Metin Yılmaz (M.Y:) (1962) ©2017 Onur Vakfı
Görüşen Kişi: Devim GECE (D.G:)
Ben ve benim gibi birçok arkadaş herhangi bir mahkeme görmedik, bir yargılanma görmedik! Dediğim gibi bir kere ben mahkemeye çıktım ki çok uzun süre sonraydı zaten, 4,5 ay falan geçmişti biz yakalandıktan sonra ve ilk mahkemeden sonra biz işte o olaylı duruşmadan sonra hücre cezaları aldık, bir süre sonra da tahliye edildik. Birçok arkadaş yani büyük bir tahliye oldu, çünkü çok uzun süre geçmişti aradan ve yani birikmişti şeyler, cezalar falan yani insanların birçoğunun alacağı cezayı karşılayacak durumdaydı yattıkları süre. Ben bir kez mahkemeye çıktım, o da işte ilk mahkeme, ondan sonra bir daha mahkemeye çıkmadım. Bir iki kez Gölcük için mahkemeye çıktım Selimiye’de, yani o mahkeme şey, ilk çıktığımız buradaki mahkemenin zaten yani mahkemelik de bir de bir alakası yok. Onlar işte kimlik tespit edip, cezaevinde o dönem işkence dönemiydi, tek tip elbise, çırılçıplak yaşıyorduk, korkunç bir baskı vardı, biz o baskıları teşhir için bir kürsü olarak kullanmaya çalıştık mahkemeyi, çünkü gerçekten yargılanmamızın bir anlamı yoktu, biz çok rezil koşullarda yaşıyorduk. Yani işkence, fiili fiziki işkence yaşıyorduk, işte gece yarıları koğuşlar basılıyordu, üzerimize hortumlu soğuk sular kışın, mazgallardan su sıkılıyordu falan, su ıslak, şeylerde yatıyorduk, yataklarda, kötü bir dönemdi o dönem. O yüzden yani bizim mahkemeden bir beklentimiz yoktu zaten, yaşadığımız koşulları aktarmaya çalışma, çalışmak için kullandık orayı. Ona da izin vermediler, kavga çıktı işte sandalyeler masalar uçuştu, mahkeme bitti, bir daha ben mahkeme görmedim, öyle bir süreçti o.
Görüşmeden Siyasi İlişkiler – Çalışmalar – Gözaltı – Mahkemeler – Cezaevleri ile ilgili bölüm:
Bir iki kez Gölcük için mahkemeye çıktım Selimiye’de.
M.Y: Ben Bursa’nın Karacabey ilçesinde bir mübadele köyünde doğdum, Kurşunlu köyü, 1962 yılında. O köy daha önce Rumlar tarafından kullanılan ve mübadelede terk edilen bir köydü, köymüş. Benim ailem de oraya İzmit’ten göçmüş, İzmit’e de Batum’dan gelmişler, yani biz büyük ailem II. Dünya Savaşı sonrası Sovyetler Birliği’nden göç eden bir aile.
Yani ben 2 yaşından beri İzmit’te yaşıyorum, Kocaeli’nde yaşıyorum.
Politik süreç Lisede başladı..
D.G: Evet. Tabi siz evet yani lisede politikleştiğinizden bahsettiniz, devrimciliğin biraz o sosyolojik dokusuna değindiniz, ben daha çekirdek, daha geriye gitmek istiyorum. Mesela çekirdek bir aile değildiniz değil mi, sadece anne-baba ve…
Dedem, eğitimini falan Sovyetler Birliği’nde almış birisiydi. Okuyan birisiydi, yani o ailenin diğer bireylerine göre daha entelektüeldi, fakat çok dağınık ve sorumsuz bir adamdı…Biraz böyle bohem yaşıyordu kendince ama şey olarak, kültürel olarak da değişik bir adamdı, işte Sovyetler Birliği’nde yaşamıştı, babaannem de öyleydi. Oranın kültürü mesela şeyi, sosyal ve kültürel değerlerini, ahlaki değerlerini falan çok överlerdi, aslında biz biraz da onlarla büyüdük. Mesela babaannem savaştan çok korkardı, II. Dünya Savaşı’nda yaşadıkları ev bir demiryolunun kenarındaymış ve sürekli Almanların bombaladığı, Alman Harbi’den çıktık derler, hep Almanların bombaladığı bir yerdeymiş. Onun etkisini yıllarca yaşadı, dünyanın neresinde bir savaş olsa, televizyonda bir savaş haberi görse babaannem sürekli, hemen dikkat kesilirdi, sorardı, ayrıntılarını öğrenmeye çalışırdı ve çok üzülürdü, savaşa ilişkin öyle bir şeyi vardı. Bize de sürekli anlatırdı bunu. II. Dünya Savaşı’nda gördüğü açlıktan ölen insanları anlatırlardı işte, Almanların yaptıklarını anlatırdı ama burada mesela hiç ben o savaş nedeniyle Sovyetler’i yargıladıklarını görmedim ama hep Alman zulmünden bahsediyorlardı. Sosyalizmin ahlaki değerleriyle çok iyi örtüşüyorlardı, kendi yaşam tarzları, anlayışları, onu aktarırlardı, biz onları menkıbe gibi dinlerdik böyle, babaannem çok anlatırdı, çünkü yaşamlarında çok şey olmuş o, bir ağırlık kazanmıştı, çünkü II. Dünya Savaşı gerçekten çok onlar açısından çok travmatik etkiler bırakmış yoksulluğuyla, savaşıyla falan. II. Dünya Savaşı’ndan sonra buraya geldiklerinde de işte dikiş tutturabilmek için önce İzmit’te bir köye yerleşmişler, daha önce dedemin akrabalarından, kardeşlerinden gelenler oraya yerleşmiş, orada kalamamışlar. Sonra işte bu köyü bulunca oraya gitmişler, terk edilmiş bir köy. Orada da, orman köyü falan yani yaşam tarzlarıyla ilgili böyle çok sürdürülebilecek şeyler, ekonomik yaşam kaynakları bulamamışlar. Ormancılık yapmaya başlamışlar, ormancılıkla daha önce hiçbir alakaları yok, örneğin dedem Sovyetler Birliği’nde fırın işletiyormuş ya da fırında müdürmüş galiba, bir kolhozda çalışıyormuş. Çocuklar küçük, ormancılık yapabilecek durumda değiller, biraz büyüdüklerinde bir tane deniz, nakliyat, işte gemi, motor gibi bir şey almışlar yelkenli.
Onunla oradan İstanbul’a kibrit fabrikalarına falan şey getirmeye başlamışlar, ağaç getirmeye başlamışlar. Tabi bunların hiçbirinin şeyi yok ama yeniden bir şeyler öğrenmeye çalışıyorlar ve sanırım tatmin olmadıkları için de babam İzmit’e gelmiş. İzmit’e geldiğimizde de şimdi tabi sonuçta babam köylü, yani orada büyümüş, İzmit yani belki Derince çok kentli, çok metropol bir yer değil ama sonuçta bir kent yaşamı var, giderleri şunları bunları farklı. İşte mesela en azından kiralık evde kalmamışlar köydeyken, kente gelince bir kiralık evle tanışıyorlar, su parasıyla tanışıyorlar, elektrik parasıyla tanışıyorlar vesaire gibi. Yani annemin anlatımlarından bir dönem bocaladıklarını hatırlıyorum şimdi, annem yani kente geldiklerinin ilk yıllarının çok yoksul geçtiğini söylerdi. Tabi o dönem aslında şeydi…
D.G: Siz ne hissettiniz bunları dinlediğinizde, kaç yaşınızdaydınız?
M.Y: Yani, yani işte aklımın estiğini düşünün, ilkokul yaşları demek ki.
D.G: Bunları anlatıyorlardı siz ilkokuldayken?
M.Y: Evet yani ya da sohbetlerin içersinde geçerdi, belki direkt olarak bizi hedef alan bir anlatım değildi ama sohbetlerin içersinde geçerdi ve biz o aktarımlardan bunları öğrendik.
Babam DDT fabrikasında çalışıyordu. Fabrikanın içini görmedim, ama çalışma ortamının (asit vb. nedenlerle) çok zor olduğu belliydi.
D.G: Nasıl açıklardı bu durumu, yani doğruyu söyler miydi, yoksa geçiştirir miydi?
M.Y: Yo söylerdi, hayır, hayır neler yaşadığını anlatırdı bize. Yani orada işveren temsilcileriyle, işte sendikacılarla olan şeyle de övünürdü, 1964 yılındaydı yanılmıyorsam, yaşadıkları bir grevden bahsederdi, Türkiye’nin ilk grevi falan deyip, ben de orada kal… onun içinde yer aldım diye de övünürdü. Hatta o dönem polisin müdahalesini, polisin kendilerini denize attığını ve onlar denizdeyken fabrikaya asit döktüklerini anlatırdı, öyle bir hikâyesi vardı babamın. Yani çalışma koşullarına ilişkin bir fikrim vardı yani, onu biliyorum.
D.G: Siz kaç yaşındaydınız bunları size aktardığında?
Yine ilkokul yılları falan.
M.Y: Tabi ilkokul, ilkokul çağı.
Yani ondan öncesine ilişkin çok şeyim yok, belleğimde çok anı yok, yani onun fabrika yaşamına ilişkin çok anım yok ama ilkokuldan sonra, mesela işte üzerlerinin çok koktuğu için o çamaşır, yani giysilerle eve girmek istemediğini ve dışarıya çıkartıp dışarıya astığını hatırlıyorum. Dönem dönem elbiselerinin dikişlerinin asitten parçalandığını hatırlıyorum böyle, bazen üzerinde, ellerinde yanıklar oluşurdu o asitten dolayı, onları hatırlıyorum.
D.G: Evet.
M.Y: Çok rahat değildi çalışma koşulları.
D.G: Metin ağabey yani doğduğun yeri, işte dedeniz, neneniz ailenizden biraz bahsettiniz. Ben ilkokul dönemini de biraz geçiyorum ama arzu ederseniz geriye dönük ilkokuldan da bahsedebilirsiniz. Artık ortaokulla ve kendi kardeşlerinizle ilgili biraz konuşalım istiyorum, kardeşleriniz kimlerdir, aranızdaki bağ nedir, çelişkileriniz nelerdir? Ortaokulda aynı okulda mı devam ettiniz, farklı bir okula mı yazıldınız? Buraları yavaş yavaş konuşmaya başlayabiliriz, buyurun.
M.Y: Ortaokulu da bulunduğumuz mahalledeki ortaokulda okudum, kardeşlerim de orada devam ettiler.
M.Y: Evet. Ben liseyi de Derince’de okudum, Derince Lisesi’nde, ortaokulun devamı gibiydi, aynı binadaydı zaten. Derince’nin tek lisesiydi Derince Lisesi.
