Ali Bulut  (A.B:) (1951) ©2017 Onur Vakfı
Görüşen Kişi: (D.G:) Devim GECE

Görüşmeden Siyasi İlişkiler – Çalışmalar – Gözaltı – Mahkemeler – Cezaevleri ile ilgili bölüm:

A.B: Öğretmen okulunda okurken, bir çok olaylar gelişti, bu olaylar hepimizi çok etkiledi. Örneğin, 1971 yılında, Dersim Merkez’de Pir Sultan adlı bir tiyatro oyunu oynanacaktı, yasaklandı, bunun üzerine protesto gösterileri yapıldı ve bu gösteriler sırasında, ateş açıldı, Mehmet Kılan öldürüldü. Denizlerin idamı, Mahirlerin Kızıldere de vuruluşu, Malatya olayları vb. gibi olaylar hepimizi çok etkiledi.

Dersim’de herkes bir şekilde devrimcilere sempati duyuyordu, sempatiyle bakıyorlardı yani.

D.G: O dönem Kemal Burkay’ı nasıl takip ediyordunuz, öğretmenleri filan takip ediyoruz demiştiniz, Kemal Burkay’a dair gözleminiz neydi?

A.B: “Şimdi Kemal Burkay Munzur diye bir gazete çıkarıyordu, biz onun gazetesini alıyorduk, bazı arkadaşlar bu gazeteye  şiir falan veriyorlardı. Gözaltına alındığın da, Diyarbakır’a götürüyorlardı, geldiğinde bürosuna destek ziyaretine giderdik, avukatlık bürosu vardı. Bir gün yine Diyarbakır’dan gelmiş, biz gittik, toplandık gittik, bürosunda oturuyoruz, Dersim delisi olarak heykeli yapılan ‘Seyuşen’ kapıda göründü, herkes pür dikkat…  Baktı, baktı, koştu iki eliyle Kemal Burkay’ın eline yapıştı, ‘Burki, Burki, Burki’[1] dedi üç sefer, çıkıp gitti.  desteğe gelmiş Seyuşen.

D.G: Seyuşen bilinen bir sima değil mi tabi memlekette?

A.B: “Evet, o ünlü bir delisidir Dersim’in. Seyuşen halk tarafından çok seviliyordu yani, herkesle konuşmazdı, lafını az söylerdi ama birçok söylediği de doğru çıkardı. Bazen sıkıktı da olan insanlara yanaşır moral verirdi vs…

Bir gün, Ovacık’a gidiyorum yanımda birisi oturmuş, fötr şapka önünde turist rolünde. Ovacık’a kadar sohbet etti benimle, hep böyle köyleri sordu, köyleri irdeledi, öğrencileri, okulları… Tabi o zaman ben İbrahim olduğunu bilmiyorum, turist rolünde. Sonradan İbrahim olduğunu öğreniyorum.

D.G: İbrahim’le olanın detayları hatırlıyor musun, o yolculuk esnasındaki detayları?

A.B: “Yani detaylar hep, köyler, köylüler ne yapıyor, köyünüzde ne ekiliyor ne biçiliyor, neyle geçiniyorlar? İşte köyünüz kaç hanedir? Okulda ne yapıyorsunuz? Hep böyle onları irdeleyen sorular. Sohbet içerisinde, sohbet havası vererek ama böyle turist rolünde yani, fötr şapka almış yani o köylü şapkası yok Ovacık’a gidiyor Munzurlara gözelere gidiyor hesabıyla turist rolüne girmiş….

“(Fehmi Altınbilek) derse geliyordu, sınıfta açık açık devrimcilere küfür ediyordu, tehdit ediyordu, itiraz eden olursa hemen cemseye atıyordu, işkenceye götürüyordu.

D.G: Kimi işkenceye aldı hiç hatırlıyor musunuz, hangi arkadaşınızı?

İsimleri şimdi hatırlamıyorum. Hatta bir defasında öğrenci ile birlikte öğretmenini de alıp götürmüş, işkence uygulamıştı.  

Fehmi Altınbilek hamama gelip banyo yapıyor, duş alıyor, okula gelip eğitim veriyor, peki kent merkezine de böyle kahvelerde, dükkânlarda rahat alışveriş yapıp oturuyor mu?

“Hayır! Gezdiği zaman bir grup askerle geziyordu, tek başına cesaret edemiyordu. Hamama geldiği zaman da kendi ekibi hamamın önünde bekliyor yani, böyle o cesaret yoktu adamda, biliyordu yani.

Kız Sanat Okulu’nun müdiresiyle evlenmişti. İbrahimler uyarı bombası attığı zaman onun evine, o kadınla evliydi.

D.G: Müdire Tuncelili miydi?

“Onu hatırlamıyorum, Geçen sene vurdular Fehmi Altınbilek’i, kadın da yaralanmıştı gene yaralı kurtuldu yani.

 Ben cezaevindeyken beni 1 yıl sürekli hücreye attılar, bir üsteğmen vardı benimle 1 yıl uğraştı öyle hücrede birebir. Faşistleri, kaçakçıları bazen yanıma atıyordu, mesela silah kaçakçısı Abuzer Uğurlu’yu yanıma attırdı. Bu Mehmet Ali Ağca’ya eyleminde destek veren falan… Bir de Çayırovalı vardı, Çayırovalı da ünlü silah kaçakçısıydı, onu da getirdi bir ara yanıma attırdı. Çayırovalı nedamet getirmişti, bir dilekçe yazmıştı, dilekçede kimin hangi noktada hangi tür silah indirdiğini, hangi tür böyle uyuşturucu maddeleri indirdiğini, ne kadar indirdiğini, kimlerin işin içinde olduğunu hepsini bir bir yazmıştı hepsini! Mahkemeye veriyordu, mahkeme dilekçeyi almıyordu. Dolayısıyla adam bana yalvarıyordu, ‘Ne olur bu dilekçeyi dışarı çıkar’ diye. E ben tecritteyim yani ne mahkemeye gidiyorum ne görüşçüm geliyor ne şu ne bu imkânım olmadı yani, o dilekçeyi çıkarsaydım çok yankı uyandırırdı, birisi çıkarabilseydi o dilekçeyi çok yankı uyanırdı, hasıraltı ettiler o dilekçeyi. İşte o anlatıyordu, o zaman 1976’ya kadar Boğazların sorumlusu Fehmi Altınbilek’miş, Boğazların haracını Fehmi Altınbilek yiyormuş 1976’ya kadar. Sonra bu Bakırköy Hastanesi’nde bizim ilişkilerimiz vardı. Erzincanlı, bunun köyünden de bir hemşire vardı, (bu Fehmi Altınbilek Erzincanlı.) Fehmi Altınbilek köye geliyor dedikleri zaman köylüler seferber olup, yollarda yolaklarda yazılan yazıları, sloganları hep silerlermiş.

D.G: Erzincanlı mı?

A.B: “Erzincanlı! Erzincan’ın bir köyünde ve o babası galiba Dersim isyanında öldürülüyor, onun için Dersimlilere kin güdüyordu.

Yani kirvelik biliyorsun, birileriyle kirvelik bağlıyor, Dersimlilerin birileriyle de kirvelik bağlıyor yani. Ama adam Dersimlilere ve devrimcilere kin güdüyordu, yani geliyordu böyle kin kusuyordu, işte o kinini gitti en sonunda İbrahim’e kustu biliyor musun yani! O karda kışta o kadar yolu İbrahim’i yalınayak yürütüyor,  o kinini ona kusuyor yani.  

D.G: 1973’ün yansımaları

A.B:“1973’te ben İzmit’te öğretmendim. Ben hemen atandım, 71-72’de ben mezun oldum, sonbaharda atandım hemen. 73’te yani İbrahim’ler yakalandığı olay yaşandığı zaman ben İzmit’teydim.

D.G:Ağabeyinizden herhangi bir duyum aldınız mı İbrahim’in yakalandığına dair, çünkü onlar o dönemlerde oralarda?

A.B: “Yani ben birebir ağabeyimle bu konuyu görüşmedim, o yakalandığında ne yapmış falan ama şeyi duyduk yani, Ali Haydar’ı yaralı, cemsenin arkasına bağlanıp Tunceli’ye kadar sürüklendiğini… Buna halk çok tepki duymuştu yani bunu birçok kişi anlattı. Ali Haydar yaralıymış, ölmemiş öyle yaralı haliyle cemsenin arkasına bağlıyorlar Tunceli’ye kadar sürüklüyorlar cemsenin arkasında. Ama halktan o konuda iyi bir tepki gelişiyor, Ali Haydar’ın kendisi de Dersimliydi. Ama birebir ben ağabeyimle konuşmadım, yani o zaman ne yapmışlar, ne etmişler falan. Zaten İbrahimlerin olayında da işte bir nöbet hatası oluyor, belki de olaylar o şekilde yaşanmazdı yani, birisi nöbetçi uyuyor, zamanında haberleri olmuyor, Ali Haydar dışarıdaymış, dışarıdan geliyor Ali Haydar, fark ediyor. Ali Haydar bir bomba atıyor! Aslında Ali Haydar o bombayı atmasaymış hepsi imha olacakmış…Bir tane kırmaları varmış, o da ne kadar kırmaymış bilinmiyor, birkaç tane de el bombası varmış yani….

D.G: Hangi radyoyu dinliyordunuz o zamanlar?

A.B: “Bazen TKP’nin Sesi’ni dinlerdik, TKP’nin Sesi vardı o zaman. Onun dışında pek radyo yoktu, böyle TRT radyosu vardı. e televizyon zaten yoktu.”

Devrimci yaşamım bilfiil İzmit’te başladı, yani öğretmenlik yıllarımda başladı.

D.G:Denizlerin asılmasının Dersim’e yansımaları  

“Şimdi biz, Deniz’i kimse asamaz, mümkün değil diyorduk Denizler asıldı, tabi bir noktada biz şoke olduk

“(Asıldığında) somut bir şey yapmadık, biz son sınıf öğrencisiydik. Köylere bizi staja gönderiyorlardı 45 gün. Biz o stajdayken mesela arkadaşlar tartışıyordu, bu okul yönetimi gizliden, pencere diplerinde dinliyordu. Dinlemişlerdi, bazı arkadaşları disipline verdiler o zaman.

D.G: Kızıldere’nin yansımaları

A.B: “Gene Tunceli’deydik yani, onların hepsi bizim için şok edici şeylerdi.”

D.G: Peki o dönem Deniz Gezmiş’in hareketini ve Mahir Çayan’ın hareketini tanıyor ve biliyor muydunuz, hiç araştırdınız mı?  THKO ne demektir, THKP-C ne demektir?

