Fevzî Gündoğdu (F.G:) ©2017 Onur Vakfı
Görüşen Kişi: Devim GECE (D.G:)
F.G: Biz TKPML davasından yargılandık, o zaman henüz TKPML 1-2-3 davalar yok, bir tane TKPML davası vardı Ankara’da görülen, Ankara mahkemesinde, ağır ceza mahkemesinde sonra sıkıyönetim mahkemesi doğal olarak devredildi.
Orada bizim bir ben, benden sonra işte örgütlü olduğum, ev, verdiğim ev dolayısıyla evi taşıması gereken yani felanca adrese, o adreste bulunan Hızır diye bir arkadaşım vardı biraz önceki resimde, orada tesadüfen yakalanan Ahmet Yavuz, bir arkadaşım vardı. Öbür öğrenci arkadaş vardı kimliğini alıp bir yere verecektim, o vardı. Bir de bizim o dönemde çok iyi bir çalışmamız vardı, Çorum’un Hamallı diye bir köyü var Sungurlu’ya bağlı, orada bir kooperatif faaliyetimiz vardı.
Kooperatif faaliyeti yürüten arkadaşımız müdür olarak yürütüyordu, başkan olarak değil müdür olarak yürüten bir taraftar arkadaşımız vardı ilişkilerimiz de çok iyiydi. O da bir vesileyle bizim davaya katılmış oldu. Sonra Gölbaşı’nda bir grup arkadaşımız vardı görüştüğümüz, biraz önce ifade ettim, o, oradan bir arkadaş, iki üç arkadaş olarak geldi. Böyle 10… 12 kişilik bir grup oluştu. Bizim dava 168/1’den yargılandı, yani… 146 ya da 141’den değil ama 168’den, bir terör örgütünden, devleti yıkmaya yönelik böyle bir örgüt oluşturmaktan, oluşturmaktan girdi, doğrudan doğruya devleti yıkma amacı olmayan ama oluşturulan böyle bir örgüt amacıyla 168/1 ve 168/2’de yargılandık. Bizim ar… davadaki arkadaşların yarısına, sıkıyönetim mahkemesi sonraki süreçte yarısına 5 yıl, yarısına 10 yıl verdi, tam şeyde ayırmadı yani hiç kimseyi, çünkü dava sıkıyönetimden sonra sonuçlanan, 12 Eylül’den sonra pardon, 12 Eylül’den sonra sonuçlanan ilk davalardan bir tanesiydi. Biz 80’in Aralık’ında bizim dava… sonuçlandı. 80’in… pardon 81, 51’de sonuçlandı, 81’in Aralık’ında biz cezaevinden, şey, merkez cezaevine gitti. 80’den sonra, 1980 Darbesi’nden sonra sonuçlanan ilk siyasi davalardan bir tanesiydi. Tabi o nedenle de bizden kimseyi affetmediler. Affetmediler derken yani ceza almaması gerektiği halde herkese ceza verdiler, yani ilişki, sempatizan demediler herkese örgüt üyesi ve örgüt yöneticiliğinden ceza verdiler.
Görüşmeden Siyasi İlişkiler – Çalışmalar – Gözaltı – Mahkemeler – Cezaevleri ile ilgili bölüm
Sivas’a bağlı Hafik ilçesinin bir dağ köyünde doğdum. Bir Kürt-Alevi köyüdür.
F.G: …Tabi bizim köylerin kendine özgü de sıkıntıları var, biz Sivas’ın Hafik’e bağlıydı, daha şimdiki süreçte merkeze bağlanan bir köydür, ulaşımımız doğrudan doğruya Sivas merkezde oluyordu. Bizim köylerin şöyle bir durum var, Alevi, Kürt Alevi köyleri olduğu için Sivas’a ulaşırken de bizde Sünni köyler, Sünni Türk köyleri var. Ben küçükken o çelişkileri yaşamaya başladım. Onun da ötesinde okulda, okul yaşlarına başlar başlamaz, bize ara sıra jandarma gelir, jandarma korkusu bizde çok fazla, görür görmez jandarmayı korkar kaçardık, herkes, büyükler de kaçardı, biz de saklanırdık, herkes evine çekilirdi biz de çekilirdik. Belki onun nedenlerinden bir tanesi, Koçgiri Ayaklanması’nın bize olan etkileri de olabilir ya da genel tarihsel süreç içerisinde gelen endişeler ve korkular da olmuş olabilir tabi ki ama böyle bir, çocukluğumuzda devletin görünen bu yüzü bize korkuyla tanışmış olduk. İlkokulu da orada okudum.
Sivas merkeze taşındık.
Niyazi ağabeyim ve Pakize ablam var, o da orada, hepimiz birlikte o evde kalıyoruz. Ağabeyim var o çalışıyor, babam çalışamıyor işi yok. o sıkıntılı bir süreç öyle devam etti. Babam ara sıra ek işler oluyordu, serbest işler oluyordu onlarla idare etti. Yazın olunca çalışıyoruz okul biter bitmez, inşaat işlerine başladık. Ya da işte havalar iyi olursa stadyumda ve benzeri yerlerde sakız satıyor… satılıyorduk, işte kendi harçlığımızı çıkaralım diye filan.
D.G: Hangi filmler vardı, hangi filmlere giderdiniz?
F.G: Yani o süreç içersinde film ayırt etme şansımız yoktu, yani cer atölyesinin anlaştığı filmler var, çok güncel filmler yoktu zaten o dönemde, Yılmaz Güney yeni popüler olmaya başladı. Bizim Sivas’a ilk taşındığımız dönemde henüz Yılmaz Güney zaten popüler değildi, ancak 75, pardon, 70’den sonra popüler olmaya başladı, daha tanınır olmaya başladı. O da bizim biraz daha politikayla ilgimizin arttığı döneme denk gelirdi. O arada şunu da söyleyeyim, biz Sivas’taki köyden şehre gittiğimiz zaman, dediğimiz gibi Sünni köyler, Sünni Türk köylerinin içerisinden geçer giderdik. Onlarla bizim aramızda bir… düşmanlık yoktu. Daha çok kirve derlerdi bize, her ailenin orada bir kirve akrabası vardır ama benim dikkatimi çeken şöyle bir şey vardı, biz oraya gittiğimiz zaman hiç köylerinde bir insan sokakta rastlayamazdık! Çalışıyorlar mı rastlayamazdık, çocuklar mı rast… bizden korkuyorlar mıydı rastlayamıyorduk! Sivas olaylarından sonra fark ettim ki, aslında biz jandarma geliyor bize nasıl korkuyorsak, onlar da esasen bizden korkuyorlar! O korkularını, öfkelerini daha sonraki süreçte Sivas katliamlarında bir tepkiye dönüşerek ortaya koydular. Yani öyle kendi içerisinde kapalı bir yapıları onların, ama bizde öyle bir şey yoktu.
Gençlik hareketlerinin başladığı dönemlerde, ortaokul son sınıftayım. Doktor olan Ziya ağabeyimiz, o amcazadelerimizden birinin çocuğu, artık İstanbul Tıp Fakültesi’nde okuyor. O geldiği zaman bize birkaç şey anlatıyor.
O arada ne yapıyoruz? Forumlar oluyor, Gündoğdu marşı söyleniyor, ilk defa Gündoğdu marşı, bizim de soyadımız Gündoğdu olduğu için bizi çok etkiledi. Gündoğdu marşını ilk defa orada duymuş olduk, Gündoğdu…
Ama sıkıyönetim uygulandı. O dönemde Yeni Ortam gazetesi çıkardı, genellikle orada takip ederdim, haberleri. Artık mesela ortaokul sonlarda, liselerin başlarında günlük gazete almaya başladım, harçlığım ile ya gazete alıyordum ya kitap alıyordum ya dergi alıyordum takip etmeye başladım. Oya Baydar’ı çok sık okurdum Yeni Ortam’da.
….
F.G: Lisede de daha sonra edebiyat dersi oldu, Kaygusuz Abdal’ın bir şiiri vardı,
Kıldan köprü yaptırmışsın
Kullar gelip geçsin deyu
Kullar şöyle dursun
Yiğit isen sen geç a Tanrı
Diye bir şiir var! Yani o süreçte o dinsel çelişkiyi de bu tür kaynaklar da güçlendiriyor aslında, çok dikkatimi çekmiş şiirlerden bir tanesiydi o dönemde.
Kaygusuz Abdal’ı okuyorsun, Pir Sultan Abdal’ı okuyorsun ve benzerlerini okuyorsun, onların dine ve tanrıya eleştirel yaklaşımı akılcı gelmeye başladı, o da beni etkiledi. Sonraki süreçte işte artık 69-70’li yıllarda gençlik hareketlerini duymaya başladık. Gençlik hareketlerini, o zaman çıkacak dergiler var dergileri takip ediyoruz, hatta lisedeyim o dönemlerde, TÖS (Türkiye Öğretmenler Sendikası) Sivas’ta örgütlendi, öğretmenler var bazı okullardan tanıyorsun, Sivas da o dönemde çok çekişmeli, artık Alevi-Sünni’nin yanı sıra sağ-sol çekişmesi de oluşmaya başladı. Solcu öğretmenler, sağcı öğretmenler, MHP iyi bir örgütlülüğü var, Ülkü Ocakları’nın güçlü bir örgütlülüğü var. TÖS’ün bir toplantısı olacaktı, şehir adeta sıkıyönetim ortamına girdi, enikonu bir toplantı yapılacak ya da bir panel yapılacak yani bir… onu tam içeriğini bilemiyorum ama bir düğün salonunda bir toplantı yapılacak, faşistler, MHP’liler, Ülkü Ocakları her tarafta hareketlenmeye başladılar. Şehirde bir sıkıyönetim havası oluştu, insanlar giremiyorlar polisler kuşatıyorlar her tarafı, arıyorlar çarşıya gittiğin zaman, sonuçta engellediler bırakmadılar.
…..
Sivas’ta ilk kurulan gençlik derneklerinden bir tanesi Türkiye sosyalist Gençlik Derneği’ydi. SİP’e bağlı bir dernek… birkaç kez onlara gidip geldik.
….
Ama okul ortamı içerisinde çekişmelerimiz onlarla devam ediyor. Ülkü Ocakları’ndan öğrenciler vardı… Alevi öğrenciler vardı, yavaş yavaş gruplaşmalar olmaya başladı. Bu çelişki okuduğum özellikle lise sürecinde çok gerilimli olarak devam etmeye başladı. Daha sonraki 73-74 yılında da daha da artmaya başladı bu süreç tabi. Ha şeye geldik, dönelik tekrar Deniz Gezmiş’lerin olaylarına. Deniz Gezmiş’lerin olaylarında o işte 71’lerde sıkıyönetim başlayınca biz o dönemlerde ortaokul son sınıflarda falandık. Ailelerimiz de aynı zamanda seviyor, ya bu gençlere yazık oldu öldürdüler! Sonra yakalanmış olması, Sivas’ta yakalanmış olması bizi çok etkiledi, Deniz’lerin yakalanıyor olması, Sivas’a bağlı Gemerek ilçesinde yakalandı, oradan götürüldüğünü….ama basından haber alıyorsun yani kendine yakın, kendi bölgene yakın, kendi mekanına yakın bir yerde böyle bir şeyin olmuş olması bizi daha çok etkiliyor tabi ilgimizi daha çok artırıyor o olaylara. Olayları takip ediyoruz, sonra 72 idamlar tartışması gündeme geldi, …. Deniz’lerin durumu, sonra Mahir’lerin durumu Kızıldere yaşandı, Sivas’a yakın bir bölge yine Kızıldere ve o süreç yaşandı. Bu olayların bize yakın mekânlarda şey olması bir… aidiyet de yaratıyor, yani sana yakın bir bölge, senin çevrende, senin toplumun içersinde oluyor, dolayısıyla kendine yakın da hissediyorsun o duyguyu yaşıyorsun, o duyarlılıkları takip ediyorsun, gittikçe ilgin artmaya başlıyor siyasete, siyasi olaylara…. Okullarda da aynı şekilde gerilim giderek artmaya başlıyor o süreçte. Okullarda artık sağ-sol kavgaları oluyor, gruplaşmaları oluyor, insanlar ayrı ayrı geziyorlar. İyi hatırlıyorum ben, otur, oturduğum sınıfta bizim muhasebe öğretmenimiz vardı, Ticaret Lisesi’ne gidiyordum o zaman, 2 sene aşağı yukarı böyle gittim, o öğretmen bizim sınıf öğretmeni olurdu.
Sınıfta sıralara 3’er kişi otururdu. Sağımda 3 kişi, arkamda üç kişi, yanımdaki kişilerde ülkü ocakları mensubuydu. Doğru düzgün ders çalışamazdık sürekli itiş kakışımız olurdu onlarla, teneffüslerde bile sürekli tartışırdık, böyle bir süreç içinde geçti. Onlar beni sürekli çağırırlardı, Ülkü Ocakları’na gel işte şöyle konforludur, koltukları var bilmem neleri var, çayları var böyle temiz… gitmezdik tabi böyle ama onlar sürekli sıkıştırırlardı, bizi oraya çekmeye.
F.G…..
…Seçim süreci…biz o dönemde daha çok CHP’liyiz. Bir de köylerimizde Demokrat Partililer var. Şimdi bize şaşırtıcı geliyordu, Demokrat Partililer özellikle Alevi köylerinde CHP daha yaygınken, zaman zaman Demokrat Partililer var, niye Demokrat Parti ya da Adalet Partisi’ni tutuyorsun? Adalet Partisi’ni tutuyoruz çünkü diyor, CHP bize çok zulüm yaptı, diye bir savunmaları falan vardı anlatıyorlardı. Biz de onların o argümanlarını çok anlamıyoruz ama sonraki süreçte öğreniyoruz ki, CHP’nin geçmiş dönemine ilişkin insanların, tek parti dönemine ilişkin tepkileri o dönemde de o şekilde devam ediyor. Af tartışması içerisinde, CHP affı getiriyor, gençlere sahip çıkıyor, Karaoğlan, her tarafta Karaoğlan söylentileri, Karaoğlan hareketliliği.
Karaoğlan’ın etkisi bizi de etkiledi CHP için çalışıyoruz, duygumuz o daha doğrusu, çalıştığımız da yok ama duygumuz o. Kendi bulunduğumuz çevrede, okulda ya da mahallede Karaoğlan’ı savunuyoruz, affı savunuyoruz, gençlerin dışarı çıkması gerektiğini tartışıyoruz. Yine aynı döneme denk gelen çelişkiler özellikle Sivas’ta Alevi-Sünni çelişkisi de çok güçlü. Biz giderdik bir yerde konuşurduk, Atatürkçü müsün değil misin? Kaygımız o, Atatürkçülüğü savunuyorsun ama onlar da biz sizden daha iyi Atatürkçüyüz tartışmaları. ….
74’deki bu aftan sonra işte CHP’nin iktidarından sonra bir Karaoğlan süreci yaşadı, Karaoğlan ve Kıbrıs süreci yaşandı, o da bizim için etkileyici süreçlerden bir tanesiydi. Bu arada ben artık öbür işlerimi bıraktım yazın inşaat işlerinde çalışıyorum okul bittikten sonra, yazın inşaatlarda amelelik yapıyorum, bazen kalıpçıların yanında, bazen duvarcıların yanında, bazen sıvacıların yanında işe gidiyorum onlarla birlikte yazın harçlığımı oradan çıkarıyorum. Çalıştığım, 74 yılında sabah akşam Kıbrıs hareketi başlayacak, başladı başlayacak! Her gün gazete alıyoruz, günde iki posta çıkıyor gazete, bir sabah postası çıkıyor bir de akşam gazetesi haberleri, radyo yetmiyor bir de gazeteleri de iki kez tefrika ediyorlar, haberleri alıyorsun. İşte Kıbrıs çıkartmasındaki haberleri alabilmek için… fakat yani bir milli dava olmasına rağmen sen mesela çalışıyorsun, çalıştığın insanlar genellikle Sivas bölgesinin Sünni köylerinden gelen insanlar, milli davayı bile sırf herhalde CHP götürdüğü için sahiplenmek istemiyorlardı, öyle ondan dolayı tartışırdık onlarla.
Biz de o dönemde CHP’yi sahiplenmiş oluyoruz, benimsemiş oluyoruz, ona sahip çıkıyoruz onun propagandasını destekliyoruz, Kıbrıs hareketini destekliyoruz. Tabi daha sonraki süreçte İstanbul’a geldiğimizde, bazı dergilerde Kıbrıs hareketini eleştiren yazılar çıkanca şaşırıyorduk niye Kıbrıs hareketini eleştiriyorlar?
Ama o dönemde onu, onu savunuyorduk. Ardındaki yıl yine okullar kapandı, yazın inşaatlarda çalışıyoruz. Okuldaki öğrencilerle, onlar daha bizi iyi tanıyorlar, biz de onları daha iyi tanıyoruz, çekişmelerimiz devam ediyor sene sonuna doğru. Okullar bitti, ama artık bana da saldırılar başladı, yaz iki defa saldırıya uğradım.
Bu saldırılardan evin haberi olunca, (lise 2.sınıftaydım),beni İstanbul’a göndermeye karar verdiler. Zaten ağabeyim o dönemde İstanbul’daydı, ağabeyim İstanbul’da kalıyor, İstanbul’da bir arkadaşıyla birlikte kalıyor. Beni de lise son sınıf için İstanbul’a gönderdiler.
Geldim, ağabeyim Okmeydanı’nda kalıyor, bir de arkadaşı var birlikte kalıyorlar, daha doğrusu iki arkadaşı var, biri Tuncelili H.H.A. , bir de onun musahibi var, bir arkadaşı var birlikte kalıyorlar, bir de ben geldim 4 kişiyiz, Okmeydanı’nda kalıyoruz.
Beyoğlu Ticaret Lisesi’ne kaydımı yaptırdık, 75’in güzünde, Eylül’ünde geldim. Buraya geldik ama burada yeni bir değişim yaşamaya başladık, eskiden CHP’liydik CHP’ye eleştirel gözle bakılıyor burada, Mustafa Kemal’e yine de bir yakınlığımız var, ona da bir eleştirel gözle bakılıyor burada, işler burada biraz daha ciddi görünmeye başladı.
F.G: Güz dönemiydi, bir seçim vardı, sıkıyönetim komutanı olan İstanbul’da sıkıyönetim komutanlığı yapmış belediye başkan adaylığını koymuş. Ona karşı bildiriler dağıtılmaya başlanmış, bir sabah kalktım bizim ara, şeyin altında, kapının altında bir bildiri atılmış. Bildiride, sıkıyönetim komutanı İstanbul’u sana teslim etmeyeceğiz gibi benzeri bir bildiri dağıtılmış ama devrimciler diye yazılmış. Yani bu çok ciddi ve etkileyici geldi bana hakikaten. Kimdir, kimdir araştırdım, kim olduğunu nereden bileceksin hâlbuki! O sene 75 yılı okula gidiyorum, okulda işte bizimle birlikte aynı zamanda bekâr evimize başka arkadaşlar da gelip gitmeye başladılar, hatta oradaki evimiz dar geldi başka bir ev tuttuk. O taşındığımız eve ben, ağabeyim, H.H.A. Kalıyoruz. Ağabeyimle H.H.A. o dönemde İstanbul devlet mühendislik yüksekokulu var şeyde, Hürriyet Tepesi’nde, orada çalışıyorlar aynı zamanda, oranın çeşitli birimlerinde çalışıyorlar, işe girmişler. Aynı zamanda üniversite sınavlarına da hazırlanıyorlar. Bu arada evimize başka arkadaşlar da gelip gitmeye başladı, Süleyman Cihan’ı tanıdım orada, Süleyman Cihan gelip gidiyor. Süleyman Cihan’ın yanında M.A. Diye bir arkadaş gelip gidiyor. Tabi bunlar gelip giderken hoş bir tarafları var, gelirken genellikle boş gelmezler, akşamları gelirler oturur konuşurlar ama yemekleriyle birlikte gelirler, bakarsın orada şeyden, lokantadan kuru fasulye, nohut, pilav varsa bir, onları bir tabağa koymuşlar gelirler birlikte yemeğimizi de yeriz, sohbetlerini yaparlar. O arada Şükrü Ş.A. geldi. Ş.A.’da İstanbul Atatürk Erkek Lisesi, Beyoğlu’ndaki Atatürk Erkek Lisesi’nde okuyor. Biz ikimiz okula gidiyoruz, onlar ikisi işe gidiyorlar, geliyoruz sürekli tartışıyoruz. Bu arada Şükrü’nün de merakı var habire saz çalmaya çalışıyor, merakı var saz çalıyor. O güzün başka bir kuzenim var o da geldi, onunla birlikte nasıl oldu nasıl bitti bilemiyorum, Aksaray’da Devrimci Gençlik Derneği var, Devrimci Gençlik Derneği’ne takılmaya başladık.
Devrimci Gençlik Derneği’ne gidiyoruz, orada birkaç toplantılara katıldık. İlginç bir dönem, o dönemde Devrimci Gençlik Derneği’nin çalışmaları içerisinde aklımda kalan mesela etkinliklerden bir tanesi, İran’daki Şah’a karşı eylemlerdi. Gruplar dernekte toplandı, gruplar halinde, 4’er 5’erli gruplar halinde çıkıyoruz, her grubun daha birer sorumlusu var, oraya gidilecek, bir anda herkes çıkıp protesto ediyor. Oldukça disiplinli organize bir hareket, benim de çok ilgimi çekti. Şeye gittik, Cağaloğlu’nda İran Konsolosluğu’nun önüne gittik, bir anda, herkes bir anda toplandı, baktım 100-200 kişi çıktı slogan attık, sonra aniden dağıldık. Buna benzer bir eylem yine Taksim’de yaptık. Bu bizim heyecanımızı arttırdı. Yürüyüşler olmaya başladı, yürüyüşlere gidiyoruz, yürüyüşlerden şeye doğru işte Taksim çevresinde, Osmanbey, Harbiye’de orada birkaç gençlik yürüyüşleri oldu onlara katıldık. Gene yavaş yavaş, ilgimiz devrimcilere kaymaya başladı daha lise çağında.
Ticaret lisesinin bir özelliği de vardı, çok etkin bir okul olmamakla birlikte daha çok zengin çocukları gelirdi, durumları iyiydi, birçoğu arabayla gelip giderlerdi, ek dersler alırlardı filan ya da işte Rum, Yahudi çocukları filan da vardı. Taşrada gelmişin, ne kadar şehirde de kalsa bir suskunluğumuz var, bir de işte bastırılmış bir muhalefet kimliğin var, sessiz sakin yaşıyoruz ama senenin sonuna doğru açılmaya başladık, tabi senenin sonuna doğru birkaç tane arkadaş da tanıdık. Okullarda boykotlar olmaya başladı, şu okulda boykot bu okulda boykot… Biz de çalışmaya başladık, biz de okulu boykota götürelim dedik, orada tanıştığımız, görüştüğümüz, karşılaştığımız birkaç arkadaş var, onlarla birlikte işte o dönemdeki okul sorunları, eğitim sorunlarıyla ilgili okulumuzu boykota götürelim dedik. Nihayetinde okulu boykota götürme konusunda da önderlik yaptık çok kısa bir süreç olmakla birlikte. Okulu işte bahara doğru, bahar aylarında, Mayıs mıydı neydi öyle bir dönemde bir, bir gün boykota götürdük.
Boykot sürecinde de, bir grup ekip oluşturduk, bildirilerimizi gazetelerin genel yayın yönetmenlerine götürdük, haber yapsınlar diye…taleplerimiz aktardık. Yani siyasetin içerisine yavaş yavaş girip onların kurallarını öğrenmeye başladık. Bir de beni etkileyen başka bir şey daha oldu, o güzün yani 75’in güzünde Rahmi Saltuk’un konseri olacak, Rahmi Saltuk’un konseri Spor Sergi Sarayı’nda, şu anda Cemil Reşit Rey deniyor herhalde değil mi? He, orada olacaktı. İlk afişlemesine çıktım orada, korkuyordum da ama ilk afişlemesine orada çıktık, hem de böyle mahalle aralarında değil merkezi bir yerde, Karaköy gibi bir yerde. Yani devlet güçlerinin çok güçlü olduğu, merkezi ulaşımın olduğu bir yerde, o bölgedeki yasal bir afişleme ama biz o süreci yaşamadığımız için, hep muhalif, hep korkuyla yaşadığımız için o da bir endişeyle gittik. Neyse, afişleme yaptık, duvarları biz de onlarla birlikte malzemeleri taşıyoruz. Afişlemenin şeyi beni çok etkiledi, afiş yapıyor bir tanesi, sürekli yapıyor, düzeltiyor, afişi asıyor, o eylem benim çok hoşuma gitti. Sonraki süreçte aynı zamanda mahalle aralarında ufak ufak yazılamalar yapmaya başladık kendi aramızda, mahallede tanıştığımız birkaç arkadaşla birlikte. He şimdi oraya gitmeden önce ben şeyi toparlayayım önce. H.H.A. , M.A., Ş.A. Süleyman Cihan…. Süleyman Cihan o zaman çalışıyordu, öğretmendi, bir vesileyle okuluna gittim ama sevdiğimiz, mahallede sevdiğimiz bir gençti, devrimci olduğunu biliyoruz, bir sorun oldu kendi okuluna gitmem gerekti, gittim. Neyse sınıf, dersteydi bekledim, çıktı, görüştük, gel dedi, sınıfa gel. Sınıfa gittim, küçük öğrenciler artık 2.sınıf mı, 3.sınıf mı o yaşta öğrencileri okutuyor tabi ama ilgimi şu çekti, sınıfa çok hâkimdi! Sınıfa o kadar hâkim ki, öğrenciler o kadar çok seviyorlar ki, o yaşta yani disipline edilmesi zor olan o öğrencilerin o sevgiyle bakıyorlar ne söylese uyuyorlar ne söylese yapıyor, o kadar büyük bir ilgi ve bağlılık gördüm öğrencilerinden ve saygı gördüm Süleyman Cihan’a karşı. O çok etkiledi beni!
