Davut Kurun (D.K:) (1950) ©2017 Onur Vakfı
Görüşen Kişi: Şükrü ASLAN (Ş.A:)
Görüşmeden Siyasi İlişkiler – Çalışmalar – Gözaltı – Mahkemeler – Cezaevleri ile ilgili bölüm:
Ş.A: Merhaba bugün 24 Şubat 2019, Onur Kültür, Toplumsal Tarih ve Kültür Vakfı sözlü tarih projesi çalışması nedeniyle Frankfurt’tayız bugün. 1970-1980 yılları arası Türkiye’de toplumsal hareketlerin öyküsünü çalıştığımız bu projede bugün Sayın Davut Kurun’la görüşüyoruz, dönemin politik hareketine tanıklık eden, içinde yer alan, bugün yurtdışında yaşayan Davut Kurun misafirimiz oldu, çok teşekkür ederiz. Doğrudan sözü Davut Bey’e bırakıyoruz. Bu projeyle ilgili önce biraz bilgi vereyim, Onur Vakfı daha çok, içinde daha çok Kaypakkaya çizgisinin sempatizan, yönetici, orta kesim savunucularından oluşan bir vakıf ama tabi daha geniş yelpazede kurulan bir vakıf. Bu vakıf 1980 yılına kadar Türkiye’de, kendisinin de içinde yer aldığı yani kendi geleneğin de içinde yer aldığı Türkiye’nin siyasi tarihi, sol tarihi tabi daha çok, bunu o dönemi yaşayan tanıkların ağzından, dilinden anlamaya çalışan bir çalışma yapıyor. Bu çalışma tamamlandığında tabi ki değerlendirilecek ama yani kitapları olabilir, belgeselleri olabilir, böyle bir çalışma hedefleniyor. Siz bu sürecin içinde yer almış biri, bir kişisiniz, bu nedenle bugün burada Frankfurt’ta bir araya geldik. Bize önce kendi kişisel öykünüzü, çocukluğunuzu, ailenizi hatta köklerinizi ne kadar geriye gidebiliyorsanız olabildiği kadar detaylı anlatırsanız memnun oluruz, buradan başlayalım, buyurun.
D.K: Evet ben, ben Türkçe de, Kürtçe de Kırmanci ve Kurmanci olarak ifade edebilirim. Ana dilim Kırmancidir yani aslında bizim köyde iki dil de beraber konuşuluyordu, hem Kırmanci hem Kurmançi. İkisinde de kendimi ifade edebilirim. Çoğunluk Türkçe bildiği için, Türkçe konuşuyorum. 1950’de Tomayik’te doğdum.
D.K: Tomayik, Tunceli merkeze bağlıydı, önce Hosor’un bir mezrasıydı, sonra [1]Kheykân, Baylık, şimdiki yeni ismiyle Baylık’a bağlı bir mezra oldu doğduğum yer.
Annem daha sonra anlatımına göre, dedem 1911’de 20’ye yakın akrabasıyla Amerika’ya gidiyor, 1919’da geri dönüyor. 26 kişi olarak geri dönüyorlar. Samsun üzerinden geliyorlar, Sivas yakınına gelince, yol erzakı almak için 4 kişiyi Sivas’a gönderiyorlar. Dedem de Türkçe bilen biridir, fötr şapkalıymış çarşıda alışveriş yaparken, fötr şapkalılar Sivas çarşısında alışveriş yapıyorlar hem de çok alışveriş yapıyorlar, demişler. Mustafa Kemal o dönemde orada kongre, Sivas Kongresi çalışmaları yapıyor.
Kimler olduğunu soruşturuyorlar, Amerika’dan geldiklerini öğrendiğinde, buraya getirin diyor. Götürüyor, diyor siz nereden girdiniz ülkeye? Diye soruyor, İstanbul’dan giriş yaptık, oradan Samsun’a geldik, diyor. Siz gümrük beyanında bulundunuz mu? Sorusuna, biz İstanbul’da her şeyimizi bildirdik, biz vergimizi orada ödedik. diyor. (O zaman yabancı para vergiyle ülkeye sokuluyormuş)
Hayır diyor, orası ayrı bir devlettir, biz yeni bir devlet kuracağız, bizim sınırlarımızdan içeri girdiğiniz zaman beyanda bulunacaktınız. Bulunmadığınız için gümrük vergisini cezalı ödeyeceksiniz, diyor.
Tabi üstündeki bütün paraları alıyor bunların. Biz devleti kurarız, devlet kurulduktan sonra da müracaat edersiniz, vergi ve cezayı keseriz, gerisini size faiziyle geri veririz, diyor. Geri dönüp kafileye giderken o 4 kişi diyor ya böyle böyle, bizim paramızı aldılar, dediler yeni bir devlet kuruluyor, yeni devlet kurulunca paranızı geri veririz, onun için herkes payına düşeni versin diye herkes kendi arasında bölüşmüş, denkleştirmişler paraları. Şimdi tabi bu millet arasında alay konusu olmuş, devlet kuracaklar! Devlet kursunlar da görelim! Soy ismi kanunu çıktığı zaman bizim soyadımız bu nedenle Kurun oluyor. Nutuk’ta bu gerçek, 26 Dersimli’nin Elazığ valisi Ali Kemal’le bağlantılı olarak Sivas’ı basacakları şeklinde anlatılmıştır, olayın aslı budur.
Mesela, Hesotek de o grupla beraber Amerika’ya 1911’de gidiyor, 1962 veya 63’de geri geliyor, . Türkçe bilmiyor, Dersim merkez yok, Mameki köydü o zaman…
Şimdi Hesotek orada (Amerika’da) uzun süre kalıyor, çalışıyor, emekli oluyor, bir İtalyan kadınla evleniyor, kadın öldükten sonra onun da emekliliğini alarak eşyaların hepsini topluyor, paralarıyla …
….
Babamın 67’de, harmanlar döneminde Dr. Sait Kırmızıtoprak için yardım topladığını hatırlıyorum, Sait Kırmızıtoprak’ı Kanada’ya çıkarmamız lazım dediğini biliyorum, duydum yani.
Okulda karbon kimyası üzerine bir araştırma-çalışma yaptım, bu çalışmayı Tübitak’a gönderdim. 1968 yılında, karbon kimyasından Tübitak ödülü aldım.
Ş.A: Nasıl bir ödül verdiler?
D.K: Yani herhalde liseler, lise amatörler için bir fonları var ne varsa bana 400 lira ödül, bir de Bursa’da 2 aylık bir kamp. Kampa gitmedim,ama ödülü aldım.
Babam da Almanya’dan geldi.
Bir [2]konto açtık, o para o kontoda… Halk Bankası’nın ilk açılışında ilk müşterisi de benim, he.
Ş.A: Ona geçmeden önce yani İstanbul’a geldiniz ona geçmeden Sait Kırmızıtoprak dediğiniz Doktor Şivan değil mi? Doktor Şivan’la babanız arasında bir şey var dediniz ya, onu biraz anlatır mısınız yani nasıl bir ilişki var?
D.K: Şimdi Doktor Şivan… ailesi katledilmiş, yetimdi, amcası tarafından büyütülmüş. Benim amcamın da çocukları yoktu, amcam Ali’nin.
Amcam, çocuk okutmakta zevk alıyordu, okusunlar diyordu.
…..
00:46:55…
Ş.A: Doktor Şivan.
D.K: Doktor Şivan Kürt meselesinde aslında Türkiye, Türkiye’deki Kürt hareketinde ilk sosyalist açılımı yapan biridir. Onun için sahip çıkıyorlardı.
Ş.A: Evet peki siz İstanbul’a gelişinizi anlatıyordunuz.
D.K: 1968’de dayım Mehmet Ali Almanya’ya gidiyyordu, onunla beraber geldim, 2 hafta, 3 hafta dayılarımda kaldım. İstanbul’daki dayım da ayrı bir hikâyedir. O Talat Aydemir’i yakalayan polis memuru.
00:48:01
Darbe… sonuç belli değil, kim hâkim olur… korkuyorlar, bu nedenle polis gidip teslim almıyor, karışmak istemiyorlar! Dayım diyor ben gidip alacağım Talat Aydemir’i.. tabi gidip alıyor. Dayımın resimleri gazetelerde çıktı,
Ş.A: Polis miydi?
D.K: Polisti ve yani polis derken karakol polisidir ha.
Ş.A: Evet, ismi neydi dayınızın?
D.K: Davut Yıldırım. Bu gidip alıyorTalat Aydemir’i… Talat Aydemiri yakalayan kahraman oldu, dayım oldu kahraman. Ondan sonra tuttular bunu nereye istiyorsun tayini, oraya verelim, demişler. O da beni İstanbul’a verin, İstanbul’da da Cerrahpaşa kulübesi vardı ya ön girişte karakol kulübesi, günde iki saat oraya uğruyordu o kadar…Oradan öyle emekli oldu. Onun evinde kaldım. İkinci gidişim 1969’dur ve o dönem iki dayım da İstanbul’da okuyordu, Hukuk Fakültesi’nde okuyordu, Vakıflar Yurdu’nda kalıyorlardı, onların yanında kaldım. Deniz Gezmiş’le ilk defa o zaman tanıştım.
Ş.A: Ne okuyorlardı onlar?
D.K: Hukuk okuyorlardı, Veli Yıldırım zaten sonra milletvekili oldu.
Ş.A: Evet.
D.K: Hüseyin Yıldırım, avukat Hüseyin Yıldırım olarak, biliyorlar yani Kürt sorununda duyarlı biri…
Ş.A: O sizin dayınız mıdır?
D.K: Onlar benim dayılarımdır, evet.
Ş.A: Ben onları Nazimiyeli biliyordum.
D.K: Yok, onlar benim dayılarımdır, Nazimiyeli değiller, Doktor Şivan’ın arkadaşlarıdır, Hüseyin Cevahir, Doktor Şivan.
Ş.A: Peki, bir taraftan çayınızı içebilirsiniz. İstanbul’a gelişinizi veyahut da bu, bu bölümde politik, politik dünyaya adım atışınızı konuşabiliriz, onu anlatabilirsiniz.
D.K: Dersim’de biz ilk kitlesel eylemi… Kemal Burkay’ın eşinin okuldan uzaklaştırılmasıyla yaptık, dersleri boykot edip girmedik. Boykot sonrası, onu geri aldılar.
Sonra biz Kemal Burkay’la da ilişki kurduk, TİP’in, TİP’in oradaki başkanıyla da,TİP gençlik komitesini kurduk, o komitenin içinde ben de vardım, sürekli değişkendi. Ve bir münazara düzenlenmişti, işçiye mi iş bulmalı, işe mi iş bulmalı, şeklinde bir ikilem, iki grup halinde tartışılacaktı. Kemal Burkay’a gittim. Kemal Burkay beni şeye yönlendirdi, Mehmet Moğoltay’a, Mehmet Moğoltay da stajyer avukat onun yanında. Bana Marks’ı, Engels’i anlattı, Marks’ın küçük bir kapital ve ücret diye bir kitabı vardı, verdi okuduk. Onun ötesinde, İstanbul Üniversitesi’nde okuyan benim amcamın oğlu vardı H.K., o Doktor Sait Kırmızıtoprak’la beraber güneye gidip gelen yani o katliamdan kaçan. Şimdi yani öyle politik tartışmalar yoğunlaşmıştı, İşçi Partisinin gençlik komitesinin…
Ş.A: Konuşma içerisinde ya o köyün adı neydi filan gibi şeyler hani normalde bu şeyde kimse yokmuş gibi düşünelim yani bir siz varsınız, bir de çekim yapan arkadaş var, öyle düşünün. Peki, şimdi kayda başlayalım ve şeye geçelim, bu işte devam edelim daha doğrusu kaldığımız yerden. Moğoltay’ın orada bir yerde kaldık.
D.K: Moğoltay bize kitaplar verdi, yardımcı oldu. Hatta münazarada biz kazandık, çünkü daha iyi hazırlanmıştık, ama kitapların ismini vermememiz konusunda uyarmıştı. Yani Karl Marks’ın ismi geçmesin, bilmem ne, Engels’in ismi geçmesin. O anlamıyla daha bilimsel, daha şey oluyordu, öyle münazarayı tabi biz kazandık. Aslında yani… yani saçma, yanlış sorunun cevapları da yanlış olur ama bir tarafın kazanması lazım, bizi şey yaptılar. Ve dolayısıyla Mehmet Moğoltay tamirci Memet Efendi…. Memet Efendi dediğimiz adam TİP’in yöneticisiydi, Dersim’de ilk, onu bilmek lazım, Dersim’in bir yerlileri var, bir de devletin yerleştirdiği adamlar var, bunları ayırmak lazım.
Yani mesela yerliler ancak hademe olabilirdi, temizlikçi olabilirdi, odacı olabilirdi ama üst bürokrat dışarıdan gelip yerleştirilirdi ve onlar Kürtçe bilmezdi. Şimdi Memet Efendi askerlikten atılma bir subaydı, sonra anladım, o TİP’in kuruluş şeyinde Memet Efendi bir gün amcama geldi, işte Marks’ı anlatıyor şeyi anlatıyor böyle hem de içki de içiyordu. Sonra öğrendim, o şeyin bacısıyla evlidir… Dersimli Nuri Baytar’ın bacısıyla evlidir ve Dersimli Nuri ile sürekli ilişkisi var…
Ş.A: Bu Memet Efendi’nin?
D.K: Memet Efendi dediğim adam ve bunun için de askerlikten atılmış, yani bu nedenle atılmış, bunu da inkâr etmiyordu. Hatta kızını da şeye verdi bizim… bir tane akrabaya Aytaçlardan birisine verdi.