A.B: “Yo, yo, bilmiyorduk, devrimciydik, takip ediyorduk, kahramandı onlar gözümüzde, öyleydi…

D.G: 15-16 Haziran 1970 ve 12 Mart Muhtırası var, onların bir yansıması oldu mu? Yani orada o şeyin dışında güncel gazeteler de çıkıyordu, hani o burjuva yayını dediğimiz, oradaki yansımalar nasıldı, sizdeki etkisi nasıldı?

A.B: “Yani 12 Mart genel olarak bir tepki bizde oluşturuyordu yani onun dışında somut bir şey yoktu yani bizde… İbrahimler yeni gelmiş öyle doğru dürüst devrimci örgütlenme yoktu Dersim’de. Yani mesela Kemal Burkay kendisi bireydi, yani öyle bir örgütlülüğü yoktu, bir gazete çıkarıyordu, bireydi yani.

D.G: Dersim’de Cumhuriyet Halk Partisi ve Ecevit etkisi

A.B: “Biz okulda okurken Ecevit olayı tam şekillenmemişti, CHP’ye gelince, zaten Dersim’de başka partiler yoktu CHP’ydi işte. Birileri CHP delegesi olurdu Dersim’de, birileri AP’li olurdu. Halka çok inen bir şey yoktu genellikle. Diyelim Ovacık’ta Musa Yerlikaya CHP’li ise, Kılıç’lardan biri de rakip partidendir. Onlar için çalışılır, oy toplanır vs…  Hatta şöyle bir şey olmuştu, Ovacık’ta bizim Celal isminde bir arkadaş vardı, yoksul bir ailedendi, herkes Celal demezdi Celo derdi. Bir gün diyorlar, ‘Yahu Celo diyorlar gel şu Erbakan’ın- MSP’nin bir bürosunu burada aç, üç beş kuruş yararlanırsın, MSP’li olacak değilsin’ ya… Olur mu olur! Tutuyor açıyor Celal. Gel zaman git zaman seçim propagandası dönemi geliyor, Erbakan Ovacık’a gelecek, Ovacık’tan gözelere geçecek. Millet Celo’nun etrafını sarıyor, Celo yalvarıyor şimdi, ‘Ulan Allah’ını seversiniz o köpeklerin yanında bana Celo demeyin, onlar gittikten sonra ne derseniz deyin!’ He Celo diyorlar sen merak etme. Neyse, Erbakan geliyor Ovacık’ta iniyor, tabi millet hemen etrafını sarıyor, millet meraklı da. Şimdi millet başlıyor, Celo, Celo, Celo, Celo! Diye tezahürat yapmaya…. Celo kaş ediyor, göz ediyor dinletemiyor. En sonunda diyor; ‘Köpekler, ben size yüz bin defa dedim ki ha bu köpeklerin yanında bana Celo demeyin’. Tabi Erbakan renkten renge giriyor, hemen toplayın diyor, ….Gerisin geri dönüyorlar.

D.G: Şimdi isterseniz İzmit’ten bahsedelim, yani bu öğretmenliğinizin ilk yılı ya da ilk iki yılı yani 1974’e biraz değinebiliriz.

A.B: “Ben… İzmitte TÖB-DER’e gidip geliyordum. İşte o zaman bir köye verdiler. 1975-76 da her siyasi kesim TÖB-DER’de aktif çalışıyordu. TÖB-DER’de seminerler olurdu, tartışmalar olurdu, konuşmalar yapılırdı… Ben Halkın Kurtuluşu siyasetinden arkadaşlar ile görüşüyordum, ama arayış içinde idim. İsmail Hanoğlu’na rastladım, siyasal ilişkilerim Hanoğlu ile başladı ve devam etti”

İsmail Hanoğlu’yla işte biz okuyorduk, seminer çalışmaları yapıyorduk, teorik çalışmalar. Ben o zaman köyde tabi öğretmendim. Hanoğlu gecenin bir saatinde çıkıp gelirdi.

D.G: Siz şimdi Kocaeli’nde, İzmit’te hangi ilçede hangi köyde görev aldınız?

A.B: “Ben önce İzmit’in Arslanbey diye bir köyü vardı, merkez bir köydü, depo öğretmeni olarak oraya gittim. Birkaç ay sonra oradan beni Yuvacık’a verdiler, nahiyedir ora, İzmit’in büyük nahiyesidir, en zengin belediyelerinden birisidir, iş makineleri vardı, şeyleri vardı falan, büyük bir köydü. Okul büyüktü, bir de ortaokulu vardı nahiyede. ”

D.G: Siz sınıf öğretmeni miydiniz?

“Sınıf öğretmeniydim ben.”

D.G: Yani ilkokul 1’den ilkokul 5’e kadar mı okutuyordunuz?

A.B: “Evet, evet. Yani o küçük köylerde 5 sınıfı bir arada okutuyordum ama o dediğim nahiyede orada bir sınıf alıyorsun yani, çünkü büyük bir köydü, öğretmenler çoktu, bir sınıf alıyorsun, yani diyelim 1’i alıyorsun, 2’yi alıyorsun ya da 3’ü alıyorsun, herhangi bir sınıfı alıyorsun, öyle oluyor. Ama diğer köylerde, o küçük köylerde, ücra köylerde 5 sınıfı da bir arada okutuyorsun yani.”

D.G: Hanoğlu ile ilk karşılaşma anı nasıl oldu, birbirinizi nasıl buldunuz? İlk o an tesadüf müydü bir?

A.B: “Tesadüfen karşılaştık. Yahu bu TÖB-DER’e gelmişti herhalde, TÖB-DER’de Halkın Kurtuluşu’ndan birileriyle tartışıyordu, ben o tartışmaya tanık oldum. anladım tabi Partizan kökenli, TİKKO kökenli falan tartışmasından, hemen bunu çektim kenara, dedim yoldaş ben seninle görüşmek istiyorum. Yani ben arayış içerisindeydim, o beni aramadı yani, yani öyle kontağa geçtik. Hanoğlu ilk örgütleyen kişidir yani, öyle diyelim.”

D.G: Peki İzmit’te yani o Gölcük’e, o TÖB-DER tartışmalarına İsmail Hanoğlu’nun dışında başka bir Partizancı geliyor muydu?

A.B: Gelmiyordu. Başka diyorum ya, derneklere TİKKO’cular pek gelmezdi yani. Sonra, işte yani Hanoğlu’dan sonra da sorumlular orada oldu ama öyle pek TÖB-DER’e gelmezlerdi yani, dışarıda görüşürdük. Ama dernekte işte diyelim memur temelinde örgütlediğin kesim varsa onlar yani, biz işte yani giderekten orada örgütlemeye başladım, belli arkadaşlar kazandım orada. İşte Hanoğlu cesurdu, o bazen böyle gelirdi tartışırdı, yani insanları etkilemek için, özellikle o Halkın Kurtuluşu’yla tartışırdı yani genellikle, Hanoğlu ile öyle karşılaşmamız oldu. Sonra… Hanoğlu bir gün geldi, son randevu verdi, dedi yoldaş ben gidiyorum! Bu son görüşmemiz dedi, ben bu bölgeden gidiyorum. Randevuyu verdi, randevu günü geldi, Hanoğlu gelmedi! O akşam mıydı, o sabah mıydı bir öğrendim ki  Hanoğlu vurulmuş! Ben çok etkilendim o olayda, günlerce ağladım.”

D.G: Tarihi hatırlıyor musunuz?

A.B: “Tarihi hatırlamıyorum tam, 1977 miydi, 76 mıydı, herhalde 1977 idi.”

D.G: Örgütlü müydü?

A.B: “Örgütlüydü. O zaman ben çok ağlamıştım Hanoğlu için yani o çünkü beni çok etkilemişti, çok dürüst, cesur bir arkadaştı.”

D.G: Örgütlenme süreci nasıl oldu, biraz oraları açalım!

A.B: “Hanoğlu ile artık düzenli görüşüyorduk. Hanoğlu’yla görüştükten  sonra TÖB-DER içinde aktif çalışmaya başladım.  Yaz tatillerinde gelirdim şehir içinde ev tutardım, örgütsel çalışmalar için… yani insanları eğitmeye çalışıyordum, insanlara gidiyordum, insanları etkilemeye çalışıyordum, yayın dağıtırdık, yazılamaya çıkardık. Mesela, bir gün yazılamaya çıktık. Arkadaş Maşukiye denilen bir köydeydi, köy aşağı yukarı şehre 13 kilometreydi. Biz geldik şehirde yazılama yapıyorduk, düşün yani. İşte o yol boyunca olan büyük tabelalara falan yazıyoruz, afiş asıyoruz falan. En sonunda TÖB-DER’in bulunduğu böyle dörtyol diye bir yer var, kimse kolay kolay cesaret edip orada yazı mazı yazamıyor yani, çünkü polis karakolu hemen aşağı tarafında. Biz gittik orada yazılama yapıyoruz.

D.G: Parti yazılaması?

A.B: “Evet. Şimdi 3 kişiyiz, iki, ikimiz, iki arkadaş güvenliği alıyoruz, bir arkadaş da böyle yetenekli arkadaş, o arkadaş da yazı yazıyor. Tam o dörtyola geldik, böyle arka tarafı şeydir yani o İzmit’in tepeliktir böyle yokuş yukarı, biz orada mevzilendik, arkada, aşağıda işte yazı yazıyor, arabalar vızır vızır gelip geçiyor tabi. Bir araba geldi, durdu, polis ekibi, ekip! Arkadaşa ne yapıyorsun, dediler. O hiç gayet soğukkanlı, hiç yazı yazıyorum! Bizi gördüler, müdalale edemediler. Biraz sonra daha büyük bir güçle geleceklerini bildiğimiz için, biz ara sokaklara girdik. Oralara polis aracı giremiyordu. Çektik gittik tabi. Sabah TÖB-DER’e geldik, tepkilere bakıyoruz. Herkes,  TİKKO’cular bugün dörtyola yazı yazmışlar (gülüyor).

D.G:Şimdi siz artık örgütlendiniz, İsmail Hanoğlu sizi örgütledi. Şöyle başlamak istiyorum, yani harekette pozisyonlar, üyelik ve kurumlar arası ilişkilere dair biraz konuşalım istiyorum. Harekete nasıl üye olunurdu, yani üyelik statüsü nasıl gelişirdi? Üyelik öncesi bir süreç var mıydı?