Yani birçok öğretmen gördük, sınıfları yaşamışızdır ama öğretmenin öğrenciler üzerinde bu kadar sevgi ve saygı etkisi yapan bir ortam ve sınıf görmemiştim, o ortam beni çok etkiledi hakikaten. Dolayısıyla Süleyman’a karşı ilgim çok artmaya başladı. Keza aynı dönemlerde 75-76 kışında TKPML / TİKKO yu, Dersim Katliamı ve Kürt sorunuyla ilgili ilk bilgileri biz (Ben, H.H.A., Ş.A.) orada duymaya başladık. Türkiye tarihinde aşağı yukarı duymadığımız, işte o zamana kadar yaşamadığımız birtakım gerçekleri de anlatmaya başladılar. Bir yandan da siyasi bildiriler gerek ağabeyim gerek Hasan Hayri onlar getiriyorlar, TKPML’nin bildirileri geliyor, işte çıkmış birtakım yazılar geliyor, bu devrimcilerin uyması gereken kurallar 72 madde halinde sıralanmış ya da benzeri. İbrahim’in yazıları parça parça elimize geçti.
D.G: Peki gelelim lise dönemlerinize, yani lise bir, lise ikiyi es geçiyorum, lise sondan başlamak istiyorum, İstanbul ayağından, Okmeydanı’ndan. Rahmi Saltuk afişlerini astıktan sonra işte alışkanlıklarınız değişmeye başladı, bir şeyle tanıştınız, o ilk pratikteki adımdı yani. Evet ondan sonrasında da üniversitenin ilk yılına kadar dinleyebiliriz, bunları konuşabiliriz. Üniversitenin ilk yıllarından sonra da artık…
F.G: Üniversiteyi hiç bitirmedim, başladım, iki gün, bir hafta gitmedim üniversite orada kaldı.
D.G: Buyurunuz, buyurunuz yani Rahmi Saltuk afişinden…
F.G: (gülüyor)
D.G: Sonrasına biz başlayabiliriz, yavaş yavaş artık o siyasi sohbetlerimize doğru da ilerliyoruz. Yani çocukluk kısmına dair, o ergenlik dönemlerine dair bahsetmek, anlatmak istediğiniz…
F.G: Aklıma geldikçe anlatırım.
D.G: Olur, yani yaşadığınız travmatik, çok heyecan dolu, sevinçli şeyler varsa da bunları alabiliriz. Tabi bu liseyi konuştuktan sonra şu anki güncel yaşantınıza dair de ben birkaç soru soracağım, ondan sonra sohbetimiz zaten devam edecek. Buyurun lise, lise son
Şimdi Sivas’ta çıkıp İstanbul’a geldik, İstanbul’da dediğim gibi şimdi 1975’in sonu, Eylül ayında geldik zaten. Rahmi, ilk pratiğimiz Rahmi Saltuk’la başladı. Etkiledi beni öyle toplumsal, grup bir halde gidiyorsun, sonra da konserine gittik filan, konserine, konsere gitmişiz, Sivas’ta yaşadığım için yabancı değiliz ama öyle bir ortamın, devrimci bir ortamın yabancısıyız. Ondan sonra işte arkadaşlar gelip gitmeye, sohbetler gelişti, bizim o dönemki sohbetler, ev sohbetlerimizin daha çok teması İbrahim’den bahsetmeye başladık, İbrahim’in ilk yazıları çıkmaya başladı. Daha çok Dersim Katliamı’yla ilgili işte Kürt katliamlarıyla ilgili yazılar çıkmaya başladı kısa, gelen böyle illegal yazılar daha çok geliyor. O illegal gelince de işte gerek H.H.A. gerek ağabeyim işte bunları nasıl koruyacağımızı, nasıl takip edeceğimizi, bunları ortalıkta bırakmamamız gerektiği konusunda bizi uyarıyorlar.
D.G: Ağabeyinizin adını bir kez daha alabilir miyiz?
F.G: Niyazi Gündoğdu.
F.D: Niyazi Gündoğdu, H.H.A. evet, aynı evde kalıyorlar.
F.G: Aynı evde evet, Ş.A.’la ikimizde öğrenciyiz onlar çalışıyorlar. Tartışmalar oluyor, tartışmaları biz de zaman zaman dinliyoruz, kulak misafiri oluyoruz.
O yıl içerisinde ufak tefek yazılamalar çıktı işte onlar, yazılamalara başladık. Bir iki, ismini hatırlamıyorum ama gençlikten… onların cenazelerine katıldık.
Bir gün, Kadıköy’de, İşçi Partisinin de başkalarının da olduğu bir miting oldu, Kadıköy’den başladık Boğaz Köprüsü’nü yürüyerek geçtik karşıya, öyle uzun bir yürüyüştü o dönemde, (Hani Demirel’in bir sözü vardır; yürümekle sokaklar aşınmaz ya, işte o dönemlerde) Mecidiyeköy’e kadar gittik. Orada bir toplantı oldu ama onun detayını hatırlamıyorum, yani böyle ilk heyecanlı mitinglerimden bir tanesi oydu.
D.G: Neyle ilgiliydi o yürüyüş, tarihi?
F.G: Ya sosyal içerikli bir yürüyüştü, bir cenaze değildi, bir siyasi parti çalışması da değildi ama bir tepki örgütlenmesiydi ama ne olduğunu tam olarak ne olduğunu tam olarak hatırlamıyorum.
X: Tarihi hatırlıyor musunuz?
F.G: 75’in onlarıydı, 75’in güz ya da kışa doğru dönemiydi. Sonraki işte 75-76 yılında devrimci cenazeleri olmaya başladı. Mesela şeyde yürüdük biz, Taksim’den Gümüşsuyu’ndan, Fındıklı’dan şeye kadar, o zaman morg şeydeydi hatırlıyorsun, Gülhane Parkı’nın oradaydı, oraya kadar yürüdük. O yürüyüşümüzün bir tanesinde biz tam Tophane’ye geldik polis dur dedi, yürümek yasak! Bir itiş kakış havaya ateş edince herkes dağılmaya başladı, o panik içerisinde dağılıyoruz, engeller var, setler var onları aşıp gideceğiz, orada ayakkabımız yerde kaldı. Koştuk gittik bir ayakkabım yok, birisi bastı ayakkabımın biri ayağından çıktı. Sonra çıktık döndük dolaştık geldik, ayakkabıyı bulamadık, ayakkabı kayboldu, dağılmış ya da onların içerisinde bulamadık. Neyse, topallaya topallaya tek ayakla, orada başka bir ayakkabı bulduk ayağımıza taktık. İlk ayakkabımı da orada kaybetmiş oldum böylece.
D.G: Devam ediyordu. Ben buradan sormak istiyorum yani, siyasete ilk ilgi duyduğunuz yaş evet lise son, o dönemde iktidarda kim vardı, yani ülkenin siyasal atmosferi neydi? Ülkedeki o sosyal yani iktisadi yapı neydi, sosyo ekonomik yapıyı o dönem nasıl değerlendiriyordunuz? Buna dair sohbetler oluyor muydu etrafınızda, gözleminiz neydi? Şimdiden de geriye dönüp baktığınızda buna cevap verebilirsiniz.
F.G: Şimdi 75’in sonu aynı zamanda 76’nın baharına evrildiği zaman biz zaman zaman siyaseti öğrenmeye başladığımız zaman İbrahim Kaypakkaya, İbrahim Kaypakkaya’nın yaptıkları, yazıları falan, ulusal sorun mesela geldi, onu konuşuyoruz, hatta Kemalizm filan de geldi, ilk bize gelen ulusal sorundu, ulusal sorunu okuyoruz. O tartışmalar içerisinde Türkiye’nin sosyal yapısını kendi okulumuzda tartışıyoruz, mesela PDA’lı var, başkaları var, dernekler oluşmaya başladı. Mesela biz ilk lise derneklerini kurmaya başladık, o 75-76 sezonu içerisinde bahara evrildikten sonra, kıştan sonra hatta kışın ilk toplantılar oluyor. Kadırga öğrenci yurdunda hatta Nevşehir, Niğde öğrenci yurdunda mesela iyi hatırlıyorum orada bir ulusal sorun konferansı, semineri vardı, M.’la yine bahsettiğim M.A., orada bir konferanstaydı. Ben çok etkilendim, M.A.’ın konuşması, hitabeti çok güçlü biriydi, bizimle de konuştuğu zaman da çok etkileyici bir konuşması vardı, birebir konuşmada da seminer, seminerde de çok etkileyen bir sunumu vardı. Biz Nevşehir öğrenci yurdunda mesela şeye gittik, hafta sonuydu, gittim, Niğde öğrenci yurduydu yanlış hatırlamıyorsam Fındıklı tarafında. Onların panelini, seminerini dinledik, oldukça, bütün siyasi gruplar gelmişti o şeye. İlk ayrılıklarımız farklı görüşlerde, okullarda mesela PDA’cılar vardı, onlarla tartışılmıştı Türkiye’nin sosyal yapısı, siyaset sorunları, farklı siyasi görüşleri, ilk tanıştığımız gençler onlar oldu bizim farklı çevremizin dışında. Sonraki bahara doğru zaten 76 yılında bu TKPML’nin içersinde ayrılıklar oluşmaya başladı. Sosyoekonomik yapı değerlendirmesi ilk defa oralarda değerlendirmeye başladık, sosyoekonomik yapı nedir, niye önemlidir, neyi anlatıyor? Şimdi o dönemde yanlış hatırlamıyorsam CHP hükümeti iktidardaydı, ekonomik olarak o darlıklar, sıkıntılar hala devam ettiriliyordu. Türkiye önemli ölçüde bir köylü ülkesiydi, o dönemdeki değerlendirmeler oydu, köylü, tarımsal ürün, köylü nüfusun büyük çoğunluğunu oluşturuyordu. Şehirlerde fabrikalar vardı, üretim vardı ama nüfus olarak köylü nüfusu çoğunluktaydı.
Biz o dönemde bize daha yakın geliyordu, Türkiye tahlili işte yavaş yavaş öğrenmiştik yarı feodal yarı kapitalist bir ülke diye, o tahlilleri değerlen… yarı sömürge yarı feodal tahlillerini benimsiyorduk. O siyasi değerlendirmeleri o süreçte öğrenmeye başladık ama çevremizdeki, bizim siyasi görüştekiler nasıl savunuyorsa biz de onu savunuyorduk, o bize daha akılcı geliyordu.
……..
D.G: Evet Fevzi Bey kaldığımız yerden devam edelim, bir yemek arası verdik. Hareketteki pozisyonlar, üyelik ve konumlar arası ilişkilere biraz değinelim, biraz buraları konuşalım. Harekete nasıl üye olunurdu? Örneğin üyelik statüsü nasıl gelişirdi? Üyelikle ilgili bir süreç var mıydı? Buradan başlayabiliriz.
F.G: Ya bu yabancı olduğum bir şeydir, niye yabancı olduğum bir şeydir diyorum biliyor musun? Şimdi partiye nasıl üye olduğumu, nasıl olunur çok teferruatlı, o dönemde üye olmak, kadro olmak, mücadele etmek, lider olmak gibi bir hedefim yok yani sırf mücadele ediyorsun, bir amacın var onun için mücadele ediyorsun. Bunun örgüt içersinde yeri nedir, nasıldır, kademe nedir hiç önemli değildir. Ben 76-77 daha aşağı yukarı üniversiteye 76 sonunda üniversiteye giremedim, 77’de girdim ama o süreçte, o zamana kadar hep…
D.G: Hangi bölüme girdiniz, hangi fakülteye üniversitede?
F.G: O zamanki adıyla İstanbul Ticari İlimler Akademisi Gazetecilik Yüksek Okulu, şimdiki adıyla Marmara Üniversitesi iletişim fakültesi.
D.G: Peki.
F.G: Üyelik… 76’nın sonunda, 77 başlarında itibaren ben fiilen devrimci olarak çalışmaya başladım profesyonel ama maaşımız yok, gelirimiz yok, hep kendi cebinde yapıyorsun, masraf hep kendi cebinde yapıyorsun. Üye misin, değil misin onu da bilmiyorsun ama 24 saat çalışıyorsun bunun için, öyle bir çalışma sistemim vardı. Sonra 77 ve 78, 78, evet 78 konferansını geçtik, 79’dan sonra bir gün Süleyman’la karşılaştık, bir biçimde örgütsel midir, değil midir, o amaçla mı ya da bilemiyorum. Ya dedi, sen örgüt üyesisin dedi, senin çevrende başka üye olacak arkadaşın yok mu hiç kimseyi önermiyorsun dedi! Ben de o dönemde konumum itibariyle İstanbul Orta Öğrenim Gençliği, lise gençliğiyle ilgileniyorum. Aşağı yukarı İstanbul, İzmit, Trakya’nın bir kesiminde ben sorumluyum, oradan oraya koşturuyorum, o örgütlenmeyi yönetiyorum… bütün liselerle ilgileniyorum ama parti içerisindeki, siyasi hareket içerisindeki konumumu da bilmiyorum, iyi miyim, değil miyim onu bile sorgulamıyorum. 78 Konferansı’na gidildi, o konferansta üye seçimi oldu, nasıl oldu bilemiyorum. 78… yok 78 Konferansı’ndan önceydi Süleyman’la görüştüğümde, bana dedi ki, ya seni üye yapalım, başka üye var mı dedi? Dedim başka üye yok şu anda. Şimdi benim için üye olmak çok önemli bir kriterdir ve alelade bir şey değildir, herkes de üye olamaz!
Ben o arada profesyonel gibi çalışıyorum ama… gibi diyorum çünkü… resmi bir maaş almıyorum bir şey yapmıyorum, her şeyi kendi aile desteğimle yürütüyorum ama kendimi profesyonel de üye olarak addetmiyorum, ta ki Süleyman bunu söyleyinceye kadar!
D.G: Statüsü.
F.G: Statüsü, girişimi, konferanslara katılma ve benzeri hiçbir sürecim olmadı. Yalnız 78 konferanslarında bize görüşlerimizi sordular, yazılı iletirseniz, kısa bir yazılı rapor vermiştim, onun dışında üyelikle ilişkili bir faaliyetim olmadı. Yani kendi inisiyatifimiz ölçüsünde ne yapabiliyorsak onu yapıyorduk ama üyelik, kadro olma ve benzeri hiç öyle bir hesabımız yoktu. Onun için o konuda çok fazla bir bilgiye sahip değilim.
D.G: Peki, hareket içerisinde konumlar arası o hiyerarşi var mıydı, yani bu ast-üst ilişkisi denilen şey, varsa bunu belirleyen ölçütler, kriterler nelerdi? Örneğin hareket içerisinde bulunma süresi, alınan sorumluluklar ve benzeri gibi şeyler birer kriter miydi acaba yani bu ast-üst ilişkisi, varsa eğer yani bu hiyerarşiyi belirleyen şeyler miydi bunlar, varsa tabi?
F.G: Kendi… var, kendi pratiğim açısından şöyle değerlendirebilirim, 78 sonu 79’da ben Ankara’ya görevlendirildim. Orada BABK’a bağlı ABK alt bölge komitesinde görev aldım. Alt bölge komitesinde görev aldığımı ve dolayısıyla partinin böylece siyasi bir üstyapısında yer aldığımı orada öğrenmiş oluyorum. Ama bir mahkeme sorunu dışında onu ciddi olarak hissetmedim mesela. Fakat parti, örgütlenmenin, gizli çalışmanın daha profesyonel bir noktaya geldi orada, orada artık ABK adına toplantı yapıyoruz, İç Anadolu bölgesinin örgütlenmesini yapıyoruz, komitemiz var, komitenin çalışmasını da alt çalışmaları, grupları yönetiyoruz. Bir hiyerarşisi var. Parti tüzüğü geldi, parti tüzüğü çerçevesinde nasıl hareket edeceğimiz geldi. Bir yargılama, kurum içi bir yargılama sorunu geldi, yargılama dediğimiz olay şu, bir rapor, alt kademeden bir arkadaş bir rapor yazmış, o raporu parti yayınlamamış, o yayınlamasını istiyor, niye yayınlıyor, niye yayınlanmıyor, mevzusu üzerine bir tartışmamız oldu. Yayınlanmasını isteyen arkadaşa karşı neler yapılabilir? Onun tavrı oldu, ona karşı ne yapılabilir, tartışıldı.
Daha çok eksenimiz; bu yazının yayınlanması gerekiyor mu, yayınlanması gerekmiyor mu? Parti açısından yararı var mıdır, yararı yok mudur? Örgüt üyesinin buna hakkı nedir, merkez komitesinin bu konudaki tasarrufu nedir? bu konular üzerinde bir değerlendirme yaptık. Ama o da çok geçmişten beri birikmiş bir birikimle değil, o gün elimize geçen belgelerle değerlendirdik. Yani bizim partinin siyasi tarihi çok eski olmadığı için bu şeyler kurumsallaşma pek oturmuş değildi işin açıkçası, benim gözlemim odur. Yani kurumsallaşmış bir yapı yoktu ama o çabası vardı, o çabası vardı ama kurumsallaşmış bir yapısı yoktu, onun sıkıntılarını her zaman yaşadık.
D.G: Evet. Peki, hareket içerisinde üyelerin profilleri nasıldı, yani bu etnik köken, toplumsal sınıf, yöre ve benzeri gibi özellikleri neydi sizce? Bir de buna bağlı olarak hareket içinde bu hem etnik hem de dini aidiyetlerde kimlikler açıkça belirtilebiliniyor muydu? Bu konumlar hiç, bir soruna dönüştü mü?
F.G: Şimdi insanların kimlik yapıları, aidiyetleri, inançları sorun teşkil etmezdi. Kim kimdir, ismini sormazdık, kimliğini sormazdık, nereli olduğunu sormazdık. Yani kişinin aidiyetini sorgulamazdık hiç, hatta ismini bilmezdik. Şöyle, başımda şöyle bir olay geçti, dediğim gibi, lisede boykota götürdükten sonra bizi disipline çağırdılar. Disipline çağırdılar, kimler vardı, şu kim, o kim, kimler vardı, isimlerini söyle, arkadaşların, birlikte hareket ettiğin arkadaşların hiçbirinin ismini bilmiyorum, okuldaki öğrenci arkadaşlarım ve dışarıda gelen liseliler için söylediler. Ya insan dedi, ilk tanıştığı kişinin modern insanlar ismini sorarlar öyle tanışırlar dedi, nasıl tanımazsın ismini? Ama bizde bir gelenekti, kimsenin ismini sormazdık, kimliğini bilmezdik, kimliğinin detayını sorma gibi bir alışkanlığımız yoktu. Ama hareket içerisinde de kimsenin kim olduğunu, kimin ne olduğunun bir önemi yoktu. Zaman zaman bilirdik konuşmasında, şivesinde ya da kendi ifade etmişse ortamında nereli olduğuna ilişkin ama bunun hiçbir önemi yoktu. Ancak gözleyebildiğimiz şöyle bir durum vardı, hareketin içersinde yoğunluklu olarak Sivas, Tunceli, Erzincan bölgesinde insanların, özellikle Erzincan bölgesinden insanların yoğunlukla yer aldığı ama diğer her bölgeden insanların da olduğu, İstanbul bölgesinde Ermeni genç arkadaşlar da vardı, onları bilirdik, onları tanırdık. Diğer, Karadeniz bölgesinde, Ege’de her bölgede insan vardı ama bu bir ayrım, bir sorun teşkil etmiyordu, insanlar birbirlerini engellemesinde, siyasi mücadelesinde ya da kadrolaşma konusunda birbirine öncelik tanıma, ön plana çıkarma gibi. Eğer kişinin kendi öyle bir özelliği yoksa özellikle kimse kimseyi kollamazdı.
D.G: Evet, peki hareket içerisinde kadınların konumu nasıldı, yani kadınlar hiyerarşik açıdan belli basamaklara, belli konumlara gelebiliyor muydu? Varsa eğer böyle hareket içerisinde önemli pozisyonlara gelmiş kadınlar, bunlar kimlerdi? Son olarak, sizin bulunduğunuz dönemde hareketin içerisinde, hareketin kaçta kaçını kadınlar oluşturuyordu? Biraz bunları konuşalım.
F.G: Şimdi oran vermek zor, yani parti içersinde üst kademelerde kim ne kadar yer aldı onu da bilemiyoruz, çünkü o örgütlenmeyi tam olarak bilmiyoruz. Ama gözlemlediğimiz kadarıyla partinin üst kademelerinde kadın hemen hemen yok gibiydi, ya da benim bilgim o noktadaydı. Bunun nedeni, partinin buna engel olmasından ziyade, hareketin henüz yeterince toplumsallaşmamış olmasına bağlıyorum ben. Yani ona, onların parti içersinde yükselmesine, gelişmesine, ileri kadro olmasına engel bir durumu gözlemleyemedim. Bu daha çok kadınların o konuda, o mücadeleye atılma konusundaki ekonomik, sosyal şartları, ailevi durumlar ve benzerinin etkili olduğunu zannediyorum. Bununla birlikte mesela çevremizde tanıdığımız yoldaş arkadaşlar vardı, fedakârca çalışıyorlardı, mücadele ediyorlardı ama hangisinin hangi kademede olduğunu bilmemiz pek zor. Yani illegaliteyi… eğer kendi birimin içerisinde bununla karşılaşmışsan biliyorsun, yoksa diğer bir arkadaşın hangi birimde nerede olduğunu geniş ilişkilerin yoksa bilme şansımız yoktu. Benim de ilgi alanım daha çok lise gençliği olduğu için, partinin diğer alanlarıyla ilgili bilgim çok detaylı değil, yani o konuda bir şey söylesem yanıltıcı olur, olabilir. Ama şunu söyleyebilirim, mesela biz 76-78, 76 yazında, baharında ya da o dönemde mesela beni çok etkilemişti o, bizim A.C.’ın da ilk eşi olur, S. Mesela beni çok etkileyen bir kadroydu! Şöyle diyebilirim, bir gün biz Taksim’den şeye doğru yürüyüşe geçtik, Elmadağ’a doğru yürüyüşe geçtik, polis önümüzü çevirdi. İşte 75’in sonu ya da 76’nın başıydı öyle bir şeydi. Grubu yönetenlerden bir tanesi de o arkadaştı. Kenara çekildi, çantasını karıştırdı, belli bir hazırlığını yaptı. Yani, onun o hâkimiyeti, grubun nasıl davranacağını yönlendirdi. O’nun o inisiyatifi, tutumu beni çok etkilemişti mesela ama bunun gibi kaç arkadaş var, nerede var, pozisyonları nedir, o konuda pek bilgim yok.
D.G: Peki, parti içi demokrasi nasıldı? Yani parti içerisinde antidemokratik bir uygulamayla hiç karşılaştınız mı? Böyle şeylere hiç tanık oldunuz mu?
F.G: Bizim siyasi hareketin tipik bir özelliği vardı çok sık gruplar çıkardı. Şimdi bu grupların çıkmasının nedeni gerçekten parti içi demokrasinin yokluğu muydu, yoksa başka şey midir, onu o konuda değerlendiremem ama benim kendi yaşantımda gördüğüm demokrasi bizde içselleştirilmiş bir şeydi. Bizde ya da kendi çevremizde konuştuğumuz arkadaşlarda, örgütsel bağlantımız olan insanlarla konuştuğumuzda demokratik merkeziyetçilik çok sık konuşulan tartışılan bir mevzuuydu ve dolayısıyla da insanlar kendi düşüncelerini rahatça ifade edebilmelidirler, araştırmalılar, sormalılar, sorgulamalılar, bu böyle olmalı, olmazsa zaten Marksist bir hareket olmayız. Bu argümanı sürekli tartışıyorduk. Buna bağlı olarak da kendi çalıştığım alanlarda buna uygun davranışlar gördüm, yani parti içi demokrasiyi engelleyen bir durum görmedim. Fakat zaten partinin siyasi oluşum aşamasındaydık henüz kurumsallaşmış bir yapısı da yoktu, kurumsallaşmış yapısı yeni yeni oluşuyordu. Şimdi bu süreç içerisinde parti tüzüğü, parti kurum, kurumsallaşması, kuralları ve özellikle illegal bir parti için bunun uygulama, sıkı disiplin ilkelerinin uygulanması buna ne kadar cevaz veriyordu? O konuda siyasi kadrolar, üst kadrolar ya da diğer birimlerde nasıl bir çelişti yaşadı, var mıydı o çelişki, onu bilemiyorum ama benim yaşadığım alanda bunda bir sıkıntı görmedim.