Ş.A: Bu Memet Efendi dediğiniz kimdir?
D.K: Memet Efendi dediğimiz Konyalı bir Kürt’tür, subaylıktan atılmadır, Baytar Nuri’nin bacısıyla evliydi.
Ş.A: O zaman Dersimde miydi bu?
D.K Dersim’de radyoculuk yapıyordu.
Ş.A: Öyle mi?
D.K: Dersim’de, tabi. Yani, radyo tamirciliği yapıyordu.
Ş.A: Evet.
D.K: Şimdi Memet Efendi’den epeyce siyasal şey alıyorduk, Kemal Burkay’dır, yani TİP’in içindeki kadrolardır, benim amcam oğludur, o H., kitapları vardı getirip sürekli okuyorduk. Yani politize bir, kışla takımı hariç diğerleri politizeydi. Dolayısıyla biz İşçi Partiliydik, kışla takımı CHP’liydi, biz böyle çatış… yani çatışmalarımız, eski çatışmalar politik şeye dönüştü. Onlar devleti savunuyor, biz ona karşı… ve hatta Dersim’de bir yatılı okul, yarı yatılı okul açıldı, lisenin bir kısmını yatılılara ayırdılar yani gelip yurtta kalacaklardı orada.
Bu gelenlerin hepsi dışarıdan geldi, Adıyaman’dan geldi, Adana’dan geldi, Mersin’den geldi. Bunların ortak bir özelliği de, bize, genç kızlara nasıl mektup yazılır, bir sevgiliye nasıl hitap edilir? Hangi takımı tutarsın? Hangi şeyi şey yaparsın, biz bunlara yabancıydık ama yani tabi bunlar yani… artık eğitimli mi, yönlendirme midir bilemiyorum, bizi şey yapıyorlardı, böyle yani mutlaka bir takımızın olsun, takımı olmayan adamdan saymazlardı, sigara içmeyeni adamdan saymazlardı! Bilmiyorum… kızların da eğilimi onlardan yanaydı, dolayısıyla daha popüler oluyordu, takım bilmiyor ya o adam gibisinden (gülüyor)… Bizimle onlar arasında o türden bir şeyler vardı yerli ve yabancı, biz yerliydik onlar yabancı, kışla takımı da onlarla, o yatılı kısım birleştiler. Şimdi aramızda bu tür tartışmalar oluyordu. Ben 1969’da İstanbul’a gittim, dayım dedi ki, Mehmet… Demircioğlu (1969 yılında vurulan YTÜ öğrencisi: Battal Mehetoğlu’dur.) vurulmuş, cenaze törenine gidelim, dayımla beraber, dayım Veli Yıldırım’la beraber gittik, Deniz’i ilk defa orada gördüm, duymuşum radyoda, ilk orada tanıdım. Demişti, Deniz Gezmiş budur!
Ş.A: Cenaze neredeydi?
D.K: Beyazıt’ta, İstanbul Üniversitesi merkez kampüsünde toplandık. Yani inisiyatif Deniz’de belliydi. Şimdi Deniz’i ben radyodan duymuştum, orada duyunca daha da çok şey oldum, yani böyle sevdim, konuşmak istiyorum, şey yapmak istiyorum. Tabi en önde Deniz’in yanında yürüyoruz, en önde, tabutun altında tabi binlerce, 4-5 bin öğrenci yürüyoruz. Deniz’in yanında ben de en önde gidiyorum, o tabutu aldım taş gibi, yani kaldıramıyor insan. Ya dedim herhalde bunlar benden büyük tabi onlar, benim boyum gerçi uzun, uzun da ama… Sonra neyse Cağaloğlu’ndan girdik toplum polisi önümüzü kesti ve hemen tabutu açtılar, içi taş dolu.. meğer cenaze önceden gitmiş.
Tabutun içini, polis ile çatışmak için taş doldurmuş küçük küçük taşlar. Başladılar atmaya, ben de yetiştim, ben de aldım attım polise, kovaladık toplum polisini ta şeye kadar, valiliğe kadar. Tabi taş bittikten sonra polis geri döndü saldırdı bize (gülüyor), bu sefer biz kaçtık. Baktım ki, Cağaloğlu Kız Lisesi’nde inşaat var, biz gittik o inşaata, atladık inşaata, taş, tuğla atıyoruz bu sefer polise. Bizi nasıl sarmışlar, nereden sarmışlar bilmiyorum, birden kafamda bir darbe, bir cop yedim bayıldım, gözlerim karardı düştüm. Ayıldığım da, baktım polisler hâlâ şeyle, kovalıyorlar yani benim, bizim üzerimizden geçiyorlar. Bekledim, polis şey olduktan sonra ben kalktım kaçtım, başka istikamete, Sultanahmet’e doğru kaçtım. Yıllar sonra, 1970’de Deniz Gezmiş’i görünce o olayı hatırlattı, ya dedi o genç, o düşen genç sen miydin? Dedim he, dedim he ben düştüm, siz hepiniz kaçtınız, dedi öyle değil! Ben de düştüm dedi, ben de düştüm, kalktım ki sen kalkıp kaçmışsın! E onu da dövmüşler hakikaten, o da düşmüş.
Ş.A: Bu olay 1969’da mı oldu?
D.K: 69… Mehmet… Cantekin, Mehmet Cantekin.
Ş.A: Cantekin mi ölen kişi?
D.K: Ölen kişi Mehmet Cantekin’di, he, Kâhtalıydı, Adıyaman Kâhtalı, Ermeni kökenlidir.
(Mehmet Cantekin, Orman Fak. Öğrencisi, 19 Eylül 1969 tarihinde, Özel Işık Müh. Ve Mimarlık Yüksek Okulu’nu işgal eden Faşistler tarafından, okulun devletleştirilmesini isteyen devrimci öğrencilere açılan ateş sonucu öldürüldü.)
Ş.A: Şeyi tam anlayamadım, peki tabut, siz tabutu taşıyorsunuz ama tabutta taş var.
D.K: Taş olduğunu ben bilmiyordum yani ama tabi organize edenler, şey yapanlar.
Ş.A: Gerçekte tabut nerede peki?
D.K: Cenaze gitmiş, gönderilmiş, cenaze gönderilmiş fakat töreni biz yapıyoruz, tabi tabut taşıyoruz, tabutun içi de taş dolu, yani ben de şey zannediyorum ben ne bileyim…
Ş.A: Evet, ilginç.
D.K: Deniz’le tanışmam öyle oldu. Polisle o kavgadan sonra tabi Dersim’e kahraman olarak döndüm, bir de parka aldım, artık militan devrimciyim. Yani öğrenci gençlik içinde de inisiyatifimi koymuşum. İşte İstanbul’a gittim, biz polisle böyle çatıştık, böyle yaptık, yani… gelen insanların şeyi…
Ben 1976’da Kartal Maltepe Cezaevi’ndeyken bir isyan davası vardı. İsyan davası da şuydu; Süleyman Yeşil ile Aslan Kılıç hücre cezası almışlardı mahkemeye hakaretten, bir hakaretten dolayı hücre cezası almışlardı. Hücre cezası nedeniyle onları tekrar hücreye almak istediler, biz vermek istemedik, biz de şeylere elektrik bağladık, Mehmet Zeki Şerit, onlarla beraber, cezaevindekiler, kapılara elektrik bağladık yani dokunmasınlar. Tabi dokunan asker geri kaçıyor. Yalvardılar yakar… bırakın yoksa duvarları yıkıp gireriz, dozerle gireriz! Sonra sis bombası attılar, şey attılar, biz kapıyı, kapıları şey yaptılar girdiler içeriye, bu burnum falan hep oralarda kırıldı, hurdahaş ettiler bizi. Hakkımızda dava açıldı.
Şimdi Mehmet Moğoltay şuradan devreye girdi, bir albay, adli müşavir geldi bizimle oturdu konuştu, artık af çıkmış, dolayısıyla yumuşamış ortam, yani 1975’tir bu olay. Dedi, benim kızım da devrimcidir gençler, gelin ben bir ricada bulunayım hani oturup konuşalım. Siyasi savunma yapmayın, iki şık var dedi, ya ben sizi askeri ceza kanununa göre cezalandırılmanızı istersem yani askeri kişilerin askeri makamlara isyanı şeklinde, 13 ile … 36 ay arası ceza alırsınız. Ama, sivil kişilerin askeri kişilere isyanı, yani sivil ceza yasasına göre, Türk ceza yasasına göre yargılanırsanız, alacağınız ceza en çok 3 ay ile 13 aydır.
Ben 3 ay talep edeceğim, o 3 ayı da 3 günlük hücre cezasına çevireceğim, infazı böyle yapalım, siyasi savunma yapmayın ama, tamam dedik, anlaştık albayla.
Gittik aynı o şekilde sivil kişilerin askeri kişilere Türk ceza yasasına göre 3 ayla cezalandırılmasını talep ediyor. Ya adamı sürgün etmişler, o albayı başka yere sürgün etmişler! Biz tekrar artık savunma yapmıyoruz ya, ertesi hafta şey olacak gittik Mehmet Moğoltay iddia makamında savcı…o da yani… askerlik yapmaya gelmiş, yedek subay…savcı olarak onu çağır… şey yaptılar. Şimdi benle Süleyman Yeşil seviniyoruz, sen bu konuyu Süleyman Yeşil’le konuştun mu hiç?
Ş.A: Evet.
D.K: Hııı! Şimdi Süleyman Yeşil’le konuşuyoruz, biz seviniyoruz. Memo, Memo, Memo bakmıyor hiç bize, bööööyle, böyle heykel gibi. He Memo, he Memo, Memo bakmıyor bize.
Ş.A: Siz tanıyor musunuz önceden?
D.K: Yahu dedim ya Mehmet Moğoltay ……
Ş.A: Yani şeyden tanıyor musunuz, memleketten?
D.K: Tabi canım ya memlekette Kemal Burkay’ın yanında yani bizim komşumuzdu, beraber biz ona bağlı çalışıyorduk İşçi Partisinde, bize Kapital’i veren, Marks’ın, Engels’in kitaplarını veren, bu Mehmet Moğoltay’dır.
Ş.A: He, tamam.
D.K: Tabi biz de seviniyoruz Mehmet Moğoltay gelmiş beraatımızı ister! Memo hele bak merhaba diyeceğiz ha! Ulan Memo diyoruz, Memo hiç bize bakmıyor! Neyse kalktı Memo yani esas hakkındaki mütalaasını bildirecek. Dedi, iddianamedeki suç… hazırlamış vermişler eline…. okudu iki sayfalık bir yazıyı… işte askeri ceza kanununa göre 13 aydan 36 aya kadar cezalandırılmasını… Donduk kaldık, he ulan Memo, bu nedir bu (gülüşmeler)… Süleyman Yeşil kalktı dedi, aramızda ihtilaf var, benim bu savcıyla kişisel ihtilafım vardı, dedi o iddia makamında bulunamaz!
Otur dedi! Oturttular, oturup kalkıyor, oturup kalkıyor! Bak dedi, hakaret davası, ikinci hakaret davası açacağız.
Süleyman, benim söylediklerimi aynen dedi yazın, kendisine de sorun, benim babam onun anasını kaçırmış, onun babasının hanımını kaçırmış, onun babası da gelmiş benim babamın eski hanımını kaçırmış! Mehmet Moğoltay benim üvey kardeşim olur, aramızda düşmanlık var (gülüyor). Ya şimdi… hakikaten öyleymiş.
Ş.A: Öyle miymiş?
D.K: Tabi, hakikaten Mehmet Moğoltay iki tane annesi var, ilk, o son getirdiği anne Süleyman Yeşil’in üvey annesidir, tabi. Tabi adamlar şeyi bilmiyor birden şaşırdılar, Mehmet ne diyorsun dediler? Bir şey diyemiyorum dedi, ara verdiler 15 dakika, gidip geldiler. Şimdi yani hâkim de diyor, yaz kızım diyor, sanık Süleyman Yeşil söz istedi işte böyle böyle dedi! Ha ha uhaaaa başlıyorlar gülmeye. Ya bir türlü yazdıramadı (gülüyor), yazdıramadılar, bir iki üç denediler, bir daha ara verdiler gittiler. Kendi… orada yazdırmışlar, ya kızım bunları yaz, oraya geldi aldı okudu sadece, okudu, bitirdikten sonra (gülüyor)… Tabi sormuşlar buna, demiş doğru, benim üvey annem onun babasının şeyi, evlenmişler, iddia makamında bulunamaz. Ben, dedi ben çekiliyorum, çekildi. Onlar bir başka yedek subay getirdiler. Velhasıl bizim cezamız 13 ay olarak kesinleşti.
Ş.A: Hangi sene?
D.K: 1975.
Ş.A: Biraz daha geriye gidelim.
D.K. He tabi ki ben 1970’de üniversiteye girdim hukuk fakültesine kaydımı yaptım ve yani orada Deniz’le veya o Dev-Genç’in ileri gelen adamlarıyla sürekli yani tartışma halindeydim. Hatta bir ara, bizim Küllük’ü basacaklar diye, (Küllük diye bir kafeterya vardı üniversitenin karşısında faşistler orayı basacak) biz 10-15 kişi Deniz ile beraber gittik, onun bir bodrum katı vardı gittik orada oturduk, bekliyoruz.
2-3 kişi dışarıda nöbet bekliyordu, gelip haber verdiler, geliyorlar, dediler! Biz hazırlıklıyız, çıktık, faşistlerden birkaç kişi dayak yedi, kaçtılar.
Dev-Genç ile siyasi tartışmalar oluyordu, ben o tartışmalarda İbrahim’i tanıdım. Ayrıca, Devrimci Doğu Kültür Ocakları’nın yeri, Beyazıt’taydı, İşçi Köylü bürosu da onun üst katıydı. Ben bazen oraya, oradan oraya gidiyordum.