A.B: “Yani partiye üyelik kriterleri vardı tabi yani ama onu… somut olarak pek yansıtmıyorlardı, çünkü üyelik çok sonradan gündeme geldi zaten, o zaman Partizan olarak, taraftar olarak, sempatizan olarak, ileri sempatizan olarak böyle çalışıyordu ama bir kadro gibi, bir kadrodan daha fazla çalışıyordum yani gerek maddi katkım… Bilfiil olarak yani gerçekten inanmıştık, gerçekten çalışıyorduk aktif olarak. Yaz tatillerine bile gitmezdim yani.”

….

Yani şimdi o zaman derneklerde, özellikle dernek deyince TÖB-DER’di yani. Şimdi TÖB-DER’de alabildiğine sol eğilimler vardı, yani diyorum yani her siyasetin neredeyse kapısı oradaydı, akşama kadar TÖB-DER’de polemikler, seminerler, çalışmalar tartışmalar, …. Şimdi bu doğrumuy du? Değildi. Yani derneklere o şekilde yaklaşmak hem derneğin gelişmesini engelliyor hem de derneği dernek olmaktan çıkarıyor yani.”

D.G: Bunu şimdi düşünüyorsunuz ama değil mi, şu anki düşünceniz?

“Yoo, o zamanda bu düşüncemiz vardı”

D.G: Evet, peki hareket üyelerinin profili nasıldı, yani bu etnik kökeni, toplumsal sınıfı, yöresi ve diğer özellikleri neydi sizce, nasıldı hareket üyelerinin profili diyelim?

A.B: “Yani… profil olarak yani her milliyetten üyeler vardı, taraftarlar vardı, sempatizanlar vardı, çalışma bölgelerine göre değişiyordu yani. Kürt kökenli üyeler de var, diğer azınlıklardan olanlar da var, Türk de var, Ermeni de var, yani Türkiye bu konuda çok uluslu bir ülkedir, yani buna göre de her kesim örgüt içerisinde, örgütlenme içerisinde, çalışmalar içerisinde yer alırdı. Ama yani  herkes eşittir, aynı konumdadır yani.”

D.G: Peki yani hareket içerisindeki bu etnik, dini aidiyetler ve kimlikler açıkça belirtilebilir miydi, bu konuda sorunlar hiç yaşandı mı acaba?

A.B: “Yok, belirtiliyordu yerine göre yani sorun yaşanmıyordu, özellikle TKP/ML içerisinde bu konuda sorunlar yaşanmadı yani.

D.G: Ermeni köken dediniz, yani o dönemde tabi Orhan Bakır’ı biliyoruz, Hrant Dink de vardı galiba, konuşuluyor zaman zaman, hiç tanık oldunuz mu, tanıştınız mı, gördünüz mü?

A.B: “Ben Hrant Dink ile tanışmadım yalnız Hrant Dink hakkında bildiğim, yani Hrant Dink de hareketin taraftarı,  daha sonra Orhan Bakır harekete doğrudan profesyonel olarak katılıyor fakat Hrant Dink’in katılamıyor, yani.  O kadarını biliyorum ama daha fazlasını bilmiyorum Hrant Dink hakkında, yani ama yani hareketin en azında taraftarı, sempatizanı olduğu, görüşlerinin harekete yakın olduğunu biliyorum. Orhan Bakır ile ikisi İstanbul’da, bir vakıfta bunlar büyüyorlar, orada okuyorlar, ikisi birlikteler yani.”

D.G: Hareket ya da parti içinde kadınların konumu nasıldı, kadınlar hiyerarşik basamaklarda hangi konuma kadar gelebiliyordu?

A.B: “Bunun sınırı yoktu yani, yani kadınlar merkez komitesine kadar da gider yani sınırı yok, o konuda bir ayrıcalık yoktu yani, bir ayrılık yoktu. O konuda tam hak eşitliği sağlanıyordu yani kadınlara.”

D.G: Parti içi demokrasi

A.B: “Yani bu uzun bir soru… Parti içi demokrasi… şey yoktu, yani mesela komitelerde ondan sonra çalışmalarda böyle görüşlere sınır yoktu ama mesela partinin kendi bir disiplini var, diyelim mesela tartışırsın, konuşursun, görüşlerini yazılı, sözlü olarak belirtebilirsin, kongrelere, konferanslara katılıyorsan orada beyan edebilirsin görüşlerini sistemli hale getirip sunabilirsin, savunabilirsin ama dışa karşı, partinin kararlarını uygulamak durumundasın yani. Ama örgüt içerisinde bir sınır yoktu, görüş belirtme, görüşlerini beyan etme, yazılı ya da sözlü olarak beyan etme sınırı yoktu yani.”

D.G: Peki dışarıya karşı partinin görüşlerini açıklayan, parti içinde alınan kararları dışarıda tartıştıran arkadaşlarınız hiç oldu mu? Olduysa onlara karşı nasıl yaklaşıldı, tanıklığınız var mı böylesi şeylere?

A.B: …yani ben birebir partinin görüşleri dışında kendi kişisel görüşlerini dışa açıklayan kimseye, yani böyle sorun yaratacak kimseye tanık olmadım.”

D.G: Peki öyleyse biraz 1976 öncesine gidelim, biraz 76 öncesini konuşalım. Şimdi… 12 Mart öncesi süreçte, yani bu işte tabi 70 öncesi de oluyor ama bu Dev-Genç Aydınlık Sosyalist dergi, tabi bu dergi 14.sayısından itibaren ikiye bölünüyor, yani PDA ve ASD olarak, proleter devrimci aydınlık, İşçi Köylü gazetesi, Devrim dergisi ve benzeri gibi dergilerden hangilerini okudunuz, hangileri elinize geçti? Bunları takip edebildiniz mi?

A.B: “Yani ben 1976 öncesi pek hareketle ilişkili değildim, dolayısıyla o dönemde bu tür yayınları okumadım yani. Sonra, harekete girdikten sonra geçmişe dönük okumalarım ile  bu yayınları okudum.

…..

A.B: Kıbrıs Harekâtı hele bizim Dersimlilerde bayağı böyle heyecan yaratmıştı…  Dersim kökenli askerlerin Kıbrıs’ta büyük kahramanlıklar gösterdiği anlatılırdı.

…..

D.G: Peki bu Ecevit affı döneminde hiç içeriden çıkan tanıdıklarınız oldu mu ya da çıkanları hiç tanıma şansınız oldu mu o dönemde, afla çıkan devrimciler, solcular?

A.B: “Ben şahsen çok fazla karşılaşmadım o insanlarla. Yalnız 1976’da içeriden çıkan PDA hareketinden yatanlar vardı eski TİİKP’den falan… Daha sonra bunların bir kısım Halkın Yolu’na mı geçmişti… Birkaçıyla, ismini de şimdi hatırlamıyorum, karşılaştım ve tartıştım, yani sıkı bir tartışmam oldu bu PDA’nın eski kadrolarından birkaç kişiyle. 1976’lardan önce çok fazla kimseyle karşılaşmadım. Zaten örgütlü çalışma içerisinde değildim o zaman. Bölgeye de yeni gitmiştim İzmit’e, daha İzmit’i yeni yeni tanımaya çalışıyordum, çevre edinmeye çalışıyordum.

D.G: TÖB-DER’de yapılan tartışmalarda genelde gözlemciydiniz ta ki İsmail Hanoğlu’nu bulup görene kadar. Öncesinde ya da İsmail Hanoğlu’ndan sonra bu tartışmalarda hiç söz söylediniz mi, bu tartışmaların tarafı oldunuz mu, siyasi polemikler hiç yürüttünüz mü, eğer olduysa bunlar nelerdi?

A.B:“Yani demokratik temelde konuşurdum o zaman yani bir siyasetten yana konuşma durumunda değildim, çünkü örgütlü değildim.

Ekonomik, demokratik haklar, onun dışında çeşitli siyasi görüşler tartışılırdı. Böyle özellikle bu TKP’liler, yani onlar çünkü öteden beri örgütlüydü. THKP-C siyaseti yine bunların karşısında giderek şekillenmeye başladı. E şimdi ben bu tartışmalar konuşmalarda TKP’den yana hiçbir zaman tavır koymuyordum ama diyelim bir siyasi hareketten yana da tavır koyacak durumda değildim, çünkü örgütlü değildim. Yalnız bu Halkın Kurtuluşu’nda arkadaşlar vardı, onlarla böyle bir araya gelirdik, konuşurduk. Tartışmalarda zaman zaman onların görüşünü destekleyecek görüşler beyan ederdim. Onun dışında yeni bir arayış içerisindeydim yani. Daha sonra Hanoğlu’yla karşılaştıktan sonra yani yönümü belirledikten sonra giderek tartışmalar şekillendi bende.

D.G: Şimdi burada şunu da sormak istiyorum, tabi siz Deniz Gezmiş, Mahir Çayan ve Kaypakkaya dediniz, Dersim’deyken bir akşam evinizde ağabeyinizle kaldığınız eve birisi geliyor ve ağabeyinizle diyaloga geçiyorlar, orada konuşuyorlar, bunu ilk başta anlayamamıştınız. 73’de Kaypakkaya Tunceli’de, Dersim’de katledildi, daha doğrusu yakalandı Diyarbakır’da katledildi. Sonrasında işte Ali Haydar Yıldız’ın ölümü vesaire, etkileniyoruz dediniz. Tüm bu olaylar karşısında TKP/ML’yi daha mı fazla merak ettiniz ve ağabeyinizle o arada hiç görüştünüz mü? Örneğin İzmit’e geldikten sonra ağabeyinizle ne kadar görüştünüz? Ağabeyinizin, İsmail Hanoğlu’ndan önce sizin üzerinizde bir etkisi oldu mu, ondan ne duydunuz?

A.B:“Şimdi o eve gelen arkadaş ağabeyimle ilişkiye geçmek için gelmedi, bize propaganda yapmak için gelmişti. Ağabeyim onun dışında bunlarla ilişkiliymiş, benim haberim yokmuş sonradan söylüyor tabi, M.  beni örgütledi diyor. Ama İbrahimlerin katli sırasında Dersim’de değildim, o zaman İzmit’teydim. Dersim’e yansıması ne ölçüde oldu bunu bilmiyorum ama şunu biliyorum yani, bu Ali Haydar’ın katledilmesine epey tepki olmuştu. Çünkü Ali Haydar kendisi Dersimliydi, bir de onu böyle arabanın arkasına bağlayıp sürüklemeleri… İbrahim’i öyle karda yalın ayak yürütmeleri bayağı tepki oluşturmuştu. Ben bunun duyumlarını aldım.”