Duyarlılıklarımız artıyordu tabi, Türkiye’nin politikleşmesiyle ilgili olarak orada da politik bir atmosfer oluşuyordu. Bizden önceki, birkaç sınıf öncesinde yaşanıyordu özellikle onlar. Yani sosyal duyarlılıklarımı besleyen şeyler tabi okulda da var ama çevrede, ailede de vardı. Bizim özellikle hani 74’deki bu Kıbrıs Barış Harekâtı’ndan sonra Karaoğlan hikâyesi falan bizime evde de etkisini gösterdi, babam CHP’ye oy verirdi o zamanlar. Yani ailemizdeki genel yapı böyle mevcut düzenin korunmasına, biraz daha böyle yani Atatürkçü çizgiye yönelik bir şeydi, çizgiydi, ailenin yapısı öyleydi. Yani biraz da böyle sosyal olarak tabi herhalde hani sosyalizmle biraz tanışık olmalarından dolayı bir adalet mefhumu vardı, çünkü biz, dedim ya, babaannem falan evde anlatırken sosyalizmi hani sosyalizmin ekonomik uygulamalarından çok onun ahlaki ve kültürel yanlarına bakardı ve bu çok hoşlarına giderdi onların, onları beğenirlerdi.
D.G: Mesela ne anlatırdı babaanneniz?
M.Y:. Okulda da bir Türkçe öğretmenimiz vardı, A.B. adında. Çok iyi hatırlıyorum, ortaokuldaydı hatta. Bir gün notları okuyordu, notları okurken işte herkesi kaldırdı, Metin kaç bekliyorsun? İşte o zaman 10 üzerinden değerlendirme var ya, ben 8 diyorum, 2 otur! İşte Ayşe kaç bekliyorsun? 7.. 1, otur, gibi böyle beklemediğimiz notlar söyledi. Sonra tabi biz yerimize otururduk.
Sonra dedi ki, kaldırdı tekrar, sen 8 beklediğini söylüyorsun, ben sana 2 dedim, niye itiraz etmiyorsun dedi. Yani emin mi değilsin yoksa?
Hayır, ben dedim yaptım, o zaman niye hakkını aramıyorsun? gibi böyle tahrik edici, ajite edici şeyler söylüyordu, alışkanlıklar geliştirmeye başlıyordu. Sonradan TKP’li olduğunu öğrendim, yani politik birisiymiş bizi de yönlendiriyordu. Tabi bize de şey yani böyle bir akımın içersinde yer almak ya da böyle bir hak arayışı içersinde olmak yani ergenlikle tanışmak üzere olan birisi için çekici bir durum.
Mahallemizde de devrimci olan ağabeyler vardı tabi bizim büyüklerimiz, birkaç sınıf büyüklerimiz vardı ve bunların birçoğu da o zaman şeydi, daha sonra Partizan adıyla bilinen gelenektendi.
D.G: Kimdi o ağabeyler?
M.Y: Bir tanesi ki beni çok etkileyeni S.T. ’dı. Daha sonra eğitim enstitüsüne falan gitti. Biri de K.E. di.. İşte onların politikleşmesi üzerine biz de politik sohbetlerin ortağı haline gelmeye başladık, kitap alışverişleri başladı, bu arada…
D.G: Lise sonda mı oldu?
M.Y: Hayır, hayır lise ilk, bir de ikide falan, birde.
D.G: Yani kaç yıl olmuş oluyor, kaç senesi?
M.Y: 77 yılları falan, 76’nın sonu, 77’nin yılları. Yani ben 77 1 Mayıs’ında örgütlü olduğumu düşünürsek o yıllar, 76 yılları falan belki işte, 14-15 yaşındaymışım herhalde.
D.G: Evet bayağı erken yaş sizin için.
M.Y: Yani evet o yaşlar. Yani o etkiyi yapan faktörlerden birisi de aslında hayatımda hiç de yeri olmadı ama etkisi olmuş demek ki, 68 Kuşağı’ndan annemin bir akrabası vardı bu Fikir Kulüpleri’nde, Fikir Kulüpleri’nden bir tanesinin kurucusuydu. O zamanlar tabi bilmiyorum da sonradan öğrendim, o 68-70 dönemlerinde bizim eve gelip birkaç gün saklandığını hatırlıyorum onun.
Daha sonra onlar da tabi… insan politikleşince onların da yerli yerine oturtuyor kim oldukları, neden geldikleri falan. Annemin ve babamın da onlara sempatiyle yaklaştığını hatırlıyorum, yani onlar da gençti o zaman gerçi de.
D.G: Nasıl saklandılar hatırlıyor musunuz o anları?
M.Y: Gece gelip bizde kalmışlardı, yani birkaç gün İstanbul’a gitmediler evde kaldılar, evden dışarı çıkmadılar. Tabi çok kavrayamamıştık o zaman da sonradan anladım onların arandığını ve o yüzden geldiğini. Onun dışında yani ailenin, genel olarak ailenin diğer fertlerinde yani bizim çekirdek ailenin dışındakilerde çok şey, politik bir şey yok, genellikle milliyetçi refleksleri olan ortalama vatandaş gibi yaşayan, işte devletle problem yaşamamaya çalışan insanlardı. Yani aile içersinde bizde böyle politik bir duyarlılık oldu ya da öyle başladı ama çevremizde vardı tabi, yani sonu… böyle işte sağın solun ortaya çıkmaya başladığı, yani 70’ten sonra yeniden toparlanmanın etkisiyle dernekler falan açılmaya başlamıştı, Derince’de de bir dernek açıldı, oraya gelip gitmeye başladık. Bir başka yerde Halk Odası vardı Derince’nin biraz kenar mahallelerinden birindi. O Halk Odası’na gelip gitmeye başladık, orada küçük küçük seminerler vardı, o S. ağabey getiriyordu bizi oraya. Kitap alışverişleri falan derken eğitim çalışmaları başladı. O zamanlar eğitim çalışmaları genellikle kırda yapardık biz orada, giderdik bir ormanda bir ağacın dibinde oturur 3-4 kişi kitap okurduk. O şekilde politikleştik yavaş yavaş, yani lise duyarlılıkları. Sonra, 1 Mayıs 77 yaşandı, 1 Mayıs 77’ye katılmadım ama o zamanlar düşük de olsa bir ilişkim vardı. 1 Mayıs bizim şeyimizdi, çok, yani beni çok etkiledi politikleşme anlamında, duyarlılığı çok daha fazla bir yaşanır hale getirdi. Ondan sonra daha… daha kalıcı bir örgütlülük yaşamaya başladım şeyde, lisede.
D.G: Evet.
M.Y: Sonra da liseyi örgütlemeye başladık tabi.
D.G: Peki, lisede sizinle böyle aynı frekansta olan enerji olarak, düşünsel olarak başka arkadaşlarınız var mıydı, kimdi bu arkadaşlarınız, okul arkadaşı olur, sınıf arkadaşı olur?
M.Y: İşte dediğim gibi K. diye bir arkadaşımız vardı, benden önce politikleşmiş ve beni de etkileyen birisiydi S. ağabeyle birlikte. Sonra K. diye bir arkadaşımız vardı, Y. diye bir arkadaşımız vardı, biz bunlarla aynı sınıftaydık ve aynı siyasal etkileşim içersindeydik, aynı yani beraber kitap okuduğumuz, ders çalıştığımız bir grup oluşturduğumuz insanlardı.
Sonra onlar dağıldılar, biri şeye gitti…
D.G: …
M.Y: Yani lisede o ekip sonra dağıldı, arkadaşlardan bir tanesi, K. Adana’ya taşındı lise birden sonra. K. Ve Y. Almanya’ya gittiler, aileleri oraya gitti. O yapı içersinde bir tek ben kaldım o, yani o yakın arkadaş grubu içersinde. Fakat tabi o dönem bizim de örgütsel ilişkilerimiz falan başladığı için S. ağabey ve diğer sonradan tanıştığım insanlarla, lisede örgütlenme yapmaya başladık. Lisedeki çevremiz artmaya başladı ama yani doğal arkadaşlık ortamından çıkan değil, bizzat örgütlediğimiz insanlardı onlar.
M.Y: Yani ilişki kurduğumuz, politikleştirdiğimiz insanlardı, onlarla bir hani böyle lise arkadaşlığı dışında daha çok politik ilişkiler, yoldaşlık ilişkileri falan kurduk, öyle gitti lisedeki başlangıç.
D.G: Peki sizdeki bu değişimi ve dönüşümü aileniz fark etti mi? hiç bu konuda onlarla konuştunuz mu, biliyorlar mıydı?
M.Y: Ailem biliyordu, yani çünkü politik faaliyetlerimizi ve tarzımızı aileye de taşıyorduk, yani babamla konuşuyorduk, annemle konuşurum. Bir süre sonra pratik faaliyetler ortaya çıktığında zaten onlar sorun teşkil etmeye de başladı, işte gece yazıya çıkmak için senaryolar yazmaya başladık, çünkü direkt onların onayıyla yapabileceğiz şeyler değildi, bir de rest çekerek yapabileceğimiz şeyler de değildi yani aile yapısı içersinde. İşte yazıya çıkıyorsam, düğüne gidiyorum diyordum ya da işte arkadaşta kalacağım gibi. Fakat politikleştiğimizin ve bir hatta örgütsel ilişki içersinde olduğumuzun da farkındaydılar ama tabi sanırım toleransla da bakıyorlardı, herhalde nelerle karşılaşacağımı tam kestiremedikleri içindir muhtemelen. Ama politik yani çizgi olarak karşı olduklarından değil, sadece tehlikelerinden dolayı karşı çıkıyorlardı, yoksa bizi onaylıyorlardı aslında.
D.G: Küçük kardeşiniz M. ne diyordu bu duruma?
M.Y: M. de örgütlendi.
D.G: Aa!
M.Y: Tabi M. de örgütlendi, M. de o yapı içersinde yer almaya başladı bir süre sonra, onla birlikte senaryo yazmak daha kolaylaşıyordu… Yani o da örgütlü yapı içersine girdi sonra, o da örgütlüydü.
D.G: Haylaz çocuk M.
M.Y: Evet, benim ilişkimdi (gülüşmeler).
D.G: Evet. Peki, biraz liseden bahsedelim, yani tabi bu lisede neler oldu sanatla hiç yakınlaştınız mı? Edebiyat olsun, şiir olsun, bunu bir araç olarak hiç kullandınız mı politik faaliyetlerinizde?
M.Y: Ya… yani özellikle edebiyatla, sanatla, müzikle ilgim olmadı, ilişkim olmadı. Tabi yani bir kere zaten solculuk formatında kitap okumayı sevmek zorundasınız, seviyorsunuz ya da, belki de sevdiğiniz için böylesiniz, hani kitap okurdum. Fakat özellikle politikleştikten sonra bence edebiyattan koptum, çünkü sadece politik kitaplar okumaya başladık, politik müzik dinlemeye başladık. O yüzden de şimdi baktığımda edebiyattan ve sanattan koptuğumu düşünüyorum o zaman, yani geçmişten de gelen bir birikimim yoktu ama belki lise yıllarında tanışabilecektim ama bence ket vurdu o, çünkü politik yaşam öncelikli hale geldi. Zaten sporla çok yakın ilişkim yoktu ama sosyal ilişkilerimiz işte sınıf ilişkisi, geziler, bazen katılıyorduk onlara bazen katılmıyorduk, bazen politik nedenlerle katılmıyorduk, bazen onaylamadığımız için katılmıyorduk ama aramızda bir şey yani politik olmayanlarla aramızda bir farklılaşma, ayrışma başlamıştı.