D.G: Evet, peki gelelim sizin lise dönemlerinize denk düşecek bir soruya, yani bu 12 Mart Muhtırası olarak bilinen, 12 Mart Darbesi işte bu dönemde yani bu darbeyi çevreniz nasıl karşıladı, yani arkadaşlarınız, aileniz, içinde bulunduğunuz ortam? İşte Erim hükümetleri, sıkıyönetimin kaldırılmasıyla birlikte kurulan bu DGM’ler, 1973’den bahsediyorum, işte bu Ecevit-Erbakan hükümeti keza 1974 Kıbrıs Harekâtı. İşte işçi direnişleri var o dönemde yani bu Aliağa’da, İpraş Rafinerileri, işte Ereğli Demir Çelik Fabrikası, Türk Demirdöküm, Sungurlar, Pirelli, Goodyear, Tofaş, Renault, Profilo ve benzeri gibi grevler var Türkiye’de. İşte seçimler var, seçimler döneminde yükselen o sol siyasal yelpaze var. Tabi 12 Mart Darbesi sonucu tutuklanan devrimcilerin içeriden çıkmaları da var bir af ve benzeri gibi şeyler. Bunlara dair yani neler duydunuz, bunları nasıl karşıladınız o dönemlerde, sizdeki yansıması neydi, neler düşündünüz? Bunlara dair biraz konuşabiliriz arzu ederseniz.
F.G: Mahzuni’nin bir şeyi var, plağı vardı o zaman çok yaygın parçası vardı:
Erim Erim Eriyesin!
diye. 12 Mart’tan sonra tabi ki özellikle Deniz’lerin idamı bizim toplumu, bizim çevreyi çok etkiledi. Özellikle gençler içerisinde de bir reaksiyona neden oldu. Sivas gibi bir yerde yaşarken bunu hem bunu hem de karşı tarafını görebiliyorsun, tabi karşı tarafta da büyük coşku, destekle yaşandı. Onların davranışından, hareketlerinden, özgüvenlerinde ya da laf atmalarında hissedebiliyorsun bunu. Bizim aile çevresinde büyük sıkıntı yaşadı, insanlar üzüldüler, sıkıntı derken yani üzüntülerini ifade ettiler, bir yas havası gibi karşılandı, Deniz’lerin idamı. Onun peşinde işte dediğim gibi, Erim Erim Eriyesin, çıktı Erim hükümetleri dönemi, biz bunları radyolarda özellikle o dönemde canlı olarak takip ediyorduk. Gençler olduğu kadar yaşlılar da, yaşlıların da devrimcilere karşı ilgileri arttı, zaten toplumsal olarak muhalif bir kimliğe sahip olduğumuz için, azınlık olmamızın yani din, inanç anlamında azınlık olmamızın yarattığı olgudan dolayı. Sonra orada tek olumlu olan şey, Ecevit hükümetinin gelmesidir, Bülent Ecevit’in parti liderliğine oynamasıdır. Şeyi yendikten sonra, genel kurulda İsmet İnönü’den sonra onun yerine geçmesidir, onun yeni bir ortanın solu diye bir söylem çıkarmasıdır. İşte tarlalar ekenin olacak, neydi tam olarak şu anda ifade edemedim, öyle bir sloganla ortaya çıkmasıdır. Böyle sola yakın bir söylem ortaya çıkanca o çevrede de, bizim çevrede de CHP’ye karşı da ilgi arttı. Sonra, dediğim gibi Kıbrıs hareketi başladı, Kıbrıs hareketi Sivas’ı şöyle etkileyen bir olgulardan bir tanesidir, orada şehit olan gazetecilerden bir tanesi de Sivaslıdır, dolayısıyla Sivas’ta da öyle bir başka hava yarattı, Sivaslı bir şehidin oradan geliyor olması Sivas toplumunun geneli içersinde söylüyorum bunu. Zaten bizim aile çevresi CHP’ye yakın durduğu için Kıbrıs gazisi, Kıbrıs kahramanı oldu, popülaritesi oldukça yükseldi. Zaten onun ardında da biliyorsun CHP kısa zaman sonra ülkeyi yeniden seçime götürdü, oradaki potansiyel, oradaki toplumsal rüzgâra güvenerek seçime götürdü ama seçimde istediği sonucu alamadı.
O seçim sürecinden önce de Erbakan’la birlikte bir koalisyonları vardı. Erbakan’ı tiye alan plaklar falan çıkardı, yayınlanırdı, onlar ilgiyle dinlenirdi. 74’ten sonra af çıktı, affa toplum büyük bir destek verdi bizim çevrenin… Affın çıkmasından sonra gençlik hareketi de, gençlik de yavaş yavaş toparlanmaya, ya işte bu da benim tam da şeye denk geldiğim, İstanbul’a gelmeme denk gelen bir döneme de denk geldi. o da bizim İstanbul’a gelişimizi biraz daha etkilemiş oldu oradaki değişimimizi.
……….
(İstanbul’da) şunu da o arada söyleyeyim, okulu bitirdikten sonra yani 76 baharında bir süre bir demirci deposunda çalıştım, demir yüklüyorduk indiriyorduk, vinçlerle yapıyordum.
Onun dışında bir Demirdöküm atölyesinde çalıştım, boya atölyesinde çalıştım, boya fabrikasında çalıştım fakat bunlar kısa dönemli çalışmalardı, tekrar üniversite sınavına hazırlık döneminde bütün bu işleri çalıştım. Bunları yaparken de işçi grevleri filan da oluyor tabi, bir yanda da artık lise bitti, işçi grevleri, devrimcilikle birlikte bunların haberlerini alıyoruz, işte Kardeş Elektrik’in grevi oldu. Ondan sonra Ağaç İş’in bir grevi olmuştu, grevi ve hatta yürüyüşü oldu Kartal’a geldik, oradaki onların grevine, yürüyüşlerine katıldık, Ağaç İş sendikası vardı o zaman, Ağaç İş’ti yanlış hatırlamıyorsam. Mesela, o zaman Ülker işçilerinin grevi vardı, Ülker işlerinin grevi, o dayanışmada, Profilo işçileri direnişteydi, Profilo işçilerinin ziyaretine gittik. Yani şey olduğu zaman da gençlik hareketinin içersinde olduğumuz zaman da böyle bir yandan da işçi grevlerine gitme, onları destekleme, onlarla birlikte olma, onlarla sorunları tartışma diyelim, o süreci de birlikte yaşamış olduk.
D.G: Evet. Peki, 1976 ve sonrasına doğru ilerleyelim.
F.G: Tamam.
D.G: O dönemde bu MC hükümetleri işte kontrgerilla paramiliter güçlerin okullarda, fabrikalarda ve sokaklardaki saldırıları var. Keza bu 1977 seçimleri, 78-79 Ecevit hükümeti döneminde işte bu Maraş, Sivas, Malatya’da işte Çorum’da birtakım Alevi katliamları oluyor, olmakta. Sıkıyönetimin ilanı ve 3.MC hükümeti, biraz buraları konuşalım. Hani ne hissettiniz, bu katliamlara tanıklıklarınız oldu mu, ne oldu? Tanıklığınız nedir?
F.G: Ya o katliamları yaşamadık. Çorum, Sivas, Maraş katliamı… Özellikle Maraş katliamı ilk başlangıçta oldu, bunları yaşamadık ama biz şunu hep izliyorduk yani, MC hükümetinin bir provokasyonu var, sürekli işçilere, eylemlere saldırılıyor, gençlere sürekli saldırılıyor. Şimdi bazen şunu düşünüyordum, ya biz niye okulumuzu, işimizi bırakıyoruz da bu işlere girişiyoruz? Bunu düşündüğümüz de oluyordu, yani durup dururken bu işin içerisine niye giriyoruz? Ama yani işe de gitsen rahat işe gidemiyorsun, okula da gitsen rahat da gidemiyorsun, sürekli bir tehdit altındaydık, sürekli bir provokasyonla karşı karşıyaydık. Sürekli bir baskı altında hissediyorsun ve bu kadar baskı geldiği zaman da, buna cevap vermeden de rahat edemiyorsun!
Mutlaka buna karşı bir direnç göstermek gerekiyor, teslim olmakla olmuyordu. Hakikaten yani şimdi o süreci yaşamayanlar için belki anlaşılır bir şey değildir ama oldukça kaos bir ortam yaratılmış durumda, her gün bir genç öldürülüyor, grevlere saldırılıyor, işçilere saldırılıyor. Şimdi böyle bir şeyde biraz duyarlılık hisseden bir insanın sessiz kalması, kıyıda kalması, bana ne demesi çok zordu. Onun için toplumsal süreç giderek evrilmeye başladı, insanlarda duyarlılık artmaya başladı; provokasyonlar arttıkça, katliamlar arttıkça insanların da tepkisi, direnci artmaya başladı. İnsanların ilgisi artmaya başladı, daha fazla devrimci olmaya başladı. Hatta daha ileriki yıllarda ya devrimciler nerede demeye başladılar mahallelerde. Çünkü, 77-78’lerde mahallelere de saldırmaya başladılar, örnek mahallesinde işte Mecidiyeköy’de işte alenen mahallelere saldırmaya başladılar, mahallelerde insanlar nöbet tutmaya başladı. Yani o süreç insanların keyfi olarak ben devrimcilik yapayım de diye hevesinden kaynaklanarak gelişen bir süreç değildi, koşulların zorladığı, koşulların insanları buna iteklediği bir süreç olarak gelişti. Burada kendisinde hassasiyet hisseden, duyarlılık hisseden insanlar bunun önderliğini yapmaya başladılar. Neyse buradaki şey…
D.G: Peki yani bu paramiliter saldırılar, bu kontrgerilla eylemleri, bu gibi saldırılara hiç, saldırılarla karşılaş…
D.G: Oldu mu, birebirde yaşadığınız bir olay, olaylar varsa bunlardan bahsedebilirsiniz.
F.G: Şimdi ben dedim ya, keçi çobanlığı yapmıştım ben çocukken, bahsetmiştim. Şimdi Atatürk Eğitim Enstitüsü’nde okuyan bir arkadaşla bir gün Aksaray’da yürüyoruz, arkadaş dedi ya sen ne biçim hızlı yürüyorsun dedi! Ne oldu dedim? Sen Erzurum’da olsan hiç dayak yemezsin dedi! Niye dedim? Sen çok hızlı yürüyorsun dedi! Şimdi o dönemde hakikaten eğitim enstitüsündeymiş, sürekli gençler dayak yiyorlarmış ama ben hakikaten şöyle bir özelliğim vardı, hem tek başıma çalışırdım, tek hareket ederdim, yani toplumsal olarak dikkati çekmiyordum, hem de çok hızlı hareket ederdim yani yürümem çok seriydi. Kendim, biraz daha illegal hareket eder, grupsal olarak çok takılmazdım, yani bir yere de gideceksem, eğer derneğe filan gideceksem yalnız giderdim, oradaki faaliyetimin dışında da ya bir kişi ya iki kişi çıkar dolaşır, hareket ederdim. Dolayısıyla böyle çok hedef olacak bir şey yaşamadım. Onun için öyle bir şeyle karşılaşmadım ama girdiğimiz mahalleler, mesela Mecidiyeköy çok zor bir mahalleydi bizim için, Pendik keza onun gibi ama ben oralarda da öyle bir saldırı şahsen yaşamadım.
1 MAYIS 1977-TAKSİM KATLİAMI
D.G: Peki, 1976 1 Mayıs’ı alanda ne oldu? 1977 1 Mayıs’ı, 1977 1 Mayıs Katliamı, hareketinizin bu iki 1 Mayıs’a dönük politikası, katılımı neydi, nasıldı? Biraz bunları konuşalım, 76 1 Mayıs’ı ve 77 1 Mayıs’ı.
F.G: 76 1 Mayıs’ında dediğimiz gibi, o zaman derneğimiz vardı Okmeydanı’nda. Okmeydanı’nda topluca gittik. O dernek faaliyeti etrafında gitmiş olduk. Tabi derneğin yönlendirmesi, siyasi hareketin yönlendirmesi vardı derneğin üzerinde. Mahallemizde toplandık gençlerle birlikte gittik. İlk kutlanan, legal olarak Taksim’de kutlanan 1 Mayıs gösterisiydi. O dönemlerde sosyal emperyalizm olgusu Türkiye solunu belirleyen, saflarını belirleyen etmenlerden bir tanesiydi ya sosyal emperyalistsin Sovyetler’in yanındasın ya da Sovyetler’e karşısın çekişmesi çok yaygındı, siyasi yapılanmalar da buna göre şekilleniyor. Sovyetler’i tutanlar ve onu karşı olan diğer devrimciler, bir de orta yolcular vardı, kendilerini orta yolcu derlerdi, bunlar da daha çok Dev-Genç…iki tarafa da itirazları vardı, kendilerine göre bir çizgileri vardı.
Sendikal hareket yoğunlukla TKP’nin etkisindeydi ve TSİP’in etkisindeydi. Bunların da diğer gelişen siyasi gruplara, özellikle, özellikle Mao Zedong düşüncesine, Enver Hoca düşüncesine yakın olan yani Sovyetler artık sosyal emperyalist olarak nitelendiren gruplara karşı ciddi bir önyargıları vardı. Bu tepkiler belli belirsiz 76 siyasi hareketinde de vardı ama 76 siyasi hareketinin, şey, 76 1 Mayıs’ı ilk 1 Mayıs olduğu için çok, bu çelişkiler çok dikkat çekmedi. Ama 77’ye girerken durumlar pek onu göstermiyordu. 77’ye girerken daha birkaç ay varken 1 Mayıs hazırlığı başlarken çelişkiler şiddetlenmeye başladı. Özellikle DİSK sosyal faşistler diye niteledikleri grupları meydana almayacaklarını söylediler.
D.G: Sosyal faşist ne demek?
F.G: Pardon, yanlış mı söyledim ben orada? Sosyal faşist demiyorlardı onlar.
D.G: Goşist mi diyorlardı?
F.G: Goşist diyorlardı, goşist diyorlardı. Goşist… bu terim yani bu şu anda bile içerisini doldurduğum bir terim değil….
D.G: Silaha dayalı bir mücadele hattını izleyenlere galiba goşist diyorlardı değil mi?
F.G: Evet. Çok yaygın kullanılan bir terim değildi ama yani söyleniyordu ama yani toplumsallaşmış bir terim değildi, lokal kullanılıyordu daha çok, ben onu öyle çok toplumsallaşmış bir kavram olarak görmedim, onun için de çok önemsemedim ama söylüyordu gruplar, fanatik çevreler, onların fanatik çevreleri bu ifadeyi kullanıyorlardı. Bunları meydanlara bırakmayacaklarını söylüyorlardı, Maocu faşistler, Maocu bozkurtlar falan filan terimleri kullanılıyordu. Derneklerde de toplantılar olurdu bununla ilgili, özellikle işte Halkın Yolu, Halkın Gücü, Halkın… bu gruplara Halkın Sülalesi denirdi o dönemlerde. Halkın sülalesi denirdi, bizim adımız Halkın Gücü olarak başlamıştı ama biz sonradan Partizan ismini kullandığımız zaman bizi de halkın sülalesine dâhil ediyorlardı, halkın sülalesine dâhil edilmenin kriteri neydi? Daha çok Maocu ya da Enverci olmaktı onlar öyle tanımlıyorlardı, o, o çevrede gelenler. Halkın sülalesi isimleri de biraz ona denk düştü, Halkın Gücü, Halkın Kurtuluşu, Halkın Birliği, Halkın Yolu olunca öncesinde de Halkın Gücü olunca böyle bir tanımlama çıktı onlara. Onları almayacakları konusunda yayınlarında haberler çıkmaya başladı.
Öbür taraftan da siyasi gruplar, biz 1 Mayıs’a gideriz, biz işçi kitlesi neredeyse biz de orada oluruz noktasında tartışmalar oldu. Bunun üzerine özellikle Aydınlık çevresi her zaman olduğu gibi bir çıkış aradı, işte giderseniz Papaz Gabon rolünü oynarsınız! Siz papaz Gabon mu olmak istiyorsunuz? Tartışması çıkmaya başladı, ya papaz Gabon kimdir, nedir, onu o arada öğrenmiş olduk tabi. Biliyorsunuz Çarlık döneminde 1905 Devrimi sırasında çıkmış, halkı iyi niyetle Çar’a karşı göndermiş işte Çar’ın hem duasını alacağız hem Çar’a isteklerimizi ileteceğiz diye gitmişti, babamız Çar diye gitmişti. Ama Çar, halkın kitlesel olarak oraya gelmiş olmasını, bu kitleselliğe bir tepki olarak onları taratmıştı, birçok insan ölmüştü. Sonradan papaz Gabon’un da bir ajan olduğu da herhalde tanımlanıyor. Şimdi bundan hareketle özellikle Aydınlıkçılar bunlara, siz papaz Gabon rolü mü oynamak istiyorsunuz, niye ısrarla gidiyorsunuz, başka yerde yapın, ya da başka bir çözüm bulun, buna itirazları vardı! Buna rağmen özellikle Halkın Yolu, Halkın Kurtuluşu ve Halkın Birliği grupları, biz ayrı bir grup olarak geleceğiz, Unkapanı tarafından geleceklerini ifade ettiler. Biz o tartışmaların içersinde… işin doğrusu çok da yer almak istemedik. Yani esasen bizim siyasi yapının da radikal devrimci silahlı bir güç olmasının da yarattığı bir etkiyle bizim üzerimize doğrudan doğruya gelmediler, bizi reddetmediler ne Devrimci Yolcular ne de diğer DİSK’e yakın gruplar. Yani bize karşı biraz daha… nasıl ifade edeyim… kararsız durdular. Biz zaten daha başında Halkın Birliği, Halkın Yolu ve Halkın Kurtuluşu’yla birlikte Unkapanı’nda gelmeyeceğimizi, Beşiktaş üzerinde geleceğimizi, diğer gruplarla birlikte, Devrimci Yol ve sendikalarla birlikte geleceğimizi, bizimle birlikte hareket eden sendikalar vardı, İlerici Maden İş ve benzeri birkaç sendika vardı, onlarla birlikte hareket edeceğimizi, onların kortejinin arkasında geleceğimizi söyledik. Ve gün geldiğinde biz o gün yine Beşiktaş’a doğru orada kortejimizi oluşturduk.
D.G: Adınız neydi o zaman…
F.G: Partizan, Partizan.
D.G: Partizan olarak!
F.G: Tabi Partizan olarak katılıyoruz. O günkü yayınlarda doğrudan doğruya öyle bir açıklaması oldu mu bilemiyorum ama bizim hazırlığımız Beşiktaş’ta korteji, Beşiktaş kortejiyle birlikte yürüyeceğimizdir. O kortejin içerisinde de sendikalar var, DİSK’e bağlı sendikalar var, Dev-Genç var, biz varız, işte çeşitli diğer kitle örgütleri var, sanat örgütleri var, işte Sine-Sen filan gibi gruplar o dönemde sinema sanatçıları filan, oyuncular filan var, onlarla birlikte o güzergâhta biz de yürüyeceğimizi ifade ettik. Yani fiilen öyle oldu, nasıl açıklandı, gazetelerde nasıl yayınlandı, nasıl deklare etti onu şu anda hatırlamıyorum ama. Eylem günü biz orada toplandık, o korteje girdik. Yanılmıyorsam, önümüzde de İleri Maden İş vardı ama kortej bir sürü, bir sürü… zaman geçti bir türlü ilerleyemiyor. Zaman geçip ilerlemeyince bizimkiler, biz meydana giremeyeceğiz bu gidişle demiş olmalılar ki, döndüler, biz buradan Mecidiyeköy’de, geri döneceğimize Şişli üzerinden girelim dediler. Aslında Şişli üzerinde normal bir güzergâh yolu yok, yürüyüş korteji yok prosedürde ama biz geriye döndük hızlı bir tempoyla Mecidiyeköy’den Şişli’ye geldik, Şişli meydanında bir toplantı organize ettik. Herhalde miting dağılmıştır dendi. Burada bir anma yapalım, dağılalım dediler. Konuşma yaptık, tam o anda dediler ki, haber geldi, hala konuşma yapılmamış, kortejler şeye girmemiş dediler, meydana girmemiş dediler. Biz tekrar devam ettik, Halaskargazi Caddesi’nden şeye doğru akmaya, Taksim’e doğru…
D.G: Kitle ne kadardı tahmini?
F.G: Ya… o aradaki kitlemiz şöyle diyeyim… 5-6-7 bin civarında bir kitle var yani. Bir ara koptu zayıfladı ama şeye girerken de o yine toparlandı, Mecidiyeköy’e doğru gelirken biraz zayıfladı ama Halaskargazi’de, Elmadağ’a giderken o kitlemiz yine toparlandı yani, öyle bir kitle… öyle hatırlıyorum yani belki abarttığı… mı hiç zannetmiyorum. Öyle bir kitleyle Halaskargazi’den yürüdük, Elmadağ’dan Taksim’in… o zaman terası vardı bilirsin, kafelerin olduğu yerde, oradan girmeye çalıştık, ucun ucun giriyoruz oraya, bir engellemeler var, engellemeleri aşıyoruz, itiş kakışımız var! Ama biz ucun ucun meydana giriyoruz ama şey de hala geliyor yani, DİSK de hala geliyor ama diğer devrimci gruplar da gelmiş girmişler, Dev-Yol filan onlar gelmiş, onlar da pozisyon almışlar, şeyler de geliyor.
Hatırlamıyorum yani Kemal Türkler konuşmaya başladı mı, başlamadı mı, bilemiyorum, biz tam o merdivenlerin orada, Gezi Parkı’nın önündeki alandayız, bir patırdı koptu! Ne olduğunu hatırlamıyoruz yani nereden geliyor, bu ses nereden geliyor, ne oldu? Hatırlamıyoruz! Sağdan soldan sürekli bir… bir ilk başladı, ondan sonra sürekli tarama sesleri başladı.
F.G: Koşuşturma… Bizim bulunduğumuz yer rahattı, hareket açımızdan nispeten rahattı, geri çekilebiliyorsun, Gezi Parkı’na çıkabiliyorsun. Biz meydana gittiğimiz an, onu da düzelteyim, meydana gelirken, işte diğer halkın grupları, halkın sülalesi dedikleri, Halkın Kurtuluşu, Halkın Yolu filan onlar da pankartlarıyla girdiler şeye, Tepebaşı’ndan itibaren meydana girdiler. Yani biz onların orada meydana girişini gördük. Onlar meydana girdiler, onlar meydana girmeye başladıktan sonra olaylar patladı zaten. Biz onun üzerine bir kısım arkadaşımız geri çekildi, bir kısım Gezi Parkı’na doğru yürüdük, Gezi Parkı merdivenleri bir anda yığıldı! Hatta önüme bir genç kız düştü, merdivenlere düştü, ben de o arada hemen in… böyle şey yaptım, böyle geriye yaslandım, gelenleri üzerinde ittim, ezilmesin diye, nihayet o kalktı yürüdü, ben de peşinden yürüdüm, orada bir ezilme olayı olmadı yani dolayısıyla. Yani o şeyi yaşamamış olsaydık belki birkaç ar… o arkadaş ya da başkaları ezilebilirdi. Çıktık, şeyden, ne olduğunu anlamıyorsun, büyük patırtı gürültü, silah sesleri, siren sesleri birbirine karıştı, çığlıklar… Dağıldık, pankartlarımızın bir kısmını toparladık bir yerlere kadar götürdük, sonra bir arkadaşlara bıraktık onlar götürdüler, şeye çıktı, Şişli’ye doğru, Mecidiyeköy’e doğru, zaten o tarafta oturuyorduk. Ne olduğunun da haberini ancak saatler sonra öğrenebildik, orada büyük katliamın olduğu, yaralıların olduğu, ölenlerin olduğunu ancak akşama doğru öğrenebildik, geç saatte.
X: Burada 5 dakika ara verelim.
D.G: Olur, olur.
D.G: Evet bu 1977 Katliamından sonra yani orada gördükleriniz, tanıklıklarınız bunları dinledik. Bu katliamdan sonra hareketinizin katliama dönük değerlendirmesi, bakışı neydi? Sonrasında ne oldu, bu katliamla ilgili neler konuştunuz, ne gibi kararlar aldınız, bir karar aldınız mı? Hareketteki yansımaları ne oldu ya da karşılığı ne oldu?