……

A.B: (İzmit’te görev yaparken)DİSK’e bağlı sendikacılar gelmişti, köy de böyle ilgili bir köydü yani örgütlü bir köydü kendi açısından MSP temelinden köyde bir hocaları vardı cami imamı, aynı köylüydü, buna dört bir yandan mecmualar gelirdi, bir kütüphanesi vardı, büyük bir kütüphanesi… Diğer partilerin temsilcilerini neredeyse konuşturmazdı yani, o kadar etkiliydi köyde o hoca! Ben bu hocayla çatışmaya başladım. Bir iki sefer sendikacılar geldiler, kahvede toplantı yapıyorlar. Büyük bir köydü yani nahiye gibi bir yerdi. Orada tabi tartışmalar oldu, Ben sendikacılardan yana çıkmıştım yani o zaman, tabi artık 1976’lar falan böyle çalışmalarla ilgiliyim, epeyce de etkili oldum yani.  O zaman böyle sendikacılar bir soluklandılar, teşekkür ettiler, yahu arkadaş imdadımıza yetiştin diye. Tabi biz hocayla çok çatıştık köyde.

….

D.G:Biraz anlatabilir misiniz hastanelerdeki çalışma tarzınızı, neler oluyordu, biraz bahsedin hastanelerden?

A.B: “Yani orada belli ilişkilerimiz vardı, bu  ilişkilerle düzenli görüşürdük. Sendikada çalışmalar olurdu, bu çalışmalara katılırdık vb.

Yani gene hastanenin dışında da normal kitle çalışmasına filan katılıyordum.”

D.G: Bu dönemde çıkan bazı yayın organları var, yani Kızıl Yol İstanbul bölgesinde, Devrimci Komünist İzmir bölgesinde, Kurtuluş Yolu Kızıler grubu mz olarak bilinen, Proleter Birlik hd grubu, Komünist Merkez Yayın Organı, İşçi Köylü gazetesi, Partizan dergisi… Bu gazete ve dergilerden hangileri eline geçiyordu ya da hangilerini okuyordun, okuyordunuz? Halkın Gücü gazetesini mesela hiç duydunuz mu, bu gazeteyle ilgili bildiğiniz ya da…

Halkın Gücü gazetesi bizim de talebimizdi mutlaka bir gazete çıksın, legal bir gazete çıksın diye.

D.G: İlerici Komünist, İzmir bölgesinde.

A.B: “Elime geçmedi o yani demek ki gelmiyordu oraya. Ama özellikle merkezi yayınlar, hareketin yayınları elimize geçerdi yani sürekli takip ederdik.”

D.G: Mesela Komünist Merkez Yayın Organı’nı takip eder miydiniz?

A.B: “Evet, tabi, tabi, ediyorduk.”

D.G:Mesela şimdiden böyle geriye dönüp baktığınızda o yayın organlarından hafızanızda kalan ne gibi yazılar var, neler yazılırdı? Etkilendiğiniz yazılar neydi?

A.B: “Valla genellikle teorik tartışmalar olurdu o illegal yayınlarda yani. Mesela bir ara sosyoekonomik araştırmalar yayınlandı. Ondan sonra devrim sorunlarıyla ilgili, yani teorik yazılar olurdu genellikle. Tartışma yazıları olurdu bu temelde.

D.G: Sizin bu harekete yönelmenizdeki temel sebep neydi? Hangi politik nedenlerden kaynaklandı? Bu nedenler arasında gerçekten yani bilimsellik ne kadar ağır basıyordu, duygusal nedenler var mıydı?

A.B: “Duygusal! Tamamen belirleyici olan…

Benim o dönemde böyle etkilendiğim bir kişi yoktu, mesela ağabeyim o zaman ilişkiliydi ama ağabeyimle biz ayrı bölgelerdeydik, yılda bir iki gün ya görüşmüşüz ya görüşmemişiz, ben İzmit bölgesindeyim, o Diyarbakır bölgesindeydi. Dolayısıyla öyle bir etkilenme yok. Ama bende nasıl diyeyim, genel bir propaganda mı artık neyse İbrahim’e karşı bir sempati oluşmutu. Bir arayış içerisindeydim. Mesela Halkın Kurtuluşu’ndan arkadaşlar vardı TÖB-DER’de…. O zaman Partizan’dan kimse yoktu.  İsmail Hanoğlu ile karşılaştım ilk kez ve işin ilginci, Hanoğlu birileriyle tartışırken, tartışma sırasında rastladım. Sonra konuştuk ikna oldum. O zaman bölgede Halkın Kurtuluşu, THKP-C vardı. THKP-C’den nedense uzaktım. Halkın Kurtuluşu’nun da bana ters görüşleri vardı. Ama TİKKO o zaman Partizan olarak da biliniyordu, TİKKO-TKP/ML’ye karşı bir sempati oluşmuştu bende. Bu nereden oluştu? İşte İbrahim’in o bölgedeki çalışmaları halk arasında İbrahim ile ilgili konuşmalar…..vs.

D.G: Hanoğlu’yla üzerinde  yaptığınız tartışmalar neydi?

A.B: “Yani o zaman çeşitli konularda Hanoğlu’yla konuşuyorduk, devrimin temel sorunları, devrimin yolu, mücadele şekli, sosyoekonomik yapı, yani birçok konuda yani artık bilinçli sayılıyordum, kendime göre araştırmalarım da vardı, tartışmalara da katılıyordum daha önce insanlarla. Bu doğrultuda çeşitli görüşmelerimiz oluyordu, anlattı, tartıştık yatkın geldi bana düşünceler, kabul ettim yani, özellikle böyle mücadele şekli vs… Yani bir de TİKKO’nun o zaman bir ağırlığı vardı, TİKKO deyince herkes bir durup düşünürdü yani, bir prestiji vardı. İşte böyle pek ortalarda görünmeyen, diğerleri gibi işte gelip böyle derneklerde, şurada burada polemiklere girmeyen vs…… Diğerlerinin diyebilirim ki en üst düzeydeki insanları derneklerdeydi, TÖB-DER’deydi, TİKKO’nun böyle bir durumu yoktu yani. E bu bana cazibeli geliyordu, bu mücadele şekli, illegalite anlayışı, silahlı mücadele anlayışı bana cazibeli geliyordu, yatkın geliyordu. Oradan etkilendik yani.”

D.G: Evet. Peki bu TKP ile TKP/ML arasındaki bu çatışma hangi yıl, hangi mevsimde oldu hatırlıyor musunuz?

A.B: “1979’la 80 arası, çünkü ben 1979 sonbaharında öğretmenlikten ayrıldım, gittim, yani diyorum bir yıl falan kalmadım yani o süre içerisinde…”

D.G: Mevsimlerden neydi, yaz mıydı, kış mıydı?

A.B: “Ben sonbaharda gittim oraya, okullar açılmıştı, gittim bir ay mı, iki ay da gene Kandıra’nın bir köyüne sürgün edilmiştim. Gittim bir iki ay da orada çalıştım, ondan sonra istifa ettim.

D.G: 1979’da istifa ediyorsunuz ama yani bu tabi 79’dan hemen öncesi gibi artık örgütleniyorsunuz 77 itibariyle falan, yani bu doğru mu söylüyorum acaba, 77’de mi örgütleniyorsunuz?

A.B: “Nerede örgütlenmek?”

D.G: TKP/ML’de?

A.B: “Yani ben 76’da felan başladım, ilişkilendim yani, 77-78-79 örgütlenmenin içindeydim.”

D.G: Bu illegal süreçteki randevularınız, kimler geliyor, kimler gidiyor? Ne gibi eylemlilikler tertipliyorsunuz? Kafanızda dolaşanlar nedir? Bölgeye dair gözlemleriniz? Biraz bu illegal faaliyeti olabildiği kadar anlatırsanız iyi olur.

A.B: “Evet, haber geldi aranıyorum, Beni Trakya bölgesine verdiler. Gittim Uzunköprü bölgesinde faşistler bir genç arkadaşı vurmuşlar, ölmüş. Kahveye gidiyorlar, silahla çocuğu vuruyorlar. Silah, kullandıkları silah da şeydir yani 6.35 yani ama ateş ederken direkt kalbine geliyor kurşun, hastaneye kaldırıyorlar ölüyor.

Şimdi o süre içerisinde bana bir tane kimlik yaptılar, Trakya’da çalışmaları koordine edip, dönerdim. Zaman zaman da orada kalırdım yani birkaç gün. Sonra 12 Eylül geldi.

12 Eylül gelirken ben Uzunköprü’deydim. Bir Çingene mahallesinde  arkadaş bir ev tutmuştu oradayız. Şimdi evde yatıyoruz, sabah erken yaşlı bir Çingene var tanışmıştık, ev de onun evi kiralamış, altta hayvanlar var, atlar kalıyor, üzerine bir naylon sermişler üstüne yataklar sermişler orada kalıyorlar, fakat koku yukarı geliyor yani o ahır kokusu.

Sabah erkenden o yaşlı amca geldi, dedi ‘Kızanlarım kalkın, asker geldi, asker geldi’. Biz kalktık radyo dinledik, cunta gelmiş. İstanbul’a geldim. Çalışmalarıma devam ediyorum, gidip geliyorum. Bir gün Tekirdağ’a giderken dönüşte yağmur da çiseliyor, ben uyumuşum… Otobüs bir durdu, uyandım bir baktım, etrafı sarmışlar, arama yapıyorlar. Neyse, yağmur yağıyor, genç bir asteğmen mi, teğmen miydi, astsubay mıydı, yağmurluk giydiği için görmüyorum. İçeri girdi böyle otobüsün, kapıdan otobüsün içini böyle süzdü, geldi önümde durdu, ben orta yerde oturuyorum. ‘Sen nereden bindin?’ dedi. Dedim Tekirdağ’dan bindim.

Şoföre sordu, şöfor doğruladı. Evet oradan bindi dedi.

Bir badireyi atlattık yani…

12 Eylül koşullarında İkinci Konferans yapılacak. Konferansa bizzat katılanlardan birisi de Süleyman arkadaştı.

Süleyman Cihan, H.A. ….

Sonra çevrede şüphe çeken bir olay olduğu söylendi, erken bitirildi konferans. ….Sonra ben Trakya bölgesinden İstanbul bölgesine geldim.”

D.G: Siz ikinci konferansınızı hangi kentte yaptınız?

A.B: “İstanbul bölgesinde. Bölge konferansı yani. Konferanstan sonra ben İstanbul bölgesinde görevlendirildim.

İstanbul’a gelmeden Trakya’dan bir olay daha anlatayım size. Şimdi bir gün Tekirdağ’a, gittim, o gün de böyle yağmur yağıyor falan. Tekirdağ’daki arkadaş, çalışma yapan arkadaş bir işçi çalışıyor, Çingene evinde ev tutmuş gene.

