunu çok rahatlıkla tarih önünde söyleyebilirim ki (sadece benim değerlendirmem değil tüm devrimci hareketlerin değerlendirmesiydi) cezaevinde gerçek anlamda örgütsel bir kimliğe kavuşmuş iki tane örgüt ortaya çıktı. Biri biz, biri de PKK. İnanın bana çünkü orada 24 saat birbirini gözetleyebilecek bir pozisyondasın, tuvalete gitmeye bile korkuyorduk, gitmiyorduk tuvalete millet üzerine işiyor çünkü tuvalete gitmek gitmemekten daha iyi. O dayakların eşliğinde ve orada işte aynı örgütten iki tane kardeş mesela komünde olmuyor o ayrı yiyor o ayrı yiyor, birisi böyle diyor birisi öyle diyor, birisi esas duruşa geçiyor biri geçmiyor gibi. Ama orada hakikaten kısa sürede derlenip toparlanan komün açısından olsun idareye karşı tek tavır açısından olsun diğer siyasetlere karşı tek tavır açısından olsun örgütsel bütünlüğü dışa yansıtan, dışa vuran örgütlerin başında geldik.
Bu cezaevlerindeki o zulmü ve işkenceyi anlatmak, polisteki işkenceyi anlatmak çok kolay, yani o belli seni alıyorlar götürüyorlar ya Filistin askısına asıyorlar ya cereyan veriyorlar ya soyuyorlar ya soymuyorlar ya soğuk suya basıyorlar ya sıcak suya basıyorlar. Fakat bak o Elazığ’daki durumu ben atladım beni bir akşam arabaya koydular, konuşuyorlar gözlerim bağlı işte götürüp vuracağız bunu Hazar gölüne atacağız hatta cezaevinde bana Tunceli Milletvekili Sinan Yerlikaya geldi, ona anlatmış bir polis demiş ki ya bunu mezara koymuşlar mezardan çıkarmışlar aslında mezara koyup çıkarmadılar. Ama hakikaten beni götürdüler, konuşurken duydum işte beni tehdit etmek için söylüyorlar tabi böyle kulağıma gelebilecek şekilde söylüyorlar ya götürelim Hazar gölünün bir kenarına kaydı yok kuydu yok zaten gibisinden öyle arabaya da koyup götürüp gezdirip getirdiler, Sinan’a kim anlatmışsa geldi ziyaretime seni götürüp mezara koymuşlar, aslında koymadılar şimdi o aklıma geldi ama Erzurum cezaevindeki o işkenceler inanın polistekinden daha ağır, polistekini az çok birkaç günden sonra sıralamayı biliyorsun.”
Y.D: Neler vardı bu ikisinin arasında?
Z.D: “Cezaevinden içeri girince önce bir hoş geldin dayağı, önce idareyi şöyle motive ediyorlar, askerler 20-22 yaşındaki delikanlılar, o askerleri üstüne sürüyorlar. Sabah kalkışta bir kere vardı, sabah kalkışta lavaboya, tuvalete götürüler mesela, koğuşlar 80-90 kişilik, bir koğuş 20 dakikada tıraş olur mu? 20 dakika da tıraş olma sınırı koymuşlar oraya, sabahtan başlayıp anlatayım ki güzel anlaşılsın.
Sabah tuvalete gideceğiz gitmek istemiyoruz, kapı açılıyor zaten şu kadar koridor bir grup buradan sıraya dizilmiş bir grup oradan, kapı açıldığında başlıyorlar sana vurmaya tuvaletten içeri girinceye kadar, koridorda bayağı uzun bir yer. Orada en az dayak yemenin yolu düşmeyeceksin, düştün mü kalkana kadar, düştün mü kalkacaksın kaçacaksın, tuvalete girinceye kadar dayak yiyeceksin. Orada en az dayak yiyeceksen ki düşün ikişer ikişer yiyorsun, eğer dayanamaz düşersen öyle durma yok kalkıp tuvalete gideceksin, tuvalete gittin mi bu sefer zaman koymuş oraya yani öyle bir durayım, nefes alayım şu ağrılarım dinsin ondan sonra çıkayım da yok. 80 kişiye tutmuş, 10 dakikada tuvalet işini göreceksin birde dışarı çıkman var dışarı çıkınca da aynı yöntem içeriye girinceye kadar. Koğuşlar bit yatağı, bundan sonra mesela tuvalet şeyi başlayınca içtima, sayım başlıyor.Onların sayımı da onlar yine seni diziyorlar yine seni döve döve havalandırmaya çıkarıyorlar önünde bahçe gibi bir yer var havalandırma diye.Çünkü askeriye yapıldığı için tel örgü ile çevrilmiş böyle küçücük bir yer oraya çıkarıyorlar onların istediği seni asker yapmak yani senin asker olmanı istiyor, asker nasıl ki emret komutanım deyip esas duruşa geçiyor. Ben Mamak’ta abimin yanına giderdim yani adam güneş görmemiş öyle galiz küfürler ediyordu ki herife o orada emredersin komutanım diyor. 