F.G: Şimdi o dönem için şunu söyleyeyim ben, biz zaten siyasi hareketin içerisinde karar verir konumda değildik o dönemde, daha çok sempatizan çevresini oluşturuyorduk. Ama kitlesel eylemlerine katılıyoruz, dolayısıyla 1 Mayıs’a da o vesileyle katılmış olduk. Hatırladığımız kadarıyla o döneme ilişkin ondan sonra yoğun bir tartışma devam etti, tabi ki herkes birbirini suçluyor, böyle olayların ardında yaygın olan bir şey! Bizim o konuda tavrımızın yani grup olarak kendimize yönelik tavrın esasen doğru olduğu noktasındaydı, çünkü hem işçilerle birlikte hareket ettik hem bu şeyde gelen, biraz provokasyon kokan tartışmaların öncesinde provoke… onun içerisinde yer almamış olmanın getirdiği sağduyulu bir karar vardı. Ama esas olarak bunun TKP ve çevresinin yaptığı provokasyon olarak değerlendirildi, çünkü 1 Mayıs’a katılmak herkesin hakkıdır, bayramdır, diğer gruplar da katılacak, tüm devrimci hareketler katılacak ama bunu DİSK’in, dolayısıyla TKP’nin, İGD’nin, yaygın deyimiyle o dönem İGD’nin engellemesi, asıl provokasyonun bunların yaptığı noktasında görüşler belirtiliyordu, karar o konuda çıkıyordu yayın organlarında.
’76 AYRILIĞI:
D.G: Evet. Peki, gelelim örgütsel meselelere, yani bu 1976-78 yıllarındaki o iç ayrılıklar, örneğin bu 1976 KK Koordinasyon Kurulu ayrılığı, keza bu 1980’de GKK Geçici Koordinasyon Kurulu ayrılığı, keza 1981 Bolşevik, Partizan Avrupa’da öyle bir… daha doğrusu Bolşevik adı altında bir ayrılık oluyor. Bu gibi ayrılıklar sizi etkiledi mi? Etkilediyse nasıl etkiledi? Ne gibi etkileri oldu sizin üzerinizde? İlişkide bulunduğunuz sınıfta ve toplumsal tabakalardaki karşılığı ne oldu bu ayrılığın ya da bu ayrılıkların?
F.G: Beni bu ayrılıkların içerisinde en çok etkileyen Halkın Birliği, diğer tanımladığımız grupla o 76’daki yapılan ilk ayrılıktı, o ayrılık beni çok üzdü. Yani yeni öğreniyorsun ama daha hiçbir şey ortada yokken hemen ayrılıkla harekete başlıyorsun, devrimci hareket yeni oluşum filizleniyor ama…
D.G: Peki. Ondan sonraki GKK ayrılığından bahsedebilir…
F.G: GKK daha sonraki bir ayrılık.
D.G: Evet.
F.G: Ondan önce şey çıktı, o Kurtuluş Yolu, Ahmet Kızıler’in yönettiği bir grup çıktı.
D.G: O hangi yıllara denk geliyor?
F.G: ‘77-78 işte o yıllardaydı zannedersem, evet o yıllarda, 78 gibi bir döneme denk geliyor. Bu şeyler daha çok kişisel, kariyer meselesi gibi gündeme geldi Ahmet Kızıler’in çıkışı, çünkü Ahmet o dönemde cezaevindeydi grubun çıkışından önce, birçok arkadaşı teşvik ediyorlardı, Ahmet’i gidin ziyaret edin Toptaşı Cezaevi’ndeydi yanlış hatırlamıyorsam, gidin ziyaret edin, görüşçüler, birçok arkadaş gidip görüşüyordu onu, onunla. Yani aslında olmaması gereken bir şeydi, onun ön hazırlığını onlar önceden yapmışlar, amaçları nedir, niçin böyle bir hazırlığa girdiler bilemiyorum ama daha henüz cezaevindeyken dışarıda sempatizanları, kendine yakın hissettiği insanları onunla görüşmeye teşvik ediyorlardı, onun etkisi altına almak, etkilemek için cezaevine gönderiyorlardı ziyaret adına, ondan etkilensin, dolayısıyla böyle bir…
Yani iyi niyetli bir hareket olarak görmüyorum, daha çok grupçu, siyasetçi, kari… kariyerist bir tavır olarak görüyorum. O da çıktı, çevremizde birtakım gençleri etkiledi.
D.G: Onun amacı neydi? Yani o kendisini nasıl tarif ediyordu, Kızıler grubunun ayrılık gerekçesi neydi, neyi savunuyorlardı?
F.G: Ya… bir Kürt meselesi vardı galiba, öne çıkardıkları konulardan bir tanesi Kürtler ayrı seksiyon örgütlenmesini mi öneriyorlardı. Onların çevresi daha çok sendikalarda örgütlülerdi. O zaman Bank-Sen bu grubu destekliyordu. Onlar sonra da bir dergi, dergi faaliyetleri oldu, yayınevine dönüştürdüler, öylece kaldı.
F.G: arkadaşlar, bir süre sonra Aydınlık’a yakın bir pozisyon almaya başladılar. Yani onların evrimi biraz daha Aydınlık’a yönelik çalışma, Aydınlık’ın bizim altımızı oyma gibi, bir çalışması gibi bir şey o, gibi geldi bana.
D.G: Evet, gelelim GKK sürecine, 1980, bu neydi, neyin nesiydi?
F.G: Oraya hiç girmeyelim, çünkü GKK’yı dışarıda hiç yaşamadım, cezaevindeydim.
D.G: İşte Proleter Birlik, HB grubu Halkın Birliği, Komünist yurtdışı yayın organı, İşçi Köylü gazetesi, Partizan dergisi. Bu gazete ve dergilerden hangileri elinize geçiyordu, hangilerini takip edebiliyordunuz? Halkın Gücü gazetesinden tabi bahsettiniz biraz, onu dinledik. Bu gibi yayın organları hiç elinize geçiyor muydu, takip edebiliyor muydunuz?
00:03:03
F.G: E tabi ki yani Partizan dergisini, sürekli takip ettiğimiz bir dergiydi. Keza İşçi Köylü dergisi illegal olarak çıktı. Komünist dergisi kadro yani parti üyeleri için çıkarılan bir dergiydi, siyasi yazıların, tartışmaların devam ettiği bir dergiydi, okurduk takip ederdik.
D.G: Evet.
F.G: Yani bunun dışında kendi siyasi hareketimizin içinde olmayan diğer grupların dergilerini de zaman zaman okuyorduk, güncel haberler ya da siyasi yorumlarını, değerlendirmelerini, onları da takip ediyorduk hep.
D.G: Evet.
X: O döneme gelmişken… 78 ya birinci konferans.
F.G: Peki şeyi de bahsetmek istiyorum varsa, özellikle Okmeydanı’nda işte ilk mücadele, Süleyman’la olan ilişkilerimizde o döneme ilişkin biraz bahsedebilir miyim yani?
D.G: Buyurunuz, buyurunuz, tabi.
F.G: Şimdi dediğimiz gibi bizim ilk devrimci sürecin başlangıcında H.H.A., Süleyman, M.A. ve benzeri kişiler olunca diyebilirim ki, şeye, siyasete biraz hızlı girmiş olduk, dolayısıyla. Süleyman bizim oturduğumuz mahallede oturuyordu, hatta halam vardı, yaşlı bir halam vardı, onların karşısındaki evde oturuyordu, evliydi ve öğretmendi ve mahallede çok sevilen bir kişilikti, halam da çok severdi mesela kendisini. Zaman zaman yemek, eşi olmadığı zaman yemek filan da yapardı, o kapıda karşılaşırdı, hâl hatır sorardı, çoluk çocuk sorardı. Öylelikle biz orada aile ortamıyla tanışmamız oldu Süleyman’la. Sonra bizim kaldığımız eve gelirlerdi oturur sohbet ederdik. Daha sonraki bu Partizan olayı yaşanmadan evvel Süleyman okulu bıraktı siyasi mücadeleye atılmaya karar verdi. Evini taşıyor, bir de arama durumu düştü, hangi nedenle tam olarak net bilemiyorum ama bir nedenden dolayı aranır duruma düştü, evini değiştirmek gerekti, evini de biz hatta taşıdık. Bir gün birlikte gidiyoruz bir yerden bir yere, iyi biliyorum üzerinde silah var, polis de onu arıyor, Okmeydanı’nda bir kavşağı geçtik, üzerinde silah, polisler de onu arıyor, onun için karşıya, yolu kuşatmışlar, kapatıyorlar. Doğrudan doğruya gitti polislerin üzerine, bir şey sordu, ne sorduğunun önemi yok ama polisler bir yer tarif etti herhalde, polisler de ona yardımcı oldu yönlendirdi, bir şey tarif ettiler, çekti gitti, yani üzerini aramadılar.
Daha sonraki süreçte dedim ya sen nasıl yaptın bu işi, yani polis seni arıyor, sen gidip polisle konuştun, bu işi… seni yönlendirdiler gittin! Dedi ki ya bu süreçlerde soğukkanlı olmak gerekiyor böyle durumlarda, özgüveninin ve tereddüt etmeyeceksin, paniklemeyeceksin, sakin olacaksın süreci böyle atlatabilirsin ancak, dedi. Burada gördüğün gibi ben gittim polise sordum, polis bana bir yer tarif etti, gittim. Şimdi bu aklımda kalmış. Ben 76 yılında üniversite sınavlarına girdim kazanamadım. Tek dersten bütünlemeye kalmıştım, bütünlemeye kalışımın nedeni de Pir Sultan gecesi düzenlemişiz, afişleme yaptık, afişleme yaparken yine bizi polis geldi tuttu, Çağlayan Karakolu’na götürdü. O sabah da İngilizce sınavında, son sınavım var gireceğim, çok da bilmiyorum İngilizceyi ama… sınava yetişemedim, tek derste bütünlemeye kaldım. O yıl tek derste bütünlemeye kalanlar üniversite sınavı merkezi yerleştirmeye yerleştirilmedi. Ben de çeşitli üniversitelerde ön kayıt araştırmaya gittim, ODTÜ’ye gittim. Üzerimde bir tane bıçak var, onunla yola gittim. Üniversiteler açılmış, her taraf polis, Ankara’da bir gün önce olaylar olmuş, iki tane öğrenci öldürülmüş, o Ankara’yı biliyorsun 5 Evler, o dönemler çok yaygın, üniversitenin kavşağı, üzerimde bıçakla dolaşıyorum. Polis… ne yapayım dedim? Gideyim en iyisi polise sorayım dedim, aynı öykünmeyi ben de yapıyorum (gülüyor) çünkü orada, gittim dedim ya falanca yer neresi dedim! Bana bir yer tarif etti, dur seni usulen bir arayayım dedi! Aslında gideceğim yeri biliyorum ben de (gülüyor)… aynı yöntemi uyguluyorum! Neyse oraya gittim, böyle böyle üç dört yerde, Yüksel Koleji’ne gittim mesela, onun içersinde aynı üzerimde bıçak var, onlarla gittim, oraya da sordum, onlara da yine bir yer soruyorum onlar tarif ediyorlar ama bu arada da, dur seni usulen arayalım diyorlar, buralarımı arıyorlar ama ben bir yere saklamışım onu bulamadılar. Son gün ODTÜ’ye gideceğim, ya dedim ODTÜ nasıl bir yer acaba? Hiç gitmemişim ODTÜ’ye, ODTÜ’de nasıl ararlar acaba dedim, en iyisi ben bıçağı bir yere saklayayım da öyle gideyim dedim, öyle gittim. Yani, Süleyman’ın oradaki o soğukkanlı davranışı beni etkiledi, test ettim, hakikaten birçok yerde o, o şekilde başarıyla geçebildim yani. Süleyman’la öyle bir yakınlığımız oldu. Dediğim gibi Süleyman… yine H.H.A. ile benzeri şekilde çalışmalarımız oldu. O süreç bir de bizi şu yönde çok etkiliyordu, her şeyden önce illegaliteye çok önem veriliyordu, gereksiz yerlerde gereksiz şeyler konuşmayın! O zaman militana öğütler diye bir yazımız vardı 72 madde halinde söylenmiş, sonra bu 104 maddeye çıkardılar.
Çok sık onu okurduk, onu uygulamaya çalışırdık. Mesela ben o konularda çok dikkatli davranırdım. Ş.A. ile ayın evde kalırdık, Ş.A. gelirdi akşam bütün kitapların üzerine yazmıştı, neredeyse bütün sayfalarına Ş.A., Ş.A., Ş.A……yazmış. Ya Ş. sen bunu niye yapıyorsun? Yarın bir yerde koştursan, kitabın elinde düşse sen bundan sorumlu tutulacaksın! Ya öyle mi dedi? Hakikaten ya yapmamak lazım dedi! Yani Ş.’yle de öyle bir anekdotumuz oldu. Şimdi oraya geçtiğimize göre, daha önce de Süleyman’la birlikte bir sınıf olgusu anlattım, hakikaten o da beni çok ciddi olarak etkiledi, yani sınıfın, öğrencilerin içerisinde bu sevgisi, bu saygısı öğrencilerin, o da beni çok etkiledi. Yani bu kişiliklerin lider olmasının ya da başarılı olması tesadüfî bir şey değil, onu vurgulamak istiyorum, hepsinin kalitesinde, kumaşında bir şey var. Mesela ağabeyimle de karşılaştığım zaman öyle, ağabeyimin insan ilişkileri, insanla olan diyalogu, sıcaklığı, samimiyeti benimle kıyaslandığında bir kumaş daha önde. Yani onların da o tür başarısı var, onu da takdir etmek gerekir diye, sözü gelmişken belirtmek istedim.
D.G: Tabi ki. Çok teşekkürler, böyle şeylere değinebilirsiniz yani anlatmak istediğiniz birtakım şeyler varsa. Peki, bu dönemde hareketinizin emekçiler içerisindeki o çalışmaları nasıldı? Yani işte meslek kuruluşlarındaki ilişkileri ve bu gibi yerlerdeki o örgütlenmesi hakkında bir bilginiz var mı? İşte derneklerde, sendikalarda, fabrikalarda, mahallede, gençlikte, işte öğretmenlerin arasında? Bunlara değindiniz aslında, bunları biraz anlattınız ama yani anlatmak istediğiniz başka şeyler de varsa buyurunuz.
F.G: Şimdi İstanbul gibi şehirde, İstanbul ne de olsa bir işçi şehridir, biz de zaman zaman çalıştık geldik gittik ama işçilerle de yoğun olan bir sürecin içerisindeydik, birçok işçi grevi ve direnişleri oluyordu. Birçoklarına gittik ziyaret ettik, görüşmelerimiz filan oldu. Bu bir yana ama bizim siyasi hareketin, içinde bulunduğumuz siyasi hareketin işçi mücadelesine büyük önem verdiği bir sorun vardı. Biz yeni bir harekettik, sendikalar içerisinde köklü bir ilişkilerimiz yoktu. O zamanki DİSK ile, TKP, İGD ile ilişkilerini hakikaten kıskanıyordum, ben kendi payıma kıskanıyordum, onların sendikal olarak çok güçlü olması, kitle, işçi kesimiyle böyle güçlü bağları olması, binlerce, yüz binlerce işçiyi harekete geçiriyor olması bizi çok etkiliyordu. Keza İbrahim’in 15-16 Haziran İşçi Direnişi’yle ilgili bir yazısı var, değerlendirmesi var. Hareketin içerisinde bizde işçi örgütlenmesine büyük ilgi vardı esasen. İşçi örgütlenmesi çalışmanın temeli gibi alınıyordu şehirlerde. Gençlik içerisinde çalışıyordu, birçok arkadaş da ben de ısrarla, gençlik sorumluluğu yaptığım dönemlerde okulu bırakıp işçi kesimine katılmak istiyorduk. Nereye gitsen, hangi liseye gitsen işçi arkadaşlar, şey, genç arkadaşlar liseli arkadaşlar işçi kesimiyle bağ kurmak, işçilerle, işçi kesimine geçmek orada çalışmak istiyordu. Hatta o dönemde iyi hatırlıyorum çok çetin tartışmalarımız oldu. A.T.E., tanırsınız belki bilmiyorum, şu anda yaşayan bir arkadaşımız, o zaman Maarif Koleji’ndeydi, Maarif Koleji iyi bir okul o dönemde, hakikaten kolej niteliğinde, yatılıydı. Onlarla da iyi çalışmalarımız oldu, gençlik içindeki çalışmalarım. Her görüşmemizde de neredeyse, beni illa da işçi kesimine gönderin diyordu, beni işçi kesimine gönderin diyordu, ısrarları vardı. Yani biz partinin işçi kesimine yönelik yoğun bir ilgisi, çalışması ve sendikalarda örgütlenme konusunda büyük bir isteği vardı. Bu aslında ben gençlik alanında çalışıyor olmama rağmen büyük takdir ettiğim bir şeydi, hakikaten doğru yönelim oydu, sendikalarda, işçi kesimi içerisinde çalışılması gerekir, orada örgütlenilmesi gerekiyor, güçlü sendikalarımız olması gerekiyor, iyi sendikacıların yetiştirilmesi gerekiyor. Böyle bir duygu ve hava çevremizde ya da örgütlü olduğumuz kesimlerde vardı.
D.G: Evet. 1977 seçimleri nasıl bir tablo içerisinde yapıldı? Yani bu seçim kampanyaları, seçime dair politikanız neydi? Biraz bundan hani bahsetmenizi rica edeceğim.
Bu seçimlerde örneğin Tunceli’de bağımsız bir adayın gösterildiği biliniyor. Buna dair tavrınız neydi, ne konuşuldu, neler yapıldı, 1977 genel seçimleri?
F.G: Şimdi bizim genel tavrımız boykottu. Neden boykottu? Silahlı mücadeleyle iktidarı alacağız, e barışçıl yollarla başarı kazanmanın şansı yoktur! Onun için bizim temel mücadele biçimimiz silahlı mücadele olduğu için kitleleri devrim mücadelesi, doğrudan doğruya devrime kanalize etmek ve böyle reformist mücadele yöntemlerine kanmamaları için sürekli boykot çağrısı yapılıyordu. Şimdi 77 işte bahsettiğim gibi, özellikle Kıbrıs hareketinden sonra mesela biz Sivas’tayken Ecevit’i kahraman, Karaoğlan kahraman olarak görüyorduk. Yine Kıbrıs hareketini destek, destekliyorduk ama İstanbul’a geldikten sonra eleştiriler, yorumlar, değerlendirmeler baktık Kıbrıs hareketinin bir işgale dönüşmüş olduğu… şeye karşı, CHP’ye karşı bakış açımız o zaman şahsen, kişiler olarak değişime uğradı. Siyasi hareket olarak da… reformist hareket olarak görüyorduk, bunların ülke halkına, Türkiye işçi sınıfına verebileceği bir şey yok, devrim yoluna engel teşkil edecek, dolayısıyla boykot edilmesi gerekiyor, seçimlerin boykot edilmesi gerektiği noktasında yazılarımız çıkıyordu, bildiriler dağıtıyorduk ona yönelik çevremizde. Bu arada arkadaşlar Dersim’de lokal olarak ajitasyon ve propaganda amaçlı olarak aday çıkardılar. Yani bu arada bir adayımızın milletvekili olacağı ya da belediye başkanı olacağı inancıyla değil de bu tür çıkışlar daha çok propaganda imkanı sağlamak, propaganda yapmak, insanlara ulaşmamızı kolaylaştırmak amacıyla lokal olarak böyle adaylar çıkarılabiliyordu. Bu lokal olarak çıkarılan bir adaydı.
D.G: Buna dair bir iç tartışma oldu mu buralarda?
F.G: Yani tabanda onun tartışması olmamıştı ama merkezi olarak bir karar alınmıştır. Dediğim gibi, tartışma şu noktada, niye aday çıktı? Bir tezatlık teşkil etmiyor, çünkü söylenirken, yazılan ya da söylenen şu, konuştuğumuz da olay odur, zaten boykot ediyoruz ama ajitasyon-propagandaya yönelik bir çalışma olması amacıyla çıkarılıyor, yoksa siyasi iktidarın bu yolla alınmayacağı, reformist yöntemlerle, barışçıl yöntemlerle devrimin yapılamayacağı biliniyor ama bu yalnızca kitlelere ulaşmamızı kolaylaştırmak amacıyla ajitasyon ve propaganda amacıyla çıkarılmış bir aday süreci.
D.G: Mesela yani yine sizin döneminizde o dönemlerde HB Halkın Birliği, HK Halkın Kurtuluşu, HY Halkın Yolu, TSİP Türkiye Sosyalist İşçi Partisi, İGD İlerici Gençler Derneği, Aydınlık, Kurtuluş, Dev-Yol ve benzeri gibi sol sosyalist kurumlar var. Bu siyasal hareketlerle merkezi ya da yerelde ilişkileriniz, ittifaklarınız neydi, oldu mu hiç? Örneğin ortak kampanyalar hiç yürüttünüz mü? Kısaca, iktidara karşı mücadele eden diğer sol kesimlerle ilişkileriniz nasıldı? Bunları konuşabiliriz.
F.G: Şimdi bu siyasal hareketlerin hepsini tabi ki biliyoruz, yayın organını da zaman zaman okumuşuz, çevremizde arkadaşlar olmuş, oturmuşuz çeşitli politik meseleleri tartışmışızdır. Merkezi olarak uzun süre bu, bunlarla bir eylem birlikleri, eylem birlikteliğimiz olmadı. Zaten TSİP’te olma şansımız hiç yoktu, onlarla çok… bizim sosyal faşist olarak, sosyal emperyalist dediğimiz Rusya’nın yedeğinde hareketlerdi. Onlar bizi Maocu Bozkurt olarak görüyorlardı, Maoculara karşı bir tavırları vardı. Ama Halkın Yolu, Halkın Kurtuluşu, Halkın Birliği, Halkın Birliği zaten geçmişimiz ortak olan bir siyasi hareketti, 76’da ayrıştığımız bir hareketti. Halkın Kurtuluşu eski THKO’nun devamı olarak çıkan bir hareket. Halkın Yolu’da eski THKPC kökenli, ancak onunla görüş ayrılığından dolayı ayrılan bir gruptu. Onların da emperyalizm, Sovyetler konusunda eleştirileri vardı, ondan dolayı ayrılmış bir hareketti. Çevremizde bu arkadaşlar vardı, çeşitli derneklerde, ortamlarda bunlarla konuşurduk, tartışırdık, değerlendirirdik Türkiye’nin sorunlarını, devrimin sorunlarını. Süreç, o süreç yeni olduğu için herkes daha kendi düşünce yapısın yeni olgunlaş… olgunlaştırmaya başladı, 76-77 hatta 78 yılları, belki devrim süreci içerisinde çok kısa süreçlerdir ama o zaman için yine de fena bir süreç değildi. Onlarla birebir böyle ortak eylemliliklerimiz olmadı ama 79’dan sonra özellikle Halkın… Birliği, Halkın Kurtuluşu gibi gruplarla 79 döneminde bir cephe mücadelesi geliştirildi. O zaman bizim tayin edici düşüncemiz, cephe anlayışını reddetme yönünde değildi.
Cephe düşüncesini devrimin belli bir aşamasında stratejik bir olgu olarak değerlendiriliyordu. Ama taktik olarak da cephede birtakım eylemler, eylemler bazında, eylemler bazında eylem birlikleri yapılabileceği, belli süreçler içerisinde eylem birliği yapılacağı, bu anlamda cepheler kurulabileceği şeklinde bir düşüncemiz vardı. Bu düşünce çerçevesi içerisinde 79 yılında olan faşist baskılar, terör, komplolar, bilmem şeylere karşı ortak eylemler yapılmaya karar verildi. Bu ortak eylemler içersinde, şu anda ismini de tam hatırlamıyorum, bir isim de vardı o zaman, bu gruplarla ortak eylem kararı alınmıştı; Halkın Birliği, Halkın Yolu ve Halkın Kurtuluşu’yla birlikte.
D.G: Demokratik eylemler mi?
