Memik Horuz (M.H:) (1959) ©2017 Onur Vakfı
Görüşen Kişi: Devim GECE (D.G:)

Görüşmeden Öğrenci Hareketleri ile ilgili bölüm:

Gaziantep’te merkezde doğdum, Karşıyaka Mahallesi’nde. O zaman Karşıyaka Mahallesi bir kenar semt… İlkokulday­ken simit satmaya, halka tatlı satmaya, hafta sonları saha kenarında, futbol sahası kenarında soğuk su satmaya gider­dik. Yaş büyüdükçe ayakkabı boyacılığına başladık…

İlko­kul 3. sınıftan sonra da her sene Adana’ya ya da Maraş’a çapa yapmaya, pamuk toplamaya, ırgatlık yapmaya gider­dik… Bizde mahalle takımları vardı, o zaman toprak saha­larda mahalle ligleri, maçları yapılırdı. Trenyolunun orada top oynarken bizim o mahalli takımlardan Hacıbaba Spor’un yöneticilerinden birisi beni çağırdı, “sen gel bizim takımda oyna!” dedi. Neyse, orta sonda ben Hacıbaba Spor’da oyna­maya başladım… Bir sene Hacıbaba Spor’da amatör oyna­dım, bir sene sonra Karşıyaka Spor’a amatör lige geçtim… Bir sene sonra da Akyol Gençlik Spor’a geçtim, Antep’in daha merkezî, daha gelişkin mahallesi Akyol Mahallesi, ora­nın takımına… Yöneticilerinin mühendis, hâkim vesaire gibi insanların olduğu… Lise bitti, kendi kendime test kitapları çözdüm ve 1977 yılında üniversite sınavına girdim. İstediğim mühendislikleri kazanamayınca ön kayıtla spor akademisine gitmeye karar verdim. Benim takımın yöneticileri yönlendir­di… O zaman üç tane kendi başına bağımsız spor akademisi vardı: Ankara’da 19 Mayıs Gençlik ve Spor Akademisi, İs­tanbul’da Anadoluhisarı Gençlik ve Spor Akademisi ve Ma­nisa Spor Akademisi… Biz İstanbul’a geldik, ön kaydımızı yaptırdık. O sene sınav Ankara’ya alınmış, merkezî yapıldı…

Okulun ya birinci haftası ya ikinci haftası, okulda yemek­hanede yemek yiyoruz, herkes tabldot almak için sıraya geçiyor yemeğini alıp geçiyor bir masaya oturuyor. Ben henüz daha devrimcilerle tanışmış, hiç kimseyi bulmuş de­ğilim ve hatta MHP’liler birkaç kere gelip “ya kalacak ye­rin var mı, yoksa sana yurt ayarlayalım, herhangi bir şeye ihtiyacın var mı?” diye sordular, herkes dışarıdan geliyor oraya, onlar da kanca atmaya çalışıyor… O günlerde bunlar okulda, yemekhanede bir saldırı girişiminde bulundular… Bizim okulda İGD’liler çoktu, bir önceki yılın bitiminde MHP’lileri dövmüşler … bu onun intikamı imiş. Biz tabii insanlarla tanışmamışız, ben yemeğimi almış oturuyordum, birden zincir sesleri, tabldotlar düştü, birilerini dövmeye başladılar, slogan atmaya başladılar, silah sıktılar, hepimiz tabii kaçıştık… Üst katta akademi başkanının odası, diğer idarecilerin odası, memurların odaları, bölümler falan var, hepimiz oralara sıkıştık, oradakileri de çok tanımıyorum ama MHP’li olmayan herkes kaçtı. Bir ya da bir buçuk saat, yani epey bir süre sonra polisler okula geldiler ve direkt üst kata bizlerin bulunduğu odalara geldiler. Komiser “kaldı­rın ellerinizi, arayacağız sizi!” deyince ben dedim ki, “bizi niye arıyorsunuz, adamlar dışarıda!” “Sus ulan, terbiyesiz, biz sizi buraya korumaya gelmişiz, siz bir de itiraz ediyor­sunuz,” dedi. İnsanlar beni çekiştirmeye başladı, “sus, sus, sus” falan diye!… Ondan sonra tabii sustum, herkesi ara­dılar, ondan sonra bizi dışarıya çıkarttılar… MHP’liler de oralarda hâlâ. Sonra arkadaşın biri “bakın bunda silah var,” diyerek MHP’li birini gösterdi. Aramak zorunda kaldılar, bir tane silah çıktı üzerinden. Ondan sonra onu götürdüler tabii, ertesi gün bir geldik ki çocuk yine okulda!