Bazen dönüştürmeye çalışıyorduk, bazen işte hani örgütlü olmanın verdiği cesaretle, güçle engel oluyorduk, yani biz belirleyici olmaya çalışıyorduk ama genel olarak sınıftaki arkadaşlarımla da politik olmayanlarla da ilişkim çok kötü değildi, çünkü tercih yapmak zorunda kaldıklarında yani kararsız, apolitik olanlar bizi seviyorlardı. Mesela bir tane sınıf başkanımız vardı hala görüşüyorum onunla, kız, faşistlerle yaptığımız kavgalarda bizi idareye çekerlerdi, o gelip bana yalancı şahitlik yapardı, hayır o kavgada değildi, benim yanımdaydı falan diye, böyle arkadaşlarımız vardı. Ya da tarafsız olup da işte kapıda faşistlerle kavga edeceğimiz zaman ihtiyacın varsa gelirim ha, diyen delikanlı arkadaşlarımız vardı ama politik değillerdi bunlar. Yani genel olarak öğrencilerle aramız kötü değildi yani sosyal ilişkilerimizin iyi olmasından kaynaklanıyordu, hani böyle çok itici bir tip değildim herhalde, seviyorlardı beni yani.
D.G: Evet, güzel. Peki, bunların dışında yani sizin bana aktarmak istediğiniz ya da söylemek istediğiniz şeyler var mı lise dönemine dair? Çünkü ben bu politik konuları uzatmadan buralarda biraz sınırlandırmak istiyorum, bir sonraki görüşmemizde sorularımla bu kısımları daha fazla açmak isteyeceğim. Ama bu siyasetle, bu yapıyla tanıştığınızda, tanışmaya başladığınızda çevrenizin, öğretmeninizin ve ailenizin özellikle size olan bakış açısı, sizin onlara olan bakış açınızı biraz daha konuşabiliriz arzu ederseniz. Farklı boyutlarla ele alabiliriz.
M.Y: Ya şimdi tabi politikleşmemizin, lisedeki politikleşmemizin sonucunda olumlu ya da olumsuz tepkiler vardı, mesela idare, okul idaresi çok hoş karşılamıyordu. Ondan sonra ama öğretmenlerin içersinde bundan dolayı bizi seven insanlar da vardı, çünkü çok politik bir ortamdı, bir kuşak yani politikleşmiş bir kuşak öğretmenlik yapıyordu ve çok da şeydiler, iddialı, iddialıydılar toplumsal ilişkileri politikleştirmek için, yani özel çaba harcıyorlardı zaten, onların etkisi oldu, onlarla ilişki içersindeydik.
Yani belki politik çizgileri örgütsel anlamda çok farklı da olabilir ama sonuçta genel anlamda bir solculuk onlar için iyi bir şeydi, biz de onlardan destek alıyorduk. Ailemin içersinde de özellikle amcalarımdan bir tanesi geçmişte sendikacılık yapmıştı, 15-16 Haziran Direnişi’nde fotoğrafları falan olan bir amcam vardı. O daha sonra böyle çok mafyatik ilişkilere girdi, kahvehane falan açtı, polislerle, devletle ilişkilerini düzeltmeye çalışıyordu. O, çok tepki gösteriyordu politikleşmemize, çünkü yani düzenle bağlarını rahatsız edecek diye, çünkü zaten Derince çok büyük bir yer değildi, belki onun kaygısıyla, hani siyaseten çok onaylamadığı için falan değil, politik karşı çıkış değil, sosyolojik durumunu etkileyeceği için belki karşı çıkıyordu. Bir de hani kahveci falan olunca polisle falan da ilişkileri oluyordu genelde onların eskiden, onun bir karşı çıkışı vardı, istemiyordu örgütle devrimcilik yapmamızı. Ama onun dışında babamın çok büyük tepkiler gösterdiğini hatırlamıyorum. Tabi olacakları, tehlikeleri falan hissettikleri ya da sezdikleri anlamda ya da ileriye gittiğimiz anlamda karşı çıkıyor ve engellemeye çalışıyorlardı, hani genel bir kaygı var ya işte ne önde ol, ne arkada ol, ortada yürü tutumu! Öyle bir tutumdu ama sonuçta bize ideolojik anlamda bir karşı çıkış değildi yani solcu olma sağcı ol ya da bu işlere karışma gibi bir telkinleri yoktu, varsa da sadece evlat sevgisi, evlat korkusundan dolayıydı. Onun dışında bir siyasal karşı duruşları yoktu annemle babamın. Annem çok zaten hani politikaya duyarlı, olan bitenin çok farkında olan birisi değildi ama babam yani sendikal çalışmaları, işte fabrika gibi daha çok dışarıda olduğu için dünyada olan biteni daha fazla takip ettiği için, bizim de içinde bulunabileceğimiz ilişkileri kestirebiliyordu. Okulda da idare falan işte eylemliliklerimiz arttığında bir kez müdürün babama beni şikâyet ettiğini hatırlıyorum.
D.G: Hangi eylemden dolayı?
M.Y: Eylem de değildi, sadece solcu faaliyetlerimden dolayı, yani özel bir eylem değildi. Sonradan… hala şey yapamadığım, okuldan, okulun bir arabası vardı, müdürün kullandığı bir araba vardı, bağış yapılmıştı. Bu arabanın bombalandığı iddia edildi ve polis K.’le beni gözaltına aldı lisede. Sonradan böyle bir şey olmadığı da çıktı tabi, zaten ilgimiz yoktu gerçekten. Fakat o benim ilk kez polisle karşılaşmama yol açtı ve ben biraz daha kemikleştim tabi.
Yani gözaltına alınıp polis tarafından, polisle muhatap olmak, o… yarı buçuk siyasallaşmış öğrenci gençlik içersinde popüleritemizi de arttırdı, yani bizi, kendimizi daha fazla o işin içersinde sokmamızı sağladı, daha belki şey, artık önder, yani ben olmasam da beni önder gibi hissetmeye başladılar lise içersinde, çünkü polisle yüz göz olmuşuz. Bu da lise bir de gerçekleşmişti yani daha yeni politikleştiğimiz dönemdi. Yani onun dışında tabi toplum zaten bir ayrışma içersindeydi ve biz politikleştiğimiz ve bir iddia sahibi olduğumuz için kendimizi zaten çok iyi ve güçlü hissediyorduk. Yani dominant yaşamaya başladık ondan sonra, ilişkileri ne kadar süreceğini ne kadar olacağını biz belirlemeye başladık, ailemizde de öyle diğer alanlarda da öyle, yani politikleşmenin öyle bir faydası oldu. Ama genel anlamda baktığımda hani böyle çok katı, çok sorgulayan, ilişkilerini sadece siyasal kalıplara sokan bir insan da değildim. Hani bazen çok uç tutumlarımız da oluyordu ama mesela o zaman da arkadaşım olan ve hala arkadaşlığımı sürdürdüğüm apolitik insanlar da var, sağcı insanlar da var. Çünkü biz yani sosyal çevre olarak politik bir ortamda yaşamadık, daha çok böyle hemşeri ilişkileri, mahalle ilişkilerinin olduğu ilişkiler sürdürdük ve bunun bir zararını da görmedik. Şimdi onların birden politik ilişkiler yüzünden sökülüp atılması, yok edilmesi çok mümkün değil, çünkü onlarla birlikte yaşıyorsun zaten, ben o tür ilişkileri de sürdürdüm. Mesela sağcı, gerçekten çok katı, faşist olan ailece görüştüğümüz insanlar da vardı o zaman ve biz onları hani sokakta gördüğümüzde kavga etmedik onlarla, yani en azından ben etmedim, yani bir akraba ilişkisi içersindeydik belki, o mahalle ilişkisini o noktaya taşımıştık. Hani mesela sınıfta, okulda, yani doğum gününe gittiğimiz insanlar da vardı, onların doğum gününe gidiyorduk, onlar politik insanlar değildi. Hani gittiğimizde biz belki politikayı taşımaya, taşıyorduk doğal olarak, çünkü biz politik birisiydik onlarla politika tartışabiliyorduk ama hani onlar politik değil diye doğum günlerine gitmemezlik yapmadık, o normal, insani sosyal ilişkimi olabildiğince sürdürmeye çalıştım, ha bunu da çok iradi yapmadım, tamamen şeydi, içselleşmiş bir durumdu. Çünkü ben öyle yetiştim, çok radikal, çok keskin çelişkilerin olduğu bir aile ortamında büyümedim, mahalle ilişkilerim de öyle değildi, çok kavgacı bir çocuk değildim zaten. Yani o, okulda da lisede de öyleydi, çok ciddi kavgalar yaptığımı hatırlamıyorum mesela lisede.
D.G: Evet. Peki, bu politikleşme hali sizin paylaşımcılığınızı hiç arttırdı mı, çünkü yani görüşmelerimiz esnasında, kazaklar verirdik arkadaşlarımıza dediniz, yani bu sizin yemeğinizi, harçlığınızı…
M.Y: Tabi, tabi.
D.G: Paylaşmanıza da vesile olan bir şeye…
M.Y: Aslında…
D.G: Dönüştü mü yoksa zaten böyle bir şey var mıydı öncesinde?
M.Y: Böyle bir şey vardı zaten. Aslında o yaşın da dönem, dönemsel karakter özelliğidir bu. Yani çok politikleşmeye de gerek yok böyle bir şey için, çünkü yani bir Anadolu kültürü gibidir, yani o yaştaki insanlar, gençler düğüne gidene kendi ceketini verir, paylaşır, ayakkabısını verir, köylerde böyledir yani o, bizim toplumumuzda böyle bir yapı da var. Arkadaşlarıyla işte üç kuruş varsa beraber rakı içer ya da işte yemek yer, paylaşır, yani onda yoksa sen ona verirsin. Tabi politik kimlik bunu pekiştirdi belki, çünkü bu biraz da delikanlılık kültürüyle ilgili yani cebindekini paylaşmak, eşyanı paylaşmak, arkadaşınla yaşamak böyle bir kültür. O politika bunu pekiştirmiştir, çünkü yani biz o paylaşım kültürü içersinde, fedakârlık kültürü içersinde büyüdük ve bunu pekiştirdik biz, geliştirmeye çalıştık. Hangi öyle bir noktaya geldi ki, belki sonradan zararlı da olmaya başladı, çünkü insan kendini yok saymaya başladı bir süre sonra. Yani ben kazandığım işte yaz tatillerinde falan birkaç kez şeyde çalıştım, Tüpraş’ın inşaatında çalışmıştım o zaman, aldığım maaşı arkadaşlarla paylaşırdık, 33 lira para alıyordum hiç unutmuyorum, 33 lira parayı çalıştığımız bütün arkadaşlarla komün gibi paylaşırdık yani, aileme para vermemiştim o zaman mesela.
D.G: Peki, benim soracaklarım bunlardır, eklemek istediğiniz bir şeyler varsa söyleyebilirsiniz.
M.Y: Aklıma gelen bir şey yok.
D.G: Çünkü devam edeceğiz zaten, politika üzerinden devam edeceğiz. Gelirse de zaten aklınıza yani çocukluk döneminize ait, gençlik yıllarınıza ait başka şeyler aklınıza gelirse bir sonraki görüşmemizde geriye dönebiliriz, anlatabilirsiniz. Peki, ben çok teşekkür ederim, bir sonraki görüşmemizde buluşmak üzere, görüşmek üzere diyelim.