F.G: Demokratik, demokratik eylemler evet, okullarda, iş yerlerinde, sendikalarda, daha çok okullarda ve iş yerlerinde bu tür eylem birlikleri yapılması, birlikte hareket edilmesi noktasında bir çizgimiz vardı. Bir de bizim o dönende demokratik kitle çizgimiz vardı. Demokratik çizgimiz, kitle örgütlerinde nasıl çalışılması noktasında bir açılımımız vardı, çok önemsediğimiz bir şeydi. Biz kitle örgütlerinde siyasi hareketlerin kendi siyasi görüşlerini öne çıkarmadan, kitle örgütlerinde birlikte çalışma, hareket etmesi noktasında bir düşüncemiz vardı. Yani memur hareketi içerisinde, işçi hareketi içerisinde, sendikal hareket içerinde siyasi hareketler, kendi siyasi programlarını dayatmadan temel birlikteliklerde, bu temel birlikteliğimiz neydi? Anti-faşist, anti-kapitalist temeller üzerinde bir birliktelik herkesle kurulabileceği, bu birliktelik üzerinde ortak dernekler, ortak faaliyetler yürütülebileceği noktasındaydı. Buna denk düştüğü her noktada da diğer siyasi hareketlerle birlikte ortak eylemler yerelde de olsa, genelde de olsa yapılabileceği noktasındaydı. Yerelde bu yapılıyordu, mümkün olduğu kadar sendikalarda, özellikle memur çalışmaları içerisinde, o dönemlerde henüz memur sendikaları yoktu ama dernekler oluşturuluyordu, memur derneklerinde. Keza mahalle ve semt çalışmalarında, yine sendikal çalışmalarda bu birlikteliğe gayret edilen çalışmalar yapılıyordu. Onun dışında da biraz önce bahsettim, bir, demokratik bir cephe şeylerle birlikte, o Halkın Birliği, Halkın Yolu’yla birlikte 79 yıllarında öyle bir cephe girişimi oldu… ama çok uzun sürmedi, yani onun tartışmaları devam etti ama seçim süreci de vardı o dönem, seçim sürecini de kapsayacak bir şekilde, 79 seçim sürecini de kapsayacak bir süreçte böyle bir faaliyetimiz oldu.
D.G: Evet. Peki, yine dönemlerde yani Tariş Direnişi var İzmir’de, sonrasında Deşt Toprak İşgali var Dersim’de. Bu direniş ve işgal sırasında hareketinizin çalışması neydi, yaşananlar nelerdi? Birey olarak tanıklıklarınız var mı ve benzeri gibi, biraz da bu iki konuyu konuşalım isterim.
F.G: İzmir’deki Tariş Direnişi sırasında biz cezaevindeydik, cezaevinde takip ettik o süreci, daha sonra o direnişin içerisinde yer alan özellikle Dev-Yol davasından bir iki arkadaş geldi. b onlarla sohbetlerimiz oldu, onlarla birlikte andık ama bizim o süreçte o hareketin içerisinde yer alan devrimci arkadaşlarımız, bizim siyasi hareketten arkadaşlarımız daha çok Ankara’da değil de, İzmir, Buca ve Aydın illerine gittiler, dolayısıyla onlarla o konuda bir görüşmemiz olmadı. Bizim onunla ilgili bilgilerimiz daha çok basın üzerinde görülen bilgilendirmeydi, büyük bir coşku yaratmıştı Tariş Direnişi, hem bir işçi eylemi olarak hem de semtin buna verdiği bir destek olarak güçlü bir direnişti. Bu elbette bizi coşturduğu gibi, sınıf düşmanlarımızı da ciddi şekilde endişelendirdi, korkuttu ve dolayısıyla da, 80 darbesini nedenlerinden bir tanesi de işçinin bu güçlü ayak sesiydi herhalde, bu onları ciddi şekilde endişelendirdi. Deşt İşgali de keza güçlü bir hareketti, şimdi Deşt hareketine başlarken ben o konuya ilişkin şöyle de bir değerlendirme, siyasi bir değerlendirme de yapmak istiyorum. Biz 76 süreci, sonra 78 konferansında gerilla hareketine hazırlık sürecine başlandı.
Bu hazırlık süreci içerisinde kısa bir süre sonra da gerilla savaşına başlama kararı alındı. Şimdi bu döneme denk gelen bir süreçtir. Fakat gerilla savaşının hazırlık sürecini, biz konferansa doğrudan katılmadık, gençlik içersinde çalıştığım yine bir dönemdi, konferans delegesi de değildim ama gelişmeleri yakından takip ediyordum tabi. Konferansın gerilla savaşına hazırlık programını yapmış olması hakikaten bizim için heyecanlandıran ve coşturan bir karardı, nihayetinde siyasi hareketimiz toparlamış, bir kimliğe bürünmüş ve rotasını belirlemiş, gerilla savaşına hazırlık sürecine de girmiş kırlarda, coşkusu bizi etkiledi. Fakat ben kendi payıma bu sürecin biraz uzun olacağını düşünüyordum yani ciddi bir şekilde orada köy örgütlenmelerinin olacağını, milislerin olacağını, lojistik sistemin kurulacağını, hatta yer altı barınaklarının filan hazırlanacağı, yeterince kitlesel destek sağlandıktan sonra bir gerilla savaşına başlanacağını umuyordum. Bu Deşt işgali de belki bunun gibi, köylülerle birlikte oluşan bir süreç olarak değerlendirdim, oldukça da etkileyiciydi yani o bölgelerde köylülerin toprak sorununu çözmesi açısında etkili bir girişimdi.
……
Aldığımız duyumlar, o bölgede değiliz ama tabi ki birtakım haberler alıyoruz, gerilla savaşına başlanması için yeterince objektif şartların olmadığını ben kendi kanaatimi söylüyorum tabi ki, oluşmadığı noktasındaydı. Yani o sürecin hem milis örgütlenmesinin yeterli olmadığı, köylü örgütlenmesinin, köylü hareketinin, bir niyetin, amacının yeterince kavranılmadığı, lojistik altyapının oluşturulmadığı ve benzeri sorunların hala olmamış olduğunu düşünüyordum ya da öyle hissediyordum, öyle haberler alıyordum. Ve dolayısıyla da böyle bir gerilla savaşının başlatılmış olmasının erken bir başlangıç olduğunu ama buna karşın, orada bir toprak işgalinin, insanlara toprak dağıtılmasını, tarım faaliyetlerinin güçlendirilmesini ben olumlu buluyordum. Bu da o anlamda gayet iyi bir şeydi, zamanlaması da iyi bir şeydi. Keşke bunun gibi böyle Deşt İşgali gibi, tarım alanlarının geliştirilmesi, kooperatiflerin geliştirilmesi gibi şeylerin daha da yaygınlaştırılması gerekiyordu ama o noktada zayıf kaldı. o bir herhalde kıvılcımdı ama devamı gelmedi.
D.G: Evet. Şimdi ben 12 Eylül’e geçmeden önce yani bu 12 Eylül’e doğru o sürece geçmeden önce biraz geriye gidip şu soruyu sormak istiyorum; bu illegal hayatınızda, o illegal dönemde bize anlatmak istediğiniz, kayda geçmesini istediğiniz bir şeyler varsa eğer buyurunuz. Ondan sonra da 12 Eylül sürecine doğru ilerleyebiliriz, hapishane sürecine doğru, gözaltı ve tutukluluk.
F.G: Şimdi onunla ilgili özel bir şey değil de bir genel siyasi değerlendirme yapmak isterim ben. Biz o süreçten bugüne, bugünden o döneme doğru baktığımız zaman birtakım kendi şahsıma, birtakım eksiklik, yanlışlarımızı da bu vesileyle dillendirmek istiyorum. Şöyle ki; 76 hareketi bizim için hakikaten bir kırılma noktasıydı, 73’de parti kurulduktan sonra 76’daki bu ayrılık ciddi bir kırılma noktasıydı, niye ciddi bir kırılma noktasıydı? Partinin yeni toparlandığı bir süreçte bir konferans yapılmadan partinin temel belgeleri üzerinde bir değişiklik yapılarak sosyoekonomik yapısını, devrim stratejisine varılıncaya kadar birtakım değişikler önerildi, merkezde, o zaman merkezde yer alan arkadaşlarımız. Buna itiraz oldu, itirazın da haklı noktaları vardı, neden haklılığı vardı? Bir kere bir konferans yapılmadan bunun geniş anlamda bir değerlendirilmesi yapılmadan böyle bir karar alınması yanlıştı, ona… bizim arkadaşlar bir… bizim çevremizde yer alan arkadaşlar buna itiraz ettiler, başta Süleyman Cihan ve diğer arkadaşlar olmak üzere. Fakat bugünden… belki o zaman o süreç doğru tahlil edilseydi, bugün geldiğimiz nokta biraz daha farklı olabilirdi. Şöyle ki; geri kapitalist bir ülke değerlendirmesi vardı o arkadaşların, fakat bizim yer aldığımız kesimden, çevreden gerilla savaşına hazırlık ve halk savaşı stratejisi o günler için oldukça coşkulu bir programdı. Köylü hareketi hala varlığını sürdürüyordu, köylünün ekonomisi hala varlığını sürdürüyordu ama yavaş yavaş çözülmeye başlamıştı. Hani 75’de artık kırdan şehre göçler başlamıştı, artık gecekondulaşma başlamıştı yurtta, işte o başlama aynı zamanda kırların çözüldüğünün de bir işaretiydi ama biz bunu fark etmedik esasen, artık kırlar çözülmüştü. Şimdi gerilla savaşının şartları giderek azalmaya başlamıştı aslında, bizim o konudaki değerlendirmemiz bugünden o güne baktığımız zaman ütopik geliyor, en azından şimdi şu anda benim için biraz ütopik geliyordu. O konudaki süreç… gözü kara bir çıkıştı bizim için; kararlı, inisiyatif, devrimci, özverili bir çıkıştı ama tabi ki bu tür… kavramların hepsinin içerisini tam olarak ifade eden toparlayan, gözü kara bir çıkıştır demek daha doğru olur. O gözü kara çıkışın içersinde militan bir duruş vardı, o militan duruş bizim hareketin karakterini belirledi.
Ama aynı zamanda bir şey vardır ki, senin karakterindeki ön plana çıkan şey bazen dezavantaja dönüşüyor. 76 ile birlikte biz bu çıkışı yaptık ama hala biz kurumlaşmış bir kimliğe dönüşemedik bir türlü. Bir konferansını yapamadı siyasi hareketimiz, bir derli toplu oturup konuşamadık, sürekli bir savaş süreci içerisinde olduk, sürekli bir savaş süreci içerisinde oldu, sürekli mücadele içerisinde oldu! e bu da sürekli, uzun bir nefes gerektiriyor, sürekli kadro gerektiriyor, bu zor bir mücadeleydi ve burada çok sayıda kadromuzu kaybettik. Düşünün, kaç tane merkez komitesi üyesi, kaç tane genel sekreter kaybettik. Şimdi kurumlaşmamış olmanın bir etkisiydi bu bana kalırsa. Aynı zamanda o militan mücadelemizin de dezavantajıydı yani bir yanı iyiyse bir yanı da kötüydü, hani çelişki, her şey karşıtını bağrında taşır diyor ya, burada da karşıtını bağrında taşıdı. Çünkü sürekli mücadele, sürekli savaş sürekli kadro kaybıdır! Bu derlenip toparlanmama, düşünüp, yenide düşünme, yenide bir mücadele perspektifi, siyaseti, politikası belirlememe hali demektir.
……..
D.G: Evet kısa bir aradan sonra görüşmemize devam ediyoruz. 12 Eylül Darbesi’ne doğru hareketinizin darbeye karşı bir hazırlığı var mıydı? Yani darbenin sizdeki yansımaları neydi, ne oldu? Bunlarla başlayalım.
F.G: Esasen bir darbe beklentisi vardı Türkiye’de. Ondan öncesinde hep konuşuyorduk zaten, 10 yılda bir Türkiye’de darbe olur, öyle bir beklenti, öyle bir hava oluşmuştu ama şartlar da bir darbenin gelişine işaret eder gibiydi, çünkü gerilim çok artmıştı, siyasi gerilim, çekişmeler, devrimcilerle faşistler arasındaki çekişme artmıştı, ekonomik olarak bir sıkıntı oluşmaya başladı. Zaten Ocak’tan sonra 24 Ocak 80 kararları…Zaten ekonomik bir sıkıntı vardı, işçi eylemlilikleri çok fazla artmaya başladı, işçi direnişleri artmaya başladı, ekonomi yürütülemez duruma geldi. Matal işçileriyle MESS (Metal Sanayicileri Sendikası) arasında ciddi çekişmeler oluyordu. Yani ülke artık yönetenlerin yönetemez duruma düştüğü bir aşamaya gelmişti. Şimdi bu aşamada ya devrim olacak ya bir karşı devrim süreci olacaktı! Dolayısıyla böyle bir şey beklenirdi. Bizim için o çok önemli, tayin edici bir sorun değildi teorik olarak, niye? Çünkü devrim uzun erimli bir mücadeleydi, halk savaşı uzun süreli bir mücadeledir, bunun gelgitleri olacaktı, dolayısıyla bizim buna hazırlıklı olmamız gerekiyordu, teorik olarak biz bunu böyle hesap ediyorduk. Ben 79’da cezaevine girdim, darbeden aşağı yukarı tam 1 yıl önce. Biz bu süreci basında takip ediyorduk, cezaevinde ama bir darbe beklentisi vardı. Tabi bu süreçte Afganistan olayı gelişti, Türkiye’yi de etkileyen bir durumdu kısmen.
D.G: Neydi o Afganistan olayı biraz değinebilirsiniz.
F.G: Afganistan, Sovyetler Birliği’nin Afganistan’a müdahalesi gelişti. Sovyetler’in Afganistan’a müdahalesi gelişince daha doğrusu müdahale derken… o mevcut yönetimin Sovyetler’den yardım istemesiyle gelişti. Ama işte bu süreç… Rusya’nın emperyalist olup olmaması tartışmasını da Türkiye solu içerisinde ciddi olarak gündeme getirmeye başladı böyle bir süreçte. Bu da, Türkiye siyasi hareketinin önemli sorunlarından bir tanesi haline geldi, çünkü o dönemde ciddi bir sorun, siyasi bir sorun, Sovyetler’in emperyalist olup olmadığı mevzusuydu. Yine o dönemde yaygın olarak tartışılan mesele Arnavutluk’un sosyalist olup olmadığı meselesiydi.
Kısır döngü içinde 12 Eylül’e geldik. 12 Eylül Darbesi’nin ardında birçok siyasi hareket çok kısa zaman içersinde düşman güçler tarafından derdest edildi. Biz o dönemde cezaevindeydik.
……..
Hakikaten bu 80 Darbesi’nin hemen ardında diğer siyasi grupların ciddi şekilde düşman tarafından toparlanıp cezaevlerine konulmasıyla kanıtlanmış oldu. Bizim siyasi hareketimiz ciddi bir darbe yemedi işin başındayken. Bizim asıl darbemiz 82 ve 83’ten sonra başladı, başladı. Ve bu da aslında bizim yanlış siyasi, o dönemdeki yanlış politika değerlendirmemizden bir tanesiydi, çünkü o dönemde yapılan bir konferansta mücadeleye devam, gibi bir karar alınmış. Oysa zaman zaman siyasi mücadelenin içersinde geri çekilme ve toparlanma sürecini değerlendirmek gerekir. Biz, affedersiniz, yanan ateşe şey, benzin döktük gibi bir durumla karşı… çünkü, 73’de olduğu gibi bütün siyasi hareketler toplanmış, ortalık temizlenmiş, bir tek direnen İbrahim Kaypakkaya kalmıştı, onun da üzerine rahatlıkla gidip aldılar. 80 darbesinden sonra da aynı şey oldu, diğer siyasi hareketlerin çoğu legal oldukları için, yarı legal oldukları için ya da dergi çevresinde örgütlendikleri için çok kısa zamanda derlenip toparlandılar onlar, bütün kadroları toplandılar. Buna rağmen o siyasi hareketlerin bazıları geri çekilme kararı aldı, almışlar buna rağmen, kitlelerinin bir kısmını koruyabilmişler. Bizim ona zamanımız olmasına rağmen, biz mücadeleye devam kararı almışız, kırlarda gerilla mücadelesine devam kararı almışız ve dolayısıyla da düşmanın bütün gücüyle bizim üzerimize gelmesine ve dolayısıyla da büyük darbeler yememize neden olmuşuz!
D.G: Evet. Peki, artık şeye doğru gelelim, yani bu 79’da içerideydiniz, ben direkt gözaltı ve tutukluluk yani o hükümlülük dönemiyle başlayalım istiyorum. Nasıl oldu o gözaltı süreci, o sorgu, o mahkeme, o hükümlülük, o? Biraz buraları konuşalım, buralarla başlayalım.
F.G: Şimdi 79’da Ankara’da siyasi faaliyetlerimizi yürütüyoruz alt bölge komitesi üyesi olarak hem gençlik kesiminden hem memur kesiminden hem de yakın bölgelerdeki birtakım illerde sorumlu olarak faaliyetlerimizi yürütüyordum. Şimdi Ankara küçük bir şehir, Ankara’ya nereden gidersen git Kızılay’dan geçersin derler, bir söz var ya, biz de çoğunlukla tabi oralardan geçiyoruz, görüşüyoruz, konuşuyoruz. Hep endişem şuydu, biz bir gün yakalanırsak burada, buradaki konuşmalarımızın yüzünde yakalanacağız…. oradan geçerken, çünkü yani orada birisi takip etsin, o gergin konuşmalar, o heyecanlı konuşmalarda bir iki sözcük duysa kimin kim olduğunu bulur, takip edebilir, öyle bir endişem var. Zaman zaman da orada geçerken arkadaşları uyarırdım yani, sakin konuşun, sessiz konuşun ya bu kadar heyecanlı konuşmayın fark edilirsiniz diye!
Neyse fark edilen ben olmuşum, bütün bunlara rağmen. Aslında başka bir arkadaşı takip ederken, dolayısıyla da beni fark etmişler, doğrudan doğruya beni tespit etmemişler ama başka bir arkadaşın, tesadüfen bir isim, benzer bir isim, benim de o anda kullandığım, geçici bir kimlik kullanıyordum o dönemde, o kimlikten bir isim vermiş, o isim bana tekabül etmiş. Tuttuğumuz evin de sahibi polisle iş birliği yapan birisi herhalde, o biraz şüphelenmiş, isim de aynı isme denk gelince beni takibe başlamışlar. Kızılay’da, Sıhhiye’de görüntülerimizi filan çekmişler. Bir gün, tesadüf bu işte o dönemde tesadüfen A.C.’la (Süleyman’la olması gerek, konuşmanın devamına bakılınca) karşılaştım, bir siyasi örgütsel bağımız yok ama tanışıyoruz kendisiyle. Gençlik Parkı’nı bilirsiniz, Gençlik Parkı’nda oturduk, çay içtik, sohbet ettik, sorunları, durumları değerlendirdik, ayrıldık. O anda bir de hesabımız var, biz orada bir kitabevi açma çalışması içerisindeyiz ama benim projem şöyle, kitabevimizden bizim siyasi hareketin kitabevi olduğu bilinsin istemiyorum. Herkesin gelip gittiği, bizim yayınların da satıldığı ama çok acil durumlarda bağlantı noktası olabilecek, onun dışında bizim çevredeki siyasi arkadaşların da bilmediği, partiye ait bir yer olduğunu bilmeyecekleri bir kitabevi açma projemiz vardı. Bir dükkân yeri ayarlamayı düşünüyordum. Onu, tesadüfen şeyle karşılaşınca, Süleyman’la karşılaşınca Süleyman’a dedim ki, böyle böyle bir yer düşünüyoruz, yerimiz de şu, sen de bir bak istersen dedim. Süleyman’la gittik yeri baktık, tamam dedi. Nasıl yapacağımızı anlattım, tamam dedi, beğendi. Ertesi gün bir alışveriş, ufak bir alışverişimiz vardı, tekrar görüşeceğiz orada. O ayrılıp gittikten sonra, o sabah eve doğru giderken, eve gittim baktım üzerime çullandılar birileri. Yolda hemen bekliyorlarmış beni gelirken ama baktım birileri takip ediyor uzaktan ama ben onlarda kaçınırken neyin nesidir, biraz da köylüye benziyorlardı, orada saman filan dökmüşlerdi onlara dikkatim dağıldı, bir baktım iki kişi, üç kişi birden üzerime çullandılar. Biraz boğuşmamız oldu, ben onların ağzı dişi kırılmış, benim… kafam herhalde yarılmış o anda, enseme vurmuşlar. Bir süre sonra ben baygın evin içersinde götürmüşler. Bizim o dönemde pankartlarımız vardı, 18 Mayıs hazırlık için götürdüğümüz, büyük, İbrahim Kaypakkaya’nın, Mustafa Suphi’nin portrelerinin olduğu afişlerimizi sermişler, beni de üzerine atmışlar, baktım şeyler, pankartlarımız yerde, attılar. Neyse ancak Ankara emniyetinde uyanabildim, bayılmışım.
15 gün kadar emniyet müdürlüğünde işkencede kaldık, bir hafta askıda kaldık. Ve bu arada üzerimizde işte öğrenci ön kayıt sürecinin olduğu dönemde bazı öğrencilerin ön kayıt, bazı üniversitelerde ön kayıt yapabilsinler diye kimliklerini bize vermişler, onları arkadaşlara ileteceğiz onlar yardımcı olsunlar diye. İşte aile çevresinden birilerinin şeyleri var bende, adresleri var, bütün bunları toparlamış getirmişler. Bir hafta sonra beni bunlarla yüzleştirdiler, bunların hiç birisinin bizim siyasi hareketle, siyasi mücadelenin içerisinde olan insanlar değil, şöyle veya böyle yardım etmek istediğimiz sıradan insanlar, şimdi bunların sorumluluğunu taşımak çok zor. E nasıl kurtaracağız? Üzerimde birtakım şeyler… yani zaten partinin merkez komitesinin bildirisi, son tutanakları filan da gelmiş, bunlar benim kesinlikle merkez komitesi de yakala… yakalamışlar, tamam merkez komitesinin üyesi budur diye büyük bir telaşla, büyük bir kararlılıkla üzerime geliyorlar işkencede.
………
15-20 gün sorguda kaldık, 20 gün sonra şeye gittik, Mamak’a, direkt Mamak’a gönderdiler bizi. Mamak’a gittik, bizi hücrelere verdiler hemen, hücreler dediğimiz tecrit bölümü. Tecrit bölümüne gittik ilginç, bizden başka kimse yok ama dört tane de Türkçe bilmeyen insan var. Birer hücreye koydum… bak… onlar, şeyler gittikten sonra, askerler gittikten sonra garip sesler, sesler geldi, tık, tık, tık, tık vurdu, bir baktım kapının altında, mazgalın altında birisi bir şey uzatıyor bana. Kimsin, kimsin gibi yarım… meğer bizden önce oraya getirilmiş bu Mısır elçiliği baskınında 4 tane Filistinli var. 4 tane Filistinli var, bir de biz varız tecrit bölümünde. Neyse, gittiğimizde bize o zaman ekmeğin üzerine biraz şekerli su dökerek tatlı yapmış, hoş geldin tatlısı gönderdi orada. Adın nedir? İşte Fevzi dedim! Tabi Fevzi diyemiyor, artık garip bir hitabı var. 1, 2 ay onlarla kaldık, onlar da gayet dirençli, sohbetlerimiz oldu onlarla, şöyle böyle İngilizce, bizim arkadaşımız A.Y.O. diye bir arkadaşımız bizim davada iyi İngilizce biliyor, çünkü kendisi Amerika’da eğitim görmüş, iyi İngilizce bilen bir arkadaş, mühendislik eğitimi görmüş birisiydi.
D.G: Hareketiniz içerisinde bir insan mıydı?
F.G: Sempatizan birisiydi. Eşi de F.Ç. onunla birlikteydi, o da bizimle birlikte geldi, tanımıyoruz ama orada tanıdık yani cezaevinde artık tanışmaya başladık birçok arkadaşımızla. O İngilizce bildiği için de, onlar da İngilizce biliyorlar, İngilizce bilerek diyaloglar… O dönem onların avukatlığını Can Özbay diye faşist avukat var. Gebze’den birisi bir bağlantı kurmuş, bir, FKÖ herhalde, onu önermişler, o da faşist! Bunların lehine değil aleyhine sürekli çalışıyor. A.Y.O. konuştu, dedi ya böyle olmaz, bunlar size avukatlık yapamaz, biz başka bir avukat önerdik. Nihayetinde onların Türkiye temsilciliği yeni kuruluyordu o zaman, Filistin Türkiye temsilciliği yeni kuruluyor, temsilciliğin ismi de… şu anda tam çıkaramadım. Onunla görüşmeler oluyor, ona taleplerini ilettiler o avukatı değiştirdi.
