Hasan Şirin: (H.Ş:) ©2017 Onur Vakfı
Görüşen Kişi: Şükrü ASLAN (Ş.A)
H.Ş: Ben örgüt üyeliğinden ceza aldım yani ona kani getirdiler.Tamam, sana bağlı olarak çalıştığını düşündüğümüz insanlara ceza veremedik ama sana vereceğiz diye, çünkü şöyle bir şey vardı, hani bizim ilişkide olduğumuz, tanıştığımız, görüştüğümüz insanlar örgüt üyesi sayılmıştı bu yargılamada, dolayısıyla biz de onlarla tanıştığımız için onlar gibi örgüt üyesinden 6 yıl bilmem kaç ay ceza aldık, aslında fazla yattım tabi ben. Gözaltı süreci çok meşakkatliydi tabii o dönemde. Şöyle, bizim, bizim grup özellikle de şanssız bir gruptu, çünkü şöyle; bizim o semtin sorumluları gibi duran insanları önceden almışlardı önemli bir kesimini. Sonra biz onlardan sonra alındık, mesela 3 kişiyle birlikte alındım gece, evlerimizden alındık ama hep ayrı ayrı şeylerden. Sonra biz 16 kişilik bir grup buldu bizim, fakat ne bir öncekiyle bir bağlantı var, bu yok, bundan dolayı bir şey yaptılar bizi, biraz bekleyin bakalım yaptılar. Bir de, bizden sonra, İstanbul ana davasını oluşturacak olan gözaltılar başladı, işte bu Süleyman Cihan’ların, Erhan Gencer’lerin vesaire hepsinin artık yani ana gövde geldi. Onlar gözaltına alınmaya başladığında biz Selimiye’deydik, dolayısıyla bizim gözaltı süremiz 111 gün sürdü yani 35-36 günü Tuzla Merkez Komutanlığı’nda ve siyasi şubede yoğun gözaltı, o işkenceli, sorgulu dönem olarak geçti. Ondan sonra Selimiye’ye getirildik, tutuklanmadık, götürmediler, çünkü cezaevine götüreceksin, bir daha getireceksin, hem o zamanlar o şey de yoktu galiba, yasa da galiba, cezaevinden tekrar alınma sonradan çıktı sanıyorum, dolayısıyla bizi beklettiler, hani yeni gelenlerle ilgili bir şey çıkarsa Selimiye’den hemen bir daha alsınlar ama bir şey çıkmadı. Yani bizim gruptan geri götürülen olmadı.
Görüşmeden Siyasi İlişkiler – Çalışmalar – Gözaltı – Mahkemeler – Cezaevleri ile ilgili bölüm:
Selimiye’deydik, dolayısıyla bizim gözaltı süremiz 111 gün sürdü.
Şimdi İstanbul’a geldikten sonra politik hareketlerle tanıştım tabi, bir de artık yani lise dönemine gelmiş eğitim-öğretim, sonuçta bir şekilde ne kadar uyduruk olsa bile bilimsel bilgilere ulaşıyorsun, fizik, kimya, matematik öğreniyorsun işte evrenle ilgili bilgileniyorsun. E siyaset diye bir şey var, başka bir şey istiyor insanlar, ne bileyim sistemin değiştirilmesinden, işte sosyalizm diyorlar, komünizm diyorlar vesaire bunlarla tanışmaya başladık. Dolayısıyla şey, hani ben mesela köydeyken yatılı okulda gizli tutardım, 12 İmamlar’ı tam tutardım, başlamıştım yani, galiba 3 yıl tam tuttum, hatta yatılı okulda gizli tuttuğumda beni şikâyet etti bir arkadaşım tartıştığımız için. Öğretmen beni masaya, tahtaya çıkardı su içirdi zorla ve bu devrimci bir öğretmendi (gülüyor), kulakları çınlasın hâlâ iletişimdeyiz. Dolayısıyla şöyle bir şey oldu, yani yavaş yavaş inanç kimliğinden çıkış yaşanmaya başladı, dinle ve yaratıcı yani evrenin nasıl meydana geldiği, işte dünyanın nasıl oluştuğu, insanın nasıl bu hale geldiğiyle ilgili farklı bir güzergâha girmeye başladı bu şekilde. Bunda hem eğitimin geldiği seviyenin etkisi vardı, hem de politik hareketlere katılmak, çünkü birçok kişi bunu biliyordur, o dönemde bir devrimci harekete, bir sosyalist harekete katılırken aşağı yukarı iki turnusol kâğıdı vardı; bir tanesi dinle hesaplaşma, bir tanesi Kemalizm’le hesaplaşma. Yani daha doğrusu bunlar nerede kalacak? Mesela ben ikisinde de çok zorlandım, çünkü çok inançlı bir çocuk olarak büyüdüm. İnanç üzerinde kendimde böyle… bir şeyler uman bir çocuk olarak büyüdüm yani ben büyüyünce şöyle olacağım dediğimde, bu hep inanç çerçevesinde tanımlanan bir şey oldu, çünkü Hazreti Ali’nin cenklerinin anlatımlarıyla büyümüştük (gülüyor) yani bizim köylerde o kitaplar vardı ya da masallar.
H.Ş: İstanbul’a yerleştikten sonra oturduğumuz bölgede tanıştığım siyasal hareketler özellikle de bizim o güne kadar sahip olduğumuz inanç kimliği tabi bir de yüzeysel de olsa siyasi sempatilerimiz de birazcık etkilemeye başladı bizi, daha doğrusu o noktalarda bir çatışma yaşadık. Benim… devrimci sosyalist hareketlere yakınlaşırken yaşadığım en önemli muhasebe inançla ilgili oldu yani din konusunda oldu. Bir de Kemalizm konusunda, çünkü biz köyde ilkokulda okurken de, yatılı okulda okurken de Cumhuriyet Halk Partisi halkçısı, devrimcisi, cumhuriyetçisi olarak yetişiyorduk.
Ş.A: Evet.
H.Ş: Devrimciliği biz böyle biliyorduk yani bizim için devrimci oydu. Daha sonra mesela Deniz Gezmiş ve arkadaşlarını duyduğumuzda onların da öyle devrimciler olduğunu düşünüyorduk. Fakat İstanbul’a geldikten sonra aslında onun öyle olmadığını gördük, mesela ben… işte sempati duymaya başladığım ve yakınlaştığım siyasi hareketin Kemalizmi en radikal tanımlayan bir hareket olması konusunda bayağı bir zorlandım. Yani Kaypakkaya’yla ilgili ya da Kaypakkaya’nın tezlerinde Kemalizm’in tek parti dönemi cumhuriyet tarihinin faşizm olarak nitelendirilmesini ben kabullenmekte çok zorlandım. Şöyle düşünüyorum, eğer oturduğumuz bölgede ya da okuduğum lisede etkin başka bir hareket olsaydı ve Kemalizm’e yaklaşımı biraz daha orta yolcu bir noktada olsaydı herhalde bu tercihimi etkileyebilirdi diye düşünüyorum doğrusu. Ama bu bir şey tabi şu an için bir faraza, bir ihtimal. Hani şunu söyleyebilirim, inançla hesaplaşmaktan daha zor oldu benim için.
Ş.A: Evet.
H.Ş: Şey yapamıyordum yani bir yere oturtturamıyordum, ikna olamıyordum o konuda. Tabii o dönemdeki yani 17-18 yaşındaki bir çocuğun kavrayış düzeyini de dikkate almak lazım, çünkü biz inanca da, siyaseten yakınlık duyduğumuz bütün her şeye de daha çok duygusal bağlanan bir yaştaydık, sempatiyle gidiyordu her şey.
Biraz duygusal davranma söz konusuydu, şey bu. Şimdi… tam tarihi hatırlamıyorum ama 78 olabilir, yani onu bakmak lazım, bizim mahalledeki devrimcilerden birinin kız kardeşi öldürüldü. Olay şöyle olmuştu, Tuzla’dan Kaynarca’ya kadar olan sağcı MHP’li gruplar kahvelerde bildiri dağıtmaya çıkmışlar. Kalabalık bir grup gelmişler sanırım, çünkü Yayla Mahallesi’ne başka türlü girmek de biraz zordu o dönemde. O sırada tartışmalar çıkmış ve bu çatışmaya dönüşmüş. Sırma Boyoğlu da kendi ağabeyini korumak için kendini öne attığı için vurulmuştu ve hayatını kaybetti orada. Bu mahallenin de, mahallede oturanların da aslında kaderini bayağı bir derinden etkiledi, çünkü olay çok yankı uyandırdı, sonuçta ortada bir ölüm olayı var yani sıradan bir kavga, yaralama değil. Bir de şu çok etkili oldu, Sırma Boyoğlu için çok büyük bir cenaze töreni düzenlendi. Yayla’dan Tuzla sahil mezarlığına kadar bir konvoy oluştu yani çok iyi hatırlamıyorum ama binlerce kişinin katıldığı, sürekli sloganların atıldığı ki Tuzla ömründe, hayatında böyle bir şey görmemiş, ilk kez yaşıyor böyle bir şeyi ve sadece Yayla Mahallesi değil, o gün bütün Tuzla sol-sosyalist ve komünistlerin eline geçmiş gibiydi. Yani o konvoy hem Yayla Mahallesi’nden mezarlığa kadar cenazeyi taşıdı yürüyüş yaptı, hem de nereden geçtiyse izini bırakarak gitti. Mesela o dönemde yazılmış ki bazılarını ziftle yazmışlar demek ki, yazıları gidin şimdi bile bulursunuz eğer duvar yıkılmamışsa, çünkü onu boyarsınız, boyarsınız yine altından bir şekilde çıkıyor. Mesela 12 Eylül’den sonra çıkmıştı o yazı.