O Çingene bölgesinde de sözde Malatyalı bir kadın bir Çingene’yle evlenmiş, onun evini tutmuş. Fakat adam kış geliyor diye, oğlu gelmiş, bunlar gezginci ya, demiş çık benim oğlum geliyor, yoksa eşyalarını atarım dışarı. Ben gittim, yahu yoldaş iyi ki geldin dedi, yani ben bir ev tuttum adam eşyalarımı dışarı atıyor, beraber taşıyalım falan… Gittik o Malatyalı dediğim kadının evine bitişik böyle baraka gibi bir yer var, zaten Çingene evleri baraka, iğretidir, baraka iyice iğretidir. Yani orada konuşulan diğer tarafta duyulur, diğer tarafta konuşulan orada duyulur öyle bir şey. O biraz sıvama yapmış işte, şöyle küçük bir penceresi vardı. İçeri girdik, ya işte konuşuyoruz, buraya bir eşyayı taşıyalım, buraya bir küçük pencere alalım, soba kurmuş, sıva mıva çekmiş.

O ara yağmur sicim gibi yağıyor, birisi girdi içeri, arkasında başkaları… soru soruyorlar, kimlik istediler! Tabi ben şey dedim yani, yani önce siz kimlik gösterin, ben ne bileyim siz kimsiniz. Bir tanesi böyle kimliği buradan çıkardı şöyle bir gösterdi, tamam dedim. Neyse, soru sordular, aradılar, zaten evde bir şey yok, aradılar falan. Ondan sonra ne iş yapıyorsunuz dediler. İnşaatta çalışıyoruz. Ben grand tuvalet giyinmişim,  (gülüyor), inşaat çalışıyorum dedik. E ne işiniz var burada tutuyorsunuz, burada yaşanır mı falan. Yahu dedik böyle böyle biz ev tutmuştuk, şurada yakında, adamın oğlu gelmiş, işte eşyalarımızı dışarı atıyor, mecburen yer bulmadık burada, geçici olarak… İyi, iyi, bu sefer işi yumuşattılar, ha buraya bir pencere de takın işte idare edersiniz bir müddet…Çıktılar bir baktım diğer tarafta gitmişler kadınla konuşuyorlar, o kadının da o evlendiği çingeneden değil, önceki kocasından iki tane çocuğu var, biri kız, biri erkek, ikisi de sözde bizim taraftarlar falan.

Biz evi terk ettik, akşam eve operasyon yapmışlar.

Neyse, Oradan öyle kurtulduk….  ondan sonra Trakya bölgesinden İstanbul’a geldim.”

İstanbul’da tabi görevi aldık çalışmalar sürüyor. O aralar duvar afişleri ile aranıyorum.  Bu bizim duvar afişlerin de Süleyman Cihan da var. Dev-Sol’dan Paşa Güven var. Şimdi fotoğraflar gazetede çıkmış, afişleme yapmışlar falan. Tabi hemen arayışa girdim, yahu bir afişi göreyim, bu afişteki fotoğraf nasıldır, bıyıklı mı, bıyıksız mı, ona göre tipimizi değiştirelim falan. Dediler Cerrahpaşa’da dekanlığın kapısında var! Gittim oraya baktım, benim öğretmen okulundaki resmimi asmışlar, gençlik resmimi, bıyıksız tabi gençlik resmi, tamam dedim bıyıkları kurtardık. Neyse, iki gün sonra mıydı neydi, Süleyman’la görüştük, ben o ara gittim bir gözlük aldım kendim, o da gözlük almış.

Yahu yoldaş dedim, senin gözlüğün çok güzeldir, dedim. Dedi, değiştirelim. E aldım, ama numara uymadı. Neyse, değiştiremedik.  Diyorum keşke numara uysaydı alsaydım, bana hatıra kalırdı o zaman! Şimdi bir taraftan çalışmalar yürütüyoruz ama bir taraftan haber geliyor sağdan soldan yakalanmalar oluyor….

…..

Ev bulmak zor… Muhtara yazılman gerekir vs.vs…Fakat buna rağmen ben bir ev buldum.

D.G: He 81, he, çünkü bir görüşmecimiz şehir gerillalarından bahsetmişti Dersim’den, kır gerillaları oldu mu bilmiyorum. Siz şimdi böyle deyince bir anda aklıma o görüşme geldi. Kır gerillaları var mıydı o 80-81’de?

A.B: “Şimdi kırsal alanda çalışmalar vardı ama gerilla yapısı ne ölçüdeydi onu bilmiyorum, yani çalışmalar vardı, belli bir yapılanma vardı Doğu Anadolu Bölge Komitesi bünyesinde. Bizim  doğrudan orayı fazla bilmemiz söz konusu değildir yani. Şimdi benim dediğim, konferans olmuştu. Konferans sonuçlandıktan sonra parti politikası şuydu yani; alabildiğine kitle çalışması, propaganda, ajitasyon faaliyetine devam…Konferansın da verdiği bir sıcaklıkla bir anda böyle bir atılım, belli bir canlanma… Fakat ben ve bazı arkadaşlar bunu eleştiriyorduk, yani bu şartlarda böyle bir çalışma doğru değildir diyerek.

Ve ben ve bazı arkadaşlar örgütlü bir şekilde geri çekilmeyi savunuyorduk, yani cunta şartlarında örgütlü bir şekilde geri çekilmek. Ha bu geri çekilmek kırsal alanlar olur, nereye olur, artık o örgütün belirleyeceği şeydi. Hiç şüphesiz ki partinin stratejisinde belirleyici olan kesim kırsal alanlardı. Yani güçlerin, kadroların kırsal alana çekilmesi, belli kadroları yurtdışına çıkarmak da olabilir yani, çünkü burada bana göre taktik artık kadroları korumak olmalı, bu şartlardan kadroları hiç olmazsa asgari düzeyde zarar görmeden çıkarabilmektir.

Ama işte konferanstan sonrasında alabildiğine kitle çalışmasına önem verdiler. Mesela şunu diyebilirim, bildirileri götürürdük, işçilere dağıtırdık, e ondan sonra işçiler korkusundan götürüp tuvaletlere şuraya buraya atarlardı, bu sefer bildiriler ele geçiyordu, e orada kimin üzerine şüpheler yoğunlaşır? Hiç şüphesiz, çalışmanın içerisinde olan devrimci kesim üzerine şüpheler yoğunlaşır yani! Ondan sonra mahallelerde, şurada burada ha keza…. çünkü kitlede bir panik vardır, bir korku vardır yani ister istemez cunta şartlarında. Şimdi dolayısıyla yani böyle bir çalışma tarzını doğru bulmuyordum.

İstanbul sorumlusu yakalanınca ben mecburen evden çıkmak zorunda kaldım. O arada Süleyman arkadaşla ilişkiliyiz biz, aradan daha bir iki gün geçmişti ki bağlantıyı kurduk.

Bağcılar tarafında bir ev buldum. Ev sahibesi Alevidir, kocası da yurtdışındadır. Ben Alevilik ayağıyla kadına bir kapora verdim evi tuttum.…”

Bir süre sonra yakalandım.

Süleyman benden bir hafta mı, üç gün mü ne önce yakalandı.

Süleyman yakalanmadan önce de, önemlidir bu olayı anlatayım. H.A. yakalandığı zaman evini boşaltmaya gidiyorlar, Süleyman bizzat kendisi gidiyor evi boşaltmaya iki kadını alıyor, o iki kadından birisi H.A.  hanımıdır, bir tanesi de başka bir kadındır.

Eşyaları orada paketliyorlar. Süleyman taksiyi, arabayı evin biraz uzağına park ediyor, bir kısım eşyayı Süleyman alıyor götürüyor arabaya, dönüyor, ikinci postayı alıp kadınlarla birlikte gidecekler. Pencereden polisleri görüyor! Polisleri görünce kaçıyor, arkadan ateş ediyorlar ancak  Süleyman kaçıyor, polis iki kadını alıp gidiyor.”

D.G: Kimdir o iki kadın, isimleri nedir?

A.B: “Biri H.A.’nın hanımı, bir tanesi de başka bir kadın..(G.Y.)

Şimdi o arada ben Süleyman’la görüştük, evde herhangi bir belge vs. ele geçti mi? Ele geçtiyse muhtemelen raporlar ele geçti ve bu bölgede benim olduğumu tespit etmişlerdir yani. O da diyor ki, yahu bilmiyoruz yani tedbiri alınmıştı, bir kısmını götürdük, bir kısmı da ele geçti mi, geçmedi mi bilmiyoruz, yalnız dedi, bir kadını bırakmışlar, kadınla görüşmeye çalışıyoruz, görüşürsek durum anlaşılır falan.

D.G: Nasıl yani, peruk falan mı takmıştır, nasıl kadın?

A.B: “Hayır, kadını bırakıyorlar H.’ın hanımını, H.’ın hanımıyla Süleyman görüşmeye gidiyor, görüşmeden dönerken yolda, otobüsten alıyorlar.

Süleyman yakalandığıktan sonra, bir gün mü, iki gün sonra da toplu şekilde bizi şeye sevk ettiler, birinci şubeye, ikinci şubedeydik birinci şubeye bizi sevk ettiler. Sonra öğreniyoruz tabi, Süleyman yakalandığında zaten sorguları tatil ediyorlar, sabahtan akşama kadar Süleyman’la uğraşıyorlar yani. Süleyman’ı geç vakitte banka bağlı bir şekilde getiriyorlar gecenin bir vaktinde, Süleyman banka bağlı, o koğuşun (H.K adlı arkadaşın kaldığı yerin) yan tarafına bırakıyorlar, arkadaş sesi duyuyormuş fakat kendisini görmüyor yani. Süleyman sık sık inliyormuş ve sık sık tuvalet talebinde bulunuyormuş. Kendisiyle bağırarak konuşanlar falan da var orada, arkadaşlardan. Şimdi geç vakte kadar Süleyman’ın sesi artık böyle cılızlaştı diyorlar. Neyse, arkadaş kendisi plan kuruyor, diyor ki, ben sabah erken tuvalet talebinde bulunacağım, tuvalete gideceğim, dönüşte kendisini göreceğim bizzat, planı böyle yapıyor. Sabah erken tuvalet talebinde bulunuyor, tuvalete gidiyor, bakıyor ne bank var ne Süleyman var! Ondan sonra da Süleyman’ı kimse görmüyor!

…….