Neyse, biz orada iken bunların direnişleri de gündeme geldi, onların oradaki eylemlerini anlattılar, Mısır konsolosluğunu nasıl bastılar, o yüksek demirleri nasıl atladılar filan o kendi hikâyelerini anlattı. Her akşam da her sabah her akşam sayıma geliyorlar, bizi de sayıyorlar onları da gelip sayım yaparlardı. Sayıma gelenlere de şikâyetlerini anlatırlardı bunlar, bizden önce oldukları için alışkındı, her sabah diyor geliyor, şikâyetin nedir, bir isteğin var mı? Özellikle Muhammed olan gelir her sabah, onlar bizden önce şey, volta için açık bırakırlardı şeye, bahçeye çıkarlardı. Var mı bir şikâyetin derdi? Polis, şey, askerleri, polisleri, yüzbaşıları taklit eder, her gün gelir şikâyetleri alırlarmış ama hiç şikâyetlerinin karşılığını da yapmazlarmış. Onlar da onu taklit ederdi, gelir, var mı şikâyetin, şikâyet, şikâyet yazalım? Tamam, tamam! Ama hiç şikâyet olmuyor diyor, çözülmüyor hiçbir sorun. Bunlar zaman zaman direniş yaptı, bir kez yataklarını yaktılar. İki kez, bir iki kez biz onlarla birlikte onlar yemek yemediler, biz de yemek almadık, direnişe başladı. Daha diğer mahkûmların hiçbirini tanımıyoruz. Onların bu eylemlerine destek verme işi onların çok hoşuna gitti, bizi çok takdir etmeye başladı. Hatta oradayken mesela o Muhammed seslendi, Fevzi, Çelik, Çelik, demir, demir derdi böyle. Onlarla birlikte böyle bir mücadelemiz, dayanışmamız olduktan sonra kısa bir süre sonra bizi hemen oradan aldılar, baktılar bunlar ikisi potansiyel birbirlerini etkiliyorlar, kışkırtıyorlar diye düşünmüş olmalılar ki, bizi öyle aldılar koğuşlara dağıttılar nihayetinde, bizim de istediğimiz zaten koğuşlara gitmekti. Orada bir hayli tecrit durumundaydık, zaten uzun süre bizi havalandırmaya da çıkarmadılar. Havalandırmaya çıkınca da kim, hangi koğuşa öğrenebiliyorsun ama tecritteyken hiçbir şey öğrenemezsin, bir ay kadar biz tecritte kaldık orada. Sonra bizi de havalandırmaya çıkarmaya başladılar. Havalandırmaya çıktıktan sonra ilk karşılaştıklarımız bizim arkadaşlarımız oldu. Haberleri oldu, ihtiyaçlarımızı ilettik kendilerine, bir süre sonra da bizi de, dediğimiz gibi, koğuşlara aldılar. 3.koğuşa aldılar, zaten 3.koğuş, Mamak’ta A Blok 3.koğuş tabi ki. 3.koğuşta K.A. vardı bizim arkadaşlardan o vardı, bir iki arkadaşımız daha vardı ama çok… bizim zaten sayımız azdı cezaevlerinde o dönemlerde, henüz 79’dayız. 3.koğuş aynı zamanda gördük ki, Mamak’ın merkez koğuşu, siyasi, bütün siyasi grupların toplandığı bir koğuştur, siyasi kararlar oradan alınır, cezaevinin nasıl yönetileceği kararları orada alınır.
Bizim dışımızda ağırlık olarak zaten Dev-Yol var, Halkın Kurtuluşu var, Eylem Birliği var, biraz önce bahsettiğimiz Hüseyin Demirci, Eylem Birliği’nden Hüseyin Demirci, bir de Kurtuluş var.
D.G: Eylem Birliği’ni ben yeni duyuyorum, o hangi yapı, hangi gelenek yani?
F.G: Bu THKPC’den ayrılmış, MLSPB’den de ayrılmış bir grup, öyle bir gruptu, çok lokal kaldı herhalde, o dönemde orada vardı. Ankara’da bir güçleri varmış, zaten iki üç kişilik merkez komitesi vardı, yakalandı kısa zamanda. Kararlar 3.koğuşta alınıyorlardı, bizi çok istemiyorlardı tabi, bunlar özellikle üç grup; Halkın Kurtuluşu, Devrimci Yol ve KSD Kurtuluş… Sosyalist Dergi deniyordu, bunlar merkezi bir yapı oluşturmuşlardı. Bizim zorlamalarımızla biz onların komisyonunun içersine giriyorduk. Eylem Birliği’ni de onlar destekliyorlardı kendi aralarında, diyaloglar, kişisel diyaloglarıyla onu alıyorlar, diğerleri yoktu, 5-6 kişi varlardı herhalde, diğer siyasi grupları muhatap almıyorlardı. Bizim cezaevlerindeki popülerliğimizden, siyasi hareketimizin etkinliğinden hareketle bize saygı duyuyorlardı, bizi komisyonun içersine almak durumunda kalıyorlardı. Biz 3.koğuşta kalıyorduk, bu süreci birlikte değerlendiriyorduk, tartışıyorduk. O kısa süreç yani Eylül’den, biz Eylül’de girdik, Ekim işte Aralık’ta filan herhalde koğuşa gittik, öbür şeye kadar nispeten rahat bir dönem geçirdik. O dönemde cezaevinde çeşitli tartışma platformları oluşturduk. Mesela Türkiye devriminin yolu üzerine bir tartışma yürüttük, bu birkaç ay sürdü. Sonra Afganistan, biraz önce bahsetmiştim Afganistan sorunu üzerinde bir tartışma yaptık sosyal emperyalizm, sosyal faşizm mevzusu üzerinde bir tartışma yaptık, bu da bir ay kadar sürdü. Aşağı yukarı gün aşır her siyasi hareket söz alır, sözü bitinceye kadar birkaç gün konuşmasını yapardı, sunumunu yapardı.
X: Ben de bir soru sormak istiyorum. O tartışmalar nasıl ilerliyordu yani hani bir hararetli oluyor muydu, ya da diğer işte hani gruplarla sizin diyalogunuz nasıl oluyordu o bahsettiğiniz süreçte?
F.G: Onu, onu anlatacağım. Tam da onu anlatacaktım. Özellikle bizim devrim yolu sorunu üzerine ciddi tartışmalarımız, çekişmelerimiz, politik kavgalarımız oldu. Bu bizi gerdi aslında, o zamana kadar mesela Hüseyin Demirci’yle çok iyiydik ama o tartışmalardan sonra ciddi şekilde kavgalarımız olmaya başladı, niye? Devrim yolu sorunu tartışmasında polemikler oluşmaya başlayınca… şeyin içersinde o tartışmalar temsilen, siyasi hareketi temsilen ben yapıyordum. Cezaevine düştükten sonra dedim ki, dediğim gibi, oraya da bir açıklık getireyim, K.A. bizim temsilcimizdi, o kısa bir süre sonra tahliye oldu gitti.
Tahliye olduktan sonra cezaevi sorumlusu olarak beni görevlendirdi istemememe rağmen.
……
Bu tartışmaları da ben sürdürüyordum. O süreçte yine tartışmaların dışında anma günlerimiz olurdu, devrimci arkadaşlarımızın, bizim şehit olan arkadaşlarımızın günleri, hangi tarihte olmuş her zaman, o tür bilgiler bizde canlı olarak vardı, kim, hangi tarihte, ne zaman şehit olmuş, nasıl olmuş, bunları günleri geldikçe anardık cezaevi koşullarında, onları yoldaşlarımıza anlatırdık. Türkiye devrimi sorunu tartışılırken her siyasi hareket için sınırsız söz hakkı vardı. Herkes günü, sırası kendine geldikçe düşüncelerini anlatacak.
……………..
Her şeyden önce Türkiye… devrim, Türkiye’nin sosyoekonomik yapısı tartışması öncelikle ön planda çıktı, o tartışma ciddi polemiklere neden oldu, tartışmalar oldu. Bizim dışımızda tabi ki yarı sömürge, yarı feodal değerlendirmesini yapan yoktu. Bizim o değerlendirmemiz o süreçte ciddi polemiklere neden oldu, diğer siyasi grupların itirazları oldu, o tahlil, kendi tahlillerini getirdiler. Nihayetinde 2-3 ay gibi bir süreçte biz o tartışmayı sürdürdük, oldukça yararlı oldu yani zaman zaman kişisel tartışmalara neden de olsa yararlı oldu. Sonuçta, Afganistan meselesi en önemli sorunlarımızdan bir tanesiydi, Afganistan meselesini tartıştık. Afganistan meselesi, işgali emperyalisttir, değildir, nedir ne değildir tartışması.
…..
Sonradan bakıyorduk, dergi bize geldiği zaman fark ediyorduk, bizim savunduğumuz düşünceler dergide çıkanlarla birebir aynı neredeyse.
D.G: Onların dergilerinde çıkanlar?
F.G: Bizim, bizim dergilerimiz ya da haberlerimiz, siyasi yazılarımız geldiği zaman baktım bizim savunduğumuz yani dergi bize gelmeden önce yaptığımız tespitler, değerlendirmeler dergi geldiği zaman gördük ki birebir aynı.
Biz de ondan tabi kıvanç duyuyorduk, çünkü siyasi hareketin ideolojisinin mantalitesini, siyasi programını doğru kavramışız, doğru ifade ediyor olmanın kıvancını da yaşıyorduk şimdi doğrusunu söylemek gerekirse.
D.G: Afganistan meselesine siz ve hareketiniz nasıl bakıyordu, ne diyordunuz, cümleniz neydi, tespitiniz neydi?
F.G: Biz Afganistan meselesine sosyal emperyalist tespitimizin bir delili olarak görüyorduk. Yani Sovyetler’in Afganistan’ı işgal etmesi, müdahale etmesi emperyalist bir politikadır. Yardım oradan gelmiş olsa bile bu işgal politikası olarak yani kısmi lojistik destek filan yapabilirsin ama doğrudan doğruya bir işgale dönüşmüş olması bir emperyalist amaç güdüyor ve dolayısıyla da Sovyetler’in emperyalist olduğunun bir kanıtı olarak görüyorduk. Diğer siyasi hareketler de, özellikle Kurtuluş Sosyalist dergi ve Devrimci-Yol, Devrimci-Yol orta yol politikası izliyordu, yani şu anda tümümün de detayları aklımda değil ama Kurtuluş daha çok sosyalist bir hareket olarak görüyordu. Afganistan’ın meşru hükümetinin yardım istemesi üzerine bunun yapıldığını, bunun bir emperyalist politika olmadığı görüşündeydi.
………
D.G: Peki o zaman yargılama safhasına doğru gelebiliriz. Yani bu yargılama safhasında mesela dava dosyanızın adı neydi? Onun dışında, dava arkadaşlarınız kimlerdi? Yargılama öncesi ve yargılama safhasında tanıklıklarınız nelerdir? Örneğin bu mahkeme safhası olsun, duruşmalar olsun, duruşmalara gidiş gelişler olsun, mahkeme heyetinin tavrı olsun, ailelerinizle olan o ilişkileriniz olsun, keza avukatlarınızın görüşü, avukatlarınızın savunmaları olsun yani bu yargılama safhasında tanık olduğunuz ve sizi en çok etkileyen olay ya da olaylar nelerdir? Buraları konuşalım.
F.G: Şimdi ben oraya geçmeden önce aklımdayken bir iki şeye daha değinmek istiyorum.
Cezaevine ilk gittik, havalandırmaya yeni çıkıyoruz, ilk karşılaştıklarımızdan bir tanesi Necdet Adalı. Necdet Adalı idamdan yargılanıyor, Necdet Adalı ilk idam edilenlerden bir tanesi biliyorsunuz. İşte dışarıdan gelmişiz yürüyüş mürüyüş, birkaç gün şeyden, havalandırmadan yürüyüşler yapıyoruz, sonra baktım arkadaşlar voleybol oynuyorlar, e biz de oynayalım dedik. Tabi çok da bilmiyoruz, dışarıda bir spor etkinliğimiz de olmamış, voleybol, gidiyoruz, bizi istemediler, birkaç kez öyle tartışmamız oldu. Mesela bunlardan bir tanesi Necdet Adalı’yla bir tartışmamız oldu, evet onunla, ya siz bilmiyorsun girme filan gibi şeyler oldu. Ya oynamazsak nasıl öğreneceğiz falan, böyle bir çekişmemiz, sürtüşmemiz oldu yani şeyle, Necdet Adalı’yla.
D.G: Sizi voleybola almadılar yani almak istemediler.
F.G: Almak istemediler, tabi biz süre içerisinde öğreniyorsun yani, o süreci. Sonra… mesela… Eren… idam edilen…
D.G: Erdal Eren!
F.G: Erdal Eren… Erdal Eren’le mesela karşılaştık birkaç kez koridorda. Erdal 80’den önce ilk girenlerden! Yine 80’den önce ilk gelenlerden bir tanesiydi ama henüz darbe olmamıştı ama o dönemde bile Erdal Eren’e karşı çok büyük bir öfkeleri vardı, saldırıları vardı. Tam darbe olmamıştı ama Ağustos’tu cezaevlerine baskı başlamıştı, cezaevlerinde baskılar 29 Ağustos itibariyle bizde başladı, diğer bazı cezaevlerinde daha erken başlamıştır, bizde 29Ağustos’ta başladı. Ya bir… bağırtı, bir çağırtı geliyor, A Blok’tayız ama ne olduğunu çözemiyoruz, meğer diğer aşağı koğuşlarda marşlar söylenerek insanlara baskı ve terör estirmeye, dövmeye başlamışlar ama biz ne olduğunu anlamıyoruz, bu 29 Ağustos’ta niye böyle oluyor, bir haber de alamıyoruz. Söylüyoruz gardiyanlara, askerlere, onlar da böyle görüştüğümüz gardiyanlar, askerler oluyor, onlar da ses çıkarmıyorlar. Onlar o dönemlerde oralara başlamışlar. Bizde de operasyon 29 Ağustos’tan sonra başladı, aramadan sonra bir tünel bulma bahanesiyle başlattılar, bize de kat… İşte o süreç içerisinde bir kez, iki kez… Erdal Eren’le karşılaştım ziyarete giderken, ziyarete giderken bile, artık bizim cezaevinde inisiyatifimizin azaldığı, müdahale etme şartımızın olmadığı bir döneme geldi 29 Ağustos’tan sonraki bir dönemde, zaten o da ondan sonra yakalanmıştı. Ya bir dövüyorlardı, müdahale edemiyorsun tabi ama dayanamıyorsun da suçluluk da hissediyorsun, çünkü senin yanında da iki üç tane asker var, sen de onunla birlikte görüşe gidiyorsun, onun da iki üç tane, sen asker düşmanısın, sen asker öldürdün diye götürüp getirirken dövdüklerine tanık oldum ziyarete gidip gelirken.
O da metanetle direniyordu, kararlılıkla direniyordu, özveriyle direniyordu, yani hakikaten o yaşta bir gencin, bir devrimcinin, özellikle baskılar ona yönelmişken metanetle direnmesi, hakikaten takdire şayan bir durumdu. Yani bunu daha sonra onlarca, yüzlerce örneğini görüyorsun ama o aşamada ilk örneklerden bir tanesiydi. Şimdi cezaevinde… biz dediğimiz gibi kısmen, 80’in 29 Ağustos’una kısmen rahat bir dönem geçirdik orada, zaman zaman aramalar taramalar olsa da o döneme kadar iyi bir süreç geçti.
………..
Aşağıda 4.zemin, 4.koğuşta bir koğuş, tünel hazırlığımız vardı aynı dönemde. Bunda da Acilciler’le birlikte yapıyorduk, Acilcilerin zemin 4.koğuşta tünel hazırlığı vardı, belli bir noktaya getirmişlerdi, kendileri yürütemeyeceklerdi bize danıştılar. Biz de şartlar müsait değildir dedik, şimdi böyle bir şeye girmeyin, beklesin dedik, dondurmuştuk, o tüneli dondurmuştuk. Bir arama sırasında onu fark etmişler, tüneli fark edince bütün cezaevine bir operasyon çektiler, herkesi güzel bir dayaktan geçirdiler, bir zulüm geçti, böylece de 12 Eylül sürecine girmiş olduk. Yani peş peşe o faşistlerin firarı, tünelin yakalanması falan aynı dönem peş peşe geldi, biz daha 12 Eylül olmadan böyle bir baskı dönemine girmiş olduk cezaevinde. …….
D.G: Evet kısa bir aradan sonra görüşmemize devam ediyoruz, Fevzi ağabey artık yargılama safhasını konuşabiliriz galiba. Hangi dava dosyasından yargılandınız, dava arkadaşlarınız kimlerdi? Yargılama öncesi ve yargılama safhasındaki o tanıklıklarınız nelerdir? Bu mahkeme safhasında olanlar, duruşmalara gidiş gelişler, duruşma anları, mahkeme heyetinin tavrı, ailelerle olan o ilişkiler, avukatınız ya da avukatlarınız, avukat savunmalarınız, avukat görüşleri, yani kısaca bu yargılama safhasında tanık olduğunuz ve sizi en çok etkileyen olaylar nelerdir? Buraları konuşabiliriz, biraz buraları açalım istiyorum.
F.G: Şimdi cezaevine düştükten sonra tabi her ailenin telaşı, bir an önce çocuğunu çıkarma, bir avukatı bulma telaşı. Sorup soruşturuyorlar kim var kim yok, işte birisi birisini önerir, bir avukat buldular. Cezaevine gittikten sonra avukatla bir sözleşme geldi, izin veriyorsun tabi, verildi avukat. Avukatı da sonra çağırdılar görüştük, M.Y. diye bir avukatım var. Ankara’da, siyasi davalara ne kadar aşina bilemiyorum, biraz ucundan biliyor, dokunmuş ama çok siyasi davalara giren bir avukat değildi. Başka arkadaşın başka da işte cezaevinde toplanıp geldikten sonra hepimiz birlikte o süreci anlatmıştım, aynı arkadaşların başka avukatları vardı. O avukatlar kimisi daha takipli, kimisi daha az takipli. 79’un başında olmamızın bizim yani 80 öncesi olmanın o konuda iletişim kurma konusunda birtakım avantajları vardı, bunu ne kadar kullandık bilemiyorum.
…….
Yalnız siyasi dava olarak nasıl davranmamız, neler söylememiz gerektiğini söylüyorlardı, ama kendi payıma yeterli bir avukat da değildi yani. Mesela ben yakalandım, üzerimde, yurtdışından gelen ve tekerlekli sandalye alınmak üzere Kutsiye Bozoklar’a iletilmesi amacıyla bir miktar mark bulunuyordu yanımda o dönemde. Türkiye parasının koruma kanununa muhalefetten de yargılandım ben. Belki Türkiye parasını koruma kanununa muhalefetten yargılanıp da cezaevinde yatan tek benim yani.
D.G: Bu ne demek, bunu biraz açar mısınız?
F.G: Şimdi devrim kanunları çerçevesinde tabi Atatürk’ü korumak gibi, cumhuriyeti korumak gibi, Türkiye parasını kıymetini koruma kanunu vardı geçmişti. Bu daha sonra Turgut Özal döneminde kaldırıldı.
İşte yurtdışında… herkes cebinde mark bulunduramazdı, döviz bulunduramazdı, döviz alıp da yurtdışına gideceksen izinle döviz alıyordun, döviz bulunduruyordun. Ya da yurtdışından işçiysen geliyorsan yanında döviz bulunabilir ya da ithalat-ihracat yapıyorsan döviz bulundurabiliyorsun, onun dışında herkesin yanında döviz bulunmazdı. Döviz bulundurmak suçtu, çünkü Türk parasının kıymetini düşürürdü öyle bir şey. Benim de üzerimde bir miktar döviz, mark bulunmuştu, o nedenle. Şimdi Türkiye Cumhuriyetinin parasının kıymetini koruma kanununda dolayısıyla yargılandım diğer davaların yanı sıra ve bundan da herhalde ceza yatıp da, ceza infazı tamamlanan biri bendim. Şimdi bunun bir, sürecin bir aşamasında ben… lafın arasına girdim ama bir örgüt davasında yargılandım, bir sahte evrak davasında yargılandım, bir de Türk parasını koruma kanunundan… üç asıl maddeden yargılandım, tabi diğer ikisinden ceza aldım normaldi ama bunun da, ilk aldık normaldi, fakat buna itirazlarım oldu. Tam diğer cezamın infazı biteceği zaman ben onaylanmış bu yasaya bir itirazda bulundum, onaylanmış kararı, onaylanmış yasa yani itiraz edilmediği için onaylanmış bir karara ben tebligattan usulsüzlükten dolayı itiraz ettim. O dönemde mahkemeler çalışırdı hakikaten, dikkate alınırdı, yani onaylanmış bir kararı, şimdi onaylanmış bir mahkeme kararını ben usulsüzlük, tebligat usulsüzlüğünden dolayı yani bana tebligat edilmesi gereken evrakı gardiyan bana tebliğ etmemiş ya da zamanında etmediği için ben dava açıyorum avukatın hiç haberi bile yok bu işte. Çünkü cezamızı almışız, gitmişiz Malatya’da yatıyorum ben o süreçte, o davayı bozdu mahkeme, yeniden mahkeme oldu ama ben çıkıncaya kadar o cezayı tekrar yattım. Ben zaman kazanacağım, çünkü haberleri geliyordu, Türkiye parasının kıymetini koruma kanunu kaldırılacak diye ve zaman kazanıyordum ki o… tam benim o cezayı da bitirmeme 3 gün kala yasa çıktı, Türk parası kıymetini koruma kanunu kaldırıldı. Ama ben onu tam olarak yattım, o 3 günü de yatmış oldum. Yani şimdi avukat bana, o süreçte bana geldi dedi ki, ya dedi, sen benden daha iyi avukatsın dedi! Hakikaten cezaevine girdiğin zaman cezaevinde birçok dava geliyor, ceza mahkemeleri okuyorsun, ceza hukukunu okuyorsun, şeylerini okuyorsun takip ediyorsun, bazılarının dilekçelerini, bazı arkadaşların dilekçelerini, aynı davadan olur olmaz, cezaevindeki insanların ya da kaldığımız sivil cezaevlerindeki insanların mahkemeye ilişkin dilekçelerini hazırlıyorduk, itirazlarını, dilekçelerini yazıyorduk biraz tecrübemiz olmuştu. Kendi davama da itiraz ettim (gülüyor), itiraz mahkemede onaylanmıştı, cezayı bozdum, yeniden görüldü ama tekrar aynı cezayı aldım.
Yani avukatla öyle bir sorunumuz yaşandı, avukat sonra dedi, ya sen benden daha iyi yazmışsın, benden daha iyi avukat olmuşsun dedi. Yani avukatın niteliği açısından bunu böylece ifade edeyim. Biz TKPML davasından yargılandık, o zaman henüz TKP-ML 1-2-3 davaları yok, bir tane TKPML davası vardı Ankara’da görülen, Ankara Ağır Ceza Mahkemesinde sonra da Sıkıyönetim Mahkemesin de….
168/1’den yargılandım. ……davadaki arkadaşların yarısına, sıkıyönetim mahkemesi sonraki süreçte yarısına 5 yıl, yarısına 10 yıl verdi, tam şeyde ayırmadı yani hiç kimseyi, çünkü dava 12 Eylül’den sonra sonuçlanan ilk davalardan bir tanesiydi.
00:09:06
80’den sonra, 1980 Darbesi’nden sonra sonuçlanan ilk siyasi davalardan bir tanesiydi. Tabi o nedenle de bizden kimseyi affetmediler. Affetmediler derken yani ceza almaması gerektiği halde herkese ceza verdiler, yani ilişki, sempatizan demediler herkese örgüt üyesi ve örgüt yöneticiliğinden ceza verdiler, 168/1 ve 168/2 maddelerinde ceza verdiler.
D.G: Mahkemelere gidiş gelişler, duruşmalara.
F.G: Mahkeme duruşmalarına gidip gelirken tabi 80’e kadar nispeten rahattık yani takım elbiselerimizi giyerdik, herkes bakımlı gider gelirdi, aileler de kısmen cezaevi, şey, mahkeme süreci içerinde şöyle ufak tefek görüşmelerimiz, işaretleşmemiz, iletişimimiz olurdu. 12 Eylül’den sonra bunun olması mümkün değildi ve bir işkenceye dönüşüyordu cezaevinden gelip gelmek, çünkü 12 Eylül’den sonra bir iki duruşmaya gittik geldik, en son savunmamızı 12 Eylül’den sonra yaptık, demek ki çok gidip gelmemişiz, gidiş gelişte baskı, dayak oldukça zahmetli bir işti. Giderken hazır ol vaziyette bekleyeceksin bütün dava boyunca. İstediğin zaman çıkıp konuşamıyorsun, söz hakkı alıp veremiyorsun, öbür durumda da vardı ama kısmen müdahale edebiliyoruz, daha rahat söz alıyordun müdahale ediyordun, görüşümüzü belirtiyorduk. Hatta şöyle bir durum gelişti, tanık olarak polisleri çağırdılar. Polisleri çağırdılar, biz de not alıyoruz işte polis, hangi polis ne dedi, ne ifade verdi, savunmamızdan sonra kullanmak üzere onların ifadelerini ben de not ediyorum isimleriyle birlikte. Polislerden bir tanesi itiraz etti, bunlar teröristtir bak ismimizi cismimizi alıyorlar, bunu engelleyin dedi, bizim kimliğimizi alıyorlar kaydı geçip. Mahkeme müdahale etti, hemen elimdeki kâğıdı aldılar, derdest ettiler imha ettiler, yani onlar. Fakat o dönemde TİKKO’nun bir korkusu vardı, yani niye bir korkusu vardı? Özellikle polis teşkilatı içersinde TİKKO’nun o savaşçı ruhu onların her zerresini etkilemiş ve de tutsağız, biz tutsağız, mahkûm olmuşuz, onlar bizi almışlar işkenceye getirmişler! Ama biz işkencecilerimizle ilgili ifade verdikleri zaman not tutuyoruz, sonra savunma yapacağız söylediklerinden dolayı, onu bile engelliyorlardı o korkularından dolayı, çünkü bizi takip ederler başımıza bir şey gelir diye korkuyorlardı, yani polisin de öyle bir korkusu oraya, mahkeme salonuna kadar devam ediyordu.