Bu arada okuldan insanları soruşturdum; solcu, devrimci, sosyalist hangi gruptan olduğu çok önemli değil, insan­larla tanışmaya, aramaya başladım… Kendime ev tuttum, devrimci arkadaşlarla tanıştıktan sonra Kavacık’ta otur­maya başladım. Çevremizde Halkın Kurtuluşu’ndan, Dev- Yol’dan insanlar vardı, onlar afişe çıkacağı zaman ben on­larla beraber afişe giderdim, yazı yazacakları zaman yazıya çıkardım beraber. Henüz bir grup seçmemiştim, bu arada okuyordum Mahir’i okudum, İbrahim’i okudum. Okulun ilk yarısında İbrahim’in yazılarını okuyunca tabii beni çok et­kiledi… Mesela Kemalizm konusu, sonra İbrahim’in köylü noktasındaki tezleri; topraksız köylülerin varlığı, toprak ta­lebi olması gerektiği ya da otomatikman olacağı gibi tezler, köylülükle ilgili yaklaşımları da beni çok etkiledi, çünkü şu ya da bu şekilde köyle temasımız vardı, köylülerin duru­munu bilen, onların nasıl zorla ürettiğini ve zor geçindiğini bilen insanlardı…

Tabii Çin Devrimi, gerilla savaşı, kırdan kente geliş, bun­lar aynı zamanda insanın mücadele duygusunu körükleyen, mücadele şevkini artıran, gerçekleşmiş devrimler olarak da insanda katılım isteği uyandıran bir şeydi. Ben kendim de dahil, İbrahimci olmuş herkesin gerilla olmak ve gerilla sa­vaşına katılmak duygusuyla dolu olduğunu biliyorum… O zamanlar bunun Çin’den alınmış bir şablon gibi getirilmesi­nin ne kadar doğru olduğu sorusunu soracak durumda değil­dik, o zaman burada da böyle olacaktır kolaylığıyla hareket edilmişti… Ama şimdi mesela öyle düşünmüyorum, yani hiçbir ülke hiçbir ülkenin şablonu olamaz, genel karakteri aynı olsa bile şablonu olamaz… Toprak talebiyle isyanlar, direnişler Çin’de varken burada öyle bir şey yoktu, orada silahlı direnişler varken, burada öyle bir şey yoktu! Dola­yısıyla biz şablonsal alışın ne kadar doğru olup olmadığını bilmiyorduk ama çok mantıklı geliyordu o zaman… Türki­ye’de kendine has mücadele, örgütlenme ve devrim yolları üretilmesi gerekiyordu. Fakat kendi adıma da arkadaşlarım adına da, bizim o zamanki genel kavrayışımız: Tez ortaya konulmuş, doğru tez budur, bunu uygulamak görevimiz bi­zim, gibi bakıyorduk… O günlerde ben İbrahim okuyunca gerçekten çarpıldım. Daha ilk sömestr yani Antep’e gittiğim zaman ben artık İbrahim’i savunuyordum insanlara… İkin­ci sömestrde okula döndüğümüzde tabii diğer arkadaşlar da şaşırıyorlar bana, “burada Halkın Kurtuluşu var, Dev-Yol var, beraber yazıya çıkıyoruz, sohbet ediyoruz, işte Ma­hir’i de okudun ama gittin İbrahim’i seçtin”! İbrahimci de kimse yok okulda!… Okulda bir arkadaşımın kardeşi, yurtta kalan bir kardeşi vardı, o İbrahimci imiş, onun üzerinden haber göndererek birisiyle tanışmak istedim. Bir arkadaşla tanıştık, o da bize “gazeteye gidin, şurada gazete çıkıyor, Partizan dergisi çıkıyor, oradan alın, okuyun, dağıtın, daha sonra arkadaşlar sizinle temas kurar” dedi… Sonra bir ar­kadaş bize geldi, Sessiz kod adıyla geliyordu, emekçi bir arkadaşmış gerçekten. Kadıköy’de çay bahçesinde çalışıp temizlik yapardı aynı zamanda bu faaliyetleri yürütürmüş, bize o arkadaş gelmişti, çok sessizdi gerçekten, bizim soru­larımıza cevap verecek, bizim kafamıza takılanları çözebi­lecek biri değildi ama okumalar yapıyorduk, bildiri, örgüt yayını falan getiriyordu, onları okuyorduk. Bu arada işte ben okulda kendimce faaliyet sürdürüyordum, diğer dev­rimcilerle dostluk geliştiriyorum, artık kendimi Partizancı olarak isimlendiriyordum.