 Süleyman’ın babası İstanbul’a geldiğinde benim babam da geliyor İstanbul’a.  Emniyet Şube, Süleyman’ı da, beni de inkâr ediyor. Yani böyle birileri gözaltında yok diye. Artık ikisi işbirliği yapıyor, İstanbul’daki karakollara başvuruyorlar. Akşam geliyorlar birbirine rapor veriyorlarmış, sen gördün mü bir şey gibi. Aylar sonra babam geldi, cezaevinde bana bir not gönderdi. Ben kendisine karşılıklı bir not gönderdim. Babam tabi rahatlıyor ama Süleyman’ın babası o kadar sonuna kadar çaba sarf ediyor ki, en sonunda Kimsesizler Mezarlığı’nda mezarını gösteriyorlar yani…

Süleyman hakkında bir şey daha anlatayım. Silivri tarafında bir plajda randevulaştık gittik, dikkat çekmemesi için, bir arkadaş, ben, Süleyman. Gittik, konuştuk, denize girdik, mayolarımız da var.”

D.G: Kimdi o arkadaş?

A.B: “Önemli değil, isim vermeyeyim… Süleyman bize, beni derin yere götürmeyin ben yüzme bilmiyorum! dedi. Ben yüzme bilmediğine inanmadığım için,  biz denize girdik, açıldık falan bir döndüm arkama baktım, Süleyman suya batıp çıkıyor, batıp çıkıyor!  Tabi biz isminin Süleyman olduğunu bilmiyoruz, başka bir isimle diyoruz ki yahu yoldaş boğuldu falan, döndük tabi çıkardık getirdik. Yahu, dedi. Ben size yüzme bilmiyorum, demedim mi!

Biraz sonra yanımızdaki yoldaş, acıktık, dedi. Süleyman,  size yemek memek yok, siz beni boğacaktınız diyor. Neyse Süleyman’dır, Süleyman dayanır mı, karnımızı doyurdu sonuçta, böyle de anımız var.

D.G: Şimdi 1976 bu HB ayrılığı, bu KK denilen koordinasyon kurulu ayrılığı var, keza 1980’de de bu GKK var, yine Ege Bölgesinde Devrimci Komünist yayın organı ayrılığı var. Tabi 1978’de de bu I. Konferans oluyor ülke çapında. Siz bu ayrılıklarda, bu ayrışmalarda nasıl etkilendiniz, sizin üzerinizdeki etkisi neydi? İlişkide bulunduğunuz sınıf ve toplumsal kesimler yani bu ayrılıklara nasıl baktılar, nasıl yaklaştılar, nasıl etkileri oldu? Nelere tanık oldunuz bu ayrılıklarda?

A.B: “Birinci ayrılıkta yani KK ayrılığında yani ben işin içinde değildim, daha sonra teorik materyaller üzerinden ya da konuşmalardan edindiğim bilgiler var ama birebir o dönemi yaşamadım, yeni yeni örgütle ilişkileniyordum. Dolayısıyla o konuyu somut olarak bilmiyorum.

İkincisinde, o konuda benim fikrimi sorarsan o ayrılık doğru muydu? Bana göre doğru değildi, abarttılar yani ama o ayrılıkla birlikte aynı zamanda şunu yaptılar karşılıklı, tabana dogmatik bir bakış açısını yerleştirdiler….

D.G: Ben 1981 diye biliyordum, demek ki yanlış biliyorum. Yurtdışındaki o gruptan bahsediyorsunuz değil mi?

A.B: “Evet, Bolşevik benim bildiğim, birinci konferanstan… yok, ikinci konferans evresidir, konferansa gitmediler, gelmediler, ikinci konferansın evresinde ayrıldılar Bolşevikler.

GKK… biraz daha önce olabilir yani, 80-81’dir yani, 81’de konferans oldu, onlar konferansa gelmediler, katılmadılar yani, yani dolayısıyla 80-81 arasıdır Bolşevik ayrılığı. Diğerleri de aşağı yukarı aynı tarihlerde oldu, GKK. Yalnız ondan önce bir hizipleşme oldu, şimdi ismini de hatırlamıyorum, etkili olamadılar, orada bir arkadaş vardı yani böyle belli düzeylerde, o katıldı hizbe, etkili olamadı, sonraki süreçlerde zaten tekrar partiye döndü o arkadaş, hala da parti içerisinde yani. Ama GKK ayrılığını iyi biliyorum.

 Partide teorik ve pratik anlamda bir hoşnutsuzluk, bir tıkanma vardı uzun dönemdir, bu gözle görülüyordu 1980’e gelmeden önce. Şimdi bu arkadaşlar, parti silahlı mücadeleye ağırlık veremiyor, kırsal alandaki gerilla mücadelesini başlatmıyor, erteliyor, bu temellerde hoşnutsuzlukları, eleştirileri falan yoğunlaştırdılar belli kesimlerde. Bu GKK şeyine katılanlardan birisi Kahraman Yılmaz’dı, Kahraman’la biz uzun süre aynı evde kaldık yani, Kahraman’ı çok yakından biliyorum. Şimdi o ara ayrılık oldu, e tabi şimdi özellikle Kahraman beni de kazanmaya çalışıyor .

Hiçbir şekilde GKK hareketine meyil etmedim, katılmıyordum. Tutarlı da değillerdi, Kahraman farklı, Kahraman onlardan etkilenmiş, Kahraman değerli bir arkadaştı, o farklı yani.  

….

Ama ben örgüt içerisinde olduğum müddetçe de hiçbir hizipten de hizipleşmeden de etkilenmedim

D.G: Gelelim bu tutukluluk döneminize, yani gözaltı sürecinizden bahsettiniz, onu anlattınız nasıl olduğunu. Tutukluluk ve hükümlülük dönemlerini konuşalım. Şimdi bu gözaltı ve sorgu süreleri, bunlara değinelim. Neler yaşadınız bu gözaltı ve sorgu sürecinde? Tanık olduğunuz işkence, infaz ve benzeri gibi olayların hani vardı böylesi şeyler, size yaşattığı o etkiler, sonuçları nelerdir? Buyurunuz, sorgu dönemi, tanık olduğunuz…

A.B: Ya sorgu sırasında tabi yoğun bir işkence vardı. Aylarca işkencede kalan insanlar vardı. Şu veya bu şekilde çözülen insanlar, direnen insanlar… Ondan sonra, çözülmeyi ihanet noktasına vardıran insanlar… Çokça yaşandı bunlar. Şimdi… ben de bu süreçten geçtim.

İkinci şubeye beni götürdükleri zaman sanıyorum ikinci gündü, beni banka zincirlemişlerdi, bir de bir kolumun zincirini çok sıkı bağlamışlardı, kolum tomruk gibi şişmeye başlamıştı. Ben, şu zinciri bir gevşetsinler, ondan sonra ne yaparlarsa yapsınlar. Yani öyle bağlısın ki, böyle geliyorlar, gelen yumruğu geçiriyor sana, giden yumruğu geçiriyor, artık ağzımdan etler dökülüyordu yani. Şimdi o benim umurumda değildi ama o zinciri sıkmışlardı, o bana çok koyuyordu, diyordum yahu şu zinciri bir gevşetsinler ne yaparlarsa yapsınlar!

Kısaca, o işkence sürecini ben de yaşadım.

D.G: Bu yargılama safhasını birazcık konuşalım, yani hangi dava dosyasında yargılandınız? Dava dosyasının adı neydi? Dava arkadaşlarınız kimlerdi? Yargılama öncesi ve yargılama safhasında tanıklıklarınız nelerdir? Örneğin o mahkeme safhası, duruşmalar, duruşmalara gidi gelişler? Mahkeme heyetinin tavrı? Ailelerle olan ilişki? Avukatlarınız, avukat görüşü, avukat savunmaları? Yargılama safhasında tanık olduğunuz ve sizi en çok etkileyen olay ya olaylar? Biraz bu yargılama safhasını konuşalım yani avukatlar, aileniz, mahkeme heyeti, gidiş-gelişler ve tanıklıklarınız!

A.B: “Yargılanmadan önce şey cezaevi hakkında bir iki nokta belirteyim. İlk beni götürdükleri yer Kabakoz Cezaevi, tabi bir grup arkadaşla bizi götürdüler. Götürüldüğümüz grup arasında E.Ç. de vardı. Cezaevi müdürü Mehmet Aygülen bizzat gelmiş bizi karşılamış, bize soruyor tek tek hangi davadan yargılanıyorsun benzeri sorular. Bana da soruyor. Benim verdiğim cevap; TKP/ML, TİKKO-TMLGB! E.Ç arkadaş, bunu duyduğu için, bana bu konuda hep takılıyordu.  

“Bir açlık grevi olmuştu,  ben temsilciydim, ondan sonra beni hücreye attılar, bir yıl sürekli hücrede kaldım, tek kişilik hücrede 1 yıl birebir benimle uğraştı.  Müdür, kafayı çekiyordu gece yarısı hücre kapısına dayanıyordu, Ali Bulut gel tartışalım! Tartışırdık zaman zaman, bazen de işime gelmediği zaman yahu diyordum üsteğmenim sen beni ikna etmezsin, ben seni ikna etmem, boşver diyordum, dişlerini sıkıp gidiyordu. Haftada bir defa mutlaka kendisinden  dayağım vardı, 1 yıl birebir uğraştı benimle.. Sonunda o gitti ondan sonra işte normal koğuşlara çıktım. O gittikten sonra bir genç teğmenle, bir astsubay geldi. Cezaevinde rahat ettik.

 Sağmalcılar’a geldikten sonra ayrı bir süreç başladı. Bu olaylara fazla girmeyeceğim, sadece çarpıcı bir iki örnek veriyorum, çünkü olaya girersem bitmez yani, günler sürer.

Bizim davalar 3 yıl, 4 yıl sonra başladı yani mahkemeler. Mahkeme başladığı zaman bize tek tipleri dayattılar, biz de tek tip kabul etmiyoruz. Don gömlek götürmeye başladılar. Bir mahkemeye gittik, iki mahkemeye gittik üçüncüsünde bir daha bizi mahkemeye götürmediler, yani mahkemeler gıyabımızda görüldü.

Mahkemeden sonra ben cezayı bitireceğim, o zaman 20 yıl ceza vermişlerdi bana, 20 yılın o zamanki infaza göre net yatma süresi 8 yıldı. Ben 7 yıl 8 ay yattım, dava bozuldu Yargıtay’dan.