Mahkemelerde 12 Eylül’den sonra tabi o şartlar ortada kalktı yani hazır ol vaziyettesin, elin dizinin üzerinde, söz almakta zorlanacaksın, ona rağmen ben kısa bir siyasi savunma yaptım yazılı olarak. Onu zar zor işte kalem kâğıt bulduk, siyasi savunmamızı hazırladık, götürdüm orada… Tabi şaşkınlık ilkin, ver bakalım dedi hâkim, aldı hemen, kızım al bunu dosyaya koy dedi. Ya dedim ben savunmamı okuyacağım dedim! Ha dedi, günahlarını ortaya dökeceksin öyle mi? o minvalde bir şey söyledi yani şimdi. Ondan sonra neyse, tamam dedi avukat da müdahale edince, tamam verin savunmasını okusun dedi! Şöyle 15-20 sayfa bir, oluşturulan bir savunmaydı. Hem süreci anlatıyorum hem alınan ifadelerinin polisin işkencesi sonucu alınmış olduğunu, Mahkemenin Mit’in ya da polisin talimatlarıyla hareket eder bir duruma geldiğini söylemiştim. İfadelerim tutanağa geçti mi, geçmedi mi bilemiyorum tabi ki o süreçte. Öyle bir süreci, mahkeme sürecini tamamladık. Mahkemeden sonra dediğim gibi, herkese 5 yıl 10 yıl ceza verilmiş oldu. Kısa bir süre sonra da sivil cezaevlerine gönderildik mahkûmiyet aldıktan sonra da yani onay beklemeden.
D.G: Evet.
F.G: Ha bu arada ziyaretlerimiz oluyor tabi ailelerimiz geliyordu. Aileler ziyaretlere geliyordu, benim ailem Sivas’ta kalıyordu, özellikle Ankara’da olan arkadaşların aileleri daha sık geliyordu. Bir komün oluşturup her ihtiyaçlarımızı komünden, gayet iyi bir ortamımız vardı, yani aşağı yukarı bir aile ortamı gibi bir samimiyet vardı. Bizim dava ve bizimle birlikte aynı komünde kalan bizim taraftar olan ya da başka, bizim dosyadan değil de başka dosyadan gelmiş bizim davadan arkadaşlarla çok iyi bir komün sürecimiz olurdu. Komünü de genellikle ben şey yapardım , ama inisiyatif her zaman bizde A.Y.O. daydı komünde, niye? A.Y. hakikaten mühendis kafasıyla oradaki komün ve ihtiyaçlarını organize etmekte çok yetenekli birisiydi. Cezaevinden… kalıyoruz, 12 Eylül sonrası şirinlik yapıyorlar bazı dönemlerde, bayramlarda böyle, herkes baklava alabilir dediler. Bütün komünler baklava tepsileri yazmaya başladılar. E bizim arkadaşlar da istedi, biz de baklava isteyelim diye, A.Y. dedi, yok dedi, bizim baklavaya verecek paramız yok dedi!
Ekstrada, bak insanlar dışarıda hangi imkânlarla bize para gönderiyorlar, imkânlarını zorluyorlar bize harçlık gönderiyorlar! Biz bu baklavayı alamayız arkadaşlar dedi, bizim bu baklavayı alıp yeme lüksümüz yok burada dedi. Ama şeker ihtiyacımız, diğer ihtiyacımız karşılanıyor mu burada yemeklerimizden? Karşılanıyor! O zaman baklava alamayız arkadaşlar kusura bakmayın (gülüyor) demişti, öyle de bir baklava anekdotumuz olmuştu komün, komüne dair.
D.G: Ben aileyi biraz daha konuşmak isterim yani o…
F.G: Şimdi ailenin içerisinde, ailem dediğim gibi şeydeydi, Sivas’taydı çok gelemiyordu. O arada benim çok, en çok özlediğim, görüşmek istediğim Niyazi ağabeyimin gelmesiydi. Siyasi faaliyetten içersinde olduğu için gelmeme gibi durumu vardı, anlayışla karşılıyordum, yine de bir gün geldi, çıkageldi, çok sevinmiştim! Bir de bizim başka bir yeğen vardı onunla birlikte gelmişti, onu içeri almamışlar o kapıda beklemiş, o geldi görüştük, gitti. Ben küçüklüğünden beri ağabeyime her şeyi danışırdım, çünkü o benim bir rehberim gibiydi. Onu orada görmek tabi beni çok sevindirdi ama çok sık gelmedi, bir kez geldi, görüştük gitti. Ondan sonra, bir süre sonra askere gittiğini duydum, niye, hangi ihtiyaçtan dolayı askere gitti bilemiyorum! Fakat sonradan öğreniyorum, ağabeyim o dönemde, ben yakalanmadan önceki dönemde, onu da anlatayım, partinin kimlik ve benzeri sahte evraklarını yapıyormuş, görevi oymuş. Şimdi bir gün Ankara’dayken birisi dedi ki, bir sahte kimlik getirdiler bana, bu kimliği yapanın sana özel bir selamı var dediler. Yani niye bu özel selamı var, kim anlayamadım tabi ki! Sonraki süreçte, çıktıktan sonra anladım, ağabeyimin bu işlerle uğraştığını duyduktan sonra anladım niye bunun özel bir selam olduğunu, ancak o zaman anlayabildim. Ağabeyim dışında diğer ailemiz daha çok Sivas’tan geliyorlar, bir hayli uzaktı, 15 günde bir, belki ayda bir ziyaretimize gelirlerdi. Ha benim cezaevine düşeceğimi onlar umuyorlardı zaten işin doğrusunu söylemek gerekiyorsa umuyorlardı, çünkü bir, okulu bırakmışız, bir işimiz yok, siyasetle de uğraşıyorum, oraya gitmeden kısa bir süre önce, cezaevine düşmeden kısa bir süre önce Sivas’a gitmiştim. Bir gün, iki gün daha kal dediler, kalamam dedim, çünkü benim işim var arkadaşlarım bekliyor, o risk, kimseyi riske atma lüksüm yok dedim. Onlar çok ısrar ettiler, ben çünkü yıllar sonra İstanbul’dan Sivas’a gitmiştim, çok ısrar ettiler. Hala daha, daha sonraki süreçte babam söyledi, o çok inatçı dedi, onun inadını bilmez miyim, bir gün bile bekletemedim dedi şeyde, Sivas’ta!
E dedim sorumluluklarımız var, evet ama bekleyemem dedim, öyle bir uğramıştım Sivas’a. Ondan dolayı uzaktı, her zaman gele… gelemiyorlardı. Ama arada sırada böyle geldikleri oluyordu, 15 günde ama şeysiz de, harçlıksız da bırakmıyorlardı sağ olsunlar, bir biçimde geldiklerinde yeterince para komüne ya da adımıza yatırıyorlardı, tabi biz komün adına tüketiyorduk onları. Kimisinin gelirdi, kimisinin gelmeyebilirdi. O arada bir de küçük kardeşim Ankara’da öğretmen o bir ara geldi. Sonra 3-4 ay o tutuklandı, gözaltına alındı, o da gelemez oldu. Babam bir ara bu 1 Mayıs Mahallesi’ndeki gecekonduyu tekrar yaparken tabi yaparken o yine oradaki baskılardan bir süre gözaltına alındı, alınmış daha doğrusu ben sonradan öğreniyorum o gelemedi. Dolayısıyla da böyle gelgitli bir süreçle biz Mamak sürecini tamamlamış olduk. Mamak’tan sonra Ankara merkeze gittik, merkezden de tekrar Kırşehir Cezaevi’ne nakledildik. Kırşehir Cezaevi’ne aşağı yukarı bizim arkadaşların bir kısmı Kırşehir Cezaevi’ne, bizim davadan yargılananlardan bir grubunu, bir kısmını Keskin’e, bir kısmını Polatlı tarafına gönderildi. Kırşehir’e gidenler orada bir süre kaldıkta sonra Malatya Özel Tip Cezaevi açılınca bizi Malatya’ya gönderdiler. Ankara merkeze geldiğimizde, Ankara merkezde tesadüf bizim şeylerle yine karşılaştık, Mısır elçisini basan Filistinlilerle, Filistinlilerle orada yine karşılaştık ama onlar 4.koğuşta değillerdi, arkada bir koğuştalardı. Bir baktım volta atarken bana sesleniyor arka taraftan bir yerden, Muhammed miydi, Hüseyin miydi, onlardan birisi beni oradan görmüş seslendi, öyle bir denk geldi bizim görüşmemiz onlarla. Biliyorsun onlar daha sonra şeye, af değil de, özel bir mahkeme, izinle kendi ülkelerine geri götürüldüler, iki idam almışlardı, o idamlarında bahsederken Muhammed gelirdi, idam, idam derlerdi, iki idam, bir idamı nasıl yapacaklar, iki idamı nasıl yapacaklar onu anlatır, esprilerini yaparlardı.
D.G: Şimdi peki bu hapishane tutukevi sürecinde hapishanenin koşullarından biraz bahsedelim, yani işte fiziki koşullar, hapishane yönetiminin uygulamaları, bu uygulamalara karşı tavrınız ya da ortak hareket etme, ortak tavrınız varsa bunları biraz konuşalım. Arkadaşlarınızla olan ilişkileriniz neydi, biraz buraları konuşalım. O hücrenin ya da o hapishanenin fiziki koşulları ve hapishane yönetiminin size olan tutumu ve tavrı ve sizin onlara karşı olan tavrınız.
F.G: Şimdi şuradan başlayayım, hapishanede 12 Eylül’de dediğimiz gibi şeyde karşıladık, o zaman koğuşlar ayrıydı, faşistler ayrıydı, 1. 2. koğuşta faşistler kalırdı, diğer koğuşlarda da devrimciler kalırdı genellikle. Bizim bir de kızlar koğuşu vardı Mamak Cezaevi’nde, A Blok’ta. 1.2. koğuşta faşistler kalırdı, o idareye daha yakındı, onlardan gelirler, geçerlerdi, ondan sonra bir demir kapı vardı, ondan sonra bizim oraya gelirlerdi. 12 Eylül’den sonra karıştır barıştır süreci başlayınca biz bütün koğuşları karıştırdılar faşistlerle birlikte kaldık. Bizi de o zaman aldılar şeye götürdüler, 1.koğuşa götürdüler. 1.koğuştayız faşistler de var tabi ama gittik ama koğuş ne koğuş, kokuyor! Hani ahır derler ya, ahır gibi kokuyor. Ondan sonra dedik ya biz burada yaşanmaz, şey istedik, kezzap mezzap tuvaletleri güzel bir fırçaladık, tertemiz yaptık. Yani gittik inan böyle tuvaletin etrafı sararmış [1]kerme tutmuş pislikten, lavaboların etrafı kezzap, öyle. Normalde kezzap vermezdi 12 Eylül sürecinde, kezzabı bırak limon vermiyorlar, biriktirirsin de zemini delersin diye. Çağırdık gardiyanları, subayı, dedik ya burada yaşanmaz dedim, böyle yaşanılır mı dedik!
O dönemlerde kadar, 12 Eylül dönemine kadar kimseye Devrimci Yol, Halkın Kurtuluşu temsilcilik vermiyor, koğuş kıdemliliği diyorlar ya temsilcilik, koğuş temsileriydik biz, vermiyorlardı. Ama 12 Eylül olduktan sonra onlar kaçmaya başladılar koğuş temsilciliğinden, artık onlar… o zaman koğuş temsilciliği bana kaldı, önce bu Diyarbakır’daki Esat Oktay Yıldıran
D.G: Esat…
F.G: O yüzbaşı bizim oraya geldi, bir iki ay bizim orada görev yaptı. O dönemde herkese dedi ki, herkes sırayla yapacak, 3-4 tane isim verin herkes sırayla yapacak. Önce bir arkadaşa verdik, o bir hafta kadar sürdü, sonra sıra bana geldi. Bana gelince bir hayli sürdü geri kimse almak istemedi. O arada faşistler de… mesela bu Celal Adan o zaman bizim koğuşa geldi, yanlış hatırlamıyorsam MHP İstanbul il başkanıydı. Koğuşu kendi aramızda taksim ettik, kapı orası varsayalım, kapıdan girildiğinde görünmeyen şöyle bir köşe var, kura çektik faşistlere orası düştü. Yani koğuşta her an takip ediliyor ya mazgalda bakıldığı zaman, en görünmeyen kısım faşistlere düştü. Şimdi onların yatakları orada, bizimki hep görünen, genellikle diyelim hepsi demeyeyim, genellikle görünen yerde, onlar rahatlar orada. Yoksa biz orayı almak istedik toplantılarımızı falan yaparız diye. Celal Adan geliyordu orada kalıyordu, tuvalete muvalate bir yere gidip gelirken yanında adamlarla gider gelirdi, o kadar temkinliydi… Biz o şartlarda bile 30 Mart anmasını yaptık, işte 1 Mayıs anmasını yapardık, nasıl yapardık? Otururduk, şey, yemek saati olunca herkes haber verirdi, herkes bir dakika saygı duruşunda dururdu, ondan sonra yemeğini yerdi, slogan atmazdık ama saygımızı insanlar bilirlerdi, onlar da hissediyorlardı ama şikâyetlerini ederlerdi. Onların mesela o bölgeden yeni gelmiş kasaba ilişkileri böyle yaşlılar maşlılar vardı gelir giderlerdi, okuma yazma öğretmeye çalışırdık onlara. Giderken mesela bana teşekkür eder öperlerdi, öyle giderlerdi, elimi, hatta yaşlılar da elimi öpmeye çalışıyorlar, çünkü sürekli şikâyet isterlerdi temsilcilerde birileri olsun diye, ben de koğuşun içersinde bir şey olunca da koruyucu davranırdım koğuşa karşı, onlar da büyük saygı duyuyorlardı o tavrıma… Ondan dolayı. Neyse, Celal Adan öyle köşede, sonra şeye gitti, öbür ana davayla birleştirildi, oraya gitti. O tuvaletleri affedersin temizledik, tuvaletlerin kapılarını kaldırdılar, tuvaletlerde kapı yok, perde astık. Ama tuvaletleri o kadar temizledik ki, yemeklerden sonra kısa bir aramız olurdu, çünkü sürekli orada gözleniyorsun, o saatin dışında orada olacaksın, zil çalar gibi takip ediyorlardı, mesela şu saatten şu saate kadar serbest, elini yüzünü yıkama, dişini temizle, kişisel temizlik süreci derlerdi.
O zaman insanlar sigara filan içmeye gidiyorlardı, ben de hiç, o zamana kadar hiç sigara içmemişim, e gidip konuşacağız arkadaşlarla, tuvaletin orayı o tuvaletin içine oturur, herkes öncede ihtiyacını görür, o tuvaletin arasını temizler, oturur, tuvaletin içinde sohbet ederdik. Oturacak başka hiç yer yok, konuşulacak özel bir yer de yok. O arada arkadaşlar sigara içer! Yahu dumanda kalıyorum! Bir sigara da sen iç diyorlardı! Sigaraya da başlamış oldum o vesileyle. Dışarıda yeni yakalanmalar olmuş, arkadaşlar tutuklanmaya başlamıştı. O arada grup grup arkadaşlar geliyorlar. Ali Yavuz Çengeloğlu geldi, haber aldık. Ali Yavuz Çengeloğlu’nu hücreye verdiler durumu kötü, şeyi de yok, yalnız geldiğinden eşyası da yok. Dediler ki durumu iyi değil biraz eşya gönderelim dediler, hücreler de soğuk olur. Neyse biraz fanila, ondan sonra eşofman, çorap filan ayarladık gönderildi. Başgardiyan hemşerimdi, biraz kişisel diyaloglarımız vardı, başgardiyana poşeti verdim, dedim ki, falan yerden gelen arkadaş emniyetten yeni geldi, eşyaları bizim buraya gelen arkadaşlarla birlikte gelmiş, onun eşyalarını kendisine gönderiyoruz, götür ver dedik. Götürmüş! Yok, benim kimsede eşyam kalmadı, bir itiraz, suçlama! Ya diyor ne biçim adam diyor bu adam, ben gittim verdim eşyaları, adam yok da yok diyor, başka bir şey demiyor, bir de bana bağırıyor diyor gardiyan. Yani bağırıyor derken kabullenmiyor, itirazını, sesini yükseltiyor, malzemeler bize geldi. 12 Eylül’den sonra cezaevindeki devrimciler arasındaki ilişkiler değişmeye başladı, artık eski keskinlikler ortadan kalkmaya başladı. Hani diyorum ya, 7.koğuşta bize, saldıran arkadaşlar 12 Eylül’den sonra bize yanaşmaya başladılar. Ali Çengeloğlu’ndan kısa bir süre sonra, bizim dava sonuçlandıktan sonra beni de aldılar tecrit bölümüne gönderdiler. Tecrit bölümünde o dönemde kimler var? Yaygın olarak Dev Yol merkez komitesi var, Halkın Kurtuluşu’ndan bir grup var, idamlıklar var, yeni gelenlerin bir kısmını oraya koyuyorlar. Beni tecridin tam girişinde özel iki tane koğuş var, oraya idamlıkları koyuyorlar ya da gözlem altında tutmak istediklerini koyuyorlar.
Çünkü orada, diğer yerlerde asker dolaşıyor orada bir onbaşı ya da çavuş orayı takip eden, yalnızca iki tane hücre. 12 Eylül’den sonra beni aldılar o iki hücreden birine koydular. Yanıma da, İdi Amin diyorlar ya, MHP’den…adamın ismi aklıma gelmedi, neyse şimdi gelince söylerim, o da idamla yargılanıyor, bu 7 TİP’linin öldürülmesi davasında yargılanıyordu, onu da yanıma verdiler, başka birini daha verdiler. Şimdi o idamdan idamla yargılanıyor, yanımdaki Dev Yol’dan bir arkadaş. İki yatak var 3 kişiyiz. Akşamları belli bir saatte, bir kişi nöbet tutacak, bütün koğuşlarda da nöbet tutma var, hücrede de var. Zaten 2 tane yatak var, sırayla birimiz yatıyoruz, birimiz kalkıyoruz, biz 2 kişi yattığımız zaman canımızı o katile teslim edip yatıyoruz. Sonra orada mesela tadilat filan olduğu zaman bizi başka koğuşlara saatlik, günlük değil de saatlik dağıtıyorlardı, yanımızda İbrahim Çiftçi’nin hücresi var. İkide bir beni İbrahim Çiftçi’nin hücresine verirlerdi, İbrahim Çiftçiyle geçirirdim o günü, konuşmuyorduk yani aramızda kan davası hali devam ederdi, o mevzuları konuşmazdık, ama onun hücresine gider beklerdim, ta ki beni tekrar kendi hücreme alıncaya kadar. Yani hücrelerde de öyle bir şey yaşadık.
12 Eylül öncesi cezaevinde bizimle kavga edenler, 12 Eylül’den sonra dostluk ilişkileri, dayanışma, içinde oldular. Biraz da koğuş temsilciliğindeki saygıdan dolayı bana eşyalarını, özel eşyalarını benim eşyalarımmış gibi korumak amacıyla bana gönderiyorlar hücreye. O sürecin, daha sonra yine aynı şeyle karşılaştım, aynı gençler Ankara merkezde mesela karşılaştık, Ankara merkezde biz dağıtıma gideceğiz, çünkü ceza aldıktan sonra Ankara merkez geliyorsun, ondan sonra da oradan diğer cezaevlerine gönderiliyordu, usul öyleydi.
Ankara Cezaevi’nde o da ceza almış gelmişti mesela birisi, o gençlerden biri. Bizim dağıtıma gideceğimiz gün sabah erkenden kalkmış bize kahvaltı hazırlamış, yumurta haşlamış, işte sebze ne varsa bulmuş, biz kalktığımızda çayımız, kahvaltımız hazır durumdaydı. Yani nereden nereye geliyorsun, insanlar o ilk grup anlayışı, devrimci ama yine devrimci öfkesi diğerlerine karşı ama bu belli bir süreç yaşadıktan sonra o insanlar birbirlerini daha iyi tanıyorlar, geçmiş hatalarını anlıyorlar, ne yapacaklarını şaşırıyorlar bu sefer saygılarından dolayı. Böyle bir süreç yaşadık. Onların içersinde de bir tane şey vardı, oligarşi derdik, Cevdet Sunay’ın yeğeni vardı, yani bir iki kuşak ötesinde, tam öz yeğeni değil de aynı soydan gelen birisi, onun da Sunay’dı, A.S.’dı ismi, oligarşi diye takılırlardı. Dev Yol davasından gelmişti, o da aynı, çok, çok öfkeli bir genç, heyecanlı bir gençti, o da aynı şekilde davranırdı ama şeyde, cezaevinde, hücreye gittikten sonra eşyaları gönderenlerden bir tanesi oydu, ihtiyaç, bana çorap filan gönderdi, bir şeyler gönderdi. Cezaevinde aynı zamanda gittiğimizde bizden önce yani ben koğuştayken Dev Yol’un merkez komitesi aşağı yukarı hepsi orada. O.M., Ali Başpınar, S.G., C.A., Nasuh Mitap…. hepsi oradaydı. Fakat bunlara özel bir muamele yapılırdı. Yani hücreye atarken, havalandırmaya çıkarken bize dayak atarlardı, coplarlardı girişte çıkışta, onlara yapmazlardı aynı şeyi! Onlar demek ki belli bir protokole dâhil etmişler, siyasi protokole dâhil etmişler, diğer siyasi partilerden saymasalar da yine de bir siyasi protokole tabi tutmuşlar, onlara o işkenceleri yapmıyorlardı mesela, bize çok yapıyorlardı.
X: Bu faşistlerle işte aynı koğuştayken onlarla bir iletişim, etkileşim ya da hani sizin birbirinizin varlığından haberdarsınız, nasıl bir durumdaydınız?
F.G: Yani onunla konuşmuyorsun, onunla sohbet etmiyorsun, onunla bir şey tartışmıyorsun. İhtiyacın, bir ihtiyaç oluşmuşsa yani koğuştaki ihtiyaçlar, bakım çerçevesinde, o çerçevede zorunlu konuşmaların dışında bir diyaloğumuz olmaz, oturmaz konuşmaz, sohbet etmez, ortak bir konumuz olmazdı.
Askerleri o kadar çok korkutmuşlardı ki, askerleri görmeyelim diye, daha doğrusu bu askerleri bizim üzerimize kışkırtmak, saldırtmak için yapıyorlardı bunlar, yüzünüzü göstermeyin, size bakmasınlar, sizi tanırlarsa dışarıda öldürtürler, bunların dışarıda adamları var öldürürler sizi! O korku o kadar, askerde o kadar yaygındı ki, asker hakikaten bizim kendisini gördüğümüz an, kendisine baktığımız an, tanıdığımız an kendisinin öleceğini zannedermiş! O kadar büyük korku yaşarlarmış! Onun için kafamız sürekli tavana bakacak… sabah akşam sayımlarında ve marş söyleyin, çeksin… birisi yüzünü yani es kaza bir şey sordu, onu dönüp baktığın zaman hemen dayakta geçirirlerdi, evet. Yani ben çok dayak yiyordum kendi payıma söyleyeyim, çünkü koğuş temsilcisiydim, koğuşta bir sorun olsa, biri okuma yazma öğrenmemişse, biri iyi marş söyleyememişse, biri bir şey olmamışsa, kıdemli sen buna niye öğretmemişsin!? Gözlüğünü çıkar gel, gözlüğünü çıkar gel, kıdemli gözlüğünü çıkar gel! Bir bu yetmiyor, bir de kapıda mesela içeridesin, koğuşun içerisindesin, mazgalları var, asker geldi, canı istedi birisi gelsin marş söylesin ya da bir şey… bir şey söylesin, yapmadığın zaman ya da bir ses duysun içeriden, ne oldu diye soruyor, içeride ne bu patırdı? İşte bir şey anlatıyorsun inanmadı, uzat elini, pat, pat, pat, pat mazgaldan dövebiliyor! Dövemezse, elini uzatmazsan ne olacak? Kapıyı açıyor, manga olarak, ekip olarak içeri giriyorlar yine… onun için herkes elini uzatıyor dayak yiyorsun! Yani şeyin direnişi, İstanbul gibi direniş Mamak’ta yoktu, Mamak’ın kendine özgü bir ruhu vardı.