12 Eylül’ün getirdiği okullara ve özellikle de bu sol sosyalist devrimcilere dayattığı İstiklal Marşı’nı ezberleme, Gençliğe Hitabe… Allahtan da ben ta ilkokulda ezberlemiştim onu gerçi cezaevi hayatımda hiçbir zaman söylemedim ama okuma yazma bilmeyen adama mesela İstiklal Marşı’nı öğretmeye çalışıyor, sana bana görev vermiş, bana diyor ki mesela şu Hüseyin’e İstiklal Marşı’nın iki kıtasını ezberleteceksin akşama kadar, akşam geldiğinde okumazsa Hüseyin’e bir tane sana üç tane. Olay böyle bire üç, üçe beş yani adam her fırsatta ikinizi birden, hepimizi birden işin içine çekiyor. Banyo yok, 80 kişi gidiyorsun üç dakikada oda sular akmıyor. Banyo yapmak yok, çamaşır yıkamak yok, yemek geliyor 3000 kişilik yer. Koğuşlar dediğim gibi 80-90 kişilik, çok iyi hatırlarım saat 3’te akşam yemeği bir keresinde bize sıra geldi gittik birazda konuşmak zorundayım çünkü gençler, çocuklar teslim olacaklar onlara biraz da moral olsun diye askere ister istemez sen kendini hedef ediyorsun, 3’te gittik kapuska mesela ben halen kapuska yemem, kapuska ile makarna. Yemin ediyorum hani o çığ, çığı bilir misiniz? Hani böyle küçücük bir top, büyür topaç olur yani bir kazanın içinde makarna topacı… bir tanesinde patlıcan, donmuş… Erzurum’da eksi 50 dereceye çıkan soğuk günler geçirdik, -20 den aşağı düşen sıcaklık yok… gece ve çırıl çıplak atıyorlar hücreye… böyle bir durum, böyle bir yemek, sabahın 5’inde akşam yemeği yemiş oluyorsun… yani uyku yok…Hani o kitaplarda okuduğumuz Kızılkayalar, Vietnam kamplarındaki olayların inanın bir çoğu değişik şekilde cezaevinde uygulanıyordu. Sadece gaz atmıyorlardı. Ama 24 saat süresince fiziken çökmen için her şey yapıyorlardı.
Ziyaretçilerle görüşemiyorsun, ziyaretçilerin karşısında seni esas duruşa geçiriyor, çöp gibi yapıyor yani kişiliksizleştirmek istiyor anlıyor musun? Annenin, eşinin, çocuğunun karşısındasın sana hakaret ediyor, dik dur konuşma zaten dışarıya herhangi bir şey anlatmak yasak sen hep ailene durumumuz iyidir, burası çok güzel gibi şeyler söylemek zorundasın. Seni zorluyor ve üç bin kişinin içerisinde bunun böyle olmadığını söyleyen 3-4 kişi ancak çıkıyor diğerleri evet durumumuz iyi yada annen soruyorsa oğlum rengin gitmiş, gözün niye öyle diye. Böyle kaçamak cevaplar, çok az adam anlatıyor bize işkence yapılıyor bilmem ne diye. Mesela mahkemeye hakaretten bana ceza vermişlerdi de sivil cezaevine gidince yazdım. 1983’te Yeni Demokrasi dergisi çıkarırdık 5-6 sayı yada biraz daha fazla onun birinci sayısına mı ikinci sayısına mı yetiştirmiştim yani sivil cezaevinden çıkarıp dışarıya bir şeyler yazabiliyorduk.
Böyle işkenceler kıran kırana gidiyor, o ara sanıyorum bir 10 kişi dilekçe yazıyoruz adli müşavirliğe. Yani öyle tüm cesaretimizi topluyoruz, kavga dövüş her türlü cezayı göze alarak bir dilekçe yazdık adli müşavirliğe. Neyse ondan sonra da bir 3 günlük yemek almama … Bunlar ilk eylemlerdir, protesto ediyoruz. Adli müşavir geldi, derdiniz nedir, diye. Sanki şimdiye kadar hiç bilmiyor. Dava henüz açılmamış, mahkeme duruşmaları yok, dünya ile iyice soyutlanmışsın. Mahkemeler olsa mahkemelere gidip gelirken askerler vuruyor ama… Cezaevinden suç duyurusunda bulunuyoruz, cezaevi yönetimi hakkında suç duyurusunda bulunuyoruz, ben Süleyman Cihan’la ilgili de suç duyurusunda bulunmuştum, adli müşavir geldi konuşuldu. Dayak biraz kalktı ama askeri uygulamaları istiyorlar, esas duruşa geç komutanım de vs. Yoğun işkence, tuvalete gidip gelirken dövme, yemeğe gidip gelirken, yemekhaneye giderken dövmeler ortadan kalktı. fakat o birebir şeylerde yine eziyorlar seni mesela kapıya vuruyorsun aç tuvalete gideceğim diyorsun, bu bir ceza gibi işte esas duruşa geç diyor geçmiyorsun, bu bir ceza. Komutanım de, demiyoruz. Neyse böyle devam etti. Bir gün gece saat 10-11 suları, tabi biz bu dayağı yedikten sonra içeri giriyoruz 85 kişilik koğuş, ranzalarda yer yok, şu kadarlık yer ama biz halaya duruyoruz böyle ortalığı yıkacak şekilde o marşlarla halay çekiyoruz bunlar iyice deli oluyor, kapıdan içeri girdik mi bayram ediyoruz öyle yok kan akıyormuş, ayağın kırılmış kimsenin umurunda değil yemin ediyorum olamaz böyle bir şey, ‘Dağlarda düğün var/savaşa devam/ hele Kürtler var looloo’ diyor loların sonu bitmiyor.