Ş.A: Bu tam olarak ne zamandı tarih biliyor muyuz? Bir de Sırma Boyoğlu kimdir?
H.Ş: 77-78 onu kesin buluruz hemen gidip bakmak lazım ama ben tarihleri aklımda tutamıyorum.
Sırma Boyoğlu işte o mahallenin kurucularından olan ailelerden birinin kızıydı, Boyoğlu ailesi yaygındır o mahallede. Ağabeyleri devrimciydi, amca çocukları devrimciydi. Ali Rıza Boyoğlu bu gelenekten yargılanan, Tuzla’daki çok büyük bir fabrikanın, işçi temsilcisiydi yani işçi sınıfı içinde mücadele yürüten bir devrimciydi. 12 Eylül’den sonra gözaltına alındı, tutuklandı, benim de yargılandığım TKPML ana davasında yargılandı, yattı çıktı. Daha sonra… 86’da olması gerekiyor, 86’da Dersim’de öldürülenler arasında yer alıyor, 18 kişi olması gerekiyor yanılmıyorsam ya da 16 kişi. Mehmet Kemal Yılmaz, Ünal Küçükbayrak, bunların yer aldığı grupta öldürülen insanlardan biriydi, o, Sırma’nın kuzeni, Sırma’nın ağabeyi A.B., şu anda Tuzla’da CHP’de politika yapıyor, 12 Eylül’den sonra böyle bir çizgiye girdi. Aynı zamanda o hareketten yargılandı çıktı, cezaeevinde yattı, o da İzmir’de yakalanmıştı. Sırma Adil’in kız kardeşi, Sırma politik bir insan değildi aslında, ağabeyini korumak için kendini ortaya atmıştı ve hayatını kaybetti. Şimdi o yürüyüşten sonra Tuzla’nın o ahşap cumbalı evlerinin yer aldığı sokakların hepsinde sadece bir geleneğin değil, çünkü o cenaze törenlerine başka hareketler de katıldı, devrimci sloganlar doluydu, aylarca kaldı! Yani oraya birileri gelmiş, değiştirmişler, sadece Yayla Mahallesi değil, yollar, direkler, bağlar bahçelerin kulübeleri, bütün sokaklar, mezarlara kadar devrimci sloganlarla doluydu. Benim devam ettiğim lisenin bahçe duvarları, lise binasının duvarları hepsi sloganlarla doluydu. Ve o cenaze töreninden sonra Tuzla’daki devrimci hareketlerle işte sağcı, sivil faşist hareketler arasındaki denge değişti, yani daha önce denge daha çok karşı taraftaydı, bu cenaze töreninden sonra Tuzla Lisesi’ndeki denge de değişti mesela.
Çünkü özellikle de Kaynarca’dan sonraki alanlardan gelenler sağcı, aşırı sağcı, ırkçı, milliyetçi ideolojilere sempati duyan ya da benimseyen ailelerin çocuklarıydı. Onlar ya sonraki yıl ya da yılın yarısında ya okul değiştirdi ya bıraktılar bazıları. Dolayısıyla Tuzla Lisesi’nde böyle sol-sosyalist hareketlerin rahat hareket edebildiği bir atmosfere girildi. Tabi aşağı yukarı o dönemlerde birçok gelenekten insanlar bulmak mümkündü yani tek bir geleneğin etkisi altında değildi koca lise. Ama şunu söylemek mümkün, Yayla Mahallesi, İçmeler, Kurt Kiremit, onları kattığında işte Tuzla’yla birlikte Partizan geleneği biraz daha ağırlıktaydı. Dolayısıyla lisede bizler artık kendimizi şöyle tanımlıyorduk; biz devrimciyiz, sosyalistiz, sosyalizm istiyoruz, devrim yapılacak vesaire diye… Peki neler yapıyorduk? Aslında o yaştaki gençlerin yapabileceği şeyler tabii, bazen çok kitlesel piknikler şeklinde, bazen daha dar gruplar şeklinde bir araya gelip kitaplar okurduk mesela, çok iyi gittiğini de söyleyemem, çünkü benim 76 ve 81 arası düşünürsek 5 yıllık bir, böyle bir siyasi pratiğim var. Herhalde o toplu eğitim çalışmalarında tükettiğimiz kitap sayısı da 5’dir, en başta [1]İşçiler Neden ve Nasıl Sömürülür?, Disk eğitim sorumlusu Faruk Pekin’in çok harika bir kitap gerçekten de. Yani işin ABC’sini çok alengirli bir dil kullanmadan herhangi bir işçinin ya da bir gencin anlayabileceği şekilde şemalarla, grafiklerle anlatan bir kitap. O bizim şeyimizdi, aslında bizim el kitabımız oydu yani nereye gitsek onunla giderdik, İşçiler Neden, Nasıl Sömürülür? Ve her işin başı oydu, yeni biriylen tanıştık, al bu kitabı oku! İşte bir işçi grubuna işte gençler olarak gidip bir şeyler mi anlatacağız, bunu götürürdük vesaire.
Ondan sonra da şey vardı, Felsefenin Temel İlkeleri tabi Başlangıç İlkeleri pardon, temele gitmeden, incecik bir kitaptı. Sonra [2]Toplumlar Tarihi, ilkel komünal toplumdan işte kapitalizme kadar, kimdi yazarı? Ah hatırlayacağım dedim ama yine…
Ş.A: Georges Politzer.
H.Ş: Politzer miydi o, evet. Hani biraz daha ilerisi işte biraz daha kalın bir felsefe kitabı. Onun dışında çok az bir şey… Bu, kişilere göre değişiyordu tabi ama benim kendime motive edişim şöyleydi, ben aslında yatılı okulda şiir yazmaya başlamıştım. Şiir yazmaya başlamıştım dedim ama asıl türkü sözü yazmaya başladım, çünkü daha köydeyken evinde plağı olan tek ev bizdik. Ben o plağı bazen köyün meydanında bazen bizim ev damında kurardım, köyün bütün kadınları toplanırdı halka olurdu, ben ortada otururdum çalardım dj gibi, onlar başlardı ağlamaya! Yani böyle bir şey vardı ve çok ezberlerdim o parçaları, oradan kalma bir şey vardı. Ben kendimi mesela halk ozanı olacağım diye düşünüyorum o zaman. Dolayısıyla yatılı okuldan, ortaokuldan başlayarak şiirler yazmaya başladım. Bunu lisede biraz daha geliştirdim tabi, öyküler yazmaya başladım. İlk iki yıl edebiyat öğretmenimiz solcu bir bayandı, çok yardımcı oluyordu bana, çok destekliyordu. İşte şiir yarışmalarına girdim, ödül falan aldığım vardır, kitaplar duruyor hâlâ. Söylemek istediğim şu; politik kitaplardan daha çok ben roman çok okudum, mesela Sovyet romanı, işte Bulgaristan, Balkanlar’da devrimini yapmış sosyalizme geçmiş ülkelerin yazarları, Arnavutluk, mesela [3]İsmail Kadare, vesaire bunların kitapları. Daha çok bunlar ya da işte Çin’den çevrilebilmiş [4]Kızıl Kayalar vesaire gibi romanları okumak benim için daha heyecan vericiydi. Ve lise son sınıfta bir roman çalışmasına da başlamıştım, hatta 81’de gözaltına alındığımda bir 100 sayfa kadar yazmıştım, onu da aldılar daktilomla birlikte ama sonra geri vermişler. Yani söylemek istediğim şu; ben kendimi şeyde konumlandırıyordum Tuzla’ya taşındıktan sonra, hani bir devrimci mücadele var ama bu devrimci mücadelenin bir sürü alanı var, ben bu alanlardan yazı-çizi, gazetecilik, edebiyat ya da eğitimcilik neyse artık bu tarafında olacağım diye kendimi sürekli böyle motive ediyordum ve öyle çalışmalar yapıyordum.