O dönemde bir de arabesk acayip yaygındı, benim çok acı duyduğum bir anlayış, yaşam ve müzik türüdür.
Deniz’in de içinde bulunduğu bir grupla Dev-Genç’lilerin çıkardığı bir bildiriyi tartışıyorduk. Kahrolsun faşizm, faşizm dökülen kanlarda boğulacak…gibi bir slogan var. Bu sloganın bir arabesk kültürü olduğunu belirttim, devamla, onlar bizim kanımızla boğulmazlar, onlar bizim kanımızla beslenirler, büyürler, dedim. Bu yanlış bir şeydir. İkincisi, kahrolsun faşizm, kahrolmaz! Vicdan sahibi olanlar kahrolur, üzüntüden kahrolurlar, ha kahredeceğiz derseniz anlarım.
Deniz geldi, peki önerin ne dedi, ne koyalım oraya? tepki duyarak böyle.
Dedim arkadaş yanlış olduğunu söylüyorum ama doğruyu da hep beraber bulalım, yani doğrusu ne… bunu yazmak zorunda değiliz yani. Ama size söylüyorum, yani eğer kahrolsun demek istiyorsan kahredeceğiz deyin, kahrolsun yani bana hoş gelmedi, arabesk bir kelimedir.
Dedi neyse, doğru bir şey bulursan gelir söylersin bana. Dedim, iyi.
Dersim’de Pir Sultan Abdal gecesi yapılmak istenmiş, valilik yasaklayınca millet tepki duymuş, Mehmet Klan gidip polis kurşunu ile vurulup öldürülmüştü.
Deniz geldi dedi, biz Dev-Genç adına karar almışız, bu geceyi Dersim de yapacağız, ama izinsiz, devlete rağmen yapacağız, dedi. İstanbul Dev-Genç adına sen, Ankara Dev-Genç adına da M.K.Ç. ( M.K.Ç. PDA’lıydı o zaman yani Doğu Perinçek grubundan.) Bir de… F.B. (o da daha sonra bu İzmir soygununa katılan Aktancılar grubundan, THKO ya yakındı) Arkadaşlar Ankara’dan geliyor, üçünüz Dersim’de görüşün. (Ben kendisine birkaç adres verdim, geldiklerinde arasınlar, diye).
İki üç gün sonra onlar geldi, görüştük Dersim’de, bir program yaptık. Rahmi Saltık ve Pir Sultan piyesini oynayacak olan halk oyuncular grubunu beraberinde getirmişlerdi. Tamam Merkezde yer aldık, ayrıca Mazgirt ve Ovacık’ta düzenlemeye karar aldık. Dedik köylere gidelim, M.K.Ç. bizim en yaşlımızdı ve kaymakamdı.
Ş.A: Öyle mi?
D.K: He. Ben gençtim ama ben yerliydim. M.K.Ç. o zaman Antalya’nın bir şeyine kaymakam olarak atanmıştı, istifa etmişti, gitmemiş politika yapıyor. Tabi kaymakamdı o, Siyasal’ı bitirmişti. Fakat yani oranın şeyini bilen bendim, dedi köylere gidelim. Şimdi köyde kimse gelmiyor ki tiyatroya, olsun dedi gideriz propaganda yaparız, iyi! Gittik, Hasörik’i, bilir misin Hasörik’i.
Ş.A: Duymuşum.
D.K: Hasörik’de Veli ağa var, Veli ağa Suranlı’dır ve ağadır.
Çok büyük köyleri yok ama, Hasörik’in hepsi onun. Ben de ağaları yani böyle şey olarak kötülüyoruz, kötü görüyoruz ya, kötü ağa türünden. Gittik dedik yahu şimdi ağa görürse köylüler korkusundan eve almaz, ağa görmesin, ne yapalım? Bir hendekte oturduk, gece olsun dedik. Gece oldu, gittik en aşağıda bir yoksul köylünün evine. Adam dedi, kardeşim, ağa dururken benim evime niye geliyorsunuz? Bir tarafta atlar, iki üç tane at bağlanmış, bir tarafta kendisi karısıyla beraber. Ağanın evi dururken buraya niye geliyorsunuz? Tabi ağa da haber almış yani bir kişi geldi dedi, buyurun misafirhaneye gidelim falan, artık gideceğiz, mecbur gittik ağanın evine. Biz siyasi hareketi, işte şeylerin birliğini, komünizm propagandası yapıyoruz. Veli ağa dinliyor, hiç karşı da çıkmıyor! Beyler dedi ben ağayım, öyle çok toprağım yok ama bu kadar insan bana saygı duyuyor, şey gösteriyor, onları besliyorum da, onlar da beni besliyor. Bunu boş verin, bu sosyalizm mosyalizm de ben yokum! Allah sizin de yardımcınız olsun ben ne diyeyim. Ama eğer Barzani’ye destek verirseniz ben varım, ben Kürtçülükte varım. Bunun üzerine arkadaşlar sen milliyetçisin, dediler.
Evet, ben öyleyim, ben milliyetçiyim, dedi.
Velhasıl, neyse ertesi Mazgirt’e gittik, kaymakam bizi karşıladı. Biz resmi şeylerden kaçıyoruz diyorduk, onlar size yardımcı olalım, diyorlar.
Neyse oradan çıktık Nazimiye’ye yine kaymakam karşıladı bizi, size yardımcı olalım, dedi. Yahu kardeşim biz size rağmen bu etkinliği yapmak istiyoruz zaten, siz bize yardımcı olmayın.
Dersim’e gittik lise müdürüne, beni tanıyor hani lise müdürü, biz dedik anahtarı ver, spor salonunun anahtarını. Oğlum siz Pir Sultan Abdal gecesi koyacaksınız ama izin olmadan ben veremem, gidin valiye müracaat edin vali verir, dedi. Hayır, biz valiye rağmen koyacağız, izin mizin almıyoruz, dedik. Adam, ben en veremem falan, dedi. Bunun üzerine, sana bir hafta süre veriyoruz, gidiyoruz yani şeyleri de geziyoruz bazı yerleri 3-4 gün sonra geleceğiz, anahtarı vereceksin! dedik.
Adam o arada gitmiş, meğer devlet eski valiyi görevden almış, yeni vali atanmış, toplumsal tepkiyi yatıştırmak için, işte yardımcı olun, eski vali hata yaptı, bu hatayı bir daha yapmayın diye, talimat vermiş…
Biz üç dört gün sonra gittik müdür hemen bize anahtarı verdi, izin almış şey yapmış, resmiyette hiç korku morku yok tabi. Millet öyle salon tıklım tıklım… Bir grup, ekip geldi, vali, emniyet müdürü falan… içeri almadık, sizi içeri almıyoruz, dedik. Niye? Yer yok! Yahu ayakta seyretmek istiyoruz, yok edemezsiniz. Ondan sonra dedi, müsaade edin iki kişi gitsin, hiç olmazsa bu şeyin kasetlerini alalım Rahmi Saltuk’un. Tamam, iki kişi, parayı verdiler, çünkü o konuda çıkarımız var (gülüyor). Rahmi Saltuk’un bütün kasetlerini aldılar, parayı da verdiler, çekip gittiler. Daha sonra duydum bu… şey, bu oyun Ankara’da oynanmış, Ali Rıza Koşar’ın hanımı S.K. da bana yazdı, ya dedi bu oyunda ben de vardım, Dersim’deki oyunda.
Oyun, Dersim tarihinde büyük bir etki yaptı….
Ş.A: Senesi 1970 mi bunun?
D.K: 1971.
Ş.A: 71.
D.K: İstanbul’da DDKO vardı, DDKO’ya zaman zaman uğruyorduk, zaman zaman İşçi Köylü bürosuna uğruyordum, İbrahim’i o İşçi Köylü bürosunda tanıdım.
Ş.A: İlk tanışmanız orada mı oldu?
D.K: İlk tanışmamız evet.
Ş.A: Onu anlatabilir misiniz biraz?
D.K: İbrahim bir köy çalışmasından gelmişti yani hatırladığım, yanılmıyorsam Trakya’daki bir çalışmadan dönmüş. Onunla ilgili şeyler veriyordu ve bilimsel yani kitabi dil kullanması dikkatimi çekmişti, ilgi duymuştum yani. İlk orada sahici dinledim ve ama yani bir sempatim, bir yakınlığım doğdu kendisine karşı.
Ş.A: Hangi zamandı yani sene olarak ve ay olarak?
D.K: Yahu şey olarak hatırlayamıyorum… yani… gerçekten yani… isim ve tarih özellikle unutuyorum hani şey konusunda.
Ş.A: Bu İşçi Köylü bürosu neredeydi?
D.K: Beyazıt’ta, İşçi Köylü, DDKO’nun üst katıydı.
Ş.A: Yani şimdiki şeye göre hangi binadır, nerededir?
D.K: Onu, binayı bilemiyorum ancak, Kapalıçarşı’nın ana giriş kapısı var ya, onun karşısında, deniz tarafında anayol üzerindeydi yani, anayoldan girişi vardı.
……
12 Mart darbesi gelince bir sürü insan aranır oldu, DDKO İçinde Dev-Genç içinde ama ben aranmıyordum. Bizim Dersimli öğrenciler, Şişli’ye yakın, Levent’le Şişli arasında Zincirlikuyu’da bir ev tutmuştuk, orada kalıyorduk. 12 Mart’den sonra kaçaklardan , önce Ali Kılıç bize geldi birkaç ay kaldı. Bunun gibi birkaç kişi geldi bizde kaldı, aranıyorlardı yani. Biz de bir arayış içindeyiz ama hani [3]Doktor Şivan grubundayız, yani ona sempatimiz var, Doktor Şivancı bazı arkadaşlar var, onlar açık açık diyorlardı biz Doktor Şivan’ı destekliyoruz falan. Onlardan biri A.Z.O.’ydu. A.Z. , sonra benim amcamın oğlu H.K. güneye, yani Doktor Şivan’a, Irak’a gittiler. Şimdi biz o darbeden sonra herkes bir arayış içindeyken bu Türkiye Halk Kurtuluş Ordusu, Türkiye Halk Kurtuluş Partisi, bilmiyorum Türkiye halkı…
Yahu şimdi… özellikle bu Maltepe olayında hani, Mahir Çayan’ın yakalanması ve Hüseyin Cevahir’in öldürülmesinden çok etkilendik. Hüseyin’i şahsen de tanıyordum, amcası da benim kirvemdi. Ayrıca da dayılarım da yakın arkadaşı, çok, bu H.Y. onların yakını, konuşmuşluğum, şeyim de vardı. Fakat ben şeyi kavramıyordum, niye Türkiye İşçi Köylü Partisi, Türkiye Halk Kurtuluş Ordusu, Türkiye Halk Kurtuluş Partisi, yani Türkiye halkının dışında başka halklar var, Türk halkının dışında! Bu kavram, bununla bir türlü şey yapamadım veya tartışma öğrenciler içinde tepki yaratıyordu. Ya niye ben Kürt’üm! Yani bu tartışmalarımız vardı, DDKO ile şey arasındaki bu tartışmalar beni şey, bizi, örgütlenmeye götürdü. Doktor Şivan’a bağlı, Türkiye Halkları Sosyalist Partisi adı altında örgütlenelim, dedik. Türkiye Halkları Sosyalist Partisi. Bizim genel başkanımız M.D.’dü. Ben kendisine söylediğim için anlatıyorum, yani bu tarihtir, yani bunu ismen açıklayalım, yani hani senin ismini verebilir miyim? Verirsin dedi, verebilirsin, onun için onun ismini veriyorum, diğer arkadaşların ismini vermek de istemiyorum çünkü ortaya çıkmadı. O grubu kurduk ve Irak’a geçecektik, darbe, askeri 12 Eylül darbesinden sonra.
Ş.A: 12 Mart.
D.K: 12 Mart.
Ş.A: Yani o grubu kurduk derken…
D.K: Türkiye Halkları Sosyalist Partisi’ni kurduk.
Ş.A: Türkiye Halkları yani bu Doktor Şivan’ın içinde olduğu şey mi?
D.K: Biz kurduk ama ona yani ona bağlantılı kurduk. Doktor Şivan’ın T-KDP (Türkiye Kürdistan Demokrat Partisi) adıyla örgütleme yaptığını biz bilmiyorduk. Biz Türkiye Halkları Sosyalist Partisi olarak o öğrenci gençlik içinde örgütlendik ve çok da yaygın bir tabanımız vardı.
Ş.A: Öyle mi?
D.K: Tabi, Siverekli, Urfalı, Dersimli, Malatyalı. Ben, İbrahim Kaypakkaya’yla tanıştırdım bazılarını.
Partinin Başkanı, daha sonra çalışmalara katılmayınca, kendi başımızın çaresine bakalım, biz Doktor Sait’e gidelim, diye düşündük. A.Z.O. güneye giderken bana kiminle ilişki kuracağımı söylemişti, onunla ilişki kurdum, dedim, haber gönderin, bizi Cizre’den alsınlar. Biz 2 arkadaş gittik Cizre’ye, bekle bekle… sonra dediler Saitler vurulmuş, parti dağılmış, A.Z.O. da gelmiş, İstanbul’a geçmiş… İstanbul’a döndük.
M.A. var İstanbul’da, Kimya Fakültesi’nde okuyordu. İbrahim’in Doğu’lardan ayrıldığını söyledi. Ben İbrahim’i tanıyordum yani dinlemiştim. Bana yazılarını getirdi, okudum. Tam yani benim beğendiğim, Kemalizm, meselesi, şey… Ben bu arkadaşla görüşmek istiyorum, dedim. Muzaffer’le beraber gelecekler, dedi. En sonunda randevu aldım, benim Esenler’de bir evim vardı, biz İbrahim’le görüştük. Dedim ben senin yazılarını okudum.