Birgün saat 9 sularında, merkezi hoparlör sistemi var , isimler okunuyor. Bizim dava Zeynel Demirçivi’den başlamış N.D. ye kadar, 11 yaşında çocuk da var, Iğdırlı…İsimleri okunanlar arasında PKK davasından A.T. de var. AT. merkez komite üyesiydi 1 numaralı sanık… Hazırlanın, dediler. Zaten valiz maliz yok da işte poşet ne varsa artık çamaşır ne gelmişse… Geldiler kapılara bu isimleri okunanlar çıksınlar başka cezaevine götüreceğiz, dediler. Cezaevi kalktı indi vermeyeceğiz, dediler. Sizi götürüp kurşunlayacaklar, diyorlar. PKK’lilerle TİKKO’cular yani tam bir de cezaevinde de biraz öne çıkmış arkadaşlarımız var….. bizim gruptan, 36 kişi biz varız, 160-170 kişi PKK davasından…. Nereden baksan 200 kişi. Halkın Birliği’nden de 2-3 tane eski mahkum var, birazda cezaevini biliyorlar diye birazda biz tecrübe kanıyoruz. İsmail diye Erzincanlı biri var Zeynel’im sizi götürüp kurşuna dizecekler, çıkmayalım, eylem yapalım, direnelim, ranzaları tutalım bilmem ne, yahu İsmail’im gitmeyelim mitmeyelim bizi öldürecekler bilmem nede 200 kişiyi de bir gecede öldürmezler sabaha bir kısmımız yani sağlam kalanımız olur dedik, bu 200 kişiyi bir seferde öldürmeye götürmezler dedim.
Bizi 1-2 gibi bindirdiler Cemseler’e götürüyorlar, yani tamam 200 kişiyi bir seferde kurşuna dizmezler diyoruz fakat ulan dedik bura biraz düzelmiş bizi de ayırdılar ya yine sıfırdan başlatan bir yere gideceğiz yani daha kötü bir yere gideceğimizi düşünüyoruz. Gittik bizi indirdiler içeriye bir girdik dört yıldızlı otel değil ama iki yıldızlı otel gibi bir yere götürdüler bizi.”
Y.D: Nereymiş?
Z.D: “Hava kuvvetlerinin bir yerine götürdüler. Camlar büyük, sabah yemeğe bir oturduk ekmekler sepette, fırında makarna tabi hava kuvvetlerine yemek öyle çıkıyor çünkü hangi birimde oluyorsan o birimin yemeği geliyor. bizde deyim yerindeyse orada bir buçuk yıl rahat ettik. Zaten havalandırmamız tel örgü… ziyaretçilerimiz ile sarılma öpüşme hariç birbirimizi rahatlıkla görüyoruz.
Burada banyosundan yemeğine kadar her şey çok iyiydi, kitap yok. Ben, Y.T. ve M.U. partimizin temel teorik görüşlerine sahip olan arkadaşlardık, görev bölümü yapmıştık, düzenleme yapmıştık mesela her saat bir gün Kemalizm’i ben anlatıyordum arkadaşlara, milli meseleyi diyelim Y.T. anlatıyor işte birleşik cepheyi, devrim demokrasiyi o anlatıyor yani siyasetimizi oradaki arkadaşlarımıza anlatmak tartışmak, kitap olmadığı için eğitim çalışmamızı böyle yürütüyorduk. Biz zaten tek koğuştuk orada 3-4 koğuş vardı PKK davasından arkadaşlar diğer koğuşları aldı biz Partizancılar hepimiz aynı koğuştaydık mesela orada Bolşevik partisini savunan arkadaşları bile ben ayırmadım bizden aynı koğuşta aynı komünde bir arada olduk ve o süreyi kitap olmamasına rağmen çok güzel değerlendirdik, hem spor açısından olsun hem de eğitim çalışmalarını sözlü de olsa düzenli bir şekilde yürüttük.
1983’ün Ağustos’unda artık Dev-Yol davası açılmıştı, birkaç duruşma görüldü. 1500 kişiden ya 100 kişi kaldı ya da biraz daha az, diğerleri tahliye oldular. Bizim dava açıldı, Partizan davası mayıs aylarında açıldı, açılır açılmaz bizim 36 kişiden 16 kişi kaldı.
1983’ün Ağustos’unda ya da 1984’ün bizi bir nolu Karskapı dedikleri bu eski ipek baharat yolu zamanında hara olarak kullanılmış bir yere koydular.Sayı azaldığı için, hepimiz aynı yerde kalıyoruz. Buraya gelince, sistem değişti. Antepli Yarbay Remzi İpekçioğlu adında bir cezaevi müdürü gelmiş ondan birkaç ay önce…
Buraya gelmeden önce 2 nolu, 3 nolu cezaevinde kitap vs. alınmaya başlanmıştı, çok sayıda kitabımız oldu.
Yeni yerde, önceki haklarımızın tümü elimizden alındı. Ne elbiselerimizi verdiler, ne de… sadece üstümüzdeki elbiseyle birer atlet, don, iç çamaşırı, kimisi eline almış kimisi benim gibi hiç almamış. Zaten getirirken daha dışarıda, arabadan iner inmez, 7-8 kişi yere basıyor, saçını kesiyor, elbiselerini elinden alıyor, üzerimizde olan atlet, tsör, şortt ile kalıyoruz.