Mesela lisede diyelim ki bir konuyla ilgili, 79’da Maraş Katliamı’nı protesto eylemi gerçekleştirmiştik işte metnini hani kaleme almak gerekiyor, ben yazmışımdır önerileri toplayıp, böyle şeyler. Ve sonra üniversite imtihanlarına girdiğimde de ilk yazdığım sırada Siyasal Bilgiler, Hukuk ve Gazetecilik vardı ama hiçbirini tutturamadım ilk girdiğimde, çünkü derslere girdiğimiz yoktu, bir de böyle bir şey var tabi. Orada şöyle bir durum var, yani bunları bence açmak lazım, ya asıl bence işe yarayacak olan noktalar bunlar, çünkü mesela bir taraftan bilimle tanışıyorsun, bilimsel bilgiyle buluşuyorsun, işte dine karşı mesafe alıyorsun, hatta inançları, dini inançları kendi alanından çıkarıyorsun. Bütün işte tarihi ve tarihi materyalizm ve diyalektik okuyorsun, felsefeye eğilimlisin, benim bu derslerimin hepsi 9’la 10 arasındır ama matematik, fizik, kimya 2’dir hepsi, çünkü kapağını açmamışım kitapların, neden? E biz modern matematiğe burjuvazinin bizim beynimizi sulandırma aracı olarak bakıyorduk, çünkü bunu kim söylediyse bize hatırlamıyorum ama ben şunu biliyorum; hızlı,
-tırnak içinde- ve çok aktif olan devrimci gençler ders çalışmamayı marifet sayıyordu bizim dönemimizde, yani 68 Kuşağı’ndan çok önemli bir farktır bu. İki kuşağın karşılaştırılmasında çok büyük farklılıklar var bence. Dolayısıyla şöyle bir şey var, mesela kimya öğretmenimize gider formüller sorardık, niye sorarsın? İşte bir amacın vardır, işte molotof kokteyli nasıl yapılır vesaire falan diye, o, öğretmen anlardı tabi bizi kovardı yani ve şey derdi, siz geri zekâlısınız, derdi! Oturup dersinizi çalışıp bunları öğreneceğinize, gelip kurnazlık yapıyorsunuz gibi aşağılardı bizi, bence haklıydı. Şimdi böyle bir lise döneminden sonra bütün fen derslerini ikmale kalarak vermiş, iki tanesi de öğretmenler kurulu kararıyla geçmiş bir öğrencinin üniversitede istediği yeri tutturması mümkün değildi tabii.
Yani sonraki yıllarda girme fırsatım olsaydı da kazanabileceğimi sanmıyorum, çünkü fen puanı bir yere kadar lazımdı. Şey bu, yani genel olarak durumumuz bu. ben 1981, 23 Mart’ı akşamı geceyarısı evimden alındım.
Ş.A: Ona geçmeden önce yani bu gelenek içerisindeki politik faaliyetlerle ilgili anladığım kadarıyla Tuzla Lisesi veyahut da Tuzla, biraz daha buna dair bir şey hatırlıyor muyuz? Ne tür çalışmalar yapıyorduk, kimlerle yapıyorduk? Biraz buna dair detay anlatabilir misiniz?
H.Ş: Şimdi bizim dönemimizde şöyle bir şey vardı, hani gençlik o dönemlerde.
Ş.A: Mesela bir komite miydiniz?
H.Ş: Bizi formüle eden, bize formüle eden şöyle bir şey, son dönemde aslında, daha doğrusu daha önce formül yoktu, bir gelenek, işte biz, birileri bize Partizancı diyordu, biz kendimize Partizancı diyorduk, niye? Çünkü Partizan diye bir dergi çıkıyordu, bu yasal bir dergiydi, normal basılıyordu geliyordu, biz onu okumaya çalışyorduk ve satmaya çalışıyorduk. Şimdi şey bu, asıl faaliyet bu. Bunun yanında işte lisedeki, kaç kişiyiz? 10 kişi, 15 kişiyiz, biraz da mahallede gençler var, bir araya gelip kitap okumak, tartışmak. Kahveye gidip asıl tartışmaları, büyük tartışmaları kahvelerde yapmak, büyüklerimizin kahvelerde yaptığı büyük tartışmalara kulak misafiri olmak, çünkü yaşımız da tutmuyordu, polis geldi deyince biz tuvalete kaçıyorduk, yani şey de yoktu.
Ş.A: Evet.
H.Ş: Kahveye girme yaşında bile değildim o zamanlar, ilk dönemler. E şimdi Partizan dergisi geliyor, mesela Partizan dergisini okuduğumda ben anlamıyordum. Haberleri okuyun tamam anlıyorsunuz ama politik yazıları anlamam mümkün değil, çünkü böyle bir altyapım yok. Sonra şöyle bir tanımlama çıktı, yeni demokratik öğrenci birliği, YEDÖ ya da… Yeni demokratik… öğrenci… yani YEDÖ, hani böyle yani bu bir dernek değildi ama bir yasal tanımlama gibiydi, fakat şeyi yoktu, bir yeri yoktu, bir yurdu yoktu, sadece bu geleneğe ait öğrencilerin tanımlandığı bir isimdi bu, ben şimdi bakınca öyle değerlendiriyorum. Şöyle bir şey vardı, mesela Pendik’te Devrimci Yol geleneğinden çok sevilen bir vatandaş öldürülmüştü.
Bu, Cevizli’de bir sendikada eğitim çalışmaları veren bir arkadaştı, ben o eğitim çalışmalarına katılmıştım ve hayatımda en çok etkilendiğim çalışmalardan biri oydu mesela, sendikal eğitim. İşte onlar da şeyi anlatıyordu, kâr teorisini, işte işçiler neden asla… artı değer teorisi, toplumlar, mesela o şeylere katıldım ben, bunlar Devrimci Yol geleneğinde olan sendikacılardı. Fakat o vatandaş öldürüldü, onun cenaze törenine katılmıştım, ben hayatında öyle bir cenaze töreni hatırlamıyorum mesela, sanki mahşer yeri gibiydi orası yani bana, ben ki şeyim… o zamanki şeyimle anlatıyorumdur belki ama gözümde kalan o, daha doğrusu aklımda kalan o. Binlerce, on binlerce insan yürüdü, tabii bütün hareketler oradaydı, çünkü çok sevilen biriydi, ismini hatırlamıyorum şu anda. Bu önemliydi mesela. Ondan sonra mesela şeyi hatırlıyorum, babam bir gün geldi fabrikada buna devrimciler bilet satmışlar, Kartal-Pendik arasında Yunus banliyö tren istasyonu vardır, sahilde bir plaj vardır, orada eskiden geceler yapılırdı, orada bir gece varmış. Al dedi istiyorsan git! Genco Erkal var, Rahmi Saltuk var, galiba Cem Karaca var yani var oğlu, o zamanın, Selda Bağcan bütün böyle kalburüstü sol-sosyalist şeyleri orada, sanatçıları, mesela ona gittim çok etkilendim. Genco Erkal özellikle o Nazım’ın şiirlerini okudu, mesela Nazım’ı ben o zaman keşfettim asıl. Bunlar hep böyle şey tabii, oraya bağları sağlayan belli kilometre taşları. Onun dışında mesela Çayırova Şişe Cam Grevi vardı, biz öğrenciler olarak gittik 20-30 kişi, onları destekledik. Mesela gittik işçilere nasıl direnmeleri gerektiğini anlatıyoruz o bacak kadar şeyimizle (gülüyor), tabii şu anda hatırlamıyorum ama herhalde çoğu bize gülüyordur diye düşünüyorum. Birkaçımız orada saz çalıp türkü söyledi, halaylar çekildi vesaire, yani böyle eylemlerle geçiyordu. Kelimenin gerçek anlamında bir örgütlenmeden çok, bir öğrenci gençlik çalışması vardı yani benim yaşım ona müsaitti sadece ama şöyle bir şey vardı yani mesela ya Tuzla Lisesi’nde işte bu geleneğin taraftarı şunlardır, bu neye göre belirleniyor?
Ben lise ikideyim, öbürleri benden daha aşağıdaysa hani ben onlardan daha ileride sayılırım, benden öncekiler mezun oldukça işte orada yükseliyorsun falan. Dolayısıyla işte son yıl okulun sorumlusu gibi duran, ağabesi gibi duran biz 3-4 kişiydik mesela bizdik. Benim daha çok bu… çünkü şey şansımız olmadı, hani liseyi bitirdim bir yıl dışarıda kaldım ve tutuklandım. Ha o dönemde şöyle bir şey yaşandı ama 12 Eylül darbesi olduktan kısa süre sonra bizim işte devrimci ağabeylerimiz olarak bildiğimiz insanların önemli bir kesimi çok kısa bir sürede gözaltına alındı ve tutuklandı! Ve dolayısıyla çok hızlı bir şekilde bir panik içine girildi, bir daralma, ilişkisizlik ve şey dönemi başladı. Bu aslında 78’de başlayan ya da İstanbul’da tam ne zaman başladı bilmiyorum, sıkıyönetim döneminde ağır ağır başlayan bir süreçti aslında. Yani her şey biraz daha ivmesi düştü, aralıkları genişledi. Mesela eskisi kadar biz öyle bir araya gelip eğitim çalışmaları, tartışmalar, mesela tartışma programları olurdu. Program dediğim şey yani, o bölgede bulunan iki siyasetin kitlesi ve işte laf yapan insanlar bir araya geliyorlar, onlar tartışıyorlar, taraftarlar da dinliyorlar işte böyle şeyler oluyordu mesela ki o dönemde şey yaşandı işte, neydi? Halkın Birliği’nden bir şey çıkmıştı… yeniden inşa örgütü gibi bir şey mi, ya da yeniden… öyle bir şey. Mesela bizim o dönem taraftarı olduğumuz hareketin bir kısmı oraya gitti mesela o zamany, nereden baksan bir yıl o tartışmalarla geçti. İşte ben burada kaldım, benim teyzemin oğlu öbür tarafa gitmiş, biz birbirimizi bulur bulmaz başlıyoruz kavga etmeye! Ama şey bir şey, teorik bir şey yok! Siz işte bölüyorsunuz, onlar diyor ki, siz işte bir şey yapmıyorsunuz! Böyle tartışmalarla geçti mesela. O Tuzla’daki şeyi bayağı bir etkiledi mesela. Sonra şöyle bir şey oldu, Devrimci Yol geleneğinden birkaç kişi gelip gitmeye başladı, işte Kürtler, o güne kadar siyaseten tanışmadığımız Kürt devrimcileriyle tanışmaya başladık, mesela birkaç kişi de onlara gitti. Ama şey olmadı yani yine o bölgede Partizan geleneği esas kaldı, 12 Eylül’den sonra gözaltına alınıp bırakılan arkadaşlar.