M.Y: Teşekkür ederim.
D.G: Sağ olun.
D.G: Evet Metin Yılmaz ağabeyimizle görüşmemize devam ediyoruz. Bugün politik süreçleri konuşacağız, hoş geldin Metin ağabey.
M.Y: Hoş bulduk.
D.G: Onur Vakfı’ndayız. Görüşmeyi yapan ben Ufuk Demirbilek, keza kamerada da ben Ufuk Demirbilek. Tarihimize bakıyorum, 2 Eylül Pazar, sabah 8.15, evet, Onur Vakfı’ndayız dedik. Metin ağabey artık yani bu hangi ortamda doğdun, ilkokul, ortaokul ve lise süreçlerini tamamladık. Ben soruma şöyle başlayayım, yani siyasete ilgi duyduğunuz ilk yaş ve o siyasal ortam nasıldı? Hangi siyasal yapıya ilgi duydunuz, buna hangi etkenler sebep oldu? İlişkileriniz nasıl gelişti yani tercihinizi neye göre belirlediniz? Biraz bahsedebilirsiniz.
M.Y: Aslında ailem çok politik bir aile değil, fakat yani özellikle babam ve amcamın ben çocuk yaştayken grev hikâyelerini dinledim. Amcam 15-16 Haziran Direnişi’ne katılan biriydi. Babam Türkiye’de sendikacılık yükseldiği dönemlerde ilk işte Koruma Tarım Fabrikası’nda direniş yapan birisiydi, bunları anlatırdı bize. Bu anlamda bir emekten yana tutum gelişti tabi. Daha sonra, özellikle de herhalde Kıbrıs Barış Harekâtı’ndan sonra bu Ecevit’in yükselmesiyle birlikte bir Karaoğlan hikâyesi ve onun ortanın solu öyküsü bizi biraz daha belki aile olarak da sola çekti yani sol göründüğü için, aslında biraz siyasete ilgimiz öyle başladı. Yani mevcut yapı içersinde tercihler öne çıktı, o zaman popüler olan bir siyasi akım haline gelmişti CHP, ailem de CHP’ye oy veriyordu, ben de muhtemelen ondan etkilenmişimdir. Daha sonra liseye başladığımda tabi Türkiye’de iklim de politize olmaya başlamıştı. Lise birinci sınıfta ben mesela İsmail Cem’in görevden alınmasını protesto etmeye yönelik bir eylemlilik gelişmişti, bir imza kampanyası mıydı neydi tam hatırlamıyorum ama böyle bir etkinlik içersinde yer aldım. Sonra işte yavaş yavaş devrimci hareketlerin gelişmeye başlamasıyla biz sınıfta 3-4 kişiydik sanırım, yani bizim bulunduğumuz bölgede de özellikle bizim, daha sonra içinde yer aldığım hareket olduğu için onlarla tanıştık ve yani politik, radikal siyasete diyeyim CHP’nin dışında böyle bir adım attım ben 76’nın işte ortaları, 77’nin başları gibi, yani 76-77 döneminde bir lise 1’de örgütlü bir politikacı haline gelmiştim.
D.G: Evet. Peki, yani tabi ki lise öğrencisisiniz, lise öğrencisi olduğunuz için muhtemelen gençlik içerisinde yer aldınız.
M.Y: Evet.
D.G: Peki, hiç yani işçi sendikaya, yani işçi sendikalara, işsiz olan insanların mesleki birliklere ya da derneklere hiç gittiniz mi, buralarda faaliyet yürüttünüz mü ve ne gibi böyle platformlarda oldunuz? Buradaki arkadaşlarınız kimlerdi, onlar hala hayatta mı, isimleri nedir buna dair?
M.Y: Yani ben işçi hareketlerine ya da işçi sendikalarına gitmedim, işçi derneklerine de gitmedim ama Derince’de bir dernek vardı, bizim arkadaşlar tarafından kurulmuş bir dernek, orada seminerlerine giderdik, orada işte temel politik eğitim yapılırdı, Sosyalizmin Alfabesi okunurdu falan. Daha sonra yine Derince’de bir Halk Odası vardı, Halk Odası’na gittim, Halk Odası’nda da sohbetler ve eğitim çalışmaları yapılırdı, kitap okurduk, sohbet ederdik. Yani bizi örgütleyen arkadaşlar götürürdü oraya. Öğrenciliğim döneminde de TÖB-DER’e giderdik yani gene öğrenci hareketi içerinde öğretmenlerimizle birlikte olmak ya da onlarla karşılaşmak için ya da bir örgütlü alan olduğu için belki oraya giderdik. Onun dışında yani Derince ya da İzmit bir işçi kenti olmasına rağmen benim bir işçi örgütlülüğü içerisinde bir yerim olmadı, bir katkım olmadı, herhangi bir işçi, işçi hareketi içerisinde yer almadım. Yani sendikal çalışmam zaten olmadı, öğrenciydim ben ama destek anlamında da mitinglerin dışında işçilerle çok kontağım olmadı.
D.G: TÖB-DER’de ne olurdu, neler konuşulurdu? Kimler vardı, hangi arkadaşlarınız vardı?
M.Y: Yani TÖB-DER’de ağırlıklı olarak Devrimci Yolcular vardı, onların etkisi, egemenliği içindeydi TÖB-DER, biz de sohbet etmeye giderdik, çay içmeye giderdik, yani orası bir toplanma alanı gibiydi ama TÖB-DER’de bir eğitim çalışmasına katıldığımı hatırlamıyorum örneğin, öyle hani yani belki kendi içlerinde yapıyorlardı ama mesleki anlamda bir çalışmalarına rastlamadım ben. Sadece birlikte olmak, sohbet etmek, hatta bazen işte diğer siyasetlerle tartışmak için falan giderdik.
D.G: Affedersiniz kestim, tamam devam edebilirsiniz.
M.Y: Yani TÖB-DER’in mesleki ya da siyasi çalışmasına denk gelmedim hiç. O zamanlar toplanma yeriydi, biz de işte kahveye gider gibi TÖB-DER’e giderdik. Oralarla başka siyasetlerle tartışırdık, kendi arkadaşlarımızla karşılaşır sohbet ederdik. Onun dışında bir çalışmam olmadı. Başka meslek örgütleri de vardı ama onlar da bizim, yani bizim siyasetin çok çalışması yoktu orda, o yapılar içinde, o yüzden de çok oralara gitmedim, Mühendisler Odası falan bize çok uzak yerlerdi siyaseten.
D.G: Evet. Peki, ben sizi etkileyen bu yani solla buluşmanızı sağlayan, buna neden olan, vesile olan sebepler üzerinde biraz daha durmak isterim. Tam olarak yani sonrasında örgütlendiğiniz ya da lise 1’de örgütlendiğiniz bu organizmaya vesile olan kimlerdi? Nasıl gelişti, ne gibi görüşmeler yapardınız, size ne anlatırlardı, nasıl ikna oldunuz? Buraları biraz daha açabilir misiniz?
M.Y: Yani konu başlığı itibariyle, özel konu başlığı itibariyle hatırlamıyorum neler konuştuğumuzu ama şimdi ben lise 1’deyken, aslında ortaokuldayken… bir öğretmenimiz vardı daha önce de anlatmıştım, A.B., haklı olduğumuz konuda itiraz etmemiz gerektiğini bize öğretti. Sorgulayıcı bir insan haline gelmemizi sağladı, yani o çok yoğundu. Lise 1’e geçtikten sonra da aynı sınıfta K. diye bir arkadaşım vardı, tipik bir Adanalıydı, İlk verdiği kitap, İbrahim Kaypakkaya’nın hayatını anlatan o ünlü kitap, işte Nihat Behram’ın, kitabıydı, onu okudum. Ondan sonra işte onunla sohbet içerisinde şeyle, bu İsmail Cem’e ilişkin kampanyayı da onunla beraber yapmıştık, imza toplamıştık. Sonra onunla birlikte ders çalışmaya da giderdik, ders çalışan ekip 4 kişi oldu, Y. ve K. diye iki arkadaş daha eklendi bize. Sonra bizim iki üst sınıfımızda mahalleden de yani aynı sokakta oturduğumuz bir S. ağabeyimiz vardı, o bize göre çok daha politikti.
Sonra işte yavaş yavaş iş beraber kitap okumaya falan evrildiğinde beraber Halk Odası’na gittik onunla, işte Esentepe’de o dönem İsmail Hanoğlu’nun da geldiği bir dernek vardı oraya gittik, birkaç kez gittiğimizi ve seminer verildiğini hatırlıyorum. Sonra o ekip, o 4 kişilik ekip bir yapı oluşturmaya başladı, başımızda da S. ağabey vardı, birlikte kitap okurduk, yani ormanlık alanlarda kitap okurduk, bizim bütün eğitim çalışmalarımız hep kırda geçerdi, dağda otururduk bir ağacın altında kitap okurduk ve randevularımızı da orada vermeye başladık artık.
D.G: Bu bilinçli bir şey miydi yoksa gayriihtiyarî gelişen bir şey miydi?
M.Y: Yo orada gelenekti, herkes, herkes bu tür eğitim çalışmalarını kimse evde değil hep ormanda yapıyordu yani ağaç, ağaç altlarında, dağlarda yapıyorlardı, gayriihtiyarî, öyle bilinçli bir şey değildi. Sanırım olanak, daha rahat bir olanaktı, çünkü çok geniş bir alan var. Yani S. ağabeyden sonraki ilişkilerimde de ya da ben kendi altıma gelen ilişkilerde de randevu yeri ve eğitim alanı olarak hep ormanları kullandım, ağaç altları, vadilerde, müsaitti çünkü arazi. Belki genetik bir orman sevgisi de var işte dağlar… oradan geliyor belki. O yapı, 4 kişilik yapı işte artmaya başladı, biz o lise 1 dönemi mesela lümpen birkaç arkadaşımız vardı, onlar okuldan atıldılar, biz okuldan atılmalarını protesto etmek için boykot yapmaya kalktık işte sınıfları kapattık, yarım yani abuk sabuk bir boykot, kelimenin tam anlamıyla bir boykot değil ama biraz şey ve bunu bir örgütlülük içerisinde yaptık. Hani hedef, eylemin hedefi politik değildi, bir arkadaş dayanışmasıydı ama o politikleşmiş yapı önderlik etti ona. Propaganda yapıyorduk, kitap alışverişleri yapıyorduk, çevremize anlatıyorduk.
D.G: Ne gibi kitaplar?
M.Y: Ne gibi ne gibi kitaplar? Genellikle işte Sosyalizmin Alfabesi, işte İbrahim’in hayatını anlatan kitap, ondan sonra, daha sonraki herhalde yıllarda da Partizan dergisi falan çıkmaya başladı, onları. Bunları yani bazen işte ders çalışmayla kamufle ediyorduk, yani evlere gittiğimizde özellikle kışın filan ders çalışma, çünkü bir de çalışkan öğrenciydik ayrıca, yani notlarımız falan iyiydi, okul bizi çok severdi, öğretmenlerimiz falan. O dönem şeydi, böyle solcu öğretmenler de vardı TÖB-DER’li falan öğretmenler vardı.