Tahliye olurken de polisler Av. Mihriban Kırdök’le kavga etmişler. Mihriban o zaman doğrudan avukatım değildi ama bizim davalara giriyordu, kavga etmişler, bu adamı nasıl tahliye ederler diye! Mihriban da demiş, yahu adam cezasını yatmış çıkıyor, siz ne istiyorsunuz adamdan. Bana haber gönderdi, dikkatli olsun kapıdan alabilirler diye, çünkü tek başıma tahliye oldum ben. Kapıdan çıktım, artık karanlık çöküyor, bir tane paracımız vardı, paracıya rastladım baktım çıkmış gidiyor, beni gördü, oooo dedi, Ali sen tahliye mi oldun? Evet dedim. Ben hemen ona bir telefon numarası verdim, dedim eğer beni polis alırsa rica ediyorum bu numaraya telefon et haber ver. Yahu bir şey olmaz, gel, gel beraber gideriz korkma falan diyor. Bindik minibüse, Topkapı’ya kadar beraber gittik adamla. Şimdi adamın da bana şeyi şuradandı, o Sağmalcılar Cezaevi’nden demin dedim ya 21 kişilik bir grubu getirdiler. Sağmalcılar Özel Tip yeni açılmış, ilk gelen gruplardanız .Bir sürü macera, bir sürü olay yaşandı tabi girişte.

D.G: Peki o duruşmalar esnasında da yani şey… yani mahkeme sürecine dair en azından bu yargılama safhası, içerideki arkadaşlarınız kimlerdi, başka kimler vardı, onlardan bahsedebilirsiniz. Mahkemede işte gıyabınızda yargılandınız, götürmediler tek tipi kabul etmediğiniz için. Bu avukat görüşmelerinden biraz bahsedebilirsiniz, avukat savunmaları, arkadaşlarınız kimlerdi? Bir de iddianameler neydi?

A.B: “Şimdi bizim dava TKP/ML ikinci davaydı, bizim davada belli başlı arkadaşlardan mesela H.G. ve A.Ş. de vardı, ben 18 numaralı sanıktım. Şimdi tabi biz savunmaları yazılı olarak verdik.  

O üç duruşmada gittik savunmalarımızı orada yani kısmen okuma imkanı bulduk. Mesela ben savunmamı okudum orada ilk sıradaki sanıklardan olduğum için. Ben tabi siyasi savunma yapmadım, kişisel savunma yaptım, çünkü siyasi savunmayı belirlenen arkadaşlar yapıyor yani.

D.G: O zaman  siz içerideyken, hareketten ayrıldınız?

“Tabi….

…..

D.G: Peki ailenizle olan ilişkiniz nasıldı o hapishane sürecinde yani…

A.B: “Şunu belirteyim yani, biz mesela örgüt içindeyken şunu diyorduk, anamız da babamız da her şeyimiz de partidir! Ve bu anlamda da ailemizle bağız kopuktu. Ama sonuçta yakalandık, ailemiz geldi, bize sahip çıktı, , peşimizde koşturdu. Mesela ben yakalandığım zaman babam geliyor üç ay Süleyman Cihan’ın babasıyla birlikte o karakol senin, bu karakol benim, o şube senin bu şube senin peşimden dolaşıyor, arıyor…..

 Şimdi ağabeyim mesela iki üç sefer böyle gözaltına alındı, işkenceler gördü. Ağabeyimin peşinde de gene böyle dolaşan benim babam yani.

D.G: Aileniz sizi caydırmak istedi mi, ağabeyinizi ve sizi?

A.B: “Babam öteden beri… bize şunu derdi hep, oğlum diyordu bilsem ki vazgeçeceksiniz… kendimi kurban ederim, ayaklarınıza kurban olurum! Ama ben biliyorum ki siz vazgeçmeyeceksiniz, benim sizden ricam, fazla ileri gitmeyin, geride de kalmayın (gülüyor), en geride de kalmayın ama fazla ileride de gitmeyin, ona göre ortada, orta bir yerlerde yürüyün yani. Hep böyle derdi yani babam bize.”

D.G: Ali ağabey bu hapishane sürecinde hapishanenin fiziki koşulları nasıldı, yani yönetimin uygulamaları? Bu uygulamalara karşı tavrınız? Ortak hareket etme imkânı vardıysa arkadaşlarınızla olan o ilişkiler? Neydi o fiziki koşullar, yani yönetimin, hapishane yönetiminin sizlere karşı olan tavrı, tutumu?

A.B: “Şimdi… 80’den sonra cezaevleri işkence haneydi yani. Tabi bu genelinde göz önüne alındığı zaman da en ağırlıklı bir şekilde Diyarbakır’da yaşanıyordu, yaşandı, ama İstanbul cezaevlerinde de az değildi. İstanbul cezaevlerinin avantajı, birincisi hemen hemen tüm hareketlerin önder kadroları, ileri kadroları İstanbul cezaevlerindeydi, bu bence bir avantajdı. İkincisi, tabi İstanbul cezaevleri kamuoyuna, dış kamuoyuna biraz daha açıktı yani. Şey, ailelerin, ziyaretçilerin örgütlü olması…İdare geliyordu bizden yardım istiyordu. Yahu bunları durdurun diyordu (gülüyor), yani biz artık aileleri durduramıyorduk, o denli örgütlenmişlerdi aileler yani. Şimdi bu da tabi bir avantajdı. Ama tabi 1985’e kadar özellikle cezaevlerinde çok yoğun baskılar, işkenceler vardı, 85’ten sonra Özal iktidarının gelmesiyle biraz hafifledi o baskılar ama tabi gene devam ediyordu. Şunu diyebilirim, 85’ten sonra işte artık 87’lerde, 88’lerde artık böyle o işkenceci kadroyu geri çekmek zorunda kaldılar yani.

Cezaevlerinde yoğun baskılara karşın direnme araçlarından birisi de açlık grevleriydi, yoğun bir şekilde açlık grevleri yaşandı, uzun süreli açlık grevleri, bu bir günlükmüş, üç günlükmüş, bir haftalıkmış, on günlükmüş, iki haftalıkmış, yirmi günmüş bunların sayısı belli değildi yani. Şimdi bana göre bu açlık grevlerini biraz yarış haline getirdiler siyasetler.  Oysa aslanlar gibi direniyorduk yani, yani bence insanların bedenleri üzerinde siyaset yapmak çok doğru bir politika değildi yani. Çok böyle elverişsiz şartlarda artık araçlar kalmaz, tabi ki bir mücadele biçimidir, ama ikide bir de açlık grevi yapılmaz….

D.G: Ha o 87’yle ilişkili miydi, şimdi biz sizin o ilk girdiğiniz süreçlerde, yani 80-81’de girdiniz, 82 sonuna kadar olan kısımla daha fazla ilgileniyoruz. En son şeyi sordum, bu fiziki koşullar, yani yönetimin uygulamaları neydi o ilk yıl, yani sizin hapishaneye girdiğiniz ilk bir iki yıl bu fiziki koşullar, yönetimin size karşı uygulamaları? Ortak hareket edebildiniz mi o yanınızda kalan diğer gruplarla, bunları konuşalım.

A.B: “Özellikle diyorum 85’e kadar çok yoğundu işkenceler, baskılar. Cezaevlerindeki politika şuydu yani, insanları düşüncelerinden soyutlama, korkutma, yıldırma, kendi düşüncelerinden soyutlama! Politika buydu. Bu temelde yoğun işkenceler yapılıyordu, yoğun baskılar yapılıyordu. Öyle ki bir ara yani bu Metris’te felan artık bu kıç falakası ata ata insanların kıçında sağlam yer kalmamıştı. İnsanlar kıçının üzerine oturamıyordu. Ama bizde neydi? Biz artık kanıksamıştık, o operasyonlar bizde başladığı zaman her operasyon günlerce sürerdi, sloganlar, karşı koymalar, iki hafta süren operasyonlar vardı. Biz artık kanıksamıştık, yani dayakmış, şuymuş buymuş kanıksamıştık, umurumuzda değildi, operasyon içerisinde işin gırgırındaydık.. Yani bu anlamda müthiş bir direniş vardı.

Cezaevleri bir okuldu yani, böyle dışarıdan baktığın zaman yahu dersin bu cezaevinde zaman nasıl geçiyor? Yahu vallahi biz uykusuz kalırdık. Neden? Yasaktır mesela, koca bir kitabı pelür kâğıdına yazıyorsun yani saklayabilmen için. Bu sefer şartları olduğunda ya da bir cezaevine gittiğin zaman onları beraber götürmek oraya, kitabı götüremiyorsun onu götürebiliyorsun yani saklayarak. Bu sefer, oraya gidince bu sefer normal yazıya dökmek, gece sabahlara kadar habire yazı yaz. Artık böyle kâğıdın üzerinde, kâğıdın kalemin üzerinde gidip gelirdik yani uykudan gözlerimiz kapanırdı. Ondan sonra cezaevleri arasında koğuşlar arasında haberleşmeler, sonra onun örgütlenmesini yapmak, yani herhangi bir durum karşısında işte beş dakika içerisinde, on dakika içerisinde, yarım saat içerisinde bütün cezaevini örgütleyebilmek, ayağa kaldırabilmek yani, bu başlı başına bir beceridir. Mesela insanlar mors alfabesiyle, boru yada duvarı tıklayarak haberleşirdi. Bu konuda  artık öyle uzmanlaşan arkadaşlar vardı ki, tıktıkla bildiri yazıyor, bir başka koğuştaki arkadaşa bildiri yazdırıyor yani. Ya da cezaevine göre, onun şartları yoksa kolonlar birbirine bağlı değilse, bu sefer de bağırarak işte başka bir koğuş, bloğa sesini duyurarak şifreli rakamları şey yapıyorsun, yazdırıyorsun işte mesajını yazdırıyorsun. Şimdi bunu mesela askerler de dinliyordu, askerler de yazıyorlar, ama mümkün değil çözemiyorlar yani. Böyle geliştirmişlerdi. Ya da mesela bazı cezaevlerinde de havalandırmaya çıktığın zaman, orada ekmekler hamurlu geliyor, notu onun içine koyuyorsun, naylona sarıyorsun onu bağlıyorsun, atıyorsun diğer havalandırmaya.

D.G: Peki yani hapishanede günlük yaşam nasıldı? Ortak alanları nasıl kullanıyordunuz? Yeme içme sorununu nasıl çözüyordunuz? Sıcak su, banyo ve benzeri gibi ihtiyaçlar, işte çamaşır yıkama olsun… Bunları nasıl gideriyordunuz?

A.B: “Sıcak suyu vermiyorlardı, çok nadir veriyorlardı yani, sıcak su diye bir olay yoktu. Biz ısıtıcı yapardık ısıtıcıyla sıcak su, işte çamaşır yıkama, banyoyu hallederdik. Şimdi bu konuda da idareyle rekabet halindeydik, onlar diyorlardı ki, sizin göreviniz yapıp kullanmak, bizim görevimiz de almaktır diyorlardı. Şimdi önce böyle kablolarla, kablo mesela elde ediyorduk çeşitli yerlerden bir şekilde çekiyorduk kabloyu. Kabloyu, ucuna demir ya da  daha sonra jilet keşfedildi, jilet bağlanıyordu.  Ama şimdi sık sık arıyorlardı yani görüyorlardı, alıyorlardı.