Ş.A: Ne zaman görüştünüz, zamanı hatırlıyor musunuz?
D.K: 71’de, 71’in, 71… ayını hatırlamıyorum ya 71 olduğunu biliyorum.
Ş.A: Bu tabi ikinci görüşmeniz oluyor değil mi?
D.K: Birkaç, ben şeyde görüyordum sürekli, tartışmalarda.
Ş.A: Tartışmalarda.
D.K: Ha ha ama yani birebir böyle sohbetimiz yani ciddi bir şekilde oturup konuşmamız bu tarihte oldu. Soru sormuştum, toplantılarda soru sormuştum, şey yapmıştım da… İşçi Köylü bürosunda sık sık görüyordum yani öyle politik tartışmalarımız işte ilk defa bu şeyden sonra oldu.
Ş.A: Bu İşçi Köylü bürosu yani şeyin değil mi, Doğu Perinçek’in?
D.K: Doğu Perinçek’in…
Ş.A: Evet.
D.K: Evet. Şimdi tabi ben İbrahim’le tanıştım, İbrahim, G.Z., işte Atilla Ant’tı bilmem bazı isimler söylüyordu, bana hiçbir şey ifade etmiyordu, çünkü ben o grupla değildim. Ben durumu anlattım kendisine, dedim bak bizim bir grubumuz var, yani biz bu gelenekten gelmiyoruz. Bizim DDKO içindeki bir kesimle beraber, şey, ooo çok sevindi, yani şey oldu, seninle dedi bir evde oturup konuşalım! Dedim, benim evime gidelim, aldım Esenler’e gittim. Esenler’de baktı dedi bu evi kimse biliyor mu? Dedim kimse bilmiyor! Hiç kimse bilmiyor yani rahat kalabilirsin, bu bina da benim dayımındır, yani öyle üstelik de kendisi polistir ama yani ihanet etmez, bundan emin olabilirsin.
Tamam dedi. Oturduk onunla 2-3 gün konuştuk.
Ş.A: Geldi mi eve?
D.K: Tabi, tabi, geldi eve.
Ş.A: O ne zaman?
D.K: Valla… Muzaffer’le beraber gelip, DABK bildirisinden sonra.
Ş.A: Yani DABK bildirisi deyince, tarih olarak ne oluyor?
D.K: Tarih, tarih… ya tarih… şimdi sen bana desen, ben gerçekten karıştırıyorum, yani şeyi bilmiyorum da… yani 71’in sonu muydu, 72’nin başı mıydı bilemiyorum, çünkü Deniz’ler ne zaman asıldı, 72’iydi değil mi?
Ş.A: Denizler 72.
D.K: 72 Nisan’da.
Ş.A: Mayıs’ta.
D.K: Mayıs’ta asıldılar.
Ş.A: Denizler asılmış mıydı o zaman?
D.K: Yo, yo, Deniz’ler asılmamıştı, yo. Yani ya sonbahardır…
Ş.A: 71’in sonbaharı.
D.K: 71’in sonbaharı.
Ş.A: Evet.
D.K: Evet.
Ş.A: Muzaffer’le beraber mi geldiler?
D.K: Muzafferle beraberlerdi, fakat Muzaffer başka yerde kaldı benim evime gelmedi.
Ş.A: Şeyi, ev, evi nasıl tarif edebilirsiniz?
D.K: Ev hâlâ duruyor.
Ş.A: Öyle mi?
D.K: He.
Ş.A: Daha sonra konuşuruz.
D.K: Ev hâlâ duruyor, adresi hatırlamıyorum, Mama Hatun Caddesi diyorlardı, kaç numaraydı bilmiyorum.
Ş.A: O evde yani 2-3 gün beraber mi kaldınız?
D.K: Biz 2-3 gün beraber kaldık ve ondan sonra dedi ki, hazırla, burayı hiç kimseye söyleme, ben gelip buraya yerleşeceğim, öyle de karar aldık. Gitti, takriben 10-15 gün sonra bir daha geldi.
Ş.A: Siyaseten de mutabık kaldınız mı?
D.K: Tabi, tabi, durumu anlattık kendisine, dedi işte şey yapalım, ben tekrar dönüşte arkadaşlarla görüşeyim yani o arkadaşlarla, yani kim kalacak, kim şey yapacak bir öğrenelim dedi onları. Yani herkes savaşırız diyor ama herkes savaşamaz.
Ş.A: Sonra tekrar geldi mi o eve?
D.K: Tabi, tabi, takriben 15 gün sonra geldi, bu sefer işte M.A.’la beraber geldi, yazılarını orada yazdı.
Ş.A: Öyle mi?
D.K: Tabi, benim evimde yazdı. Benim de tabi…
Ş.A: Bugün yani bizim okuduğumuz yazılar mı?
D.K: Bugün okuduğumuz yazıları benim evimde yazdı, M.A. daktilo etti.
Ş.A: Öyle mi?
D.K: He! O mumlu kâğıda daktilo ediyordu, ben de Meral Yakar’a veriyordum, o da çoğaltıp dağıtıyordu, mekanizma böyleydi.
Ş.A: Evet, çok, çok önemli, evet.
D.K: İbrahim’in yani yazılarını okuyorum, hayran kalıyorum, fakat bazı noktalarda sorular soruyordum, özellikle bu milli mesele konusunda ve Kemalizm konusunda. Bu Cumhuriyet ve krallık meselesini tartıştım İbrahim’le, Kemalizm meselesine bağlantılı olarak. Dedim, yani Mustafa Kemal darbeciydi, yani devrimci değil darbecidir. Yani cumhuriyet demek ilericilik demek değildir, Hitler de cumhuriyeti kurdu, İtalya da cumhuriyeti kurdu, Fransa da cumhuriyeti kurdu, Yunanistan da krallık… cumhuriyeti kurdu. Ya bize ama krallıktan sonra faşizm geldi, Türkiye’dir dedim, bunların önceli de Türkiye’dedir dedim.
Ş.A: Evet.
D.K: ve dolayısıyla yani cumhuriyet mutlaka ileri, krallığa karşı, sultanlığa karşı ilericiliktir anlamına gelmez. Yani İbrahim hakikaten doğrudur yani haklıdır, haklısın. Orada yani Kemalist hareketi öyle değerlendiriyordu. Kemalist hareketi yani faşist ve ırkçı bir hareket olarak değerlendiriyordu.
Ş.A: Değerlendiriyordu değil mi?
D.K: He, evet öyle.
Ş.A: Yani sizin görüştüğünüz o süre içerisinde bu fikirler henüz yazıya dökülmemişti, orada döküldü.
D.K: Yo yazıyor, yazıyordu.
Ş.A: O günlerde döküldü yani.
D.K: Döküldü, o… yani daha doğrusu hazırlamış, defterleri vardı, notları vardı notları, orada yazıyordu M.’a veriyordu, M.’da daktilo ediyordu.
Ben de alıp şeye veriyordum, Meral Yakar’a veriyordum.
Ş.A: Merak Yakar’a. Peki, o zaman henüz Aydınlıkçılardan ayrılmışlar mıydı?
D.K: Ayrılmıştı.
Ş.A: Ayrılmış mıydı?
D.K: Ayrılmıştı he. Hatta o ara bir şey de çıktı, Çakır diye birini çağırmışlar, Çakır isminde biri, bunu yani Muzaffer’le İbrahim’i vurdurtmak istemişler, Çakır da gelmiş bize katılmış yani bizim gruba katılmış diye söyleniyordu, ben hiç hatırlamıyorum.
Ş.A: İbrahim kendisi böyle bir şeyden bahsetti mi?
D.K: Bahsetti tabi, bahsetti.
Ş.A: Öyle mi? Çakır’ı mı görevlendiriyorlar bunun için?
D.K: Dedi, Çakır böyle bir şey anlatmıştı bana, ben Çakır’ı tanımıyorum yani Çakır kimdir, nedir, sonradan İrfan Çelik olduğunu anladım.
Ş.A: Evet. Orada Muzaffer de mi hedef yani?
D.K: Esas hedef İbrahim’dir bildiğim kadarıyla ama bu ikisini beraber Söke’ye çağırıp ikisini orada vurmak istiyorlarmış.
Ş.A: Biraz o beraber kaldığınız günleri anlatabilir misiniz, o evde yani sizin ikinizden başka kimse var mıydı başta, ilk başta, o ilk 2-3 gün kalıyor ya?
D.K: Ya… yok, benim dışımda kimse gelmiyordu o eve zaten.
Ş.A: Ne yediniz, ne içtiniz biraz onu anlatırsanız.
D.K: Yahu dışarıdan ben yemek getiriyordum, İbrahim öyle yemek seçen biri değildi.
Ş.A: Dayınız karşılaştı mı hiç İbrahim’le?
D.K: Dayım karşılaşmadı, yok.
…
İkincisi, güzel zeybek oynardı.
Ş.A Öyle mi?
D.K: He, çok güzel zeybek oynardı, böyle bir şey yapardı (omuzlarını hafif kaldırıyor), kendisinden geçiyordu, he. Şey istemişti bir ara, sonra dedi ses çıkarır, mandolin.
Ş.A: Çalıyor muydu?
D.K: Çalıyordu, sonra ses çıkarır diye, ben dedim, Ben bulabilirim getiririm sana, dedim. Ama, ses çıkarır diye, yok dedi.
Kafamda kalan bir diğer sohbetimiz Alevilik ve etnik kimliklerden oldu. İbrahim çok açık bir şekilde şunu söyledi, dedi ki, ben eskiden Türk ve Alevi olmakla övünç duyuyordum ama şimdi sadece Alevi olmakla övünebilirim yani bugünkü…
D.K: Yani…
Ş.A: Takma isim kullanıyor muydu?
D.K: Takma isim… zaten İbrahim ismini hiç kullanmadı, Asur ismini kullanıyordu.
Ş.A: Asur.
D.K: He, özellikle ben onun yani evdeyken zaten değişik ismi, Hamza ismi, başka isimler kullandı da, fakat daha önce Kürdistan’da gidip çalışma yaptığı, Karakoçan, Malatya Kürecik yörelerinde isminin Asur olduğunu öğrendim.
Ş.A: Asur.
D.K: Yani Asur takma ismini koymuş ve oraya beraber gittiğimiz zaman da Asur ismini kullanıyordu.
Ş.A: Asur ismini kullanıyordu, Asur.
D.K: Asur gel, Asur yemek yiyelim, Asur bize misafir olur musun?
Ş.A: Bir Aşur diye bir isim var Alevilerde, Aşur mu, Asur mu?
D.K: Aşur diyor Aşur, Aşur.
Ş.A: Aşur.
D.K: Yani, bizde yok ama yani ben duydum Aşur ismini. Şeyde var, yani Alevilerde bazılarında varmış, özellikle bu Kürt Alevilerde varmış.
Ş.A: Tabi evet. Yani şey değil mi, onu çünkü tam anlamak için soruyorum, yani Aşur diye bir isim var zaten Kürt Alevilerde.
D.Ş: Var, varmış he, he.
Ş.A: Asur başka bir şey.
D.K: Aşur, Aşur.
Ş.A: Aşur değil mi?
D.K: He Aşur.
Ş.A: Tamam, ben ilk defa tabi duyuyorum, bir de Hamza ismini mi kullanıyordu?
D.K: Hamza ismini kullanıyordu. Şimdi bu yazıları, tabi konuları biz şey yapıyoruz ama İbrahim’le çok derin sohbetlerimiz oldu ve özellikle politik konularda. Şahsi konularda da şey oldu, dola… Yani İbrahim o kadar çok… bir özelliği, çok güleç yüzlüdür.
Ş.A: Çok?
D.K: Güleç yüzlü.
Ş.A: He.
D.K: Fakat siyasi konulara geçtiği zaman çok farklı bir İbrahim çıkıyor böyle yani kararlı, vurgulayan böyle şey yapan, böyle ciddi, vurgulu, yüz ifadesi değişiyordu. Bir gün bir olay daha anlatayım, neyse biz bu kendi grubumuzu, ben getirdim İbrahim’le tanıştırdım Türkiye Halkların Sosyalist Partisi’ni. Dersim’e ilk giden kadrolar da onlardır.
Ş.A: Öyle mi?
D.K: Tabi. İlk kadrolar onlardır, yerli kadrolarla beraber…
Ş.A: Bu kadroların hepsi İbrahim’in siyasi şeyiyle birleştiler değil mi yani?
D.K: He, he, İbrahim’in o çalışmalarıyla beraber birleşti, ilk yakalanan, Dersim’de ilk yakalanan H.G., onlar bizim gruptandır, benim akrabalarımdır.
Ş.A: Öyle mi?
D.K: Tabi.
H.G.’in dedesi de, 38’de şehit olanlardan.
Ş.A: Evet.
D.K: Şimdi, ben bu grubu tanıştırdıktan sonra onlar arasında ayrım yaptı, burada çalışan, burada kalması gereken ve gidenler konusunda.
Elazığlı biri vardı, ona dedi git köyde rapor hazırla gel. İbrahim çok zekiydi o konularda, illegaliteyi çok iyi biliyordu. Tabi ben şaşırdım biraz, niye? Yani herkesi….ona niye yani git kendi köyünde siyasi çalışma yap ama sakın askeri konulara karışma, diyorsun? Bu da gitsin Dersim dağlarına!