Onlar da derslerde falan böyle solu referans alan bir tarzda işliyorlardı dersleri, hoşumuza gidiyordu, işte o yapı da olunca, bir de onları beslemeye başladık. Sonra faşistlerle kavgalarımız başladı, aslında çocukça belki şimdi komik geliyor ama mesela tuvalete faşist sokmama kararı almıştık, tuvalete giremiyordu faşistler, dövüyorduk onları orada girenleri (gülüyor), çok komik tabi şimdi. Ondan sonra, kaç yılıydı hatırlamıyorum şimdi, zaman mefhumunu biraz kaydırdım ama mesela o İstanbul Üniversitesi Katliamı’nı 16 Mart, protesto ettik, boykot yaptık, okulun bahçesinde bir Amerikan bayrağı yakmaya çalıştık ama yakamadım bayrağı işte bez tutuşmadı, kapıları kilitledik falan. O arada benim biraz daha böyle hani katılaşmama yol açan bir olay yaşandı. Okulumuza S.Ç. adlı bir tane dinci bir müdür atandı. O da aslında Derince’de yaşayan birisi, ailece falan babamları tanıyan, bizim onları, bizimkilerin onları tanığı birisi. Buna Almanya’dan gelen birisi okula bir araba bağışladı yani okulun arabasıymış gibi, okulun bahçesinde dururdu bu araç orada çürümeye terk edilmiş gibi. Bir gün biz K.’le okuldan çıktık yürürken bizi, K.’i özellikle polis aldı, koluna girdi, ben de K.’in yanındayım ama beni almadılar. K.’i aldı polis götürdü karakola, Derince karakoluna, akşam da gelip beni aldılar, bir kişiyi daha belki Y.’ı da mı almışlardı onu hatırlamıyorum ama beni aldılar. Gittik işte bana K.’e ilişkin sorular sordular, okula ilişkin sorular sordular, ne yapıyorsunuz falan! Sonra öğrendik ki, müdür arabasının K. tarafından ve dolaylı olarak da işte o örgütsel yapı içerisinde olduğum için benim ya da bizim tarafımızdan bombalandığını iddia etmiş. Böyle bir olay da hiç duymamıştık. Yani polisle tanışmam, ilk tanışmam bu şekilde oldu. O yani müdürün sayesinde ben biraz daha politikleştim ve tabi polise gidip gelmek de bizi bu camia içerisinde biraz daha popüler hale getirdi, bu popülerlik de sırtımıza başka sorumluluklar yükledi, biz önder durumuna geldik falan, işte herkes bize bakar oldu. Bu da tabi o yaş grubu içerisinde hoşumuza da gidiyordu, biz kendimizi daha da geliştirmeye başladık, daha çok kitap okuyoruz, daha çok tartışıyoruz. Şimdi bize biçilen bir paye var ya, o payenin içini doldurmamız gerekiyor. Bu süreç o, özellikle de o olay benim daha politikleşmemi ve daha aktif hale gelmemi sağladı. Sonra S. ağabey mezun oldu, sanırım ben lise 1’deyken o lise 3’teydi demek ki, mezun oldu.
Bir de Adana’ya taşındı galiba öyle bir şey oldu. Ben birden okuldaki bir numara haline geldim, yani okul benden sorulmaya başladı ama epey de bir insan örgütlemiştik, etkilemiştik yani bayağı bir 20-30 kişi bizim taraftar haline gelmişti. Bu arada diğer siyasetler de var tabi, diğer siyasetlerle tartışıyoruz. O tartışmaları ben çok severdim, çünkü her tartışmadan sonra yeni bir kitap okurdum, o da benim ufkumu açardı. Tabi öğrenciliğin verdiği bir şey de var, kitaplara bir yatkınlık da var. Mesela gecekondu mahallerindeki arkadaşlar falan diğer siyasetlerle tartışırken bizi çağırıp onlarla tartıştırtmaya başlamışlardı yani bir anda böyle şey gibi oldu, o, düzey içerisinde bu işin teorisyeni gibi ya da tartış… hatibi gibi düşünmeye başlamışlardı bizi. Öğrencilikten kaynaklanan bir şeydi o, yani kitap okuma alışkanlığının verdiği, bir de tartışmanın verdiği bir açılımdı. O halde kendimi epey bir geliştirdim yani o yapı içerisinde, okulun sorumlusu haline geldim. Sonra, bunları böyle kronolojik olarak hatırlamıyorum çok fazla ama… Sonra beni S. ağabey başka birine devretti, S. ağabey Eğitim Enstitüsü’ne gitti, o hızlandırılmış eğitim vardı, o, orayı bir 6 ayda onlar bitirdiler, Maraş’a gitti yanılmıyorsam öğretmen olarak, sonra da orada işte dağa çıkmıştı sanırım. Ondan sonra beni bir başkasına devrettiler, o, yani ben randevuya gitmeme rağmen kontak kuramadım, bir 6-7 ay böyle ilişkisiz yaşadım ama hala savunuyorum ama ne olduğunu da çok bilmiyorum. Çünkü böyle o dönem çok hani işte Partizan, TKPML falan yani hiyerarşik yapı içerisinde bir bağım kalmadı ama aynı zamanda hani neyin ne olduğunu da çok bilmiyorum. Şey içerisinde, yani genel sol siyaseti, sosyalizmi şunu bunu okuyorduk ama parti kültürüne ilişkin, parti siyasetine ilişkin çok o zamana kadar yayın okumamıştım, işte diğer siyasetlerle de tartışırdık işte örgütsüzlük, örgütsüz yapı içerisinde. Fakat ben onu yaparken de yani kendi ilişkim olmamasına rağmen benim altımdaki 15-20 kişilik yapıyı korudum. Yani onlarla kitap okurduk, işte Halk Odası’na giderdik, derneğe giderdik, sonra dernek de kapandı ve biz şey yapmaya başladık, bizim okulun önünde cuma günleri bir pazar kurulurdu, Derince’nin en büyük pazarı, eski bir pazar da biz her cuma günü şey, cuma pazarının içinde miting yapmaya başladık. Klasik hale getirdik, her cuma günü gündeme uysun uymasın, olsun olmasın biz pazarın girişinden başlardık, bizim kendi sloganlarımızı ata ata pazarın ortasına kadar giderdik, ondan sonra dağılırdık.
Bu bizi daha da popüler hale getiriyordu tabi.
D.G: Ne gibi sloganlar atardınız o pazarda?
M.Y: Şimdi çok hatırlamıyorum ama yani muhtemelen şeydir, bizim kendi sloganlarımızdır, kahrolsun patron-ağa devleti, işte İbolar ölmez, ya da belki gerici eğitime son falan gibi ama şu anda tam hatırlamıyorum neler attığımızı ama her hafta cuma günleri pazarda korsan miting yapardık. Şey de vardı, bizim Derince’de yani geçmişten gelen bir parti çalışması vardı, o çalışma tabi bizi biraz daha besliyordu, yani Derince’de işte gecekondu mahallelerine falan gelen kendi, bizim arkadaşlarımız ya da onların yakınları hemen bizim o örgütlü yapımıza ekleniyordu. Bir süre sonra böyle şey de olmasa bir gençlik yapısı oluşmaya başladı, bir gençlik komitesi oluşturuldu, o gençlik komitesi içersinde yer aldım. Sonra işte o ilişkimin kopmasından sonra bizim Ankara’da şehit olan Mustafa Sarıtaş var, onun sorumluluğuna girdim ben. O da bizim liseden mezun ama bizden çok önce. Bir dönem Mustafa’yla ilişki sürdürdüm, şey dönemi olduğunu hatırlıyorum, 5 Haziran 1977 seçimleriydi galiba, Ecevit’in olduğu seçim, o seçim döneminde, o seçime ilişkin Mustafa’yla tartıştığımızı hatırlıyorum. Hatta bana fikrimi sorduğunda ben ona aynen şu ifadeyi kullandım; bunların hepsi aynı tencerenin suyu, bunlardan hiçbir şey olmaz, gibi bir ifade kullanmıştım, o da Mustafa’nın çok hoşuna gitmişti. Ben yani bizim siyasetin çizgisinin ne olduğunu bilmeden o tespiti yapmıştım, böyle bir denklik oluşmuştu, o da Mustafa’nın hoşuna gitmişti, onu böyle bir anekdot olarak hatırlıyorum şimdi. İşte demek ki 77’diydi, 77 yılının Haziran’ı falandı. Sonra işte sanırım Derince’de gençlik örgütlenmesini ayırdılar, ben Derince’de gençlik sorumlusu haline geldim daha sonra. Öyle, işte şeyimiz artıyordu tabi, kitle etkimiz artıyordu, sayımız artıyordu. Okulda işte bu diğer şeylerle mesela bir iki kez boykot yaptık, sonra ben mezun olduktan sonra da o boykotlar falan sürdü, işte kavgalar mavgalar okulda. İdareyi tehdit ederdik faşistleri okuldan atsın, atın falan diye, böyle bir okulda egemenliğimiz de vardı. Ama çok böyle şey yani hani politik yani gençliğin karakterine uygun, biraz katı, biraz işte bizim partinin geleneğine, kültürüne denk düşen sosyolojik yapıdan gelen arkadaşların daha çok katıldığı bir yapı vardı ama popülaritemiz vardı, yani gelişiyorduk döneme uygun olarak tabi, öyle bir süreçti.
D.G:Evet. Peki, ben biraz da hareketi sormak isterim, yani bu hareketin işte pozisyonları, üyelik, konumlar arası ilişkiler nelerdir? Harekete nasıl üye olunurdu? Üyelik statüsü nasıl gelişirdi, üyelik öncesi bir süreç var mıydı?
M.Y: Şimdi kastın parti üyeliği mi yoksa örgütsel ilişki kurma düzeyi mi?
D.G: Doğrudan örgütlülük.
M.Y: He örgütlülük. Ya şimdi biz öncelikle bir kere tabi politikleşmiş bir insanla örgütlülük ilişkini sürüyorsun. Tabi o dönem biraz böyle kitleselleşme kaygıları olduğu için özellikle de gençlikte, nitelik olarak… yani nitelik özelliklerine çok bakılmaksızın… daha çok mesela ben o dönem bizim yapının ahlaki formatlarına baktığını düşünüyorum, işte disipline gelip gelmediğine baktığını düşünüyorum, yani o hiyerarşik yapı içerisinde disiplinli davranıyor mu, davranmıyor mu? Yani bir anlamda, söylenen yapılıyor mu, yapılmıyor mu? Fedakâr mı, değil mi, gibi. Yani süreklilik arz edecek bir ilişki taraftarıysa görüştüğümüz arkadaşlar, onlarla organik ilişki, örgütsel ilişki kuruyorduk, yani neydi o dönem? Geri sempatizan düzeyinde ya da kitle ilişkisi düzeyinde bir ilişkiyle başlayan, daha sonra geri sempatizan, orta sempatizan, ileri sempatizan diye giden bir ilişkiler silsilesi vardı. Fakat o dönem mesela ahlaki format çok önemliydi, bizde böyle bir şey ahlaki bir katılık vardı. Ona bakardık, işte kızlarla zaman geçiriyor mu, geçirmiyor mu? İşte lümpen mi, değil mi, küfrediyor mu, etmiyor mu? İşte özentili mi yaşıyor, özentisiz mi yaşıyor? Bunlara bakardık, böyle yani gençlik içersinde ulaşabilecek kriterlerdi bunlar. Tabi bu an… Bunun yanında politik olarak da bizim savunduğumuz düşünceleri savunması gerekiyordu ya da buna açık olması gerekiyordu, yani bu tür kriterler vardı. Onun dışında böyle çok net daha profesyonel falan yaklaşımlar içersinde değildik. Yani bir de biraz da bizimle yakınlık düzeyi, mesela işte bizimle kitap okumaya gelirdi, kütüphaneye gelirdi ya da çok genel kitle eylemleri yapıldığında onlar da katılırdı ya da faşistlerle kavga ettiğimizde o da gelirdi. Bazen birkaç arkadaşımın mesela sırf o feodal yakınlıktan dolayı benimle birlikte kavgaya katıldığını hatırlıyorum.