Bunlar iki sene önce o cezaevinde gördüğümüz işkencenin beş katını uyguluyorlar. Dağıtmışlar bizi, her birimizi bir tarafa…Tabi sabah içtimaya çıkarıyorlar, kapıyı açtılar mesela ben kendi koğuşumu örnek vereyim, dedim ben içtimaaya çıkmıyorum, 5-6 kişi daha çıkmıyoruz dedi diğer koğuşların bir kısmı çıkıyor bir kısmı çıkmıyor tabi o ara dayak ve küfür gırla gidiyor… üçüncü-dördüncü gün, en köşe koğuşlardan iki tanesini liderler koğuşu diye ayırdılar. Bizim davadan benimle birlikte Ali Mete’yi o koğuşa koydular. Adamlar ‘liderler koğuşu’ diye ayırdılar ama hakikaten öyle haybeden ayırmamış yani hakikaten layık mıdır değil midir o ayrı ama hakikaten o bölgede ya da o cezaevinde o pozisyonda örgütlerin sözü dinlenen adamlarını seçip getirip atmışlar oraya, birinde 11 kişi var birinde 10 kişi, koymuşlar. Sempatizanları on dakikada bir çıkarıyorlar dışarı, sayıyorlar onlar gidiyorlar bizim koğuşlara geliyor biz çıkmıyoruz zaten daracık ahır. Bir bu tarafta ranza var bir de bu tarafta böyle daracık bir yer şimdi biz orada kol kola giriyoruz bunlar gelip çekiyor vuruyor orada bizi ya iki iki ya tek tek dışarıya havalandırmaya çıkarıyor orada diziyorlar e dışarı gidiyoruz orada da eziyorlar esas duruşa geçin diyorlar geçmiyoruz, komutanım de demiyoruz böyle nasıl anlatayım size ya saatlerce dövüyorladı bizi. Bu sefer içeri giriyorlar askeri yataklar var, askeri yataklarında hep içi ceviz kabuğu, fare ölüsü yani pamuk değil bir avuç pamuksa gerisi ağaç parçası, onları hep yatak diye vermişler bize, onların hepsini boşaltıyorlar üst üste.”
Y.D: Koğuşlar kaç kişilik?
Z.D: Koğuşlar 10-15 kişilik, birde onları boşaltıyorlar içeriye, bizde dışarıdayız yani içeri kan yara bere içerisinde geliyoruz, gelir gelmez halay çekelim çekmeyelim diye bir saat de onlarla uğraşıyoruz onları yeniden yatağa döküyoruz, yatak yapıyoruz güya. Ortayı bölünce yine başlıyoruz slogan atmaya, halay çekmeye, şarkı türkü söylemeye bu böyle devam ediyor her gün sabah akşam böyle yani, oradaki amaç şu seni teslim almak istiyor sen diyor asker olacaksın demin dediğim adam Remzi İpekçioğlu geliyor, bunları tamtam yapacağım, diyor. onun tamtam dediği de biz yoldan çıkmışız, bizi ıslah edecek..
O işkencelere o zulme insan olan dayanmaz çünkü saati yok günü yok… O ara bizim mahkememiz açıldı, mahkemeye gidiyoruz.
Y.D: Hangi yıl oldu mahkemeniz?
Z.D: 1983 ya da 1984. Mahkemeye gidiyoruz mahkemeye giderken seni arayacağız, koğuştayız 7/42 bakıyorlar yine arayacağız ne olacak, kemerini çıkar, çıkarmıyoruz, kıçımıza bakacaklar, açmıyoruz, aratmıyoruz kendimizi, aratmıyoruz derken normal arasalar aratıyoruz ama kemerini sök pantolonunu indir deyince bırakmıyoruz. Vuruyorlar yani nasıl vuruyorlar sopayla vuran copla vuran tekmeyle vuran oradan mahkemeye gidip gitmemekle öyle bir hal aldı ki demin dedim ya üç nolu cezaevinde tuvalete gitmemek gitmekten daha iyiydi burada da mahkemeye gitmeye adam korkuyor çünkü garantisi de yok mesela ayda bir sefer benim mahkeme erteleniyordu. Benimle Ali Mete 4 ay değilse de 3 ayda mutlaka bir mahkemeye gitmemişimdir hemen orada soyun demişlerdir, dövmüşlerdir atın bunu hücreye demişlerdir, mahkemeye gitmeden hücreye, yani yargılanma hakkın da elinden alınıyor. tesadüfe bağlı o gün orada o anki dayakların ölçüsü de belli değil o an işte orada başında bulunan birinin, yeter lan arabaya at şunu dese mahkemeye gidiyorsun, atın bunu hücreye dese hücreye gidiyorsun. Gittik tabi biz, ilk mahkemeye çıktığımızda suç duyurusunda bulunduk, yakalandığımızda işkence gördüğümüzü, Elazığ Emniyeti, Erzurum, Kars hepsi hakkında suç duyurusunda bulunduk ve rapor almamız için sevkimizi istedik. Bu suç duyurularının çoğunu kabul etmemişti ama Süleyman Cihan ve rapor işini kabul etmişlerdi, raporda cezaevinin doktoru oda asteğmen.
Süleyman Cihan’dan konuşmuşken…
Ben Elazığ’dayken kaçıncı gündü onuncu gün müydü on beşinci gün müydü Uğur Gür bana dedi ki “Süleyman Cihan kendisini şeyden aşağı atmış, ölmüş”. Biz Süleyman Cihan’ın öldürüldüğünü belirterek, Ali Mete ile birlikte sorumlular hakkında suç duyurusunda bulunmuştuk.
İlginç, biz davalara gidip geliyoruz, heyet de biraz üsluba bakıyordu mesela ben söz hakkı aldığımda bana müdahale etmiyorlardı fakat Ali Mete olsun başka arkadaşlar olsun aldığında kesiyorlardı onlar biraz daha tersinden, ben daha böyle mümkün olduğu kadar anlatmak istediğimi anlatmak, tutanağa geçirmek istiyordum.