Yok dedi, bu gitsin Elazığ köylerinde çalışsın. Neyse Hıdır gitti 15 gün içinde geldi. Dedi raporunu yazsın bize. Ha bugün ha yarın, ha bugün ha yarın, baktım ki İbrahim kızdı ciddiye aldı, ciddiye alıyor. Yahu ne oldu, niye bu kadar önemsiyorsun, adamın anlattığını ben sana anlattım! Hayır dedi, yazılı olacak. Yazılı verecek dedi. Ben dedim tamam, gittim söyledim kendisine, sen yazılı getir ver, tamam dedi ben bu akşam yazarım yarın getiririm. Gitti, daktiloyla yazmış getirmiş. Aldı, nasıl okudu, sinirlendi, ben onun kendi el yazısıyla yazmasını istiyorum.
Ş.A: Özür dilerim, kimdi bu kişi?
D.K: Hıdır Akgün.
Ş.A: Hıdır?
D.K: Akgün.
Ş.A: Akgün, evet, o da sizin gruptandı?
D.K: Bizim gruptandı. Yo bu bizim gruptan değildi.
Ş.A: Değil miydi?
D.K: Yo değildi. Yani Türkiye Halkları Sosyalist Partisi’nden değildi.
Ş.A: Değildi, hı.
D.K: Üniversitede Dev-Genç içinde aktif olan biri. O da, o, İbrahim’e biz katılınca o da geldi bize katıldı.
Ben böyle bir şaşırdım ya niye? Hayır dedi, kendi el yazısıyla yazacak. Tabi ben de gittim, dedim ya kendi el yazınla yaz, dedi yarın yazarım. Geldi eli bağlı, sarılı, yahu dedi ben söyleyeyim sen yaz o zaman, tamam, dedim. O söyledi ben yazdım. Dedi, bu onun kendi el yazması mı? Dedim yok o söyledi ben yazdım. Durdu böyle şey yaptı, ya dedi anlamıyorsunuz ya! Bu adam ya ajandır yahut da korkağın tekidir, bizimle çalışabilecek biri değil! Niye? Ya dedi bizde normalde herkes kendi hayat hikâyesini, kendi geçmişini, kendi özgeçmişini normalde vermesi lazım, kendi el yazısıyla vermesi lazım. Hiçbir polis, raporları kendi el yazısı ile vermez, suç teşkil edecek bir belgeyi kendi el yazısıyla vermez.
Kafama şak diye bir anda şey oldu, hakikaten ya bu adam niye bu kadar ısrar ediyor kendi el yazısıyla yazmıyor? Üstelik elini sardı, dedi eli de sarılıydı. Tamam dedi, biz bu adamı takip altına alalım. Dedi ben sana bir tane adam çağıracağım yani dışarıdan biri onu takip etsin. Tamam. Genç bir çocuk geldi onu takip etti. Bir hafta sonra verdiği raporda, bu Hıdır Akgün bir kızla beraber, kızı da ben tanıyorum yani Hukuk Fakültesi’nde, politikayla ilgilenmeyen, böyle herkesin ilgisini çekebilecek kadar güzel bir kız, onunla beraber Sultanahmet Karakolu’na girip çıkıyor her zaman aynı saatte, öğleden sonra saat 4 ile 5 arası mutlaka giriyorlar oraya, çıkıyorlar.
İbrahim, bu ajandır dedi. !
Dedim bu adam diyor ki, Amerika’daki faşistlerle MHP’nin bağlantısını sağlayan, onlara silah desteğini veren Ekşioğulları’dır. Ekşioğlu armatörleri, Trabzonlu babası, Hıdır’ın verdiği bilgi bu.
İbrahim’le Deniz’lerin asılmasını önlememiz lazım, ne yapabiliriz? Konusunu değerlendiriyoruz.
Hıdır’ın verdiği bu bilgiyi dinleyince, biz o adamı kaçıralım, dedi.
Ş.A:Hıdır’ın önerisi mi bu?
D.K: Hı, Ekşioğlu bilgisi Hıdır’ın önerisi, Hıdır tanıştırdı, Hıdır’ın akrabaları.
Bana dedi ki, Gününü tarihini Hıdır belirlesin, ama çaktırma biz kendimiz ayrıca bir istihbarat yapalım.
Tamam, dedim. Aslan Kılıç ile birlikte gittik Ekşioğlu sarayı diye Üsküdar’da A-B-C-D blok, D-E’ye kadar Ekşioğlu sarayı var, apartman, Ekşioğlu, A Ekşioğlu, B Ekşioğlu, D diye bloklar var. Biz gittik, şimdi Hıdır’ın verdiği bilgiye göre biz gittik, üst kata çıktık, zile bastık.
Yaşlı bir biri çıktı. Burada yok, kimse kalmıyor, Ekşioğulları B binasında kalıyorlar. Öyle mi, evet, dedi. Gittik, gittik tabi doğru adresi de tespit ettik.
İbrahim ile görüşünce, Hıdır Akgün’ün verdiği adres yanlış dedik. Dedi o bizi orada imha edecekti.
Ama onlar bizi tuzağa düşüreceğine biz onları tuzağa düşürelim, dedi. Dedi, sen ona git gününü beraber belirleyin, saati, günü, hatta şeyini, tamam dedim.
Biz kendi istihbaratımızı yaptık, ondan on gün önce baskın yaptık, Ekşioğlu sarayına, Ekşioğlu’nun oğlunu aldık. Fakat orada oturan biri şuurunu yitirdi, İbrahim’e kilitlenmiş, öküz gibi bağırıyor. Yahu tabanca kabzasıyla vuruyoruz, vuruyoruz, yok bırakmıyor, mümkün değil yani ve artık o bağırtıda bütün halk ne oluyor, ne oluyor falan sesler aşağıdan gelmeye başladı… İbrahim sıktı adama, düştü, o düşünce biz kaçtık. Yahu biz şimdi yukarıdan geliyoruz o merdivenlerde kapıyı açanlar kaçıyorlar sağa sola, kaçıyor içeri kaçıyor, beşinci kattan indik. Yahu aşağıya indik ki bir manga asker süngü takmış geliyor …
Ş.A: Allah Allah.
D.K: Meğerki hazırlık varmış ama demek ki beklenmediği şey, yer ve tarih, adamlar nereye gideceğini bile bilmiyor. Ha böyle bu şeye doğru, Ekşioğlu sarayına doğru geliyorlar biz havaya ateş edince düştüler önümüzü o bir manga asker, onlar bizim önümüzde biz onların arkasında, orası bitişik nizamlı, bitişik nizam olduğu için sağa sola da kaçamıyorlar o Çamlıca’ya doğru. Neyse epey gittikten sonra onlar bir aşağıya doğru bir yol açıldı, asker o tarafa doğru gitti, biz vurduk Çamlıca tepesine doğru. Biraz gittik, İbrahim öyle askeri bir insan değildi, öyle tıknaz, bir de nefes darlığı da vardı. Biz üçümüz vurduk gittik.
Ş.A: Üçüncü kişi kim?
D.K: Biz dört kişiydik, ismini söylemek istemi…
Ş.A: Tamam.
D.K: Biri, biri şeydi, biri Çelik’ti, biri de şu anda İstanbul’da yaşayan hâlâ, davada da ismini vermediğimiz biridir.
Ş.A: Tamam, tamam olur, tamam, ben nasıl olsa biliniyor diye…
D.K: Bendim, yani ben de zaten yani iddianamede de var, bir de İbrahim’di. Biz girdik şeye, baktım İbrahim yok. Yahu İbrahim nerede? Bekleyelim. Dediler, geçelim biz şeye gireriz, ormanda bekleriz sizi. Dön… yani döndüm İbrahim’i aldım, nefes nefese kalmış koşamıyor. Neyse onların dediği yere doğru, ya nerede arkadaşlar? Dedim düzlükten sonra yani ormana girelim orada bekliyorlar bizi. Yağmurda yağıyor. Herhalde kış ayıydı. Yahu girdik o şeye… yok kış değil, çünkü uzun yazlık pardösü vardı beyaz, yani kışa doğruydu. Girdik oraya, çağırıyoruz yok, arkadaşlar yok, geziyoruz yok, inanamıyoruz, çünkü ne ben yer biliyorum ne o. Ben biriyle gidecektim, o da Çakır’la gidecekti yani biz öyle planlamıştık. Yahu orayı bir saat dolan şey yap yok kimse, gitmişler. Bana dedi yahu sen kimseyi tanıyor musun? Ben tanımıyorum dedim kimseyi ben, ancak o Kuzguncuk’ta o polisin evini biliyorum hani bize o istihbaratı getiren polisin evini biliyorum. O da ancak şöyle gidersek, iskeleden gidersek bilebilirim ama yukarıdan biz gidersek ben çıkaramam. Dedi en güvenli yer orasıdır, oraya gidelim. Gittik, şimdi lambalara çıktık ki, İbrahim benim verdiğim bir tane beyaz pardösü vardı, beyaz pardösü, baktım her tarafı kan! Adam sıkmış ya üzerine sıçramış kan, gece karanlıkta belli olmuyor ama sokak lambaları ışığına geldik, baktım her taraf kan! Yahu ne yapıyorsun, onu ters çevirdi şey yaptı, kan izleri pantolonunda var, gömleğinin… Yahu yukarıdan gitsek bulamaz mısın? Yok bulamam yani, bir defa evine gitmişim, o da güven vermek için gitmişim yani,.
Ş.A: Evet, hı, hı.
D.K: Onun orada olup olmadığını da bilmiyorum.
Yani ama gittik orada bir evi biliyorum, onunla beraber gittiğimiz bir evi biliyorum. Neyse gittik, birden iki tane bekçi, ya ne olmuş size, bu ne kandır! Yahu dedik sorma, böyle kendimizi şeye verdik, kaza geçirdik, yaralıları hastaneye bıraktık şimdi eve gidiyoruz, böyle perişan olduk. Yahu geçmiş olsun hemşerim . Neyse, atlattık gittik. Zili çaldık, kapıyı açtı Hıdır Akgün.. böyle gözleri böyle, siz anamı s. ! Girdik içeriye silahlarımız da elimizde, geç otur dedik oraya. Kız da orada, o polis kız da orada.
Ş.A: Kız kim?
D.K: O polis kız onunla beraber. Ondan sonra şey yaptık, yani uyumayacağız sabaha kadar, baktım uykumuz geldi dedik yani biraz sen uyu, beni uyku basarsa ben uyurum. E şimdi İbrahim’i koydum, dayan, dayan, dayanmak istiyorum da bakıyorum gözlerim gidiyor, yahu kalk, Hamza kalk, Hamza kalkıyor, biraz duruyor o dürtüyor beni. Baktım ki Hıdır gözlerini kırpıyor böyle, ben hafif sanki böyle uyur gibi yapıyorum. Kalktı şey yapıyor böyle ayaklarını basıyor şey yapacak, ben dedim nereye? irkildi, yahu bırakmıyorsun tuvalete gidelim. Kapıyı açık bırak dedim. Neyse tuvalete, ya ayıptır ben yapamam falan. Dedim yaparsın, her pisliği yaptın, bizi öldürmekten, öldürmek için çalışıyordun ayıp değil de şimdi mi ayıp? Yahu öyle değil siz yanlış anlıyorsunuz şudur… Dedim, boş ver. Şimdi velhasıl biz ertesi gün, dedik Hıdır bizi karşıya geçireceksin hani sen Elazığlı bir tane kayıkçı vardı diyordun, onunla sevgili gezintilerine çıkıyordun, o kayıkçıyı çağır bizi karşıya götürsün. Tek kelime çıkmayacak ağzında ve bizimle beraber geleceksiniz. İkisini aldık Anadolu Kavağı’na kadar gittik, sesinizi çıkarmayın, hiç şeylik yapmadılar, kayıkçıyı bulduk, bindik kayık, geçtik karşıya, motor, geçtik karşıya. Oradan da bir taksiye bindik, yine onları da yanımıza aldık şeye kadar, Levent’e kadar.
Levent’te dedik, ben İbrahim’e dedim bırakmayalım bunu, dedi boş ver, başımıza bela…onun yapacağı bir şey yok artık. Biz bıraktık gittik yani, onları orada serbest bıraktık gittik. Üç dört gün sonra bana bir mektup göndermiş tanıdıklar aracılığıyla, mektubu aldım İbrahim’e götürdüm okuduk. Ben şu, şu, şu bilgileri vermişim polise, polis biliyor, bir an önce boşaltın, şu şu şu isimleri vermişim, vermediklerim, bak diyor, bunu, bu, bu evi biliyorum hâlâ vermemişim ama vermek zorundayım, çünkü beni de sorguya çekecekler. Orayı da boşaltın derhal, benim bildiğim bütün şeyleri. İbrahim dedi, (gülüyor) yahu böyle dürüst polisler de varmış. M.İ. diye bir adam vardı.
Ş.A: Ona geçmeden, ne oldu Hıdır Akgün sonra?
D.K: Hıdır Akgün sonra tabi o davadan dolayı benim hakkında idam kararı istediler, Ekşioğlu olaylarından dolayı. Hıdır Akgün beni işkenceye götürdüklerinde oradaydı. İşkencede ben , Güner Alakoç, Hikmet Şenses, İbrahim Kaypakkaya konuşmadı.
Ş.A: Evet.
Ş.A: Yok Hıdır Akgün’ü sordum ben o ne yaptı?
D.K: Hem sorgulandı hem sorguda soruşturdu.
Ş.A: Öyle mi?
D.K: Hı, hı. Şimdi polis şey olduğu için bir de hani samimi itiraf olabilmesi için, onun samimi itirafı olabilmesi için hani polis iftira atabilir, onu tutuklu olarak yargılamak istediler, getirip Davutpaşa’ya, Davutpaşa Kışlası’nda içimize attılar, Davutpaşa Cezaevi’nde, askeri cezaevinde.