……
Grev ziyaretleri yapıyorduk, hani öğrenciler olarak gidip işçi grevlerini destekleme, bu, bunları yapıyorduk.
Ş.A: Mesela yani hangi grevler?
H.Ş: Çayırova Şişe Cam’da bir grev vardı oraya gittik, onu hiç unutmuyoru, hatta bir etkinlik düzenlenmişti, konuşmalar yapıldı, bizden de 2-3 tane arkadaş saz çalıp türkü söyledi sahnede, program gibi yapıldı yani. Ama orası şöyleydi, bütün destekleyenler işte sırayla geliyor, tanışıyor, selamlaşıyor, muhabbet ediyor, sonra etkinliklerini yapıyor çıkıp gidiyorlardı, bu vardı. Başka işçi grevlerini destekleme ziyaretleri de olmuştu ama şu anda çok aklımda yok. Mesela şunu hatırlıyorum, Tuzla’da çok fabrika vardı o zamanlar, bunların hepsi yıkıldı sonra. Mesela eskiden bize anne babalarımız herkes, o mahallede oturanların hepsi orada çalışıyordu ve yürüyerek gidiyorlardı işe. Mesela porselen fabrikası vardı İş Bankası’nın büyük, Presis fabrikası vardı, şemsiye fabrikası vardı, Alarko vardı, yani o Ankara Caddesi’yle demiryolu arası olduğu gibi fabrikaydı ve bütün Yayla Mahallesi o fabrikalarda çalıştı, çoğu da emekli de oldu ama 12 Eylül’den sonra hepsi kapandı bunların. Benim babam da orada çalışıyordu buraya gelmeden önce. Ve o fabrikalardaki işçilerin hepsi DİSK’te örgütlüydü, DİSK’in de Maden-İş Sendikası’nda örgütlüydü ve sol-sosyalist bir atmosfer vardı. Mesela şöyle bir şey olurdu, devrimciler banliyö trenine Tuzla’da bindiğinde, bildiri dağıtmaya başladığında baştan sonra gitmezlerdi, son vagona binerlerdi, oradaki insanların eline verirlerdi, elden ele o bildiri dağıtılarak giderdi mesela böyle şeyler hatırlıyorum. Ama işçilerin çıktığı saatlerde gidersen oraya, çünkü o işçiler fabrikadan bir boşalıyor bütün tren onlara kalıyordu, tıklım tıklım, böyle bir şey vardı. Yani şöyle bir şey vardı, biz gençlik örgütlemesi olarak hani biraz daha bilinçlenen, biraz daha büyümüş, on… 18 yaşına gelmiş, işte daha 19 yaşındaydım o zaman ben, biraz daha ağabey gibi davranmaya başladık. Mesela ben… daha alt sınıftaki insanlara eğitim çalışması verdiğimi hatırlıyorum, nerede yapıyorduk bunu? Yazın mesela okuldan çıkıyorduk 15-20 kişi, top sahası vardı bizim hemen lisenin yanında, oraya gidiyorduk oturuyorduk başlıyorduk onlara öğretmeye.
H.Ş: Vardı… O ilginç bir ayrıntı olabilir bu çalışma için. Darbeden hemen önce 8 Mart için Kartal Türkiye Birlik Partisi’nde bir organizasyonumuz vardı. Kartal Birlik Partisi’nde yani benim şimdi çıkardığım tabii bu, anlaşılan o ki, bu geleneğin insanları etkindi, 8 Mart, sonraki 8 Mart’a büyük bir hazırlık vardı. Ben okulun bağlama, okul korosunda bağlama çaldığım için oraya da bağlama çalan olarak katıldım. Çalışmaları yönetenler de, Erhan Gencer’in eşi, bir de F.Ç.’ydu, yani şu anda akılda kalabilecekler onlar. Tiyatro, skeç, konser ve şey vardı işte konuşmalardan oluşan bir program yapılacaktı, 8 Mart’ta sergileyecektik. 12 Eylül gerçekleştiği için onu yapamadık tabi yani aylar öncesinden başlamış bir çalışmaydı. Mesela şeyi hatırlıyorum, oradaki arkadaşlar nereden icap etmiştiyse bana bir seminer verdirttiler mesela, kadro nasıl, kadrolaşma nasıl olmalı, ben böyle bir seminer verdiğimi hatırlıyorum ama ne söylediğimi hatırlamıyorum ve çok beğenmişlerdi tuhaf bir şekilde. Yani bu şundan kaynaklanıyordu, orada etkin olan arkadaşlar büyük ihtimalle esnaf ya da işçi arkadaşlardı, hani gençler biraz daha ağzı laf yapıyor, düzgün konuşuyor işte okuduğunu iyi özetleyip gelip anlatıyor, herhalde ondan kaynaklandı. Hatta bir konu daha belirlemişlerdi ama onu yapamadık mesela. Hani devam etseydi, ben orada herhalde seminer veren bir tip olarak devam edecektim şeyde. Dolayısıyla şey, bizim çalışmamız, benim içinde yer aldığım çalışma daha çok bu hareketin sempatizan gençlerinden oluşan bir gençlik çalışması ve gevşek bir gençlik çalışması, sadece bir isimdi bizi birleştiren, bu isim de şey değil yani bir parti, bir örgüt falan değil, işte Yeni Demokratik Gençlik Birliği, böyle bir isim vardı. Ve zaten ben gözaltına alınıp tutuklandıktan sonra da benimle birlikte hani benim sorumlusu olduğum diye alınan gençler de böyle gençlerdi ve onlar bırakıldılar mesela, kimse tutuklanmadı onlardan, çünkü yok bir şey, yoktu bir şey gerçekten. Bir sadece ben örgüt üyeliğinden ceza aldım yani ona kani getirdiler.
Tamam, sana bağlı olarak çalıştığını düşündüğümüz insanlara ceza veremedik ama sana vereceğiz diye, çünkü şöyle bir şey vardı, hani bizim ilişkide olduğumuz, tanıştığımız, görüştüğümüz insanlar örgüt üyesi sayılmıştı bu yargılamada, dolayısıyla biz de onlarla tanıştığımız için onlar gibi örgüt üyeliğinden 6 yıl, 6 yıl bilmem kaç ay ceza aldık yani sonuçta, aslında fazla yattım tabi ben.
Ş.A: Biraz gözaltı sürecini anlatabilir miyiz?
H.Ş: Gözaltı süreci… çok… meşakkatliydi tabii o dönemde. Şöyle, bizim, bizim grup özellikle de şanssız bir gruptu, çünkü şöyle; bizim o semtin sorumluları gibi duran insanları önceden almışlardı önemli bir kesimini. Sonra biz onlardan sonra alındık, mesela 3 kişiyle birlikte alındım gece, evlerimizden alındık ama hep ayrı ayrı şeylerden. Sonra biz 16 kişilik bir grup buldu bizim, fakat ne bir öncekiyle bir bağlantı var, bu yok, bundan dolayı bir şey yaptılar bizi, biraz bekleyin bakalım yaptılar. Bir de, bizden sonra, İstanbul ana davasını oluşturacak olan gözaltılar başladı, işte bu Süleyman Cihan’ların, Erhan Gencer’lerin vesaire hepsinin artık yani ana gövde geldi. Onlar gözaltına alınmaya başladığında biz Selimiye’deydik, dolayısıyla bizim gözaltı süremiz 111 gün sürdü yani 35-36 günü Tuzla Merkez Komutanlığı’nda ve siyasi şubede yoğun gözaltı, o işkenceli, sorgulu dönem olarak geçti. Ondan sonra Selimiye’ye getirildik, tutuklanmadık, götürmediler, çünkü cezaevine götüreceksin, bir daha getireceksin, hem o zamanlar o şey de yoktu galiba, yasa da galiba, cezaevinden tekrar alınma sonradan çıktı sanıyorum, dolayısıyla bizi beklettiler, hani yeni gelenlerle ilgili bir şey çıkarsa Selimiye’den hemen bir daha alsınlar ama bir şey çıkmadı. Yani bizim gruptan geri götürülen olmadı.
Onlar geldikten sonra hepimizi birlikte tutuklayıp Metris Cezaevi’ne götürdüler, yani toplam 111 gün…
Ş.A: Gözaltı.