İki nolu mahkemede biz yargılandık. adını Türkeş koyduğumuz biri vardı. Mahkeme başkanları hiyerarşi olarak da darbenin temsilcisiydi. Yani hakimler mesela ona görüş bile sormaz o mahkemenin şeyini ve düzenini aslında kararı verecek adam. Şimdi bizimkine Türkeş diyorduk hakikaten biraz kaşı gözü Türkeş’e benziyordu adamın ağzı bile açılmazdı onun bana söylediği bir şey vardı, mahkemedeki arkadaşlar zaman zaman söylüyorlar o hatırıma gelince söyleyeceğim.
Bunu Hasan Aksu kitabında da yazmış, 18 Mayıs’a denk geldi bir gün bu bizim aslında heyet dedik de heyette hâkimlerden bir tanesi aslında çok iyiydi biz tabi onu daha sonra süreç içerisinde fark ettik, hatta biri gitmiş bizim şu anda bizim bir hemşerimiz emekli savcı var bizim mahkemeden sonra Elazığ’a tayini çıkmış orada ona anlatmış. Ovacıklı falan deyince ya demiş Zeynel Demirçivi diye birini yargıladım neyin oluyor, tanıyor musun, demiş. Tanıyorum ya demiş 18 Mayıs’ta bizi saygı duruşuna çağırdı. Demiş…
Şöyle, mahkemenin biri 18 Mayıs’a denk geldi. H.A.’da bunu yazmış ama Hasan Aksu nasıl yazmış, şimdi o gün aynı zamanda Halkın Kurtuluşu’nun mahkemesi var, bilinçli götürüyorlar. Ben 18 Mayıs’ta nerede olursam olayım karşımda 3 kişi oldu mu İbrahim’i anarım. Neyse gittik benimle Ali Mete ile birlikte mahkemeye hakaretten yargılanıyoruz. Duruşma 18 Mayıs’a denk gelmiş. Duruşma da ben kalktım dedim ‘Bugün 18 Mayıs, Kaypakkaya’nın ölüm yıldönümü sizi saygı duruşuna davet ediyorum’.
Heyet de şaşırdı, kıpırdama gibi, biri kalkacak gibi oldu biri oturacak gibi oldu. Türkeş dediğimiz kişi, askerlere ‘Vurun, atın lan bunları dışarıya!’ dedi. Attılar benimle Ali Mete’yi….
O ara Halkın Kurtuluşu’ndakiler, koridorda bekliyor tabi olayı duydular.. Mahkeme kalkıp inliyor, cop sesleri inip kalkıyor bizde ses kalmadı zaten üstümüze 50 kişi çıkmış, orada olan Halkın Kurtuluşu’ndan bir arkadaş daha sonra hastaneye muayeneye giderken firar ediyor, yurtdışına çıkıyor, gidip yurtdışında anlatıyor ya diyor sizinkiler böyle böyle yaptı H:A: da tutup kitabına yazıyor, bizim savcıda gidip Elazığ’da benim köylüm savcıya anlatıyor ya diyor ki Zeynel bizi saygı duruşuna çağırdı, demiş… O da demiş ki, siz kalktınız mı peki? böyle ilginç şeyler oldu.
Bizim tabi mahkemelerimiz devam ediyor. Bu sefer Erzurum’un kışında getirip bize tek tipi dayattılar, ille tek tip elbise giyeceksiniz şimdi hava durumuna bakıyoruz hiç 17’yi geçmiyor Erzurum.”
Sıfırın altında.
“Evet ya o günlerde hani Evliya Çelebi’nin Seyahatnamesi’nde diyor ya, kedi bir bacadan bir bacaya atlarken donmuş ama yani kediyi donduracak kadar değilse de ondan da az bir soğuk değildi, -30 dan aşağı düşmüyordu.
Tek tip elbiseyi giysen olmuyor giymesen Erzurum soğuk… don atletle adamın anası ağlıyor… sadece gençler değil bizde öyle tamam 3-5 gün giymedik ama sonra dedik yahu kardeşim biz bu yaptırımlara zaten uymuyoruz ha kendi elbisemizle uymamışız ha bunla hiç olmazsa ölmeyelim..
Gece o soğukta Erzurum’da yatmak yok, herkes birbirine fıkra anlatıyor çünkü koğuşlara ses gidiyor, muhabbet ediyoruz, türkü söylüyoruz. Yasin diye bacaksız bir astsubay var bana zaten kafayı takmış gelip gidiyor söyleniyor yani normal sayım olmasa da es kaza biz havalandırmada olsak geliyor buralarıma potinle vuruyor. Hücrede Belkıs Akkale’nin türküsünü söyledim, ‘Dağlar seni delik delik delerim’ çok da güzel söylerim övünmek gibi olmasın. Ya bu geldi kim söyledi onu diye, biliyor aslında benim söylediğimi beni ölçüyor ben söyleyecek miyim söylemeyecek miyim, söylemesem hepsini birlikte dövecekler dedim niye millet dayak yesin, dedim ben söyledim. Yahu benim böyle derimi yüzdü o faşist… Meğer devrimci amcasının oğlunu cezalandırmışlar.(cezalandıran bizim örgüt değil) Bu da önüne geleni eziyor, sopayla dövüyor kendisinin boyu kısa yetişmeyince uzun asker çağırıyor, felaket bir şey. Yarbay Remzi de diyor benim bir numaralı adamım…
Bir gün o pencereden sigara içerken baktım askerin biri ‘Yoldaş beni tanımadın mı, beni tanımadın mı’ diyor, ama hiç bana da bakmıyor, gecenin bir saati, sen kimsin, ben seni nereden tanıyayım? dedim. Kendisini tanıttı. Bu asker bize çay otu getirdi, bir de sürahi.. ısıtıcı ile çay yapıyorduk.