Daha sonra onlarla ilişkiler kuruldu, politikleşmeye başladılar, çünkü biraz da belki kendilerini taraf olmak zorunda hissettiler. Yani öyle çok profesyonel kriterler yoktu ama böyle biraz çocukça, biraz böyle ortalama toplumsal tutuma denk düşen davranışlar arıyorduk herhalde.
D.G: Evet. Peki, hareket içerisinde konumlar arasında bir hiyerarşi var mıydı ya da hiyerarşik bir ilişki, örneğin ast-üst ilişkisi gibi? Bunu belirleyen ölçütler yani kriterler neydi? Örneğin, hareket içerisinde bulunma süresi, alınan sorumluluk ve benzeri gibi şeyler bir ölçüt müydü, bunlara bakılır mıydı?
M.Y: Şimdi tabi hiyerarşik bir ilişki ve işleyiş vardı. Bu herhalde şimdi tamamen yukarıdan aşağıya gelişen bir şey ve alt-üst, kimin alt kimin üst olacağını tamamen üst belirliyordu, yani mesela siz şey, oluşturulan birim içersinde demokratik bir seçimle sen bu birimin sorumlusu ol falan denmedi şimdi, böyle bir şey hiç hatırlamıyorum. Yani illegal yapı içerisinde o da çok mümkün değil ama yukarıdan aşağıya atamayla birimlerin sorumluları atanıyordu. Ya da işte bir birim içeresinde kendini geliştiren…. Yani sorumluluk almaya hazır, ki buna da yukarısı karar veriyordu tabi. Yani birimin içersinde biz üç kişiyken bir tanemiz sivrildiğinde, birimin üyeleri, işte Metin bu işi daha iyi yapıyor, bir üst kademeye çıksın, başka bir alanda görevlendirilsin falan diye bir öneride bulunmuyordu. Yukarısının takdiriyle yani sorumlu arkadaşın takdiriyle biz ya bir üst komiteye çıkıyorduk ya da başka bir alanda görevlendiriliyorduk. Bunu, yani dediğim gibi bu yukarıdan aşağıya gelişen bir şeydi. Aşağıdan yukarıya doğru demokratik bir seçimle falan yapılmadı şimdiye kadar. Yani ilişkileri belirleyen, ilişkilerin düzeyini de belirleyen, kariyeri belirleyen, sorumluluğu belirleyen tamamen yukarıdan aşağıya olan işleyişti.
D.G: Peki. Hareket üyelerinin profili nasıldı, yani etnik kökeni, toplumsal sınıfı, yöresi ve benzeri gibi özellikleri neydi sizce?
M.Y: Bizim bulunduğumuz alanda yani Derince çok göç alan bir yer, yani yerli halkı hemen hemen yok zaten. Özellikle sanayinin gelişmesiyle birlikte göç almış, Bingöllüler, Vartolular, Tuncelililer vardı ve bizim hareketin çoğu üyesi de yani taraftarları siyaseti savunan arkadaşlar da genellikle Kürt kökenliydiler.
Yani oranın yerlisi ya da batılı, Türk ya da başka milliyetlerden arkadaşlar da vardı, mesela ben Karadenizliyim ama ağırlıklı olarak Kürt arkadaşlarımız örgütlüydüler, yani Kürtlerden oluşuyordu profil. Sosyolojik olarak da mesela çoğu gecekondu bölgelerinde yaşıyordu, ondan sonra, yani böyle profesyonel işçi, yani proleter diyebileceğimiz ya da hani fabrikalarda düzenli çalışan arkadaş sayısından çok, aileleri, bu arkadaşların aileleri genellikle de işte ara işlerde, ara sektörlerde çalışıyordu; inşaatçılık yapıyordu, limanda tahmil tahliye işleri yapıyorlardı, böyle süreklilik arz eden işler değil onlar yani geçici işlerde çalışıyorlardı. Çünkü İzmit’teki fabrikalarda düzenli olarak çalışanlar ciddi bir işçi aristokrasisi oluşturmuştu o zamanlar yani Türkiye ortalamasının çok üstünde. Örneğin Tüpraş’ta, Petkim’de, ondan sonra Shell’de, onlar o zamanın büyük fabrikalarıydı, çalışanları çok güzel yani iyi paralar alıyorlardı ve o işçilerin hepsinin birer evi, arabası falan vardı o dönemin koşullarında. Yani çok toplumun ekonomik olarak gözünün önündeki tiplerdi, herkesin özendiği, işte babaların kızlarını vermeye çalıştığı ya da o ailelerden gelin almaya çalıştığı tiplerdi onlar, öyle aileler. Ama bizim arkadaşlar genellikle gecekondu bölgelerinde inşaat işçilerinin işte tahmil tahliye işi yapanların ki Derince’de çok yaygındı o limandan dolayı.
D.G: Tahmil tahliye ne demek?
M.Y: Yük indirip bindiriyorlar, gemilere yük indirip bindiriyorlar, taşıma işleri yapıyorlar. O işlerde çalışan ailelerin çocuklarıydı. O aristokrat işçilerin ailelerinin çocukları da çok katılmazdı zaten ya da yani biraz daha böyle gençlik hareketlerine, bizim gibi böyle katı hani disiplin içersinde olmayan, ahlaki olarak katı kuralları olmayan siyasetleri tercih ediyorlardı. Ki ben mesela batılı olarak tanımlanıyorum, ben o dönem böyle gençlik içersinde falan ya da ailevi, aldığımız kültürden dolayı ben şey giyiniyordum, düzgün giyinirdim, mesela gecekondu mahallelerinde beni herkes Dev-Sol’cu, Dev-Yol’cu falan sanırdı, kimse bana Partizancılığı yakıştırmazdı düzgün giyindiğim için (gülüyor). Demek ki bizim arkadaşlar şey biraz, “çapulcuymuşlar” o zamanlar (gülüşmeler). Sosyolojik olarak öyleydi, yani çalışırlardı, mesela bizim arkadaşlar inşaatlarda, babalarının yanında, ailelerinin yanında okuldan sonra çalışırlardı, yoksul ailelerin çocuklarıydı hani genellikle, işte göçle geldikleri için bir de şey, daha çok para kazanmak kaygısıyla hareket eden ailelerdi bunlar, boş bırakmazlardı arkadaşlarını.
Çünkü bilmedikleri yerlere gelmiş, yerleşmişler. Ekonomik olarak tutunmaya çalışıyorlar, aileler o dürtüyle hareket ediyorlardı, zaten genellikle de işte gecekondularda kalıyorlardı. Bu gecekondulara falan giderdik, onların yoksulluklarını görürdük, onların çocuklarıydı genellikle bizim siyasete katılanlar, o yüzden de köylü derler ya bize.
D.G: Evet. Peki, hareket içerisinde bu etnik, dini aidiyetler ve kimlikler açıkça belirtilebilinir miydi, yani belirtiliyor muydu? Bu konuda hiç sorunlar yaşandı mı?
M.Y: Ben hiç yaşamadım. Yani tabi… dille, yaşam biçimiyle falan bizim arkadaşlarımızın özellikle de Kürt arkadaşlarımızın hangi millete ya da milliyete mensup oldukları belli olurdu, çünkü dilleri farklı, yaşam tarzları farklı ama yani benim bulunduğum alanda, benim bulunduğum dönemde hemen hemen hiçbir arkadaşımızın, birkaç kişi hariç, yani gecekondularda yaşayanlar evlerine gidip geldiklerimiz hariç, hiçbir arkadaşımın ben nereli olduğunu bilmezdim, sormadık da, etmedik de, biraz illegalite gereği ama biraz da şey, böyle hepimiz bir ortak paydanın, ortak idealin savaşçıları olarak, savunanları olarak o kimliğimizle oradaydık ve bunun dışındaki aidiyetler bizim için çok önemli değildi. Bunu çok samimi olarak söylüyorum ve benim yaşadığım o siyasi atmosferin en güzel üstünlüklerinden, en güzel yanlarından birisi de odur. Ben o dönem hiçbir arkadaşımın nereli olduğunu bilmezdim ve sormazdım da zaten, onlar da bana sormazdı. He ailece gidip geldiklerimiz, görüştüklerimiz, hani öğrencilikten dolayı evlerine falan girip çıktığımız arkadaşların yani milli aidiyetlerini biliyorduk ama bu hem sorun olmadı hem de bilmediklerimiz öğrenmek için bir çabamız olmadı. Yani bizim yapı içerisinde de ben öyle bir şeye tanık olmadım. İllegalite gereği zaten bilmiyorduk ama onun dışında ben kendi adıma öğrenmeye hiç çaba harcamadım, bunu öğrenmeye çaba gösteren birine de tanık olmadım.
D.G: Evet. Peki, hareket ya da parti içinde kadınların konumu nasıldı, yani kadınlar hiyerarşik basamaklarda hangi konuma kadar gelebiliyordu?
M.Y: Şimdi ben tabi partinin, parti yapısı içerisinde çok üst düzeylerde yani işte yani mesela üye değildim, çok üstteki konumları bilmiyorum ama öğrenci gençlik hareketi içerisinde kız arkadaşlarımız vardı örgütlü.
Onlarla, yani onlarla böyle çok ileri düzeyde ilişkiler kurulmadı ya da yani onlar çok ileri değildi, kitle ilişkisi ya da sempatizan düzeyindeydiler. Fakat siyaseten kendini geliştirenler olduğundaki bunlar sayıca çok değildi, olduğunda yükselebiliyorlardı, yani bir üst komiteye geçebiliyorlardı, öyle birkaç arkadaş vardı. Daha sonra…
D.G: Kimdi o arkadaşlar hatırlıyor musunuz?
M.Y: Şimdi öğrenci gençlik içerisinde örneğin H. diye bir arkadaşımız vardı, Ü. diye bir arkadaşımız vardı, şu anda isimlerini hatırlamıyorum, birkaç kişi daha vardı, yani onlarla 12 Eylül’den sonra da görüştük. Yani darbeden sonra da görev alan arkadaşlardı ve çok böyle yani önlerini kesecek bir kültürel form yoktu. Ama tabi ortalama toplumsal yapı içersinde onları besleyecek bir şey olmadığı için, iklim olmadığı için onlar siyaseten de erkekler kadar yükselemiyorlardı, çünkü partinin içersinde onların önünü açacak pozitif ayrımcılık yapacak bir kültür yoktu, ayrıca toplum da zaten onları geri çekiyordu. Ama yani yapı içersinde bilinçli olarak önlerini kapatacak, onların kadın olmalarından dolayı öteleyecek bir yapıya ben tanık olmadım.