H.Ş: Gözaltında kaldık, bu meşhur Davarcıoğlu vardı savcı, Abdülkadir Davarcıoğlu, bir de ne Savaş… Orhan Savaşır mıydı,(Erdoğan Savaşeri) öyle bir şeydi ondan sonraki, onların ikisi de meşhurdu yani. Davarcıoğlu tokat atıyordu resmen! Mesela ben hatırlıyorum iki kere çağrıldım şeye ama benim zamanımda Savaşır gelmişti, Davarcıoğlu gitmişti, önce bir ön görüşmeye çağırıyor seni, şantaj yapıyor, tehdit ediyor, şeydeki ifadenin aynını kabul edeceksin polisteki, bu en alt sınır. Bir de yeni sorular soruyor ve bunlara da doğru cevap vereceksin diyor, aslında sorgu devam ediyor yani, belki de yasal olarak da (gülüyor) gerekli olan o. Yani aslında bazı insanlar için polisteki sorgu kadar yaptırımı olan bir sorguydu, çünkü bir daha geri gitmek var şeye, şubeye! Yani bunu kabul etmezsen ve benim sorduğum sorulara da cevap vermezsen geri göndereceğim seni. Ama o şeyde, Metris Cezaevi’ne konduk ve ben, benim yaşımda olanlar sadece tutuklandık yani bizden daha genç olanların, o bizim Tuzla Lisesi grubunun hepsi serbest bırakıldı, ceza da almadılar yani.
Ş.A: Yani Tuzla Lisesi öğrencisi olup da alınan kaç kişi ceza aldı?
H.Ş: Ceza alan bir ben vardım.
Ş.A: Öyle mi?
H.Ş: Bir ben varım, başka davadan girenler var, onlar da ceza aldılar mı bilmiyorum, yani tutuklandılar çok kısa bir süre kaldılar ama ceza alıp almadıklarını bilmiyorum, büyük ihtimalle almamışlardır.
Ş.A: O dönemin yani 80’e kadar olan dönemdeki politik arkadaşlarınızdan ceza alsın almasın yani sonraki dönemde politik faaliyetleri sebebiyle hayatını kaybeden oldu mu?
H.Ş: Tabi.
Ş.A: Sonraki yıllarda yani?
H.Ş: Tuzla’dan?
Ş.A: Tuzla’da arkadaşlarınız 80 öncesinde?
H.Ş: Tuzla’dan… Tuzla’dan bir kişi var, Ali Rıza Boyoğlu. Ben 85’de çıktım, onlar 86’da çıktılar ve aynı yıl içinde de…
Ş.A: Öldürüldü.
H.Ş: Öldürüldüler. Metris Cezaevi’nden çok tanıdıklarım var yani Tuzla’dan değil de Metris’ten aynı siyasetten tanıdığımız mesela o, o gruptaki işte Metris Cezaevi’nden çıkan en az 8 kişi var ve hepsini cezaevinden tanıyorum, Mehmet Kemal Yılmaz bizim gruptaydı.
Ş.A: Yani öldürülen kişiler mi bunlar?
H.Ş: Tabii, tabii.
Ş.A: Onları böyle kısaca her biri hakkında…
H.Ş: Ünal Küçükbayrak.
Ş.A: Yani isimleri, soy isimleri, memleketleri veya varsa başka nitelikleri, özellikleri her biri için birkaç cümle söylemeniz mümkün mü?
H.Ş: İkisi hakkında şey yapabilirim, çünkü öbürlerini gerçekten bilmiyorum yani cezaevinde ismen tanıştım. Mesela Ünal Küçükbayrak’ı cezaevinden tanıyorum ama aynı koğuşta bile kalmadığım için bilmiyorum şeyini. Ali Rıza Boyoğlu Refahiye kökenli bir vatandaştı, dediğim gibi, Yayla’da oturuyordu, Türk-Alevi bir ailenin çocuğuydu. Bütün ailenin gençleri aşağı yukarı bir şekilde devrimci hareketlerin içindeydi, sol-sosyalist görüşlere sahiptiler. O aileden başka gözaltına alınanlar da vardı, tutuklananlar da vardı. Presis fabrikasında çalışıyordu, Maden-İş örgütlüydü orada ama bu gelenekten biri olarak orada işçi temsilciliği yapıyordu, hatta bir dönem baş temsilciydi, çok sakin, ağırbaşlı, aslında hani munis derler ya böyle şey, çok efendi, gerçekten efendi bir insandı, konuşması, hareketleri, sürekli böyle gülümseyerek konuşurdu mesela. Yani bağıran çağıran böyle hot zotçu emirler yağdıran bir tip değildi, çok alçakgönüllüydü. Yani onu iyi tanırım, babamla aynı fabrikada çalışıyorlardı zaten. Yani ben mesela onunla aynı hareketin sempatizanlarından… hani o tabi çok büyüktü benden ve bilinçliydi ama babam gelip onu bana örnek gösterirdi ama bilmezdi ki şey… Ya da mesela şöyle şeyler yaşanırdı, benim seminer verdiğim iki üç tane genç bizim eve gelmişti, benim babam onlarla tartışır, sen sus derdi! Ben çok utanırdım o zaman, çünkü ben sözde onlardan ilerdeyim yani, karizma çiziliyordu tabii orada (gülüyor), o vardı. Bir de o grupta Mehmet Kemal Yılmaz vardı. Mehmet Kemal Yılmaz yanılmıyorsam Zonguldak’ta zengin bir ailenin çocuğuydu yani babasının fabrikası olan ve içinde büyüdüğü koşulları o… varlıklı dünyayı terk ederek gelmiş öyle insanlar vardır devrimci hareketlerde, onlardan biriydi işte, Cemil Oka gibi bir şey düşün. Çok çalışkan, çok kararlı, evet yani şey bir insandı.
Ş.A: Tuzla ile bir bağı var mıydı?
H.Ş: Tuzla’yla şöyle bağı vardı, mesela biz onunla gözaltında tanıştık ama meğer o Tuzla’yla bağlıymış mesela yani biz ama içeride tanışmış olduk, nasıl? Şöyle; işte biz Tuzla gençlik, Tuzla Lisesi gençlik grubu olarak diyelim ki Ahmet’i tanıyoruz, meğer Ahmet’in sorumlusuymuş o! Bunlar biraz geldi böyle yani bir, iki, üç basamak çıktı, işte ben, işte biz sempatizan konumundayız, biraz sempatizanların üstü var, işte biraz onların üstü de var, bizim 16 kişilik, 17 kişilik grupta öyle bir şey vardı. Bu Mehmet Kemal Yılmaz işte birazcık bu grubun böyle sorumlusu gibi yargılandı. Bir de bir komiserin oğlu vardı… aa adını unuttum! Şimdi İsviçre’de yaşıyor ama… adını çıkaramadım.
Ş.A: Evet peki, bir de 1980’e kadar hani Tuzla’nın demografik yapısı hakkında dedik ya hani muhacirler var, eski Tuzlalı, eski İstanbullu zenginler var ve işte sonradan buraya gelip yerleşen, Yayla Mahallesi gibi bölgelere yerleşen ve Anadolu’dan gelen göçmenler var. Ermeni veya Rum yani daha Hıristiyan topluluklara dair izler var mıydı o zaman hatırladığınız?
H.Ş: Yok. Ama benim burada öğrendiğim bir şey ortaya çıktı, orada bir yetimler okulu varmış ve o yetimler okulunun işte elden çıkarılması falan filan kavgası verildi sonra, mesela biz bundan bihaberdik, biz bilmiyorduk yani. Hatta merak ediyorum birkaç kere gittiğimde de unuttum ya da bilemiyorum mesela hep şeyi düşünürüm, neresiydi bu? Neredeymiş bu? Görmek de isterim aslında ama neredeydi bilmiyorum. Şunu hatırlamyorum, mesela Boşnaklar vardı bizde bak, haa… bu güzeldi, şöyle; tuz… Pendik Lisesi’nde, Kartal’daki Pendik-Kartal, Kaynarca’dan öbür taraf Kartal’a kadar ya da Rahmanlar’a kadar liselerde okuyanların bir şekilde işte gecelerdir, etkinliklerdir, yürüyüşlerdir oralarda ya da grev desteklemeye giderken tanıştığımız gençler bunlar.
Mesela Pendik’in demiryolunun üstündeki mahalleleri… Sapanbağlar… Yeşilbağlar… böyle hep böyle güzel isimleri olan mahalleler, onlara girdiğinde zaten başka bir ülkeye girmiş gibi olursun, insanları upuzun, çok değişik, Boşnak bunlar şeyden gelmişler, ayrı bir dil konuşuyorlar ve şey, kızları sarı sarı saçları, oğlanlar öyle. Mesela arkadaşlarım vardı, onlar da sonradan başka türlü yakalandı yargılandılar ama birbirimizle şeyimiz yoktu yani bağımız, öyle bir bağımız olmadı birlikte yargılanma… Yani Türklerin ve Kürtlerin dışında mesela onlar vardı, çok değişik bir renkti. Evlerine gittiğimiz oldu, öyle görüşmelerimiz oldu. Tabii sonra cezaevinde bunların hepsiyle tanıştık, çıkınca dost olduk tabii hepsiyle, daha yakın arkadaş olduk, kimisi… Mesela şöyle şeyler vardı, Erzincanlı, Dersimlilerin bir sürüsü onlarla evlendi mesela yani karşılıklı ama yani onların erkekleri de bizim kızlardan alanlar oldu ama daha çok herhalde Erzincanlı, Dersimli erkekler Boşnak kızları aldı.
Ş.A: Öyle mi?
H.Ş: Tabii öyle bir şey var, mesela M.B. avukat, onlardan biridir mesela.
Ş.A: Boşnak mı?