Bir ara Ali Mete ile firar etmeye kalktık, firar edeceğimiz yerde, aydınlatma lambaları var ve asker devriyeleri arası çok kısa bir zaman, riskli olduğu için M.U. bizi vazgeçirdi…
Erzurum Cezaevi’ni birkaç kelimeyle toparlamak lazım, tüm cezaevlerinde 12 Eylül askeri faşist diktatörlüğünün siyasi tutsaklara yönelik politikası, siyasi tutsakları sahip oldukları değerlerden koparıp kişiliksiz bir insan yapmaktır. ,
Dayak ve işkence ile bunu başaramayınca, ‘pişmanlık yasası’. Diye bir yasa çıkardı. Pişmanlık yasasının anlamı şu, herhangi bir davada mahkemeye ya da savcıya hem kendisi hem de örgütle ilgili bildiklerini anlatacak ve böylece cezası hafifleyecek.
Bizde bir-iki tane zayıf arkadaş vardı, uyumazdım öyle hani kaçıp gitmesinler diye yani hukuki açıdan onun kaçıp gitmesi dosyaya bir zarar vermiyor ekstradan bir yük getirmez bize, ama yani Erzurum Cezaevi’nden TKP/ML davasından ‘şu kişi tarafsız koğuşuna gitti pişmanlık getirdi’nin yaşanmaması için ben günlerce uykusuz arkadaşlarımı beklemişimdir.
Bizim şöyle bir iyiliğimiz vardı, biz komündük cezaevinin her bölgesinde, ben nereye gittiysem biz hep komün olarak yaşadık inanın o komün hayatı o cezaevlerindeki direnişlere karşı insanların direngenliğini artıran bir unsurdu.
Eşyalar geliyor mesela komün başkanımız var sorumlumuz var yani aileler getirir idareye teslim eder, idare de getirir oraya teslim eder ne gelmiş ne gelmemiş kimse bilmez kimseye sormayız o alır yemeğiymiş, elbisesiymiş, şunun çoraba ihtiyacı var bunun çoraba ihtiyacı var mesela benim komün içerisinde hassas olduğum nokta sigara konusuydu. Mesela arkadaşlar ne geldi, kime ne düşüyor, kaç kişiysek onlar tabi sayılı veriyorlar bize öyle şey yok.
Ama şunu çok iyi hatırlıyorum mesela midesi ağrıyanlara süt veriliyordu çok özel bir yiyecek gibi gelir ama o cezaevinde süt çok kıymetli, midesi ağrıyanlara verilirdi, ben 7-8 yıl kaldım Erzurum’un soğuklarında, Ali Mete ile benim midemiz hiç ağrımadı hiç süt içtiğimizi hatırlamam yani dostlarımız, yoldaşlarımız komündeki diğer arkadaşlarımız içmiştir helal olsun ama öyle şeylerde oluyordu. Ali Mete’nin de midesi hiç ağrımadı böyle çok iyi şey yaptık ki o cezaevinden çıkan arkadaşlarımın hiçbirisi ya da tersinden söyleyeyim hepsiyle şu anda yani ölenler, kaybettiklerimiz ama kaybetmediklerimiz hepsi bir biçimiyle hala bir aradayız. Dün etkinlikte Erzurum’dan, Bursa’dan, Sivas’tan bir sürü arkadaşla yan yanaydık. O cezaevi sürecinde birbirimize sahip çıkmamız, birbirimizi korumamız, kollamamız, yarattığımız o enerjinin çok çok büyük etkisi olduğunu düşünüyorum.
Mahkeme aşamasına geldik, orada bizi epeyce bir avukat savunuyor, Kars’tan gelenler var, İstanbul’dan Kemal Yılmaz sağ olsun her ay başı geliyor, Elazığ’dan tutmuşlar arkadaşlarımız, ben çok iyi bir savunma hazırlamıştım hem hukuki açıdan hazırlamıştım, dava dosyasında 4 cinayet var, 4 kere idamımız isteniyor.
Sakallı amcaya dedik ama öyle haybeden dememişiz, bayağı bilirkişi raporlarını, balistik raporlarını inceleyen bir savunma yapmışım, yok silahın girişi çıkışı, barut izleri gibi teknik detaylara inen savunma yapmışım, iki bölüm savunma birde siyasi savunma bölümü yazmışız. Şimdi bu siyasi savunma bölümünde mahkeme başkanı ‘Türkeş’ oda itiraz etti, uzun 20 sayfamı, 50 sayfamı, 60 sayfamı kaçsa ben öyle irticalen şey yaptım. Hakikaten kesmiyorlardı yani böyle çok agresif davranmadığım sürece, faşist mahkeme şu bu demediğim sürece dinliyorlardı bayağı. Orada benim bir sözüme kızdı ‘Atın bunu dışarı’ dedi, hatta iki ayda orada mahkeme heyetine hakaretten ceza aldım.
Dedim ki 600 yıllık Osmanlı toplumundan cumhuriyete ve bugüne alacağınız en ufak bir insanlık adına demokrasi adına bilmem ne adına bir şey yoktur deyince yahu o aylarca, günlerce işte kaç yıl sürdü, bizim mahkeme başkanı birden doğruldu ‘Sen 600 yıllık ecdadımıza, Mısır’ı fethetmiş, hilafeti kapıp getirmiş Osmanlı’ya sen nasıl böyle dersin bizi apar topar gürültü patırtı yine attılar şeye. Ceza verdiler, biz gittik bir hafta hücre, 2 ay sivil cezaevi şimdi ceza belli bir limitin altında olduğu için temyiz de yok bizi önce hücreye götürdüler, hücre eski klasik Erzurum Cezaevi’nin hücresi zaten cezaevinin kendisi yıkılıyor.”