D.G: Yine sizin bulunduğunuz dönemde sizce hareketin kaçta kaçını kadınlar ya da yüzde kaçını kadınlar oluşturuyordu?
M.Y: Valla herhalde çok azdı ya, yani belki % 10, % 20, % 20 olduğunu sanmıyorum, yani % 10-15 gibi bir şeydir herhalde, belki daha da az, aslında böyle bir istatistik, hiç kafa yormadım ama azdı.
D.G: Peki. Peki, parti içi demokrasi nasıldı, yani antidemokratik uygulamalarla karşılaştınız mı ya da böylesi şeylere hiç tanık oldunuz mu?
M.Y: Ya şimdi tabi işleyiş demokratik değildi, yukarıdan aşağıya ama yani birimler… birim toplantılarında falan, mesela yapılacak eylemleri, ondan sonra alınacak kararlar tartışılarak alınırdı ama sonuçta tabi bu tartışma, yani tartışma, tartışma demokratik… demokrasinin ölçütü değil, yani yukarıdan aşağıya bir hiyerarşik yapı var, yani sen önerini sunarsın kabul edilir edilmez, böyle çok yoğun, çok geniş bir örgütsel yapı yani o gençlik içersinde olmadığı için hani çok ciddi sorunlar yaşamadım ama…
Ama demokratik olduğu söylenemez tabi, çünkü illegal bir örgüt yani ne söylenirse kabul edilir, parti disiplinidir. Bir de bizim, özellikle bizim bulunduğumuz alan, gençlik alanı böyle yani özgüvenin henüz oluşmadığı ya da zayıf olduğu, işte kendini kanıtlama gibi kaygıların olduğu, delikanlılık dürtülerinin ön plana çıktığı bir yaş dönemi olduğu için, yani yukarıdan getirilen hani yumuşatılmış halli öneriler bile emir telakki edilip doğruluğu yanlışlığı sorgulanmadan uygulamaya çalışılırdı ki yani bu çok egemen bir şeydi, durumdu.
D.G: Peki bunları somut olarak örnekler verebilir misiniz, hatırlıyor musunuz, mesela şöyle bir konu, şöyle bir olay ya da şöyle bir şey?
M.Y: Mesela bir… bir gün yazıya çıkacaktık biz, işte yazıya çıkarken yani güvenlik için iki arkadaş olur en az, silahlı olurlar onlar falan. Bizim birimde silah yoktu, bir tane eski bir silah, ben sorumlumuza şey dedim, yani bunlarla yazıya çıkılmaz, arkadaşların güvenliğini alamayız dedim. Arkadaş bana şey yaptı, dedi ki, sen dedi silahı mı esas alıyorsun görevi mi esas alıyorsun dedi! Ben tabi yani sonuçta silah bir araç, görev yapılması lazım ama şimdi var olan bir olanağın insanın önüne geçirilmesi, yani bir aracın insanın önüne geçirilmesi, çünkü ben yani görevi yapmak, sonuçta o görev de bir araç, amaç orada insan! Yani o dönem bunu sorgulayıp da ben yani sen işte orada iki arkadaşımızın feda edilmesi, bir yazı için feda edilmesi… yani ulvi bir değer değildir ya da bir ideal değildir, bu iş silahla yapılmalıdır deyip, partinin silahlarını benden kıskanan birine karşı durmam lazımdı ama ben mesela o dönem evet yani o görev yapılır, silahlı da yapılır, silahsız da yapılır deyip, tek… yani bir kurşunu olan bir silahla yazıya çıkmıştım. Daha sonra bunu biz aramızda tartıştık, bizim yani benim birlikte olduğum komiteden bir arkadaş, o daha, biraz daha sorgulayıcıydı demek ki, sorumlumuzun hizipçi davrandığını, çünkü İbrahim’in partinin olanaklarını ve değerlerini kadrolardan gizleyen insanların hizipçi olduğunu falan söylediğini kitaptan anlatıyordu, bayağı bir tartıştık. Yani o arkadaşın tutumunu ben demokratik tarzda geri yani geri bildirimde bulunamadım, yukarıdan aşağıya o şeyi aldım, görev yapılır, emirdir hesabıyla, uyguladım. Onun dışında hani zaten tutumlar demokratik olmadığı için biz onu içselleştirdiğimiz için çok sorgulamıyorduk ve problem de etmiyorduk belki. Yani öyle çok öne çıkan bir örnek yok kafamda ama yani genel durum çok demokratik değildi zaten.
D.G: Evet. Peki, bu konulara dair söylemek istediğiniz şeyler varsa şu son sorduğum üç beş soruya dair, dinleyebilirim sizi, yoksa eğer…
M.Y: İşte bu demokratik olmama ya da kültürel gerilik tutumu bizde bir tarz haline de geliyor du yavaş yavaş, yani biz öğrencilikten, tabi öğrenciler biraz daha rahatlar, fakat şey, bizim siyaset kültürümüz yani partinin siyaset kültürü bu rahatlığı tolere edebilecek rahatlıkta değildi. Biz de o kültür içersinde, katı bir kültür içersinde büyüdük. Mesela ben lise 2, lise 3’üncü sınıfta bir öğrenci taraftarımızı kız arkadaşı olduğundan dolayı ben onun örgütsel ilişkisini kestiğimi hatırlıyorum, yani bizim kız arkadaşımız hiç olmadı ve buna çok kötü bakıyordum.
D.G: Kimdi o arkadaşlarınız, arkadaşınız?
M.Y: İsmini hatırlamıyorum ama bizim eski yoldaşlarımızdan, şehit yoldaşlarımızdan biri Zülfikar Uralçin’in yakınıydı. Daha sonra onu öğrendim. Şimdi sanırım yurtdışında, yani politika yapıyor mu, yapmıyor mu bilmiyorum ama…
D.G: Siz bunun yanlış olduğunu o dönemde hissedebiliyor muydunuz yani algılayabilmiş miydiniz, bilince çıkartabilmiş miydiniz?
M.Y: Yani bilince çıkartsaydım herhalde yapmazdım ama herhalde çok kısa bir süre sonra…
D.G: Yaptıktan sonra.
M.Y: Çok kısa bir süre sonra. Bir de işte dediğim ya, genel şeye, atmosfere uymak zorunda hissediyorsunuz kendinizi, öyle olmasa bile ki ben çok da öyle yaşayan biri değildim, yani öyle çok… çünkü, yani bizim ailemizde, yani Karadenizli olmamıza rağmen işte kadınlar eski yapı içerisinde, erkeklerle kadınlar öyle birbirinden kaçmadan yaşarlar, yani öyle bir feodal bir şeyimiz yoktu, kadın-erkek ilişkisinde bir kaçgöç ilişkimiz yoktu ama biz o meseleye zamanının tümünü halkına vermediği için kızma babında bakıyorduk, yani yoksa işte bir sevgilisinin olması, bir kız arkadaşının olması değil, biz zamanını böyle küçük burjuva bir nedenden dolayı harcamasına kızıyorduk ya da onu eleştiriyorduk. Ve bir de yani belki de çocukça bir şeydi… yani onun o tutumunu beğenmedik, bize çok şey geldi, küçük burjuva geldi ve biz, yani benim elimde, mesela bunu kimse sorgulamadı, ben onu, onun ilişkisini kestim, uyardım bir iki kere, tabi sonra çok güldüm bu duruma (gülüyor), böyle bir tutumdu. Yani hiç kimse sorgulamadı onu, demek… ya cesaret edemediler, çünkü yani bir illegal yapı var ya yukarıdan aşağıya şekillenen bir yapı var, ya benim gibi düşünmeyenler beni eleştirmeye cesaret edemediler ya da herkes benim gibi düşünüyordu, böyle bir tutum.
D.G: Peki, ben biliyorum 76 öncesinde yoktunuz ama 76 öncesine dair küçük bir iki soru sormak isterim.
76 öncesinde yani bu 12 Mart öncesi de olabilir, neyse, Dev-Genç, Aydınlık Sosyalist dergi ki o dergi 14.sayıdan itibaren ikiye bölündü PDA ve ASD olarak devam etti. Yani Proleter Devrimci Aydınlık PDA, İşçi Köylü Gazetesi, Devrim Dergisi ve benzeri hangi gazeteleri ve dergileri takip ediyordunuz, hiç okuma şansınız oldu mu?
M.Y: Hayır olmadı, yani o dönemin yayınlarına hiç ulaşmadım, sadece şey, tarih bilgisi olarak o dergilerin o dönem çıktığını, o gazetelerin çıktığını, onların bir kısmında İbrahim’in yazı yazdığını yani parti tarihinin bilgisi çerçevesinde biliyorum ama onların hiçbirini okumadım.
D.G: Peki, 76 öncesine dair politik olaylarda böyle hatırladığınız veya tanık olduğunuz bir çarpıcı örnek olay var mıdır?
M.Y: Yani bende etki yapan belki daha sonra da etkisi sürmüştür, 70, 70 Darbesi’nde, 72’de bu Fikir Kulüpleri, İstanbul’daki Fikir Kulüpleri’nden birinin kurucusu ya da yöneticisi olan bir annemin akrabası vardı… Daha sonra da işverenler sendikasının başkanı oldu adam, Petrol İşverenleri Sendikası’nın başkanı oldu, 12 Eylül’de de her gün çek verirdi silahlı kuvvetlere, (gülüyor) bağış yapıyordu. O adamın arandığını ve Derince’de bizde saklandığını hatırlıyorum, iz bırakan şeylerden biri budur. Onun dışında tabi o dönem yani 72 yılında biz çocuktuk, işte Deniz Gezmiş heyulası dolaşırdı her tarafta. İşte Deniz şey gibiydi böyle o zaman, belki de ikon olmaya o zamandan adaydı, hepimiz çocukken de birer Deniz Gezmiş’tik, çünkü devlet tarafından aranan, işte basının popüler hale getirdiği bir semboldü kafamızda. Onu biz, yani kendimizi belki de onun yerine koyardık, şimdi o çocukça duyguları hatırlamıyorum ama yani Deniz Gezmiş’e, ben ilkokul yıllarında, 5’e gidiyordum sanırım o zaman, böyle çok sempatiyle baktığımı, onun o basındaki hikâyelerini takip ettiğimizi, çünkü evlerde de konuşulurdu bu zaten. Yani tanınmadık birilerini görseler sokakta, Deniz Gezmiş buralarda dolaşıyormuş falan derlerdi, sokak, işte mahalle aralarında, bu tür şeyler var. Onun dışında siyaseten bende iz bırakan o döneme tanıklık etmedim zaten de çok fazla bir şey yok.
D.G: Peki, yine ben o aynı dönemden devam etmek isterim.
Yine de sormak isterim size, yani bu 15-16 Haziran İşçi Direnişi var ve benzeri işçi direnişleri var, örneğin Aliağa ve İpraş Rafinerileri, işte Ereğli Demir Çelik, Türk Demirdöküm, Sungurlar, Pirelli, Goodyear, Tofaş, Renault, Profilo grevleri gibi birçok grevler var, siz bu grevlerden hiçbirisine tanık oldunuz mu? Ya da size bu grevlere dair bir şeyler anlatıldı mı? Hiç etkisi altında kaldınız mı? Bu tarz grevlere dair ne söylemek istersiniz.