Ş.A: Öyle mi?
D.K: Tabi, Hikmet onlar bunu çok iyi bilir, iddianamede de var, şeyde de var, mütalaada da var. 15 gün içimize attılar, 15 gün içinde baktı ki biz karışmıyoruz, herhangi bir agre… kimse karışmasın dedik yani! Ama samimi davranmayın ve de karışmayın, kimse karışmadı. 15 gün sonra aldılar bıraktılar tabi. İstiyorlardı ki olay çıkaralım, dövelim… yani problem yaratalım bizi suçlayıcı şeyler çıkarsın. Fakat onu şey yapmayınca, orada 15 gün kaldı bizim yanımızda, tabi.
Ş.A: Sonra ne oldu?
D.K: Bıraktılar.
Ş.A: Öyle mi?
D.K: Hem bıraktılar hem beraat ettirdiler.
Ş.A: İlginç, şey peki sonra yani şimdiki hayatı nerede onu merak ettim.
D.K: Şu andaki hayatı da çok iyi bilmiyorum, fakat o ş….. bana çok büyük zararı vardı.
Ş.A: Öyle mi?
D.K: Hı, hı. TİKKO’cular bana işkence yaptılar, Davut Kurun’un emriyle beni kaçırdılar. diye beyanda bulundu. Kendi elinde sigaralar söndürmüş olabilir, TİKKO’cular onu kaçırsalardı vururlardı, öyle işkence yapmazlar. Kendi, belli ki kendisi yapmış yani o yanıkları.
Ş.A: Şeyi anlatıyordunuz, M. diye bir arkadaş vardı dediniz.
D.K. Şimdi M.İ.’in hikâyesi aslında kitap olması gereken bir hikâyedir.
Ş.A: Öyle mi?
D.K: Hı, hı. M.’yı tabi Hıdır Akgün getirdi, o ajan getirdi.
Ş.A: Aa o tanıştırdı yani.
D.K: Tabi, tabi. Elazığ’da bu öyle propaganda yaparken bu da sempati duyuyor, M.İ. de ona takılarak geldi. Biz Bağcılar’da bir ev, örgüt evi tutmuştuk orada kalıyordu. Parası da yoktu, şeyi de yoktu. Hıdır’ın bu olayı ortaya çıktıktan sonra onunla da ilişkiyi kopardık yani Hıdır’ın getirip tanıştırdığı herkesle ilişki kopardık. Onunla da haliyle ilişkiyi kopardık ve evine de gitmedik. Fakat ben ısrarla bu ajan değil, bu samimidir, konuşmaları, samimiydi, dürüsttü. Arada zaman geçti biz gittik pencereden baktık, tuza soğan batırıp yemiş, ekmek alacak parası bile yok.
Onunla ilişkiyi kestik, biz yakalandıktan sonra, birkaç tanıdık gençle beraber gidiyor Ankara’da banka soyuyor. Örgütle bağlantı kuramayınca, parayı bölüşmede ihtilaf çıkıyor ve birbirlerini yaralıyorlar, yakalanıyorlar hepsi müebbet hapis cezası alıyor. (gülüyor).
Ş.A: Ama şeyle ilgisi yok onun değil mi?
D.K: M. örgüt yani parti adına yapıyor fakat yani kimseyle ilişki kuramayınca kendi aralarında paylaşımda anlaşmazlık oluyor, birbirini de yaralayınca olay açığa çıkıyor.
M.İ., 1977’de Van’da 40 kişi kaçtı cezaevinden kaçtı, M.İ.’ de bunlarla beraber kaçtı.
Ş.A: 77’de mi?
D.K: 77-78.
Ş.A: Peki tekrar şeye dönersek İbrahim’le çalışmanıza, yani siz o ilk görüştüğünüzde mutabık kaldınız, bu yeni örgütsel yapının kurulma kararı ne zaman çıktı ve nasıl bir yapı oluştu?
D.K: Şimdi, şimdi açık söyleyeyim ben, illegal örgütlenme konusundaki inisiyatifi İbrahim belirliyordu. Bu, bu ilkelere uyacaksınız, dediğinde uyuyorduk hakikaten de… DABK’ de, Muzaffer’lerin bastırdığı ilk bildiriler, Türkiye İşçi Köylü Fedaileri (TİKF) imzasıyla çıktı. Filistin fedaileri gibi…
Fakat İbrahim bu ismi, İstanbul’da C.S., bana ve Aslan Kılıç’a sordu. Fedai ismi doğru bulunmadı, bunun üzerine İbrahim, TİKKO ismini koydu. İbrahim’le biz Dersim’e gittikten sonraki yayınlanan bildiriler TİKKO adına çıktı.
Ş.A: İlk önce fedailer miydi?
D.K: ilk önce Fedailer diye çıktı, TİKF, Türkiye İşçi Köylü Fedaileri.
Ş.A: Peki bu şey yapılanması yani ondan sonra mı oluştu, siz konuşup mutabık kaldıktan sonra mı oluştu TKPML? Yoksa var mıydı?
D.K: Tabi, tabi, tabi.
Ş.A: Sonra oluştu?
D.K: Yani benimle ilişki kurulduğu zaman biz ilk ekibi Dersim’e gönderdiğimiz zaman TKPML olarak henüz bildiri çıkmamıştı.
Ş.A: Öyle mi?
D.K: Hee! Fakat yazdığı yazıda ismimiz bu olmalıdır diyordu. Gençlik birliğinin ismi bu TMLGB olmalıdır. Yani ben, Ahmet Muharrem Çiçek, Meral Yakar biz TMLGB sorumlusu olacaktık.
Ş.A: Öyle düşünülüyordu değil mi?
D.K: Tabi, tabi, biz yani yok inisiyatif de koymuştuk yani bize bağlı fakülte sorumluları vardı, üniversite sorumluları vardı.
Ş.A: Öyle mi, yani siz TMLGB’nin sorumlu komitesi gibisiniz.
D.K: Komitesindeydik he, sorumlu komitesindeydik.
Ş.A: Öyle bir komite vardı!
D.K: TKPML’ye bağlı, İbrahim’e bağlı.
Ş.A: Tamam, fakat şey var mı o zaman, yani TKPML merkez komitesi diye bir şey var mı?
D.K: İbrahim’e bağlı çalışıyorduk, yani ben merkez komitesinde değildim, fakat merkez komitesiyle bağlantılıydım yani.
Ş.A: Hayır merkez komitesi var mıydı onu merak ediyorum.
D.K: Vardı he.
Ş.A: Öyle mi?
D.K: Yani merkez komitesi… Yani TKPML Merkez Komitesi oluşturuluyor.
Ş.A: Oluşturulmuş.
D.K: C.S.’dir, Aslan Kılıç, Ali Mercan, Ali Taşyapan, Muzaffer… bir de İbrahim.
Şimdi bunlara ek olarak bir de Almanyalı Kadir mi diyorlardı neydi bilmiyorum onlar merkez komite üyesi olarak görev alıyorlar.
Ş.A: Tamam şimdi…
D.K: Bunlar merkez komitesiydi yani.
Ş.A: Evet.
D.K: Önceleri raporları İbrahim alıyordu, sonra C.S. ile beraber çalıştım.
Ş.A: C.S.’le beraber çalıştınız, ha ona bağlı çalıştınız.
D.K: Ona bağlı olarak çalıştım merkez komite üyesiydi, ben TMLGB komitesindeydim. Ve bizim ilk kadrolarımızı İbrahim Dersim’e gönderdi ve ilk yakalananlar da bizim kadrolardı, Tornova’da yakalanan arkadaşlar mesela o H.G. onlar bizim arkadaşlarımızda, ben… .
Ş.A: Şey ne oldu sonra peki C.S.?
D.K: C.S. çözüldü cezaevinde, C.S. büyükelçinin oğlu, asilzadedir. Zaten İbrahim ona takılıyordu, düşkün asilzade, diye…
Ş.A: Düşkün asilzade.
D.K: Düşkün ha asilzade diye takılıyordu ona. C.S. bürokratlardan yani devlet bürokrasisi içinde babasının önemli bir yeri var. Dayısı askeriyeden hakim olarak emekli olmuş.
Ş.A: Öyle mi, hı.
D.K: Arapçayı çok iyi biliyor, Beyrut doğumlu.
Ş.A: Öyle mi?
D.K: Tabi, tabi.
Ş.A: Arap mı yani C.S.?
D.K: Yo, yo, Türk’tür. Beyrut’ta okula gitmiş, babası orada büyükelçi olarak görev yapmış, Arapça öğrenmiş yani C.S. Arapçayı da biliyor, İngilizceyi biliyordu, Türkçeyi biliyordu, yani öyle kültürsüz biri değildi.
Cezaevinde, dürüstçe ben bittim, dedi. Mahkeme de İbrahim
İle ilgili resmi bir açıklama yapılmasını istiyorduk, bu davanın ilk sanığı İbrahim Kaypakkaya’dır, onu Yaşar Değerli işkencede öldürdü. Bunun resmi açıklamasını istiyoruz, yoksa biz şey vermeyiz, bir nolu sanık hakkında bilgi vermediğiniz için biz mahkemeyi tanımıyoruz diye bir tavır koyduk, ayağa kalkmadık.
C.S. dayısının baskısı ile (Dayısı mahkeme salonundaydı) bir oturuyor bir kalkıyordu.
……
Biz İbrahim’le tanıştıktan sonra… Mayıs ortalarında Kürecik’e gidiyorduk, Ankara’ya giriş ve çıkışlarda acayip aramalar vardı. İbrahim de aranıyor kimliği de sağlam değil, yani taşıdığı kimlik de sağlam değil. Bu aramalardan şüphelenerek, Deniz’leri astılar herhalde, dedi.
Biri şey dedi, yahu dedi radyoyu açsana haberleri dinleyelim, otobüste. Radyoyu açtı tabi dinledik işte Deniz’lerin infaz edildiğini orada duyduk. ….
Kürecik’e gittik. Kürecik’te beni bir eve bıraktı, benim biraz işim var dedi, sağda solda, onlarla görüşeceğim.
Ş.A: Yani 6 Mayıs 1972’de Deniz’ler idam edildiği gün mü, Ankara’ya geçip Kürecik’e gittiniz.
D.K: Kürecik’ten tekrar İstanbul’a döndük.
Bir sütre sonra birlikte Malatya’ya gittik. Malatya’da bir öğrenci evi var, bir gecekondu dağ eteğinde…
Ş.A: Malatya’da mı?
D.K: Malatya’da, o öğrenci evine gittik. Şimdi o öğrencilerden biri ile yıllar sonra Almanya’da karşılaştım, beni tanıdı, kendisini tanıttı!
Ş.A: Öyle mi?
D.K: Malatya’da o öğrenci evlerinde birkaç gün kaldık, dedi şeye geçeceğiz Elazığ’a- Dersim’e. Malatya’da Harput otobüslerinin yazıhanesine gittik. İbrahim beni böyle dürttü, dedi Çapa fakültesindeki kantini çalıştıran adamdır, dikkat et. Öyle mi? bana böyle dürterek, çünkü karşımda oturan iki adamdı. Ondan sonra bu iki kişi eğer otobüse binerse, otobüs hareket eder etmez kaçacaksın dedi, iyi! Şimdi ama ben ikimiz beraber önden bineceğiz, yoksa birimiz arkadan birimiz önden mi, onu da şey yapamıyor, konuşamıyoruz, birbirimizi tanımıyoruz numarası yapıyoruz, önüne bakarak konuşuyor. Neyse kalktık, dedi sen geç öne, önden bin. Ben öne geçtim, tam otobüs hareket ederken baktım ki İbrahim’in gösterdiği adamlardan biri önden diğeri arkadan bindi. Onlar biner binmez var ya, otobüs daha hareket halindeyken kapıları açtık milletin içine daldık. Polisler de arkamızdan havaya ateş etti, yatın, millete yatın diyorlar, yatsalar biz de yatacağız bizi alacaklar da! Silah sıkıyorlar millet herkes ayakta kaçıyor sağa sola, e biz de kaçıyoruz onlarla (gülüyor).
Ş.A: Yani bu size yönelik bir operasyon muymuş?
D.K: Tabi, bize yönelik bir operasyon. Kaçtık neyse bizi yakalayamadılar, taa eski Malatya’ya kadar kaçtık. Eski Malatya’da bağlar vardı, bağların içine saklandık. Ne yapalım, ne edelim? Dedi şeye gidelim yani randevumuz Elazığ’dadır ertesi gün, iyi tamam! Gece çıktık yola bindik bir kamyona, gittik Elazığ’a yakın bir yerde indik, yürüyerek girdik şeye.
Ş.A: Elazığ’a.
D.K: He Elazığ’a yürüyerek girdik, neyse biraz ayaklarımız şey falan oldu gittik suda temizledik. Şimdi öyle kötü bir yerde randevu vermiş ki, Hozat garajında Fıskiyeli Kahve, orası Dersimlilerin gittiği yer, ajan dolu. Ben dedim ki ya oraya gidilmez, oraya niye gidelim! Dedi valla arkadaş orada bizi bekliyor. Neyse gittik yahu pastane karşısında orayı bekleyelim yani içeride gidip önce bir gözetleyelim, gittik orada oturduk. Ben dedim sen bekle ben gideyim, dedi yok, seni de tanır yani polisler seni gördü çünkü gitme. Biz orada durduk, soğuk bir şey içiyorduk. Malatya’da o bizi kovalayan iki polis var ya, 5-6 kişiyle beraber çıktılar. Onlar yani orada pusu kurmuşlar. İbrahim’le şimdi ne yapalım ne edelim?