Y.D: Büyüklüğü ne?
Z.D: “5-6 hücre var. Büyüklüğü kıpırdayabiliyorsun…, yani düz yatabiliyorsun. ilginç olan biz girince bize gazete getireceksiniz işte benimle Ali Mete, iki tane gazete getireceksiniz dedik biri Hürriyet biri Cumhuriyet mi dedik ne, birini getirdiler ona verdiler birini bana verdiler, sabahleyin hücre açıldı şimdi ben diş fırçasıyla gitmişim, fırçanın üzerine macunu koydum hani yüzümü yıkayacağım ondan sonra dişimi fırçalayacağım baktım diyor ‘Ulan bu dişlerini de fırçalıyor’, gardiyan yanındaki diğer gardiyana diyor, şaşırdı. Daha ilginci 1-2 gün sonra PKK’den da birkaç arkadaş getirdiler. Öyle olunca her hücreye bir gazete hani okuyoruz, öğlene adam geliyor değiştirecek şimdi o gazeteleri okuduktan sonra bulmacaları çözüyoruz mesela ben oradan okuyorum arkadaşlar soldan sağa, şudur budur şimdi Hürriyet PKK’den H.K. diye bir arkadaşın elinde onunkini çözüyoruz.”
Net olmak için soruyorum, bulmacaları bağırarak hep ortak sorup ortak mı çözüyorsunuz?
Z.D: “Tabi tabi, hücre dediğim zaten hepsi toplam bu kadar, hepimiz kolektif bulmaca çözüyoruz şimdi kardeşim bu Hürriyet bitmedi oradan bağırıyor daha var var bir tane daha var diye. Neyse gardiyan geldi değiştirdi, ötekilerini çözdük gardiyan geldi şeyleri değiştirdi bir bakayım abi dedi oraya yazmış, yukarıdan aşağıya tersi bir hayvan ‘at’ı‘ta’ diye yazması lazım bizimki a’nın bacaklarını havaya yazmış, a’nın bacaklarını havaya yazınca bulmaca bir türlü çözülmüyor, alfabede yok öyle bir harf yok… yani yeri gelmişken şöyle bir tespit bu benim tespitimdir birçok sosyolog arkadaşla da paylaştım onlarda katılıyor.
Bu cezaevi süreci genelde Türk devrimcileri, Türk solu Kürt solu hepsini kastediyorum yani o süreç bizim sosyalleşmemizde çok önemli bir yere sahip, yani bu diş fırçalamadan aklıma geldi, gardiyan diş fırçalamamızı garipsedi de bizim birçok arkadaşımız mesela gittik herkese bir diş fırçası alınacak, herkes dişini fırçalayacak, banyo yapacak, havlusu olacak bilmem ne, oralarda beğen beğenme, ye yeme neticede 3-4 çeşit yemek geliyor askeriye de hele belli dönemlerde, oturuyorsun tabağın ayrı kaşığın ayrı e şimdi köy yerinde öyle bir şey yoktu yani o süreç hem kolektif yaşamayı bize çok ciddi şekilde bilfiil öğretirken bir yandan da sosyalleşmeyi öğrendik.
Yani gazete okumayı, haber dinlemeyi, kitap okuma vs. şeyleri hakikaten o süreçte yani cezaevi hep dayakla kötü şeyle geçmedi birde böyle eğitim öğretim yeri, hele biz bir kere teorik olarak çok çok şey öğrendik. Hele şimdi Bursa’ya gideceğiz.
Bursa’da 7/24 okuyordum ben, sabahın şafağında arkadaşlar geliyordu çay içmeye, hiç uyumadan.
Şimdi bizim davamız orada bitti, hücre cezamız bittikten sonra bizi sivil kısma aldılar, sivil kısma gittik orayı anlatayım bizden önce bir-iki arkadaş, Halkın Yolu davasından A.K. Kawa davasından da C.T. vardı orada. Ama yani 2-3 tane siyasi mahkumuz o diğerleri adli mahkûm, burada adli mahkumlara sürekli dilekçe yazarak geçti zaman…
Siyasilere korkunç saygı duyuyorlar.
Yargıtay cezalarımızı bozdu, idam vermişlerdi, beni örgüt kurmak, örgüt yönetmekten 20 yıl ceza aldım. O aralar askeri cezaevleri kapatıldı ya da boşaltılıyor, bir kısım arkadaşımızı Çanakkale’ye gönderirken beni Bursa’ya gönderdiler.
Biz Bursa’ya gittik, Bursa’da İstanbul’dan gelen TKP/ML davasından arkadaşlar orada ama Bursa cezaevleri sürecim içerisinde en renkli bir yer olarak geçer.”
Y.D: Yıl kaç oldu?
Z.D: “1987, tabi 1987’de gittim. Sanki Türkiye’nin liderlerini de oraya toplamışlar özellikle de Dev-Yol davasının. Ankara’dan gelmiş, rahmetli Nasuh Mitap, B.F., M.P. orada… PKK’den M.C.Y. orada, ondan sonra bu Aydınlık’ın bozması O.Ç., (bunun selamını bile almıyorduk), E.Y. hocam orada ut çalıyor.. birlikte şarapları içiyoruz sabahlara kadar, TİKB’den S.A., K.G. orada… çok rahat cezaevi, saat 3’e 4’e kadar okuyoruz yazıyoruz, 2-3 saat uyuyoruz ondan sonra spor güzel de bir ilişkimiz var.