Bu arada MHP’lilerle kavgalar devam ediyor… Okulda biz­leri tek tek bir yerde bulunca dövüyorlar, kimi yakalarlarsa dövüyorlar, biz kendimizi de koruyamıyoruz… O ilk sene­nin sonuna kadar basınç altında kaldık… Okulun ilk yılı bit­ti, öbür yıl yeni gelenler oldu, gelenlerden epeyce bir solcu genç de geldi… MHP’nin 30-35 kişilik bir grubu var, gerisi antifaşist tipler, CHP’lisi var, sosyal demokratı var… O za­man MSP’li gençler de vardı özellikle güreşçi arkadaşlardan falan, onlar hiçbir şeye karışmazdı, onlar okula gelir gider, MHP’lilerle de arkadaşlık yaparlardı, bizimle de arkadaşlık­lar yaparlardı… Artık herkes bizi tanıdı, bir güven de oluştu, yeni gelen gençlerle falan biz irtibat kurduk ve solcular bir­biriyle selamlaşan, bir araya toplanabilen, kantinde de soh­bet eden, birbirini tanıyor hale geldi. Okulda tabii bakışma­lar, birbirini kesmeler, üstüne gelirse yol vermeyip durmalar gibi faşistlerle sürekli bir gerginlik, elektrik çok üst düzey­de!… Bir gün artık ne oldu böyle ağız dalaşı mı ne oldu, okul başkanı salona indi, bir sandalyenin üzerine çıkarak, “susun çocuklar, akademidesiniz, birbirinizle kavgaya mav­gaya girmeyin, akademili olarak ortak bir şeyler yapalım” gibi konuşurken MHP’liler hocaya müdahale ettiler. Biz de susun müdahale etmeyin falan derken birbirimize girdik… Birbirimize sopalar fırlatıyoruz, masalar kırıldı, sandalye­ler kırıldı, o zaman mesela bir sandalye bacağı bana geldi, burnum kırıldı, yaralandım falan. Ama sonuçta üst katta sı­kıştırdık, sonra üst kattan atlayıp aşağıya, karakola kadar kovaladık… Tabii polisler geldi, biz işte kamufle olarak kit­leyle beraber dışarı çıktık, dolayısıyla gözaltı falan olmadı! Ondan sonra bizim egemenliğimizde kaldı okul sıkıyöne­tim döneminde… MHP’liler Üsküdar’dan gelirlerdi, bulu­şup gelirlerdi, 30 kişi kadar otobüsten inerlerdi, etraflarında jandarmayla girerlerdi okula, onlar dersteyken jandarma da kapıda beklerdi… Onların egemenliğini kırdık, baskısını kırdık, o süreçte, sıkıyönetim döneminde, 1979’da.