Sağmalcılar’da orta koğuştaydık, bu Grup Yorum’un kurucusu E.Ş. le aynı koğuştayız. Şimdi aynı zamanda biz kültür komitesiyiz orada. Yani haftada bir iki sefer havalandırma çapında gece yapılıyor, işte kimin ne hüneri varsa döküyor ortaya, şarkı, türkü, artık şiir vs.  Eğlence geceleri, moral geceleri, özellikle tahliye olanlar varsa onları uğurlama geceleri…

E.Ş.’le biz hem kültür komitesini yani o geceyi idare ediyoruz, o gün gece var, hem gelen postalar (haberleşme notları) orta koğuş olduğumuz için bizim üzerimizden geliyor, karşıya geçiriyoruz. Karşıya nasıl geçiriyoruz? Biz demir kapıların alt tarafında olan mazgalı ne yapıp edip açıyoruz, karşı tarafta aynı şekilde mazgalı açıyor, ondan sonra ip atıyoruz, torbaları karşılıklı olarak gönderiyoruz.  Fakat askerler alışmışlar, geliyorlar, saklanıyorlar, yakalayıp götürdüler mi çarşı izni alıyor artık bir şeyler, bir ödül alıyor, onun için canı başlan çalışıyorlar. O gün posta geldi, postayı gönderiyoruz, bir taraftan da gecenin şeyini yönetiyoruz. O demir kapıların arası böyle aralıklı kalıyor, aynalarımız var, aynayla koridoru kontrol ediyoruz. Asker yoksa notları gönderiyoruz.

Cezaevleri Üniversitedir.

D.G: Evet. Sadece yani biraz da soru cevap şeklinde giderse daha iyi olur en azından bu kısımlar. Yeme içme sorununu nasıl çözüyordunuz, böyle bir sorun var mıydı?

A.B: “Yeme içme şöyleydi, ilk zamanlar yani idarenin gelen yemeklerini yiyorsun. Biz o idarenin yemeklerini bazen kendimiz terbiye ederdik. Yemekleri nasıl terbiye ederdik? Isıtıcılarımız vardı, bu salat yağlarının plastik boşları var, o plastik boşları biz tuzlu suda önce kaynatırdık, o böyle cam gibi olurdu. Çay mesela ısıtıyoruz ya da yemek terbiye ediyoruz vs. Başka bir plastik kabın içinde su var, yemeği yada çayın ağzını kapatır suyun içine yatırırdık, üzerini bir naylonla kapatırdık, o su orada kaynıyordu,  çay yada yemek  orada ısınıyordu ya da pişiyordu, önceleri böyle.

 1985’ten sonra işte o direnişler falan derken mücadelenin neticesinde birtakım haklar alındı,  ondan sonra çaydanlığımız oldu. Mesela şöyle diyeyim, Sağmalcılar’da böyle karavanayla çay geliyordu, biz o çayı alırdık, benim de uykum çok hafif olduğu için sabah genellikle hangi koğuştaysam karavanayı her sabah ben kalkar alırdım. Alırdım, önce bir bardak çayımı içerdim, ondan sonra o çayı saklardık, günün değişik saatlerinde o kötü çayı ısıtır içerdik yani.

Daha sonra Sağmalcılar’dan bizi Metris’e gönderdiler. Metris’te cam bardaklar var, çaydanlıkla çay geliyor. Nasıl mutlu olmuştuk.

Yahu diyorduk, ne zaman bu çayı doyarak içeriz. Sonra şartlar değişti, çaydanlığımız da oldu, ocağımız da oldu, ondan sonra çayımız da bollaştı.

……

Herkesin komünü vardı. Kimin neyi gelirse komüne veriyor, komünde ortak tüketim var yani bireysellik yoktu.

D.G: Peki, bu yeme içme sorununun dışında bu sıcak su, banyo, işte çamaşır yıkama gibi ihtiyaçlar nasıl gideriliyordu bu sorunlar?

A.B:“İşte onu biz ısıtıcıyla yapıyorduk. İdareyle rekabete girmiştik, onlar topluyorlardı biz yenisini yapıyorduk, onlar topluyorlardı… Önce o kablo olayı bitti, bu sefer ne keşfettik? Sigara jelatinleri var, onları kesiyoruz, uç uca ekliyoruz, ucuna da jilet bağlıyoruz, ondan sonra onu da böyle naylonla sarıyoruz, ondan sonra kullanıyoruz. Bu sefer onu keşfettiler, jelatinleri çıkarıyorlar sigaraları bize öyle veriyorlar. Bu sefer de diş macunu kabını kesiyoruz, uç uca ekliyoruz, ondan sonra aynı şekilde kullanıyoruz, artık kablo bulamıyoruz. Bir gün geldiler ısıtıcımızı buldular, götürdüler. O gün de banyomuzdu, banyo yapacağız, büyük bidonumuz var, bidonda ısıtıyoruz sırayla herkes banyosunu yapıyor, çamaşırını yıkıyor.

D.G: Komünün denetimini nasıl sağlıyordunuz peki?

A.B: “Komünün görevlileri vardı. Ya o merkezi bütçe, mesela haftalık zaten toplu para onlarda bulunmaz, onu idareye yatırıyorsun, haftalık herkes çekip getirir komün sorumlusuna verir, o da ihtiyaç listesini yapar, ona göre harcama yapar yani, öyle. Ha şey yoktu, yok senin ziyaretçin geldi, gelmedi böyle bir şey yoktu yani. Gelsin gelmesin geleni herkes ortak tüketiyordu yani.”

Para da öyle yani, kimin parası gelmiş gelmemiş, komün parasıdır yani ortak. O herkes haftalık gider işte kendi meblağsını çeker, parası varsa çekip getirir komün sorumlusuna verir, komün sorumlusu ihtiyaçlara göre onu harcar yani.”

D.G: Birlikte kaldığınız arkadaşlarınızla sosyal, siyasal ilişkiler nasıldı? Ne gibi ortak kararlar alırdınız?

A.B: “O konu bayağı sorunluydu. Şimdi cezaevinde en önemlisi temizlik meselesidir. Özellikle bu konuda sık sık toplantılar yapılırdı, sağlığımızı korumak adına….

D.G: Peki. Sormayı unuttuğumuz ama kayda geçmesini istediğiniz bir şey varsa buyurun anlatın diyeceğim ama öncesinde iki şey söyleyeceğim, bir; Yılmaz Güney’i hapishanede ziyaret etmiştiniz galiba, ondan biraz bahsedin.

A.B: “Evet o önemlidir, onu, onu anlatayım, bak onu unuttum! Şimdi bir arkadaşla 78 1 Mayıs evresi, bir arkadaşla kalktık İzmit’te Cezaevi’ne gittik. Yahu bir gittik, cezaevinin önü ana baba günü, ipini koparan gelmiş Yılmaz’ı ziyarete… Bir müddet bekledik, ben arkadaşa dedim yahu gidelim, bu kadar kişi arasında biz nasıl görüş yapacağız, mümkün değil falan!

D.G: Yılmaz Güney’i ziyarete parti kararı olarak mı gittiniz, yoksa bu sizin kişisel inisiyatifiniz miydi? Parti adına ilk defa mı Yılmaz Güney ile görüşüldü, bunu merak ettim.

“Biz kendi inisiyatifimizi kullanarak Yılmaz’la görüşmeye gittik yani parti adına bize görev verilmiş değildi bu konuda ama şeyi biliyorduk yani Yılmaz’la görüşmelerin olduğunu, hareket olarak, yani partili arkadaşların görüştüğünü. Mesela bu görüşenlerden biri de, tahmin ettiğim kadarıyla Hanoğlu’ydu, çünkü Hanoğlu birtakım şeyler anlatıyordu, aktarıyordu. Mesela Yılmaz’a kaçırılma teklifinin götürüldüğünü biliyorum, ben Hanoğlu’ndan dinlemiştim. Ama Yılmaz kabul etmiyor…

D.G: Peki ne konuştunuz Yılmaz Güney’le?

A.B: “Yılmaz’la özellikle 1 Mayıs üzerine konuştuk, 77 1 Mayıs üzerine.

Kendisi de (Yılmaz Güney) çalışmaları hakkında bilgi vermişti, yoğun çalıştığını (söylemişti).

D.G: Ben burada bir şey daha sormak istiyorum. Şöyle bir şey duymuştum doğru mu, yanlış mı, biraz da teyit etmek istiyorum. Süleyman Cihan’ın Yılmaz Güney’e belli bir miktarda para verdiğini, film çekmesi gerektiğini söyleyenler oldu, böyle şeyler duyduk bu doğru mu? Hareket Yılmaz Güney’e bir film çekmesi için hiç ekonomik destekte bulundu mu?

A.B: “Bilmiyorum onu, bilmiyorum. Yani yapmışsa bile böyle yaygın bir şekilde konuşulması, duyurulması söz konusu olmaz, belli, sınırlı insanlar bilir ancak onu yani.”

D.G: Peki, bir de Süleyman Cihan’la ilgili bir anınızdan daha bahsedeceksiniz, onu biraz es geçtik arada.

A.B: “Süleyman Cihan’la ilgili şunu söyleyecektim, en son görüşmemizde ayrıldığımız zaman bana  ‘Yalvarıyorum sana, kendine dikkat et!’

Ben de ona dedim; asıl ben sana yalvarıyorum sen kendine dikkat et! (o anı yaşıyor)”

D.G: Son olarak bizim unuttuğumuz, yani sormayı unuttuğumuz, senin kayda geçmesini istediğin bir şey varsa onlardan bahsedebiliriz.

A.B: “E tabi şüphesiz ki ben her şeyi anlatmadım, özet olarak anlattım, çünkü her şeyi anlatırsam, detaylarına girersem, günler sürer, buna gerek yok! Öncelikle sizlere çok teşekkür ediyorum, çabanıza, emeğinize çok teşekkürler. İkincisi de, Onur Toplumsal ve Tarih Vakfı’na teşekkür ederim, güzel bir görev, güzel bir çalışma, o anlamda tekrar tekrar kendisine teşekkür ederim. Bundan sonraki çalışmalarda sizlere, Onur Vakfı’na başarılar diliyorum, sağ olun var olun, iyi ki varsınız!”

[1] Kemal Burkay’a kısaca Burki diyor.

Geleneğin Belleği Ana Sayfa