Bir an önce kaçalım dedi, şimdi buradaki dükkânların hepsini ararlar, kalktık, böyle çaktırmadan milletin içinde yürüdük gittik. Yeni Cami’nin altında hamamlar vardı, yeni cami yeni yapılıyordu o zaman, 73…72… Neyse, yeni caminin altında hamamlara gözümüz ilişti, dedi hamama girelim.
Yahu arkadaş hamam kapalı yer, kaçacak yer yok! Dedim.
Ya hamamda bütün çıplaklar birbirini benzer (gülüşmeler), dedi.
Ş.A: Öyle mi dedi (gülüyor)?
D.K: Bizi hamamda çıkaramazlar, herkes birbirine benziyor, dedi.
Benim de korkum da, hayır içeri girerlerse biz çıplak halimizle mi kaçacağız (gülüyor), düşüncesi oluştu. Neyse biz girdik hamama. Şimdi rahat rahat konuşabiliriz, düşünebiliriz yani, ne yapalım,? Tanıdığın var mı senin, dedi.
Valla arkadaş benim bir tane tanıdığım var, bizim işte grubun başkanı M.D. buradadır, dedim, Bağlantı kurabilir misin, dedi. Dedim denerim. Jeton bulursam yani gidip postaneden jeton alacağım, gideceğim, telefon edeceğim, dedim. Tamam, dedi.
Gittim telefon ettim. Neredesin? dedi. Postanedeyim, caminin karşısına gel, dedim.
Tamam dedi, bekle geliyorum. Ben oraya ki o da orada bekliyor, benden önce gitmiş. Ooo, bir yerde oturduk kızıyor.
Yahu yapmayın diyor, gitmeyin! Bakın bu işin sonu ölümdür, öyle düşmanı küçümsemeyin falan. Yahu ben de dedim, sen bizi Karakoçan’a götürecek kadar bir vasıta bulur musun? Bir de biraz para ver bize. Yahu dedi size yazıktır, dedi. Gitti. M.D. yaşıyor, kendisiyle konuşabilirsiniz..
Ş.A: İbrahim’le berabersiniz tabi değil mi konuşmada?
D.K: İbrahim yok, İbrahim hamamda hâlâ, ben çıktım dışarıya…
Ş.A: Yani o hamamdayken siz buluştunuz?
D.K: O hamamda, ben hamamdan giyindim çıktım yani, o haberimi bekliyor. M.D. gitti.
herhalde bir saate yakın, çıktı geldi, 400 lira para getirmiş, bir de taksi, 400 lira iyi para. Bana dedi, 300 lira arkadaşına, ha bu 100 lirayı da al, sen kesin yakalanırsın, sana lazım olur, aldım. Taksiciyle de bir şeyler konuştu, sonra gittim İbrahim’i aldım hamamdan, geldik taksiye, takside taksici bir kelime dahi sormadı bize. Karakoçan girişinde, biz kendisine tamam burada dur, dedik. Durdu, indik, o geri döndü.
Ş.A: O bahsettiğiniz hamam Elazığ’da nerede?
D.K: Yeni yapılan yeni cami var ya onun yanındadır.
Ş.A: Yani Hozat garajına yakın mıydı?
D.K: Hozat garajına yakındır.
Ş.A:Çok yakın bir cami var orası mı?
D.K: Büyük bir ihtimal orasıdır, büyük bir camiydi, altında, yani pasaj var, altında hamam var, en alt katta da hamam var.
Ş.A: Evet Karakoçan’a gittiniz.
D.K: Karakoçan’a gittik, şimdi Karakoçan’da da İbrahim’le aramızda biraz gerginlik yaşandı. Yani gerginlik de güvenlikten dolayı, yahu çok rahat dolaşıyor, şapkalı, her tarafta da resimleri var.
Ş.A: Ha şapkalı?
D.K: Her tarafta da şapkalı resimleri var asılmış. Şapkayı kafasından aldım attım. Şapkayla dolaşıyorsun herkes görüyor ki bu İbrahim Kaypakkaya’dır, aranıyor, dedim. Saçı seyrekti, dedim yani saçından dolayı yapıyorsan bir külah tak! Hiçbir şey söylemedi yine de güldü.
Ş.A: Çıkardı mı şapkayı?
D.K: Yok çıkarmadı, gittik, Aşur gel bize, Aşur gel bize gidelim, Aşur gel bizde yemek yiyelim, Aşur gel! Herkes biliyor, ama o çok rahat, oturuyor, gülüyor, şakalaşıyor…
Ben tedirgin oldum, dedim arkadaş sen niye bu kadar rahatsın?
Ya sen bu bölgenin adamısın, bilmen lazım, buraları tanıyorsun. Ben daha önce buralara gelmişim, buraları tanıyorum.
E, sen tanıyorsun ama ajan olup olmadığını nereden biliyorsun?
İbrahim bana o zaman güzel bir ders verdi. Dedi, İngiltere’nin Hindistan’daki durumu neyse Türk devletinin de burada durumu odur. Burada Türk devletinin adamı olan birini herkes tanır, bilir ve bizi uyarırlar.
Devletin çıplak yani askeri gücünü halk zaten görüyor, ama gizli istihbaratı da halk bilir bize haber verir.
Bu tabi doğru bir tespit ama aynı zamanda bizim sonumuz oldu, bizim sonumuz oldu. Halka aşırı güvendik, düşmanı aşırı küçümsedik.
Biz Karakoçan da iken, ayrıca Kürt sorunu üzerine de konuşmuştuk. İbrahim, Barzani hareketiyle ve İran Kürt hareketiyle ilişki kuralım, diyordu.
Ş.A: Barzani’yle?
D.K: Barzani ve İran Kürt hareketi ile… ve ayrıca Ortadoğu Komünist Partilerinin örgütlü güçleriyle ilişki geliştirelim. O dönem, herkes Filistin’e yönelmişti, o Kürdistan’a yöneldi. Ve bu bahar seninle beraber Hakkâri bölgesine gideceğiz, diyordu.
Bir keresinde de M.A. da vardı, Hakis’in karşısında oturduk İbrahim ile konuştuk. Gerekli hazırlıklar yoktu, silah yok, kışı geçirecek erzak temini yok vs… Bunları konuştuk. Vartinik’e gittik. Orada da aynı konuşmalar oldu.
İbrahim, beni ve M.A.’ı Ovacık’a gönderdi, erzak temini için….
Ş.A: Hı, evet.
D.K: Ovacığa Sultan Baba’nın arkasından dolanarak gitmeye karar verdik. Yahu 6 saat geçti biz hâlâ Vartinik’teki komun sesini duyuyoruz, yüksek, tırman, kayalıklarda duvar gibi tırmanıyoruz. Neyse akşam oldu gece o Sultan Baba dağını çekip gidiyoruz gece artık, donmak üzereyiz ha, uyuşmuş ayaklarımız, ağrıyor, yürüyemiyoruz. Bor Dağı’ndan tabi aşağıda köyleri görünce, yamaçtan aşağıya doğru kayıyoruz. Aşağıdan köylüler bağırıyorlar, lo lo, kimsiniz, siz kafayı mı yediniz? Ulan oralarda yol yok, siz donacaksınız! Aşağıya kadar gittik neyse, köylüler geldi, halimizi görünce, kadınlar ağlıyorlar şey yapıyorlar!
“Ya guneke guneke talebiyi” (talebelerdir yazık yazık) dediler.
Bizi sıcak bir yere götürdüler. Yaşlı adam geldi. Hemen müdahale etti, atın karın içine bunları dedi (gülüyor)!
Ş.A: Evet.
D.K: He. kar donu karla giderilir, siz sıcağa veriyorsunuz, bunları ayağı kangren olur!
Bunlar kar getirdiler bizim ayaklarımızı, bacaklarımızı kar ile ovuşturuyorlar, yahu donuyoruz! Neyse, 3-5 saat sonra biz ayaklarımızı hissetmeye başladık. Bunun üzerine, şimdi yatabilirsiniz, dediler. Ayaklarınızı hissedinceye kadar yatmayacaksınız, demişlerdi. Neyse yattık gece. Ertesi gün kalktık, dediler nereye gidiyorsunuz sizi götüreyim. Ovacık’a gidiyoruz dedik. ..
Neyse biz Ovacık’a gittik,
köyleri gezdik işte o dönemde okullarda şey vardı, bisküvi, süt tozu bilmiyorum ne, Marshall yardımı vardı. Çocuklar yemiyorlardı, süt tozu sevmiyorlardı, pirinç, şu bu. Öğretmenler hepsini getirdi bize verdi, bir kamyonla götürüp onları…
Ş.A: Marshall yardımıyla (gülüyor) beslendiniz yani biraz.
D.K. He… beslendik. Amerikan yardımı diyorlardı, Marshall yardımı diyorlardı, bilmiyorum ki.
Ş.A: Azıcık bir ara verelim, zaten bitiyor
D.K: Ben İbrahim’in düşüncelerinin takipçisi olduğum iddiasındayım, yani benim iddiam; bu düşüncelerin geliştirilmesi gerekir, derinleştirilmesi lazım, İbrahim bir pencere açtı, yeni bir perspektif, bu Türkiye’de ilktir!
. Ve İbrahim’in merkez komitesine benimle ilgili yazdığı bir yazı var, dava dosyasında. yani bende yok o belge, dava dosyasında var. İbrahim’in benimle ilgili (ben Doğan ve Kadir ve olarak biliniyordum)
Aslan Kılıç’a hitaben yazdığı bir mektup var. Yani Milli Mesele konusunda, Kemalizm konusunda mutlaka yararlanmamız gereken düşünceleri var, diyor, çünkü İbrahim’le bu konuları ben tartışıyordum…Ve İbrahim doğruya doğru, yanlışa da yanlış, yanlışın da niye yanlış olduğunu açıklıyordu, ikna ediyordu yani. o anlamıyla İbrahim’in perspektifini çok iyi kavradığımı biliyorum ve yazacaktı, çok da yazmıştı, defter notları vardı, defterleri vardı. Yani eleştiri yazılarından sonra kendi tahlillerini koyacaktı. Bunu açığa çıkmadı, dosyaya da girmedi, sokmadılar da! Dosyaya bunun yazılarını sokmadılar, yok ettiler!
Ş.A: Sonuçta ne oldu?
D.K: Yaşar Değerli kalktı, İbrahim için, çok iyi hatırlıyorum; devlet düşmanı, yedi dayağı, yedi dayağı, yedi dayağı, çok ketum davrandı bilgi vermedi! Ve ölümü kabul etmişti ve hak etti.
Bu cümleler onundur. Bu cümlelerin tutanağa geçmesini istedik.
Ş.A: Yaşar Değerli söyledi bunları değil mi?
D.K: He, Yaşar Değerli.
Ş.A: Geçti mi tutanağa?
D.K: Geçti… Ama çok ketum davrandı ifadesi geçti, yani hak etti ölümü…
Ş.A Geçmedi.
D.K: Ve istedi, cümlesi geçmedi. O cümlenin girmesi gerekiyordu onu koymadılar.. ama zaten… (duygulandı)… neyse, şey yapma…
Ş.A: Son görüşünüz ne zaman oldu İbrahim’i?
D.K: Vartinik’ten sonra görmedim (çok duygulu).
Ş.A: O biraz önce anlattığınız şeyden sonra değil mi?
D.K: Vartinik’ten sonra görmedim evet. İbrahim’in idealleri vardı, beraber Hakkâri’ye gideceğiz, Irak’a gideceğiz, Barzani hareketiyle ilişki kuracağız.
Barzani hareketi konusunda çok enteresan bilgileri vardı. Barzani, devrimcidir… sosyalist olmak zorunda değil…Bir çok şeyi merak ediyordu.
Ş.A: Peki, yani öldürülmemiş olsaydı siz o yaz birlikte Hakkâri’ye gidecektiniz, Barzani’yle…
D.K: O bahar gidecektik evet, o bahar biz oraya gidecektik.
Ş.A: Bir şeyi merak ettim, iki şey yani, birincisi Dersim’de çalışma yani Dersim’de bir saha çalışması yapalım, Dersim’i çalışalım, Dersim üzerinden çalışalım gibi yani bu fikir hiç konuşuldu mu, yani bunun dayanakları nelerdir?
D.K: Ya dayanakları…
Ş.A: Niçin Dersim, niçin Dersim?
D.K: Yani niçin?
Ben İbrahim’le bunu birebir konuşmadım… orada biz devrimci örgütler olarak kendi aramızda konuştuk, hem gerilla mücadelesine uygundur, halkın desteği var, kızıl siyasi üs diye bir teori geliştirmişti, ilk devrimci potansiyelin, kitle desteğinin olduğu bölgeler diye düşünüyorduk.
Ş.A: Yani acaba bu Karakoçan, Kürecik, Dersim, bunlar Alevi bölgeler yani bunun bir rolü var mıdır?
D.K: Olabilir belki de, bilmiyorum da ama ondan önce TİP döneminde de sosyalizm… hatta Ermeniler dönemi 1900… yani bilmiyorum tarih konusunda şeyiniz var mı, Dersim tarihi konusunda?
Ş.A: Evet.
D.K: Erzincan hükümeti 1917, Bolşeviklerin desteğiyle oluşturulan Erzincan
Yönetimi… yani ta o zamandan beri böyle sosyalizasyona yakın, bilgiyi takip eden, dünyayı takip eden bir bölge.
Ş.A: Şeyi, Ermeni meselesini hiç konuştunuz mu, hatırlıyor musunuz?
D.K: Tabi Ermeni meselesini çok ciddi konuştuk ve ben o konuda mevcut yazıyı eleştirdim yani mevcut yazıda tarihi haksızlık diye geçiyordu. Oysa bu bir ulusal bir katliamdı.
Ş.A: Siz eleştirdiniz onu.