H.Ş: Boşnak tabii onlar, o, o kökenlidir, o mahalleden gelmedir onlar. Bizim H.U. mesela şair, onun eşi oradandır, O.Ö. bizim davanın, ana davanın ağır yargılananlarından, onun eşi oradandır mesela.
Ş.A: Peki, yani şeyi hatırlamıyoruz değil mi, Rum ya da Ermeni toplumuna dair bir iz hatırlamıyoruz!
H.Ş: Şöyle var, şöyle var; mesela benim sınıfımda Tuzla merkezde oturan o zengin aile çocuklarından Rum olduğunu söyleyenler vardı ama bunlarda solcu çıkmıyordu.
Ş.A: Öyle mi?
H.Ş: Tabii, Demokrat Parti, o zaman AP’liydiler, Adalet Partisi, yani öyle MHP falan da değildi çoğu. Mesela MHP’liler Tuzla’ya sonradan gelenlerdir, hani Kırşehir’den, Afyon’dan vesaire gibi. Tuzla’nın ahalisi yani 40’larda falan gelen ya da daha sonra 50’lerde gelen ya da Cumhuriyet’in başında gelenler Adalet Partilidir yani muhafazakâr, merkezde duran insanlardır, ailelerdir. CHP’li olanlar da vardı az sayıda, hatta uzun yıllar belediye başkanı CHP’dendi Tuzla’da, Ahmet İsvan vardı, Ahmet İsvan CHP, uzun yıllar CHP başkan.
Ondan sonra AKP bir daha aldı, bir daha vermedi ama AKP Tuzla’daki oylarla almadı, çeperlerdeki oylarla aldı. Dolayısıyla Tuzlaa’nın merkezinde aslında Rumlar vardı, dönmeler diyorlardı. Mesela şöyle; hani bir karışıklık oluyor ya orada… Müslüman diye onlar kovuyor ama vatandaş aslında şey değil, Türk değil ya da burada tersi, böyle şeyler yaşanıyor. Hani dönme diyorlardı, bilmem ne diyorlardı ama bunlar artık Müslüman olmuşlardı.
Ş.A: Yani bu kavramlar kullanılıyor muydu gündelik hayatta, dilde dönme diye?
H.Ş: Tabii, tabii, tabii, tabii. Özellikle de mesela şey hani onların haksız bir şekilde bir zenginliğin üstüne konduğunu düşünenler özellikle dönme derdi onlara yani muhacir lafından çok! Çünkü şöyle bir şey vardı, Tuzla aslında İstanbul’un meyve sebze ambarlarından biriydi yani hem ekim alanları çok verimliydi hem bağları çoktu, mesela üzüm bağları vardı Tuzla’da, muşmula bağları vardı. Biz Tuzla Lisesi’nden çıkıp bağların arasından yollardan geçip Yayla Mahallesi’ne gelirdik, sağından solundan bir sürü şey yiye yiye gelirsin, kiraz, erik, muşmula, ayva, üzüm bir sürü şey vardı. E şimdi düşün, onlarca bağı olan bir aile müthiş zengin oldu, bu çünkü onların hepsine toplu konut yapıldı sonra.
Ş.A: Peki hiç dernek hatırlıyor muyuz, Tuzla’da kurulu bir devrimci dernek, sizin geleneğin veya dışında?
H.Ş: Yok.
Ş.A: Dernek yoktu yani?
H.Ş: Yok, dernek yok. Sadece bir kooperatif çalışması vardı, o zamanlar modaydı. Daha ucuza böyle hani şimdiki tanzim…
Ş.A: İsmi neydi kooperatifin?
H.Ş: İçmeler Mahallesi’nde açılmıştı, sadece kooperatif diyorduk yani başka bir şeyi yoktu. Belli bir süre o epey bir ayakta kaldı o ve bu şeydi, hani kurum, birazcık kurumsal bir… evet, kurumu olan tek çalışma benim hatırladığım.
Ş.A: Herhangi bir grubun kurduğu bir şey miydi, yoksa?
H.Ş: Tabii bu bizim o zaman sempatizan olduğumuz siyasetin taraftarlarının kurduğu, kurduğu bir şeydi…
Ş.A: Kooperatifti.
H.Ş: Kooperatifti. Çünkü o mahallede de o siyaset etkindi, o da Bingöl Mahallesi.
Ş.A: Şeyi hatırlıyor muyuz, yani kooperatifin kurucularını, üyelerini, yönetenleri isim olarak?
H.Ş: Sadece orada görev almış sonra kanserden erken bir yaşta vefat etti, Erdoğan… Uya… Uyak, Erdoğan Uyak sonra çıktı muhasebe okudu, muhasebecilik yaptı, bu oranın sorumlusuydu.
Ş.A: Öyle mi?
H.Ş: Ya.
Ş.A: Bu, İçmeler Mahallesi’nde kuruldu.
H.Ş: İçmeler Mahallesi, orası da, Yayla nasıl Tercan-Refahiye yerleşkesiyse, orası da Bingöl-Kiğılı yerleşkesi.
Ş.A: O zamanki adı Bingöl Mahallesi miydi?
H.Ş: Yo İçmeler’di.
Ş.A: İçmelerdi ama daha çok Kiğılılar yaşıyordu?
H.Ş: Evet yani Erzicanlılar da vardı ama baskın olan şeylerdi…
Ş.A: Kiğılılardı ve daha çok…
H.Ş: Ve bizim davada yargılananlar da öyleydi mesela.
Ş.A: Öyleydi eve yani daha çok Kiğı’nın Alevi kesimi mi?
H.Ş: Tabii, tabii Alevi, Alevi.
Ş.A: Evet Alevi kesimi.
H.Ş: Ya ya, ya, Alevi, kimi kendini Kürt tanımlar şimdi, o zaman öyle bir ayrım yoktu, kimi de işte Zaza der.
Ş.A: Somut olarak işte şeyde, 1975 ile 80 arasında Tuzla’da gerçekleşmiş bir silahlı çatışma veyahut da bir, iki grup çatışması gibi büyük ama sosyal etkisi olan olay hatırlıyor muyuz, böyle bir toplumsal olay var mı?
H.Ş: Şöyle bir şey var… yok aslında ama şöyle bir şey yani gruplar arasında bir silahlı çatışma yok. Sadece o Sırma Boyoğlu’nun öldürüldüğü olayda bir çatışma yaşanıyor yani o arada mahallede yaşayan devrimciler de hani büyükler tabi, hani silahı olanlar silahını alıp oraya gelip bildiri dağıtan MHP’lilerle çatışıyorlar, orada bir çatışma yaşanıyor. Zaten o çatışma sırasında Sırma vuruluyor öldürülüyor. Ama tabi şey Sırma’nın vuruluşu, ağabeyini öldürmeye çalışırken karşı taraf kendini önüne atmasıyla oluyor onun. Ağabeyi silahsız ama aslında! Yani burada bildiri dağıtamazsınız diye karşı çıkanlardan biri. Onun dışında şöyle bir olay yaşanmıştı, orada Hüseyin… aa… uzun bir soyadı var, bir dakika, ben onu sonra çıkarırım, Hüseyin adlı bir adam vardı MHP’li, işyeri temsilcisi oradaki fabrikalardan birinin ama oranın kabadayısıydı aynı zamanda.
Yani Tuzla’da Tuzla tren istasyonunun olduğu yerde bir Batakçalı diye bir mahalle vardır, hemen fabrikaların yanında kuruluydu, orada oturuyordu, bütün fabrikalarda sözü geçen biriydi, daha doğrusu yani MHP’nin oradaki şeyiydi o… bir numaralı adamıydı, hatta başka yerlerde de sözü geçen biriydi, şey yani… mafya babası gibi bir adamdı aynı zamanda ve ben görmedim ama hep anlatanlar anlatıyor, belki abartıyor olabilir, yani böyle iri yarı, cüsseli, babayiğit, gözükara birini anlatıyorlardı. Astığı astık kestiği kestik, biraz öyle. Bu işte Tuzla’da Batakçalı Mahallesi’nde oturuyordu, İstasyon Mahallesi’nin yanındadır o. Bir gün… Kısaparmak, soyadı Kısaparmak ama adı Hüseyin olmayabilir… Hüseyin Kısaparmak olabilir. Gazetelerde bir haber okuduk bir gün, birisi kapısını çalmış, bu kapıyı açmış, kapıyı çalan taramış ve… dönmüş gitmiş ama ondan önce kullandığı iki üç tane cümle vardı, yanlış hatırlamıyorsam, ya bunlar sol-sosyalist basında yer aldı ya da gazeteler de yazdı emin değilim ama o, o sözleri hatırlıyorum; seni TKPML TİKKO adına cezalandırıyorum, diyor ve silahında ne kadar mermi varsa boşaltıyor! Orada o adam öldü. Bunu yapan kişi daha sonra İsmail Hanoğlu olarak iddianamelerde yer aldı. Mesela… yanılıyor olabilirim ama kesin iddianamelerde var ama İstanbul ana davası iddianamesinde mi, başkasında mı bilmiyorum, birinci iddianamede de olabilir, bu eylem bu iddianamelerde yer alıyor ve yapan kişi olarak da İsmail Hanoğlu olarak geçer. Büyük ihtimalle de bu konuyla ilgili…
Ş.A: İsmail…
H.Ş: İfade verenler var.