X: Ne marşı okutuyorlardı?
F.G: İstiklal marşı söyletiyorlardı, askeri marşlar söyletiyorlardı… ondan sonra tabi çokça da Nutuk okuyorduk.
………
Sonra bir gün, özellikle bizim arkadaşların, ondan sonra TİKB’lilerin, bir başka grup daha vardı, bir, direniş …bir ölüm orucu başlattılar, açlık grevi başlattılar, B Blok’ta başladı bu.
D.G: Sene kaç?
F.G: 81, koşullar çok kötü tabi. Arkadaşları grup grup aldılar, tecrit ettiler, yani ben bunu sonradan öğreniyorum, bir hafta sonra öğrendim, bir biçimde mesaj, haber geldi bana.
…… A Blok’un altında bizim de hiç görmediğimiz özel küçük hücreler varmış, tabutluk derlerdi, açlık grevindeki arkadaşları tabutluklara koydular. O arkadaşları tabutluklara koydular, bir süre orada kaldılar, bir hafta koyuyorlar bir hafta sonra çıkarıyorlar başka bir yere götürüyorlar, tekrar bir hafta koyuyorlar. Aşağı yukarı bir ay kadar sürdü arkadaşların direnişleri, sonra tabi bitmek durumunda kaldı, çünkü sonuç alacak bir eylem, bir yere varılacak bir eylem değildi.
………….
Bizde de bir grup arkadaş vardı sayılarını tam hatırlamıyorum, o da sonuçsuz kaldı, o direniş de. Şimdi onun öncesinde bir şey daha bahsetmek istiyorum. 12 Eylül’ün ilk döneminde… hani bu Diyarbakır Cezaevini görüyorsun rap, rap, rap, rap, rap yürüyorlar, öyle bir… Tabi o aynı enstantane şeyde de oldu, Mamak’ta da oldu, çünkü Mamak’tan sonra Esat yüzbaşı oraya gitti, o uygulamalar orada katmerleştirerek devam etti, ilk bizim orada başladı, asker gibi yürüyeceksin, asker gibi hareket edeceksin, bakmayacaksın askerin yüzüne, marş söyleyerek yürüyeceksin, o süreç orada başladı. Şimdi Mamak’ın özelliği şuradaydı, Devrimci Yol, biz bir kitle hareketiyiz, diyorlardı, bizim kitlemiz direnişe dayanamaz, eylemlere dayanamaz, biz bir kitle hareketiyiz, militan kadromuz zayıf, dolayısıyla biz bu tür direnişlere, bu tür eylemlere giremeyiz!
D.G: Evet kısa bir aradan sonra görüşmemize devam ediyoruz, sona doğru yaklaştık. Fevzi ağabey en son Dev Yol’cular kitlesel bir hareketti dediniz, çok militan kadrosu yoktu, orada kaldık, buyurunuz.
F.G: Cezaevlerindeki direnişlerde Dev Yol’un olduğu yerlerde genellikle böyle çok militan, cezaevi alanında militan bir direniş yoktu. Çünkü gerek Mamak’ta gerek de diğer sivil cezaevlerinde, özellikle Malatya’da karşılaştığımızda bu problemlerde, onlar bizim, bize bir eylem önerildiği zaman, bizim kitlemiz bunu kaldıramayabilir derlerdi ve o, o eylemlere gitme konusunda çekincelerini açıkça ifade ederlerdi. Bence bu da iyi, dürüst bir tavırdı, yani şu anlamda iyiydi, bir, insanları belli bir eyleme götürdükten sonra eylemde geri dönüş ve yani eylem aşamasında geri dönmenin yerine başta söylüyorlar, tedbirini ortaya koyuyorlar, yani eylem içersinde bozgunculuğa dönüşmemiş oluyorlar. İkincisi, kendi kitlelerinin de kaldıramayacakları baskının altında, sıkıntının altında ezmenin, şiddetin altına sokmuyorlardı, kollamış oluyorlardı böylece. Bu onlar için avantajdı ve onların olduğu cezaevlerinde, Dev Yol’un, Halkın Kurtuluşu’nun olduğu cezaevlerinde böyle militan bir direniş, tepki, elbise giymeme, selam durmama ya da bir başka tavırlar hiç gelişmedi. Onlar iktidarla uyumlu şekilde kendi kitlelerini de koruyan… şey… süreçte bu olayı götürdüler, yani militan bir reaksiyon göstermediler. Bunun karşısında gerek bizim, gerekse başka birtakım siyasi hareketlerin militan tavırları oldu ama bunlar da sonuçları hakikaten bazıları olumlu olduysa, bazıları da sonuçları açısından son dönemlerde de gelişen açlık grevleri oldukça yıkıcı ve olumsuz etkiler oldu. Şimdi cezaevlerinde ilginç de anekdotlarımız var. Dedim ya, askerleri çok korkutuyorlardı, o dehşet bir korku salmışlardı. O dehşet korkuyla bizim üzerimize askerler saldırıyorlardı. Biz şunu fark ediyorduk, en çok bağıran çağıran askerler mutlaka devrimcilere yakın olan insanlardır! Onlar başlıyorlardı, kansızlar, bilmem neler, vatan hainleri derlerdi, bağırır çağırırlardı ama onlar dövmezlerdi. Biz o çok bağırıp çağıranlarda anlardık ki, bunlar çok bağırıyorlar, kendi rengini o askerler anlamasınlar yani üstleri anlamasınlar diye şiddet yanlısı gibi görünebiliyor ama onu kamufle ediyorlar onun yanı sıra. Bazıları da çok etkileniyorlardı bu şiddetten, onların verdiği, çünkü sürekli eğitim veriyorlarmış onlara, bunlar sizi görürlerse öldürürler, bunlar sizi görürlerse keser, ailelerinizi keserler, bunlar böyle terörist, şöyle… büyük bir korku veriyorlarmış askerlere. Ve askerler bizden korktukları için mahkûmlarda, kendilerine bakmamızı engelliyorlar, yani dolayısıyla onu bir mekanizmaya dönüştürüyorlar, bizim üzerimizde mahkûmların üzerine saldırmak için bir mekanizmaya dönüştürüyorlardı. Şöyle bir olaya tanık oldum, şimdi biz hücrelerde, o ikili hücrelerde kaldığım bir dönemde bize sürekli baskı yapan, döven işte elini uzat diyen, uyku, gece uykuda filan gürültü yapan, mazgala vurup bizi rahatsız eden bir asker vardı, bir ara izne gitti.
İzine gitti geldi, adam değişmiş! Bu sefer bizi güldürmek için, bizi neşelendirmek için olmadık şaklabanlıklar yapıyordu, takla atıyorlar bilmem ne… Ya dedim bir gün fırsatını buldum, ne oldu sana böyle? Ya izne gittim dedi, bana anlattılar, siz o kadar da kötü değilmişsiniz aslında dediler! Yani bu insan muhtemelen duyarlı bir çevrenin insanı, o bile nasıl etkilenmiş onların, komutanların kışkırtmalarından! Bize olmadık baskılar yapan bu adam gidip ailesinde ya da çevresinde etkilenip, bunlar aslında size anlatıldığı gibi kötü değiller, bilgisini aldıktan sonra kendini bize affettirmek için gelirdi bizimle sohbet ederdi, şaklabanlıklar yapardı, takla atardı hatta yani bizi hoş tutmak için elinde geleni yapardı. Yani demek ki, o insanları nasıl yüklüyorlar askerleri bize o kadar kışkırtıyorlar, orada onun ayırtına daha iyi varmış oluyorum. Evet.
D.G: Evet. Ben tabi önümde bir isim listesi var, size o isim listesini okumak isterim. Yani hareketinizin ilk oluşumundan itibaren hayatını kaybeden yüzlerce insan oldu yaşamını yitiren. Bunlardan bazı isimleri ben size okumak isterim, bu isim listesinde yer almayan ama hayatını kaybeden bir tanıdığınız varsa lütfen bize söyleyiniz, o nedenle aslında bu isim listesini de okuyorum diğer taraftan. Son kertede bu isim listesi içerisinde olmayan bize yazdırmak istediğiniz farklı bir isim varsa bunu alalım ama bu isimler arasında da, birlikte faaliyet yürüttüğünüz kişiler varsa, onlardan da bahsedebilirsiniz. Yani sizin üzerinizde iz bırakan isimler varsa biraz da bunları konuşabiliriz. Ben isimleri okuyorum. Meral Yakar, Ali Haydar Yıldız. Ahmet Muharrem Çiçek, Atilla Özkan, Mehmet Kocadağ. Erdoğan Yalçıngil, Naci Güven, Tuncay Bali. Cemil Oka, Hasan Yıldırım, İsmail Poyraz, Hasan Kızılkaya, Müzeyyen Keskin. Zülfikar Uralçin, Mehmet Zeki Şerit.
X: Bir dakika duralım, çünkü sesi ben duyamıyorum maalesef, ses ya gitti, çünkü…
D.G: Devam edeceğim daha henüz bitmedi. Zülfikar Uralçin, Mehmet Zeki Şerit, Selahattin Doğan, İsmail Hanoğlu, Sırma Boyoğlu, Ali Yılmaz, Orhan Bakır. Efendi Diril, Raci Yılmaz, İbrahim Kara. Ali Geçgel, İrfan Çelik, Haydar Aslan. İhsan Parçacı, Süleyman Cihan, Behzat Firik. Ali Sarıbal, Veysel Uyar, Erdoğan Tekin, Ali Uçar. Niyazi Gündoğdu, Medet Özbadem, Hasan Hakkı Erdoğan, Hayrettin Bakış, Zeki Uygun, Aziz Vatan. Bedi Avcı, Erhan Gencer, Nezih Uzuner, Kahraman Yılmaz, İsmail Özgül. Şimdi bu listede yer almayan ama hayatını kaybeden ve yakından tanıdığınız biri varsa, kimdir, hangi alanda faaliyet gösteriyordu ve ne zaman, nasıl öldü bunlardan bahsedebilirsiniz.
F.G: Şimdi orada aklıma gelen bende de fotoğrafı vardı Mehmet Özgül 16 Ocak 1981’de… Şişli’de. o dönemde faşist çetelerden Ferhat Tüysüz…. bir tanesi tarafından öldürüldü. Gençlik içerisinde faaliyet gösteren taraftardı, yani belki siyasi kadro olarak değerlendirilmeyebilir ama genç bir arkadaşımızdı, onların evinde de kiracı kalıyordum ben şeye gitmeden önce, 1 Mayıs mahallesine taşınmadan önce, Kuştepe’de o dönemde onlarda kiracı kalıyordum. Sonraki süreçte işte biz cezaevindeyken o bölgede öldürüldü. Bu arkadaşların çoğunu tanıyorum, özellikle 75’ten sonra Atilla Özkan’dan itibaren birçok genç arkadaş, Naci Güven’i şahsen tanırım, Hayrettin Bakış’ı şahsen, tabi Süleyman Cihan’ı şahsen tanırım, bunlarla anekdotlarımız da var. Mesela bir gün Orhangazi Lisesi’nde bildiri dağıtacağız, tesadüf kemerimi almamışım o gün, çıkmış, hazırlık yapmaksızın çıkmışım. Orhangazi Lisesi’ne özel bir bildiri dağıtmışız, bildiri hazırlamışız, bildiriyi okulun önünde dağıtacağız faşistlerin baskıları var, orada onların özel bir kafesi var, idareyle birlikte öğrencilerin üzerinde baskı oluşturuyorlar. Biz de ona karşı özel bir bildiri hazırladık, oraya dağıtacağız. Bildirileri hazırladık okulun önüne gittik, iki tane, bir tane tabancam var, diğer arkadaşta da bir tabanca var, bildirileri dağıtıyor biz de koruyoruz. Ya şimdi bildirileri dağıttık, bunlar bize saldırmaya başladılar.
Biz arkadaşlara yavaş yavaş geri çekilin dedik, çok, idareden müdür geliyor engellemeye çalışıyor, onlarla münakaşa ediyoruz bu arada. Dedim, yavaş yavaş bildirileri dağıtın yeterince etkili oldu, çekilelim geri! Biz bildirileri nihayet bitirdik çekildik geri gidiyorduk, bir baktık etrafımızı sardılar, 6-7 tane faşist sardılar. Hemen 4-5 tanesi bana saldırdı, aradılar üstümü, yokladılar, tabancayı bulamadılar üzerimde. Ben de rahat hareket edemiyorum, rahat hareket etsem o anda tabancayı karnıma koymuşum, kemer yok, düşme riski çok fazla. Ben de onun üzerine kapandım, ben onun üzerine kapanınca onlar beni yumruklamaya filan başladılar böyle arkada sırtıma kafama filan. O arada o kapanmışken silahı sağlama aldım böyle karnımla destekledim silahı, bir fırsatını buldum tabancayı çekince bunlar hepsi dağıldılar tabi. O arada şeyle birlikteydik işte Hayrettin Bakış’la birlikte o eylemin içerisindeydik, Hayrettin de benim yanımdaydı. Sonra onlar dağıldıktan sonra biz oradan çektik gittik, hatta bir iki el ateş ettik birisinin peşinde, onlar dağıldılar, biz de gittik. Böyle temkinsiz bir eylemi de Hayrettin Bakış’la birlikte yaşamış olduk. Yani oradaki arkadaşların… Alabilir miyim ben belgeyi.
D.G: Tabi ki.
F.G: Şöyle bir gözden geçireyim.
D.G: Şöyle buyurunuz.
F.G: Atilla… Mehmet Kocadağ’ı hatırlıyorum, 1 Mayıs’ta sonra şeyde, Kasımpaşa’nın altında öldürülmüştü, faşistler öldürmüş atmışlardı. Erdoğan Yalçıngil’i tanımıyorum. Naci Güven bizim Bahçelievler Lisesi’nde bir öğrenci arkadaşımızdı, fotoğrafları yakın döneme kadar bende vardı ama şu anda yok, kaybettim herhalde. Hüseyin Aslan bizim 1 Mayıs Mahallesi’ndeki direnişçilerdendi. Hüseyin Çaparoğlu, Cuma Gül, Hasan Yıldırım, İsmail Poyraz, Hasan Kızılkaya da yine o bölgedeki direnişlerden, arkadaşlardan bir tanesiydi. Müzeyyen Keskin’i hatırlamıyorum. Zülfikar Uralçin bizim öğrenci gençliğin içerisinde bir arkadaştı. Zeki Şerit’i herkes tanır zaten, 73… cezaevindeki bir arkadaş, o da bir efsaneydi. Zeki Şerit’in bir şapkası vardı, onun giyiniş tarzı vardı, onun şapkasını takmak da bizim için bir özentiydi o dönemde. Selahattin Doğan bir işçi arkadaştı. İsmail Hanoğlu’yla sorunlarımız çoktu bak! İsmail Hanoğlu işçi, işçi kesimi örgütlenmesinde çalışırdı Kartal’da, ben de orada gençlerin, gençlik kesiminde çalışırdım, ortak bir iletişimiz olan bir arkadaşımız vardı. İsmail Hanoğlu biraz radikal bir tavrı olan bir arkadaşımızdı, problemler olduğu zaman sürekli bir çekişmemiz olurdu. o arkadaş bir benimle görüşürdü giderdi, bir Hanoğlu’yla gider görüşürdü, başka bir bakış açısıyla gelirdi, daha radikal bir bakış açısıyla gelirdi.
D.G: Kimdi o arkadaş?
F.G: İsim vereyim mi bilmiyorum ki, şu anda aramızda olan bir arkadaş, gıyabında konuşmak istemem. Neyse, hatta o şeyden çıkan grupla bir ara, 78’den önce bu Kocaeli’nden çıkan bir grupla hareket etti, sonra kongre sürecinde tavrını değiştirdi. O süreçte şeyle birlikte yaşadım bu tartışmaları, Hanoğlu’yla birlikte. Hanoğlu hakikaten de tanıdığım kadarıyla kısa boylu ama cesur, radikal tavırları olan bir arkadaştı. Onun ölümü hakkında bir bilginiz var mı bilmiyorum. Ama beni en çok şey yapanlardan bir tanesi, bu Kartal Tuzla bölgesinde çalışıyor, bana bir gün dedi ki, oralara gidersen dedi, falan yere çok uğrama dedi ora çok net tekin bir yer değil dedi, Tuzla istasyonunun yanında bir kahve var Alarko Holding’in karşısında. Alarko Holding o dönemde muhafaza, dışarıdan gayri resmi güvenliğini yapıyormuş, adam iriyarı bizim Ejder sanatçı vardı bilir misiniz, onun gibi iriyarı birisi. Gittim bir gün kahveye, merak ettim gittim, kahveye gittim içeri girdim, geldi hemen masama, elleri kocaman böyle dev gibi bir adam, kimsin, nesin, ne arıyorsun? Böyle ufaktan bir sorgulamaya başladı. Hiç dedim, geldim bakıyorum, iş arıyorum filan dedim böyle geçiştirdim. Neyse üstüme gelmedi. Bir süre sonra haber aldım işçiler şöyle bir hikâye anlatıyorlar o, oranın işçileri. Ya küçücük bir adam geldi, o dev gibi adamı vurdu devirdi, gitti! Hakikaten oldukça iri yarı bir adam, oranın güvenliği, özellikle tutulmuş. Sonra duyduk ki İsmail Hanoğlu gelmiş adamı devirmiş gitmiş orada ve işçilerin içersinde efsaneye dönüştü bu olay, Hanoğlu’yla da böyle bir şeyim var. Bir de Hanoğlu’nun kendi ölümüyle ilgili bir hikâye var, o bilinir muhtemelen. Ne diyeyim, Zeki Şerit…
D.G: Bahsedebilirsiniz Hanoğlu’nun ölümüyle ilgili.
F.G: Şimdi Hanoğlu öldüğü zaman, o olayın doğrudan tanığı değilim ama anlattığımız hikâyelerden bir tanesi, Hanoğlu orada Gültepe bölgesinde bir faşistin cezalandırılmasını parti karar alıyor, cezalandırma görevi… Ama bizim o dönemdeki ilkelerimizden bir tanesi, hakikaten oldukça disiplinli bir partiydik, ilkeleri de olan, ilkelerine de oldukça riayet eden temiz bir mantığımız vardı. Orada yalnızca bir tane ilçe başkanı mıdır, oranın temsilcisi midir bir faşist öldürülecek, onun bir özel cezası kesilmiş buna, diğerlerine dokunulmayacak diye… bir görev veriliyor Hanoğlu’na ve başka bir arkadaşa. Eyleme, diğer arkadaş bir nedenle gelemiyor.
Ama Hanoğlu inisiyatifini kullanıyor olayı ertelemiyor, yalnız başına gidiyor, bekliyor eylemin olduğu yerde. Bunlar yanında da iki üç tane korumasıyla birlikte geliyor, iki silahı var üzerinde, bombaları da var. Gelince, faşisti bekliyor, faşisti vuruyor, diğerlerine müdahale etmeden ya da bomba atmadan orada kaçmaya çalışıyor. Tabi diğerleri de hazırlıkla… şeyde, üzerleri uygun, silahları filan var, çatışıyorlar Hanoğlu’yla, Hanoğlu’nu orada vuruyorlar.
….
Sırma Boyoğlu. Ali Yılmaz. Bir gün, biz gençlik kesimi olarak kendi aramızda topladığımız para ile silah aldık. Gebze tarafında bir yerde, biraz eğitim görelim diye gittik. Gittik o tarafa doğru, gittik birileri daha var… ondan sonra neyse, bir biçimde, ya dedi bunlar bizim arkadaşlar ama çok iyi tanımıyoruz dedi. Neyse gelin dediler, biz selamlaştık, merhabalaştık, ne yapacağız? İşte böyle böyle gençlik kesiminden geliyoruz filan, anlattık. Onlar askeri kesimden arkadaşlarmış, eğitim yapıyorlar. Sonradan öğreniyorum, bunların bir tanesi Ali Yılmaz, bir tanesi Ali Uçar. Sonra çok kısa bir süre sonra, çok da geçmedi, Gülsuyu Köprüsü’nde bir evde bubi tuzağı kurarken şeyin, Ali Yılmaz’ın orada patlama olduğu ve patlamada şehit olduğunu öğrendik, tabi bu da ayrıca bizi üzdü. Daha devam etmeyeyim gerisini ya.
D.G: Buyurunuz, buyurunuz edebilirsiniz, olur mu!?
F.G: (…. duygulandı) Yani diğerlerini çok zaten tanımıyorum, Süleyman Cihan’dan bahsetmiştim zaten geçmişte sürekli birlikte olduğumuz biri.
Veysel… Erdoğan… Ali Uçar, Niyazi Gündoğdu ağabeyim. Sonraki süreçten bunlar dediğim gibi Hayrettin Bakış’ı tanıyorum. Erhan Gencer’i şahsen tanımıyorum. Nezih’i de tanımıyorum. Kahraman Yılmaz… Sendikacı Kahraman Yılmaz herhalde değil mi? Fakat bu sayı şu anda yani eksik tabi ki de, niye bu kadar eksik onu bilemiyorum. Yoksa parti tarihini anlatan o şehitler kitabında bunların birçoğu var, burada yok ama şu anda tek tek saysam aklıma gelmiyor yani bir ekleme yapamam, zaten kitap, şeyde var, şehitler kitaplığında var.
D.G: Evet. Peki, yani bizim unuttuğumuz ama sizin kayda geçmesini istediğiniz bir olay ya da bir tanıklığınız varsa bahsedebilirsiniz son olarak.
F.G: Yani öyle şu anda aklıma gelen bir tanıklık yok. Ama şöyle bir saptamada bulunmak istiyorum son olarak bitirirken, biz Türkiye devrimci hareketi içerisinde hakikaten militan bir harekettik, dönemine uygun olarak çıkmış, dönemine de damgasını vuran bir hareketiz. Fakat hani felsefede bir terim var, herkes… her şey karşıtını bağrında taşır diye, bizim de o militan, örgütlü, disiplinli yapımız aynı zamanda bizim de dezavantajımızı oluşturdu, nasıl dezavantajımızı oluşturdu? Şöyle ki; bu militan tavrımız, durup dinlenmeye hiç zamanımız olmadı! Ve kurumlaşamadık, sürekli mücadelenin içersinde olmanın gerektirdiği bir etkiyle kurumsallaşamadık. Yani sürekliği teşkil eden kurumlarınız, sivil yapılarınız, sivil kitle örgütleriniz ya da sivilde olup sessiz olan, bekleyen gizli elemanlarımız hiç olmadı. Herkesi mücadelenin içersine aldık, sendikalarda yeterince insan biriktiremedik, sivil örgütlerinde keza. Bunun dışında, partinin kadroları devamlılık teşkil etmedi, sürekli değişti. Biz çok kısa bir süre içerisinde genel sekreterler, art arda genel sekreterlerimizi kaybettik. Çok sayıda kadro kaybettik. Bu kadar kayıpla kendini bile koruyamayan, genel sekreterlerini korumayan bir hareketin kendini var edip idame ettirmesi çok zor. Onun için bizim şu an için, bugünden geri baktığınız zaman en büyük dezavantajlarımızdan bir tanesi en güçlü olduğumuz taraftır, bu da bize dezavantaj olarak dönüyor ve bundan dolayı da çok sayıda kadro kaybettik. Bu da bizim bugünkü zayıf noktamıza getirdi.
D.G: Peki, yani geldiğiniz için, katıldığınız için çok teşekkür ederiz, ağzınıza, yüreğinize sağlık. Sizinle olan görüşmemizi böylelikle tamamlamış oluyoruz. Tekrar tekrar teşekkür ederiz.
X: Teşekkürler.
F.G: Ben de burada şunu söyleyeyim, yani bu çok değerli bir çalışma, biz yeterince katkıda bulunduk-bulunmadık ayrı mevzu, yani bilgilerimizi aktardık, aktaramadık, geçmiş dönemi hatırlayıp, hatırlayıp, bugüne aktarmamız belki yetersiz kaldı ama birçok arkadaşta bu bilgileri alıp dinleyeceksin ama çok değerli bir çalışmadır. Bu çalışma gelecek nesillere, geçmişi değerlendirmemiz açısından da bir avantaj teşkil edecek. Oldukça, sizin bu emeğinin için de size de teşekkür ediyoruz.
D.G: Biz çok teşekkür ederiz tekrar tekrar, hoş geldiniz, ağzınıza yüreğinize sağlık. Görüşmek üzere diyelim.
F.G: Sağ olasınız.
NOT: 2 Eylül 1978 tarihli Partizan Özel Sayı’sında belirtildiğine göre, Hasan Kızılkaya, Hüseyin Çarparoğlu, Hüseyin Aslan, Cuma Gül, İsmail POYRAZ, Hasan YILDIRIM, Hıdır ULMAN, Müzeyyen KESKİN olmak üzere 11 kişi yaşamını yitirmiştir.
[1] Kerme: Gübre, tezek. (TDK)