D.K: Tabi, ben eleştirdim onu ve tarihi haksızlıklar düzeltilemez diye bir terim var, bu yanlıştır dedim.
Ş.A: Ne dedi buna karşılık?
D.K: He?
Ş.A: İbrahim buna karşılık…
D.K: Dinledi, o dinledi.. yani katılıyordu. Onu yazımızda işleriz daha geniş şekilde….sonraki yazılarımızda geniş şekilde irdeleriz diyordu.
Ş.A: Bu konuda bir şey söylemek istiyorum. Bu proje kapsamında S.Y.’le görüşme yaptık.
O, şöyle bir olay anlattı, dedi ki, İbrahim’in iki tane defter dolusu yazısı vardı.
D.K: Vardır yani.
Ş.A: Bunlar, ben okumadım ama hatırladığım kadarıyla bunlar şeydi dedi, TKP eleştirisiydi, dedi. Bu yazıları dedi, babam, ben yakalandıktan sonra babam sakladığımız yerden çıkarıp götürüp yakmış dedi.
D.K: B.İ, B.İ..,
Ş.A: Hayır, S.Y.. Acaba bu bahsettiğiniz hani yazdığı, yazıyordu dediğiniz yazılar ve fakat dava dosyasına girmedi dediğiniz yazılar onlar olabilir mi?
D.K: Onlar da girmedi tabi, tabi, onun bahsettiği yazılar girmedi. O resmiyette yayınlanan bizim dağıttığımız yazılar dışında hiçbir yazı dosyaya girmedi.
Ş.A: Peki birinci davada yani ilk dava açıldığında toplam sanık sayısı kaç kişidir?
D.K: 80…
Ş.A: 80 kişi mi?
D.K: 86 mıdır, 70 miydi? Var burada. (Dava dosyasına bakıyor) Yani sanık sayısı çok, tutuklu sanık…
Ş.A: İddianameye girmiş olan demek istiyorum.
D.K: (Dava dosyasına bakıyor).
Ş.A: Birlikte yani bu seyahatler içerisinde tabi ki illegalite var ama yine de fotoğraf çekelim gibi bir şey oldu mu hiç, fotoğraf çektiğiniz oldu mu? Hani diyelim ki kimlik sebebiyle fotoğraf çekilir bilmem neyle falan, hiç olmadı mı?
D.K: Yok.
Ş.A: O şapkasını hiç mesela Malatya’dayken, şehirde geziyorken falan orada da mı çıkarmıyordu?
D.K: Yahu onun hastalığıydı, anlamadım gitti (gülümsüyor ve dava dosyasına bakıyor)… Şimdi… (dava dosyasına bakıyor) Bu iddianamedir.
Ş.A: Ona sonra da bakabiliriz isterseniz.
D.K: Şimdi bu mütalaa, bu iddianameyi ben koparmıştım böyle, dosyayı aldılar…
Ş.A: O şey, kılık kıyafet mesela, isterseniz sonra bakarız ona kaydımız bitsin, yani mesela Malatya’da şehirde işte otobüse bineceksiniz otogarda diyelim, şapkası kafasında mıydı yine öyle?
D.K: Ya ben İbrahim’i zaten şapkasız görmedim ki!
Ş.A: Öyle mi?
D.K: He! Hatta bir ara benim zorlamamla külah, kep taktı.
Ş.A: Taktı ama sonra?
D.K: Yine şapkasıyla, köylü şapkası takardı, o hele bir ara o Elazığ’dayken Elazığ şapkasına merak sardı, onlardan bir tane alayım!
Yahu dedim niye şey yapıyorsun, zaten Karakoçan’da kavgamız da ondan, sinirlendim, ya mecbur musun sen bunu takmaya? Aranıyorsun, her tarafta da ismin var, resmin var! Şimdi… (gülmeye başladı)
Ş.A: Ama yine de şey yani direnmiş, öyle anlıyorum (gülüyor).
D.K: Yani bilmiyorum neydi artık, yani niye o kadar şeydi… yani acaba saçı seyrekti ondan mı, anlamadım gitti yani çok…
Ş.A: Siz şeyden, Kürecik’e giderken Ankara’dan geçiyorsunuz ya, Deniz’lerin idamı haberini alıyorsunuz radyodan. Buna karşı bir eylem yapalım, bir şey yapalım diye bir tartışmanız oldu mu?
D.K: Ya ben şu anda hatırlamıyorum ama şunu çok iyi biliyorum, Deniz’lerin asılmasını engellemek için neler yapabiliriz?
Ş.A: Diye konuşuldu?
D.K: Asılmadan önce. Hatta o Ekşioğlu olayını o kaçırma olayını biz onun yüzünden yapacaktık, alıp, karşılığında Deniz’leri isteyecektik. Yani planımız programımız…
Ş.A: Planınız öyleydi yani.
D.K: Tabi, planımız programımız oydu, adam direni… şuurunu yitirince, mecbur kaldık tuttuk yani vurma hiç düşüncemiz yoktu, onu alıp kaçıracaktık.
Ş.A: Evet, siz ne zaman tutuklandınız, yani gözaltına alındınız, tarih?
D.K: Ben Mayıs 1973’de yakalandım.
Ş.A: Öyle mi, Mayıs’ta?
D.K: Mayıs’ta.
Ş.A: İstanbul’da mı, Dersim’de mi?
D.K: İstanbul’da yakalandım. Biz Dersim Vartinik’ten sonra… Şimdi TİKKO’nun çok sıkı kurallara bağlanan illegalite kuralları vardı. Dersim’de, Dersim komitesiyle ilişki kuramazsın, herkes kendi bölgesinde ilişki kuruyor, geliştiriyor. Yani o Vartinik baskınından sonra arkadaşlardan tanıdık var TİKKO’ cuları biliyorum,…
00:17:10, H.T. onları biliyorum, illegalite kuralları gereği bilgi vermiyorlar, çünkü bizi bilmiyorlar, tanımıyorlar ki bizi, … kaldı ki, tanısa bile bilgi vermez! Bu nedenle, M.A. ile birlikte tekrardan bağlantı geliştirmek için İstanbul’a gidip tekrar bağlantı kurduk. İbrahim yakalanmıştı, yaralı yakalanmıştı.
Tekrar örgütle ilişki kurduk ve eleştirilerimizi söyledik yani M.A. ile beraber söyledik. Ben, Orta Anadolu sorumlusu oldum. Muzaffer Diyarbakır’a gelmiş. Diyarbakır’da toplandık. Ama yani benim düşüncem, yani fazla yaşamayız doğru, ama neler yapabiliriz, biraz da İbrahim’in durumunu bekliyoruz….
Dedik iki ay süre koyalım önümüze, öyle karar aldık, Muzaffer, ben, C.S., H. kim vardı başka bilmiyorum, neyse biz karar aldık. Ben orta Anadolu sorumlusu olarak gittim, Marmara sorumlusu olarak Muzaffer…İzmir’e giden oldu, bir de DABK bölgesin de..
A.T. ile ilişki geliştirdik, onların düşüncesi alınacak neler yapabiliriz? Şimdi benim o zaman da arkadaşlara düşüncem, biz fazla yaşamayız! Arkamızda olumlu bir miras bırakalım. Vartinik’le ilgili bir bildiri yaz dediler, bir bildiri yazmıştım, dedi arkadaşlar kabul etmemiş, fokocu diyorlar. Tamam, güzel, Ankara’ya gittim.
Neyse biz Munzur Oteli’ne gittik Dersimlilerin kaldığı yer. TİKKO örgütlenmesi için, gittik görüştük. Dediler ki, bütün örgütler dağılmış, THKO’nun Aktancı grubu kalmış, umut bizde! Yani biz bir şey yapabilir miyiz diye?
Ben de, bu Aktancı grubunda 6 milyon lira İş Bankası soygunu var, İzmir soygunu. Onu işte hepsini harcamadıklarını biliyorum ben, nasıl alabiliriz? Adamla ilişki kurduk, 4 milyon lira bir yerde duruyor, verebilirim yani, dedi.
İbrahim’in yazıları da vardı bende, çoğaltmıştım. Bir tanıdık vasıtasıyla Tübitak’ta üst düzey isimlere bu yazıları verdim. Aralarında Ö.İ.’nün eşi de vardı.
Ş.A: Peki siz içeride ne kadar kaldınız?
D.K: Ben 76’da çıktım, 76…
Ş.A: Şey mi, af mı çıktı yoksa normal şeyiniz mi?
D.K: 73’de yakalandım, 76’da çıktım.
Ş.A: Çıkınca devam ettiniz mi?
D.K: Yukarıda anlattım, İbrahim ile bazı konuları (özellikle Kürt Sorununu) düzenli konuşmuştuk. Cezaevin de yetki verilen bazı kişiler ile siyasi sorunlara bakış konusunda aramızda ciddi farklılıklar oluştu, bu konuda yaklaşımlarının doğru olmadığını gördüm. Ayrıca, ben dahil bir çok kişi mahkemede savunmasını yaptı, ancak hareket adına siyasi savunma yapılacaktı, bu yapılmadı, engellendi. vs.vs….
Bütün bu nedenler üst üste binince, ben cezaevinde ayrıldım. Bundan sonra, siyasi savunmayı ortak yapacağım, cezaevi ve mahkemelerde ortak siyasi tavra katılacağım, yani sizin inisiyatifinizi kabul edeceğim ama sizin örgütsel yapınıza girmeyeceğim., dedim.
Ş.A: Hangi cezaevinde yattınız?
D.K: Davutpaşa’da, Selimiye’de, en sonunda o genel af çıktıktan sonra da Kartal Maltepe Cezaevinde kaldım.
Ş.A: Öyle mi? Davutpaşa şimdi üniversite oldu biliyor musunuz?
D.K: Öyle mi, o kışla? İbo’nun kaldığı evden o kışla görünüyor.
Ş.A: Yıldız Teknik Üniversitesi.
D.K: Öyle mi, Allah Allah!
Ş.A:Evet, bütün o kampüs kışla hepsi, oranın hepsi. Peki 76’da çıktığınızda siyasi şeyinize devam ettiniz, hayatınıza ama TKP-ML’de değil.
D.K: Yok, şeydim yani ne yapacağıma karar verememiştim…. ama her halükar da bu arkadaşlarla hareket etmeyeceğime cezaevinde karar vermiştim. Net bir şeyim yoktu ama Kürt hareketiyle ilişki geliştirmem lazımdı.
Ben Güney’e, Irak’a gitmek istiyordum. Fakat, Doktor Şivan’ın ölümünden dolayı yani Sait Kırmızıtoprak’ın. öyle arada kaldık. Şivan grubundan artakalanlar ikiye ayrıldılar tabi sonra. Yani Sovyetler’e revizyonist diyen ve demeyenler diye… Ve Ö.Ç. ve A.Z.O. ile ilişki kurdum, yani o eski kadrolarla, tekrar bu bölünmeyi önlemek için bir çaba içine girdim, olmadı. En sonunda güvendiğim birkaç arkadaşla beraber işte bu Kawa hareketinin oluşumuna başladık. Kawa’nın kurucunu herkes A.Z.O. zannediyor. A.Z.O. Kawa Yayınevi’nin sahibiydi, doğru.
Ş.A: Öyle bir yayınevi mi vardı?
D.K: Tabi Kawa Yayınevi vardı. Herkes ondan dolayı Kawa’nın kurucusu olarak biliyor, Kawa’nın kurucusu değil yani.
Ş.A: Sizin rolünüz daha baskın yani orada değil mi?
D.K: İstanbul’da benimle Mahmut Fırat’ın.
Ş.A: Onun tarihi nedir yani Kawa’nın?
D.K: Kawa’nın, bu yani Kürdistan’da siyasi hareket olarak çıkması, tabi bizim 76’dan sonraki gelişimimizdir, efsanedir onun ötesi.
Ş.A: Yo yo şey, politik hareket olarak 76-77 gibi yani değil mi?
Ş.A: Peki şeyi soracağım, sonra toparlayalım. Hukuk Fakültesini bitirdiniz mi yani, öğrencilik…
D.K: Yukarıda bahsettim… o Mehmet Moğoltay isyan davasında 13 ay ceza aldırttı bize. 1977’de beni içeri attılar.
Ş.A: Öyle mi?
Ş.A: Son bir şey sorayım, İbrahim, İbrahim Kaypakkaya’nın kız arkadaşı var mıydı?
D.K: Vardı ama ben görmedim yani.
Ş.A Neredeydi, kimdi?
D.K: Valla yani benim bildiğim herhalde yani… bahis mi etmişti, bahis mi edilmişti onu da tam iyi bilmiyorum. Benim bildiğim kadarıyla Malatya’da birisi olması lazımdı. Bir… devrimci bir arkadaşı olduğunu yani nerede kalmış aklımda bilmiyorum.
…
Ş.A: Peki, peki çok teşekkür ederiz, çok yorduk sizi. Bilmiyorum kaç saat oldu ama ben öyle hissediyorum ki, daha bir bu kadar konuşacağımız şey var gibi geliyor bana.
D.K: Evet çok, yani aslında konuşulacak çok politik şeyimiz var yani, işte son, ben hala söylüyorum, İbrahim’i geliştirmek lazım…
Ş.A: Peki çok teşekkürler.
[1] Kheykân: http://www.koylerim.com/tunceli-baylik-koyu-1455h.htm
[2] Konto (Almanca): Hesap https://www.seslisozluk.net/de/was-bedeutet-konto/
[3] https://bianet.org/biamag/siyaset/151883-dr-sivan-belgeselinden-bugune-ipuclari
Çayan Demirel’in Belgeseli Doktor Şivan: https://www.youtube.com/watch?v=wfPF336lhbA