Okulda diğer sol hareketten arkadaşlara öğrenci faaliyeti sürdürüyorduk, akademik talepler dile getiriyorduk, akade­mik haklarımız, öğrenim bittikten sonraki haklarımız üzeri­ne Ankara’ya yürüyüş ve imza kampanyası gibi çalışmalar yapıyorduk… Okuldaki faaliyetin dışında da semtte faaliyet sürdürüyorduk. Bir gecekondu bölgesi değildi, oturmuş bir mahalleydi Kavacık, bir mahalle derneği vardı, orada eğitim çalışmaları yapardık: Emperyalizm üzerine, diyalektik üze­rine sohbetler, okumalar falan olurdu, halktan insanlar katı­lırdı. Bunların kimisi işçiydi, kimisi esnaftı, kimisi de başka yerlerde öğrenciydi. Akşam veya hafta sonu, toplanıp bu tür çalışmalar yapıyorduk… Onun dışında bildiriler dağıtırdık, duvar yazılamaları yapardık… Maraş Katliamı’nın yıldönü­münde yazılamalar yapmıştık. Mesela caminin karşısındaki büyük bir duvara “Maraş Katliamı Alevi-Sünni davası değil, sınıf kavgasıdır” sloganını yazmıştık.

O dönem, TKP-ML’nin bir tüzüğü vardı, o günkü koşul­larda bu çok ileri bir pozisyondu Hareket açısından: “Nasıl üye olunur? Nasıl başvurulur? Nasıl gözlem süreci olur? Hakları nelerdir? Görevleri nelerdir? İşleyiş nedir?” vb bun­ları içeren tüzüğü vardı. Bu da bizi çok cezbeden bir şeydi tabii, çünkü gerçekten bu bir kurumlaşmanın da ürünüdür. Ama biz bir üyelik başvurusu süreçlerine gelebilecek durum­da değildik. O zaman ben ileri sempatizan olarak değerlendi­riliyordum, çünkü orada bir bölgeye, mahalleye ve bir oku­la önderlik ediyordum. Okulların üst komitesine almışlardı beni. Muhtemelen bizim sorumlularımız da ileri sempatizan ya da aday üye ya da en fazla parti üyesiydi… Üye olan ar­kadaşlar daha üstteydi… İlk başlayanlar taraftar, sonra geri sempatizan, mücadele ettikçe, görevlerini üstlendikçe sem­patizan ya da ileri sempatizan… Bütün bunların hepsi tabii sonuçta sübjektif bir değerlendirmeydi, üsttekilerin alttakile­ri değerlendirmesine bağlı bir şeydi, bunun maddi kriteri pra­tik faaliyetti ama bunu değerlendirecek olan da yine sübjektif bir bakıştı… 1978-79 arası bizim Kavacık’ta orta sempatizan arkadaşlar yoğunluktaydı, bana bağlı olan arkadaşlar orta sempatizandı… Mesela aday üyelik pozisyonuna biz gelme­dik; ki benim gözümde de aday üye olmak, parti üyesi olmak talebi çok ciddi bir şeydi. Komünist olmak anlamına geliyor ki komünist olmak da deyim uygunsa dört dörtlük bir insan olmak demekti, her şeyiyle! Az falsosu olan, az eksiği olan ve eksiğini de çabucak düzelten insan demekti, yani ideal insan gözümüzde! Dolayısıyla mesela ben hiç kendimi par­ti üyesi olarak düşünmedim ve talep de etmedim. O zaman teklif de gelmedi ki, zaten bizim üstümüzdeki arkadaşlar da ileri sempatizanmış!