Ş.A: İsmail Hanoğlu kim?
H.Ş: İsmail Hanoğlu TKPML’nin o dönemdeki liderlerinden biri, önderlerinden biri.
Ş.A: Öyle mi? O zaman yani TKPML kabadayılığa, kabadayılara karşı mı yoksa MHP’li olduğu için mi yapıyor bunu?
H.Ş: Yok, MHP’li olduğu için.
Ş.A: MHP’li olduğu için.
H.Ş: Çünkü şöyle bir şey vardı, o bölgedeki bütün fabrikalarda DİSK örgütlüydü, DİSK’in de Maden-İş Sendikası örgütlüydü, TKP’lilerle, mesela ben hatırlıyorum, benim babamın çalıştığı fabrikada TKP’liler, Kurtuluş, Devrimci Yol ve Partizan geleneğinde işçiler vardı. Yani bunlar, Maden-İş’te de bunlar etkindi ama bunların, bu sendikaların bu fabrikalardan çıkarılması… yanlış hatırlamıyorum ama belki o öldürülen adamın şeyi de olabilir, eylemleri de olabilir devrimcilere karşı.
Ş.A: Öyle mi?
H.Ş: Tabii, tabii. Yani dövme mövme hikâyeleri kesin vardır ya da kovma ya da bilmem tehdit etme, bunlar kesin vardır da, öldürme olayları var mı bilmiyorum! Dolayısıyla şey, yani bu bir kabadayının öldürülmesi olayı değil tabii.
Ş.A: Değildi, anladım.
H.Ş: Ama öyle de olan bir siyasi rakibin ortadan kaldırılması, çünkü şöyle bir şey vardı, gerçekten insanlar korkuyormuş ondan yani, yani o Tuzla’yı böyle bir şey altına almış, zapturapt altına. Ama biz mesela gençler bundan çok fazla haberdar değil, biz biraz kendi dünyamızdayız, biz daha çok eylemden sonra bunu duyduk, öğrendik.
Ş.A: Dönemin o, yine o, o periyotta yani 80, 75-80 arasında Tuzla’da yayınlanan yerel gazete hiç temaslarınız oldu mu, hatırlıyor musunuz böyle gazeteler var mıydı?
H.Ş: Yok.
Ş.A: Yani ilk…
H.Ş: O zamanlar Kadıköy, Pendik gibi yerlerde vardı belki, Kadıköy, Kartal’da olabilir, bizde, Tuzla’da yoktu, Tuzla’da hatta 90’lardan sonra çıkmaya başladı o gazeteler. Ben Tuzla’dayken, pardon özür dilerim, ben Türkiye’deyken daha gazeteci olarak, profesyonel olarak Cağaloğlu’nda çalıştığımda geçmişte, orada bize ağabeylik yapmış olanlar da içinde olmak üzere kalabalık bir grup toplanmıştı ve bunların çoğu artık böyle CHP’de işte ya da ticarette falan insanlardı artık önemli bir kesimi ve bir gazete çıkarmak istediklerini söylediler. Biz de aynı işte davadan yargılanmış çıkmış, aynı mahalleden çıkmış gazeteci çocuklar olarak beni ve M.Ü. var şair arkadaşım, yakın zamana kadar Aydınlık’ta yazıyordu bıraktı şimdi, o da bizim ana, İstanbul ana davada yargılandı çıktı. Bizi çağırdılar böyle bir gazete çıkarmak istiyoruz.
Tuzla’nın Sesi diye bizim mesela ilk gazete odur aşağı yukarı, yani yanlış hatırlamıyorsam 94-95 falan, yani biz destek olduk işte çıkmasını sağladık. Sonra 3-4 sayı çıkardılar ve başında da mesela A.B. vardı Sırma’nın ağabeyi. Yani o dönemde de yavaş yavaş CHP’de politika yapmaya başlamıştı. İşte kimisi emlakçı olmuş, kimisi market açmış, kimisi meslek yapmış mesleğini yapıyor. Daha çok şöyle… Mesela ben o ağabeylerimizi daha sonra şöyle gördüm, ya işte bırakalım o eski hayatları, yani hayata gerçekçi yerlerden asılmak gerekiyor falan diye! İşte ne yapacağız? Ekonomik güç olmak gerekiyor, ne yapacağız? İşte elli kişiyiz bir araya gelelim kooperatif kuralım, para kazanalım. Başka ne yapacağız? İşte şirket kuralım. Ya da başka ne yapacağız? İşte CHP’ye girelim politikaya atılalım, güç olalım falan! Böyle şey, güç olmak şey, yani bir örgütlenmeden yanalar hâlâ, ya bir, bir organizasyon şeyleri var, fakat bunun altını eşelediğinde bir yere gelme ve bir güç olma şeyi artık ağır basıyordu. Mesela biz o zaman kendimizi çok yabancı hissetmiştik, biz daha ideal bir noktadan bakıyorduk. Mesela ben gazeteciliği tercih etmiştim ama devrimci gazeteci olacağım diyordum, yani sosyalist bir gazeteciyim ben! Hani bir örgüte girip militan olarak çalışmayacağım ama gazeteci olarak yapacağım devrimciliğimi, sosyalistliğimi. Mesela M. de öyleydi. Dolayısıyla biz böyle çıktıktan sonra birazcık hayal kırıklığına uğramış gibi hissettik kendimizi, bunlara ne olmuş dedik yani! Ve çok fazla da bir şey yapamadık dolayısıyla, sadece teknik olarak onlara yardımcı olduk, işte matbaa işleri nasıl yapılır, montaj nasıl yapılır vesaire falan ve öyle kaldı, yolumuz birleşmedi yani! Ve bu… Sana söyle söyleyebilirim, gerçekten… Kaynarca’dan Tuzla’ya kadar vakti zamanında oradaki bütün çalışmalarına damgasını vuran insanlardı bunlar, bir araya gelenler ve gördüğümüz tablo buydu o zaman.
Ş.A: Evet. Peki, iki şey soracağım, bir tanesi sadece 75-80 arası dönem için söylüyorum, geriye dönüp baktığınızda yani bugünden geriye dönüp baktığınızda hani kısa bir değerlendirme yapmak gerekirse ne denebilir? Ne geçiyor içinizden, aklınızdan, gönlünüzden?
H.Ş: (Derin bir nefes aldı) Ya ben şöyle düşünüyorum… şimdi Türkiye devrimci…
H.Ş: Hareketine baktığında, 1960’lara kadar damgasını vuran bir TKP var. Sonra 68 Kuşağı’yla beraber yeni hareketler çıkıyor ortaya. Ben doğrusu bu yeni hareketlerin çıkmasını hem kaçınılmaz buluyorum hem gerekli buluyorum, yani çıkmalıydı diyorum, neden? Çünkü hâlâ, o gün de böyle savunuluyordu, bugün de savunuyorum ben, Sovyetler Birliği dediğimiz ülkede sosyalizmden tekelci devlet kapitalizmine geçilmiş, aslında siyaseten de uluslararası rollerde de sosyal emperyalist bir konuma gelinmiş. Dolayısıyla bunun çizgisinde bir hareket doğru olmazdı yani bir kere buradan kopmak gerekiyordu. Dolayısıyla 1968 gençliğinin içinden çıkan liderlerden böyle bir girizgâhın açılması gerekliydi, iyi olmuştur. Fakat şöyle bir şey var, TKP cumhuriyet tarihi boyunca ki sonraki yıllarda da Türkiye’de kalburüstü diyebileceğimiz aydınları, akademisyenleri, yazarları, çizerleri, sanatçıları bünyesinde toplayan bir hareketti. Yani Türkiye’nin üreten, birazcık beyin takımı, hafıza deposu diyebileceğimiz kesimi TKP’deydi. Peki, TKP’yi aşma niyetiyle ortaya çıkan hareketlerde ne görüyoruz? İşte şeyi düşünelim, Mihri Belli’yi, Doğu Perinçek’i, Mahir Çayan’ı, Deniz Gezmiş’i, İbrahim Kaypakkaya’yı. Şimdi Mihri Belli ve Doğu Perinçek’i bir kenara bırakıyorum, çünkü onlar eski kuşaktan. E Mahir Çayan, Deniz Gezmiş, işte ben lise öğrencisiydim, onlar da üniversite öğrencisiymiş, ben 18-19 yaşındaydım siyasete girdiğimde, onlar da işte 20 ile 25 arası işte. Kendilerine göre yeni bir çizgi ortaya attılar, yeni bir girizgah açmaya çalıştılar, taslaklar oluşturuyorlardı, notlar çıkardılar, özetler yaptılar ki, buna da daha çok İbrahim’in zamanı oldu aslında, öbürlerinin zamanı da olmadı! Yani Deniz’in yok yani, Deniz’in elde bir metnimiz bile yok doğru dürüst, Hüseyin İnan’ın vardır biraz, o da şeydir yani, ödev gibi bir şeydir yani kitaplardan derleme.