Arkadaşın sorduğu soruya gelelim, işte tartışmalar oluyor, bir gün arkadaşlar Bursa Cezaevi blok bloktu. biz Halkın Kurtuluşu, Halkın Birliği bir bloktayız, PKK’liler bir blokta Dev-Yolcular bir blokta. Ama bloklar arası açık… Milli mesele dahil bir çok konuda tartışmalar oluyordu, yani çalışmanın yazma, okuma, sportif, spor faaliyetleri yani cezaevi koşullarına göre çok çok iyi. Açık görüşlerimiz çok çok iyi oluyor. özellikle benim geçen gün Facebook’a da yazmışlar, hele benim görüşlerime Uludağ Üniversitesi’nden öğrenciler de geliyordu.
Orada bir iki tane şey oldu toparlamak için söylüyorum, şimdi artık tahliyeler başlıyor, cezası biten çıkıyor, ama öyle bir şey yapmışız ki hangi siyasetten tahliye olan olursa idareye sipariş veriyoruz tepsi tepsi börek yapılıp geliyor, kolalar, pepsiler şölen yapıyoruz şimdi bizden de H.P. ve Y.D. adlı iki arkadaşımız tahliye oldu, cezaevi toplanmış oraya, onları da şölen düzenleyerek uğurladık…
Bursa’da okuma yazmanın dışında koğuşlarda şarap yapılırdı. Böyle kilolarca üzüm, beyaz şarap siyah şarap birde rengini de seçiyoruz.
Biz Bursa’da tünel kazmaya kalktık, yani ortak olarak cezaevi. Bursa Cezaevi’nin de E tiplerinin de yapısı eski Mısır yapısıdır, kazıklar üzerinedir ve onun tekniği tünelin kazılmamasıdır. Adam kazıkları çakıyor suyu bırakıyor yani altı su ve o şeyden üzerine atıyor tablayı üzerine binayı yapıyor. Biz tüneli kazıyoruz bu kadarlık kuyu açıyoruz, sabaha kalıyor bir gidiyoruz su dolmuş yani üç saat su atmayla uğraşıyorsun yarım saat tünel kazıyorsun böyle bir pozisyon, bayağı da gidiyor tabi sayılı adamlar gidiyor, tünel zaten başka blokta nöbetleşe biz gidiyoruz. Açığa çıktı, gecenin ikisinde cezaevinin çoğunu Çanakkale’ye götürdüler, ben kaldım orada ulan dedim yine bizi ya kurşuna götürecekler ya da bırakacaklar bir grup kaldı, dedi bunlar başka yere gidecek, saat öğlen saatlerinde baktım ‘Zeynel Demirçivi valizini al gel’. İnegöl, Bursa İnegöl’e gittim, kaza cezaevi.”
Y.D: Az mı kalmıştı ceza?
Z.D: “Bir sene gibi, Bursa İnegöl Cezaevi’ne gittim, neticede kaza cezaevi. Tamam eski bina, ama millet kendisi yemeğini yapıyor, orman kebabını yapmayı orada öğrendim, rahat yani cezaevi, sana gelip sayım alan yok, şu yok bu yok tamam dışarı çıkmıyorsun ama havalandırma 7/24 açık böyle bir yer. İkinci gün mü üçüncü gün mü savcı mı müdür mü geldi, ‘Zeynel toparlan gideceksin’, nereye gideceğim, ‘Sen yanlışlıkla buraya gelmişsin’, ne demek yahu yanlışlıkla buraya gelmişim, ‘Ben Tunceliliyim, gelirken anneme mektup yazdım beni İnegöl Cezaevi’ne götürüyorlar diye şimdi annem yolda buraya gelecek sen beni nereye götürüyorsun, ben hiçbir yere gelmem, burada kalacağım’ dedim. Bulmuşum orayı bahane uyduruyorum kalayım, anneme ne haber etmesi sonra gitti aradan bir-iki saat geçti geldi, dedi ‘Haklısın, ben savcıyla konuştum madem ailene haber etmişsin bu hafta annen gelsin burada görüş ama seni buradan götüreceğiz yanlışlıkla gelmişsin; sen siyasi mahkûmsun, siyasi mahkûmların kaza cezaevlerine gidecek durumu yok’.
Bir hafta sonra Oradan aldılar Kırşehir Cezaevi’ne, benimle Halkın Kurtuluşu’ndan bir arkadaş, Kırşehir Cezaevi’ne götürülmemden kısa süre önce, H.D. arkadaşın da içinde olduğu bir grup tünel kazıp kaçmışlar oradan. İki ayım kalmış ya da daha az, yani bir yıldan daha az çünkü girer girmez ‘hoş geldin dayağı’ atmaya kalkıyorlar zaten firardan sonra cezaevine gittin mi adamın derisini yüzerler. Allahtan bizim zamanımız az olduğu için hoş geldin faslını, saç kestirme faslını kazasız belasız atlattık. .Ama bomboş cezaevi, 5-6 katlı cezaevi nereden baksan 300-400 kişilik yerde biz 5-6 kişiyiz yani bomboş binanın içerisi yani denilebilir ki Erzurum’da dayak yediğimiz günleri özler olduk orada yani dayak yiyoruz ama neticede bir hareket var, kavga var orada… Kitap okuyup koca bloklarda geziniyorduk. Buradan tahliye oldum.
1991 Kasım’ının hangi günüydü bilmiyorum….
Y.D: Eklemek istediğiniz bir şey var mı?
Z.D: “Bu çalışmayı programlayan arkadaşlarıma çok çok teşekkür ederim.