E Mahir’de tamam okey var bir şey, Yazılar. Fakat daha başlangıç, işte o da Latin Amerika devrimcilerini esas olarak kılavuz alınan bir yaklaşımla işte Castro, Che Guavera çizgisinde bir çalışma notları gibi. E İbrahim oturmuş, bir devrimin, devrimin nasıl yapılacağının yolu, yordamı, yöntemi vesairesini çıkarmaya çalışmış ama işte… dediğim gibi, 25-26 yaşlarında henüz bir genç, üniversiteyi yeni bitirmiş, devrimci harekette yeni değil ama sonuçta devrimini yapmış ülkelerden kitapların, kaynakların da yeni yeni çevrildiği ve ki o zaman da çok daha azdı, bir dönemde devrimciliğe atılmış, devrimcilik yapan bir insan. O da çubuğu başka bir yere bükmüş. Şimdi o zaman öyle bunu anlayamazdık tabi ama daha sonraki yıllarda, mesela özellikle de cezaevinde ben çok okuma yaptım. Bunları yaptıktan sonra ben şöyle düşünüyorum, yani bu devrimci liderler bence bir noktada iyi bir tespit, doğru bir tespit koydular; böyle gitmez, yani TKP’nin getirdiği gibi gitmez bu iş, buradan çıkmak gerekiyor! ya da TİP de yetmez! TİP, TKP aynı aslında, TİP de yetmez, bu doğruydu. Fakat yani onların daha o yaşta, daha ilk adımda, daha ilk ağızda mükemmel, eksiksiz, her şeye yetebilecek bir şey çıkarmaları mümkün değildi, dolayısıyla olmadı! Fakat benim, -tırnak içinde- bücürleri arasında yer aldığım 78 kuşağı, çok daha berbat bir şey yaptı bana sorarsan… Bu üç tane gencin hasbelkader ortaya koyduklarını kutsal metinler haline getirdiler ve onları da dondurdular, çünkü öldürülmüşlerdi! Onların hayatta kalan yoldaşlarına bakarsan… bir sürü eksiğni, gediğini, hatasını sıralar, öyle değil böyle yapmak gerekirdi, der! Ama onların hepsi, bunları kutsallaştıranlar tarafından dönek, hain, mücadeleyi bırakan, işte burjuva politikacısı diye nitelendirilirler. Belki öyle olan da vardı ama bu istisnasız, farklı bir şey söyleyen herkes için söylenen bir şeydir.
Dolayısıyla şöyle düşünüyorum, 78 Kuşağı aslında çorak bir kuşak, sadece eyleme itilmiş, aslında o farkında değil… ama aslında sistemin muktedirlerinin de, uluslararası güçlerin de yolunu açtığı ve iteklediği bir mücadeleye hayır dememiş bir kuşak! Ben şöyle hatırlıyorum, mesela bizim mahallede kavga şu kavgaydı, MHP’li-Devrimciler kavgasıydı, bir kişinin MHP’li olması düşman olmasına yetiyordu mesela, ne yapacaktık? Onu, oradan kovacaksın onu, gitsin bu mahalleden. Ha onlar da başka bir mahalleden sol, CHP’lisinden tut işte sol-sosyalist-komünist olanları kovuyorlardı ve öldürülmeler de oluyordu bu arada tabii silahlı çatışmalar. Dolayısıyla şey görüyorum yani ben kendimden yola çıkıyorum, ya diyorum ki, 5 yıl politik mücadele içinde geçti, 5 yılda 5 kitap okuduk, toplu olarak yani eğitim çalışması olarak; cehalettir bu! Ben hiçbir şey bilmeden kavga ediyorum demektir, hiçbir şey öğrenmeden, anlamadan kavga ediyordum. Ha kendi kişisel çabamla evde, bilmem neydi başka neler okuyordum onlar bana kalmış bir şey, o başka bir şey ama herkes bunu yapmıyordu. İkincisi, şöyle bir şey var, 78 Kuşağı eğitim camiasından çıkan bir kuşaktı. Yani işte Mahir’i, İbrahim’i, Deniz’i düşün hepsi üniversiteli gençler.
Ş.A: 68 Kuşağı.
Ş.A: 68 Kuşağı pardon. Ama benim dönemimin devrimcileri mesela İstanbul Tuzla ya da diyelim bizim, benim yargılandığım davada yargılananların çoğu özellikle de Kürtlerin, Alevilerin yoğun olduğu şehirlerden İstanbul’a göç eden, İstanbul’a göç eden ailelerin çocuklarıydı. Ve önemli bir kesimi üniversite çağına gelmiş, kayıtlı ama devam edemeyen, bırakmış, sürüncemede bırakan, yani bizim davada üniversi… Mesela benim yargılandığım İstanbul ana davasında 700 bilmem kaç kişi var, bilmem ne kadar biliyorsun onu, üniversite mezunu insanlar parmakla sayılacak kadar… Ya biz onların şeyini çok yaptık, hatta şöyle bir espri anlatayım, hangi siyasetle bilmiyorum bir yarışa girdik, siz mi işçi hareketisiniz biz mi? İddianamelerdeki insanların şeyini çıkardık, mesleklerini. Bizim işsizler sayesinde bizim iddianamede işçi ve işsizler çok çıktı!
Ş.A: Öyle mi?
H.Ş: Ama aslında işçi görünenlerin çoğu da işsizdi ya da küçük esnaftı. Ve buradan yola çıkarak biz dedik ki, kardeşim bu hareket işçi sınıfı hareketidir (gülüyor).
Ş.A: Evet, ilginç ama…
H.Ş: Yani zaten bu hareketin şeyine bakarsan, en yüksek eğitim düzeyinde öğretmenler vardır, Erhan Gencer’i ya da Feride Çiçekoğlu’nu saymazsan en yüksek eğitim düzeyi öğretmenlerdeydi bizde. Yani sonradan öğrendiğim şeyler bunlar tabii. Dolayısıyla şunu düşünüyorum, yani 78 Kuşağı şeyi dondurdu, gelişimi dondurdu. 68’lerden önder olarak kabul ettiklerinin üstüne yatmaya çalıştı. Mesela işte bu gelenek, Partizan geleneği İbrahim Kaypakkaya’nın işte ne bileyim gerilla mücadelesine hazırlık diye bir şeyi vardır, maddeler halinde bir metni vardır; bütün 5 yılı bunu nasıl değerlendirmekle geçti, şu maddeyi çıkaralım, bunu ekleyelim, şöyle yorumlayalım, böyle yorumlayalımla vakit geçti. Yani biz tabii o zamanlar bunlarla çok fazla ilgili değildik, çünkü kafamız basmazdı, biz daha aşağılardaydık, genç, kavrayamazdın. Ama bunları daha çok ben mesela cezaevleri süreçlerinden bunu gördüm. Dolayısıyla… ben bu kuşağın kendini çok sorgulaması, çok özeleştiri yapması gerektiğini düşünüyorum, gelecek kuşaklara bir borcudur bunu… Çünkü bir Deniz Gezmiş’in, Mahir Çayan’ın, İbrahim Kaypakkaya’nın o yaşlarda ortaya koyduğu taslaklardan dolayı onlara bir fatura çıkarmak mümkün değildir. Fakat sonra gelen kuşağın, sadece onların öldürülmüş olması üzerinden bir sermaye çıkarmaya kalkması çok yanlış bir şey. Ve bu Türkiye’deki devrimci hareketi bunalıma sokan, gelişimini önleyen en büyük nedenlerden biridir. Çıkış bulamıyorsun, hâlâ, hâlâ bulamıyorlar, hâlâ, hâlâ bulunamıyor. Hâlâ o zamanlar, TKP 40 yıllık bir hareket, af edersin, bir şey beceremedi falan diye, daha kötü laflar kullanılıyordu, şimdi kullanmıyorlar onu ama şimdi Deniz’lerin, Mahir’lerin, İbrahim’lerin devamcısı olduğunu söyleyen hareketler 40’ları geçtiler ama aynı yerdeler! Şey olarak, siyaset yapma, temel belgeler konusunda vesaire, dünyayı değerlendirme, olaylara yaklaşma. Bu mümkün değil, böyle bir şey olamaz yani!
Kaldı ki, ben mesela sonraki yıllarda İbrahim’in ya da Mahir’in toplu yazılarını da okudum, bunlar alınmış metinler, özellikle İbrahim mesela tamamen alınmış metinler. Yani öyle ki, Çin’de işte diyelim ki gerilla mücadelesinin başladığı bir bölgenin özelliklerinden yola çıkarak sadece dağların adını, işte illerin, bölgelerin adını değiştirerek neredeyse yazılmış metinler var. E şimdi bu, bunları, bunları teslim etmek lazım, bunları eğer doğru tespit edemezsen bir gelişim sağlamıak mümkün değil ve hâlâ yaşanan sorunlar bunlar.
Ş.A: Peki, çok çok teşekkür ederim, burada noktalayabiliriz, yaklaşık 2 saat kadar bir söyleşi yaptık, zaman ayırdınız bize, çok sağ olun, çok teşekkür ederiz.
H.Ş: Ben teşekkür ederim, başarılar diliyorum.
[1] https://1000kitap.com/kitap/isciler-neden-ve-nasil-somuruluyor–124099
[2] https://1000kitap.com/kitap/toplumlar-tarihi–58047
[3] https://www.idefix.com/Yazar/ismail-kadare/s=218715
[4] https://www.dr.com.tr/Kitap/Kizil-Kayalar/Edebiyat/Roman/Dunya-Roman/urunno=0000000474167