M.Y: Ya o dönem 15-16 Haziran Direnişi’ni yaşandığı dönemde ben çok küçük çocuktum, herhalde 70’li yıllara tekabül ediyor ki 8-9 yaşındaydım. Yani onlara tanıklığım benim siyasetle ilgilenmeye başladıktan sonra, işte parti tarihini ya da Türkiye’deki devrimci mücadelenin tarihine ilişkin şeyler okumaya başladıktan sonra oldu. Pratik olarak bir karşılaşmışlığım yok. 15-16 Haziran Direnişi’yle en sıcak ilişkim, 15-16 Haziran Direnişi’nde amcamın çekilmiş bir fotoğrafının olmasıydı, o fotoğraf albümde duruyordu, uzun süre sakladım ama hala duruyor mu bilmiyorum, çünkü çok aramalar falan olduktan sonra… Ama o fotoğrafta işte 15-16 Haziran Direnişi’ne benim de ailemden birinin katılmış olması bende bir şey yaratmıştı, bir sıcaklık, bir gurur yaratmıştı, o direnişlerle en yakın temasım odur. Onun dışında herhangi bir öykü de dinlemedim, yani amcamın anlattıklarının dışında. Amcam o zaman fabrikada işçiydi herhalde ki eyleme katılmıştı. Polislerin kurşun sıktığını falan anlatırdı böyle dönem dönem, daha sonra yani ben devrimci olduktan sonra dinlemek istedim onu, hani tek sıcak temasım odur benim o grevlerle.
D.G: Evet. Peki, yine bu hani DGM’lerin kurulması işte 73-74 diyeyim, Kıbrıs Harekâtı, bunlara dair ne söylemek istersiniz ya da sizde bir etkisi var mıdır, ne düşünürdünüz, nasıl yaklaşırdınız o dönemde?
M.Y: Kıbrıs Barış Harekâtı’nın bende bıraktığı en sıcak izlenim, o gün annemin bizi köye götürmesiydi, şeyin, harekâtın başladığı gün biz köye gitmiştik onu hiç unutmuyorum, tatildi.
D.G: Ha tatilden dolayı mı gitmiştiniz?
M.Y: Tatilden dolayı gitmiştik, tatile gidiyorduk yani köye. Kıbrıs Barış Harekâtı’nın bende özel bir şeyi, öyle özel şeyi var, anısı var. Tabi onun dışında da yani çok işte toplumdaki teyakkuz halini falan hatırlıyorum, hani bana ilişkin, birebir bana ilişkin bir şey yok da anı yok ama toplumdaki teyakkuz halini hatırlıyorum. İşte o dönemden hemen sonra Derince’de epey hatırı sayılır bir dükkânın tabelaları değişti, 5 Parmak Kasabı oldu, bilmem işte Kıbrıs şeyi oldu, Karaoğlan Berber Salonu oldu falan gibi böyle tabelalar değişmeye başlamıştı.
Demek ki bir, bir toplumsal kabul görmüş o dönem. Onun dışında yani bende bıraktığı çok bir, ciddi bir izlenim yok. Diğer şey neydi?
D.G: Şey bu DGM’ler yani DGM’lere dair yapılan kampanyalar.
M.Y: DGM’lere, işte benim mücadeleye katıldığım döneme de sarktı o DGM süreci, o dönem protesto ediyorduk yani siyaseten yapılması gereken ama mesela yaşan… yargılanmışlık yok, ailemde de yok, benim yakın çevremde DGM’de yargılanıp mağdur olan birisine de rastlamadım ama yani toplumsal muhalefet olarak DGM’ler kaldırılsın diye kampanyalar yapıldığını hatırlıyorum ama onun dışında beni direkt ilgilendiren bir yanı olmadı, öyle bir süreç yaşamadım yani.
D.G: Evet. Peki, ben yine bu öğrenci gençlik derneklerini sormak isterim, tabi TÖB-DER’e gidip geliyordunuz ama örneğin ADYÖD var, Ankara Demokratik Yüksek Öğrenim Öğrenci Derneği 1974 kurulmuş. Örneğin İYÖKD var İstanbul Yüksek Öğrenim Kültür Derneği 1974’de kurulmuş, 1975’de sıkıyönetim tarafından kapatılmış keza. İYÖD var İstanbul Yüksek Öğrenim Derneği 1975, yani İYÖKD kurulunca yerine, şey, kapatılınca yerine kurulmuş. DGD var Devrimci Gençlik Derneği, Genç işte Hukukçular Derneği gibi buna benzer birtakım dernekler var. ve bunların yanı sıra bazı yöre dernekleri var, işte efendime söyleyeyim Tunceli Yurt Yaptırma ve Yaşatma Derneği, Bingöllüler Derneği, Adıyamanlılar Derneği, Vartolular Derneği gibi. Bu tarz öğrenci ve yöre derneklerine hiç gittiniz mi? Bu derneklerin faaliyeti sizi hiç etkiledi mi? sizin için önemli miydi, önemliyse neden? Biraz bunları konuşabiliriz.
M.Y: Benim için bir şey ifade etmiyordu, çünkü bizim yaşadığımız bölgede yani onlar tabi büyük kentlerin dernekleri, daha çok mücadelenin yoğunlaştığı alanlar onlar ama bizim gibi mesela taşrada o tür dernekler yok, çünkü öyle bir potansiyel yok zaten. Yani 77 yılında İstanbul Devlet Mimarlık’ın bir bölümü açılmıştı, yüksek öğrenim gençliği yoktu yani şeyde, İzmit’te ya da çok küçük bir yani tek bir bina vardı. Fakat şey vardı, Kocaeli Yüksek Öğrenim Derneği vardı, KAYÖD, KAYÖD’ün İstanbul’da bir tane yurdu vardı KAYÖD yurdu. İzmit’te de, onun merkezi İzmit’teydi herhalde ki bir iki kez gittik ama onlar daha çok Dev-Gençlilerin ellerinde olduğu için, bir de bizim dernek faaliyetimiz yoktu çok fazla.
Yani işte derneklere gidip oturmaktansa dağ, kırlara çıkıp kitap okurduk, öyle bir yapımız vardı, yani dernekçiliği çok kullanmadık, zaten bulunduğumuz alanda da dernek yoktu, hemşeri dernekleri falan da yoktu o zamanlar. Derince’de kurulmuş işte bir Kültür Dayanışma Derneği vardı, o da çok kısa sürede kapandı. Bir Halk Odası vardı gittiğimiz Halk Odası, o da sonradan kapandı, Halk Odası da kapandı.
D.G: Neden kapandı bunlar?
M.Y: Herhalde çalışmadığı içindir, yani çok fazla insanlar… Dedim ya, yani başta gittik ama sonra oraya gitmeyi de zül saymaya başladık, çünkü işte her legal alan bizim için tuzak gibi düşünüyorduk, siyaseti böyle algıladığımız için yani legal alanları biz yani kendi kültürümüz, siyasi kültürümüz açısından söylüyorum tabi, legal alanlara öyle çok sıcak bakmadık biz. Kendi kurduğumuz mesela dernek yoktu, insan, aslında Derince’de ya da İzmit’te bir derneği sürükleyebilecek kadar kitle ilişkisine de sahiptik kadroya da sahiptik ama hiç öyle düşünmedik, yani biz, dediğim gibi, dernekler bizim için legal alanlar çok sıcak alanlar değildi. O yüzden de derneklere ilişkin, yani özellikle şimdi saydığınız derneklerin hemen hemen hepsi büyük kentlerde açılmış dernekler, öğrenci gençliğin olduğu dernekler, işçilerin yoğun olduğu dernekler ama bizim İzmit’te öyle bir dernek çalışması yoktu. Yani bizim dışımızda da yoktu çok fazla, işte bir TÖB-DER vardı oraya gidiyorduk ama oraya tabi, orası da bizim asıl faaliyet alanımız değildi, çünkü öğretmenlerin derneğiydi, bir öğrenci derneği değildi, biz öğrenciydik o zamanlar, işte çay içmeye giderdik, sohbet etmeye giderdik ya da toplanma alanıydı. Onun dışında dernek olarak kahveleri daha çok kullanıyorduk mesela. Derince’de birkaç tane kahve vardı, o kahveler daha çok gidilip sohbet edilen, tartışılan hani faaliyet olmasa da birlikte toplandığımız, işte bir kavga olduğunda sanki şeymiş gibi, toplanma üssüymüş gibi kullandığımız alanlardı, onun dışında bir dernek çalışması olmadı orada.
D.G: Peki. O zaman kısa bir ara verelim ve sonrasında devam edelim.
M.Y: Tamam.
D.G: Evet kısa bir aradan sonra görüşmemize devam ediyoruz. Metin ağabey, yani 1976 öncesine dair, evet çocuktun ama ben ona da, ona rağmen birtakım soruları sordum. Şimdi 76 ve sonrasına değin konuşalım, bu arada Sedat Odabaşı arkadaşımız da geldi desteğe sağ olsun, şu an kendisi de görüşmeyi takip ediyor. 76 sonrasına ilişkin MC hükümetleri, kontrgerilla paramiliter güçlerin okullarda, işte efendime söyleyeyim, mahalle ve sokaklarda, çalışma alanlarında yani fabrikalarda birtakım saldırıları vardı, oluyordu. Buna dair yaşamış olduğunuz bir saldırı, bir şey varsa tanık olduğunuz şeyler değinebilirsiniz.
M.Y: Yani öğrenci alanı içersindeki çalışmamızda o zaman sivil faşist örgütlenmelerin arttığını gözlemledik. Yani o MC döneminde çünkü polisten falan ciddi destek alıyorlardı sokaklarda saldırılar da gerçekleşiyordu ama öğrenci hareketi olarak kendi içimizde örgütlü olduğumuz için, yani kendi bulunduğumuz alanda örneğin o örgütlenmeye engellemeye, ortadan kaldırmaya yönelik çalışmalarımız oluyordu. Şiddete varan tepkiler gösteriyorduk, yani bulunduğumuz alanı korumaya çalışıyorduk, o anlamda sivil faşist örgütlenmelerden arındırmaya çalışıyorduk. Tabi öğrenci gençlik hareketi içersinde olduğum için ben, yani direkt böyle devletin saldırılarına muhatap olmadık. Yani MC hükümetlerinin topluma baskısı, şiddetinin dışında özel olarak bulunduğumuz alanda özel olarak bir şey yaşamadık, saldırı, çünkü sonuçta biz orada MC hükümeti olsa da olmasa da çalışmalarımızı sürdürüyorduk, siyaset yapıyorduk, örgütleniyorduk. O örgütlenmelerimizin önündeki o sivil faşist engelleri de kaldırıyorduk ki hareket olarak böyle sivil faşist örgütlenmelere çok fazla hedef alan ya da esas alan bir anlayışa sahip olmadığımız için, yani o alan çok bizim çalışma alanımız değildi. Sivil faşist hareketlere yönelik örgütlenmeler çok çalışma alanımız olmadı, esas çalışma alanımız olmadı bizim. O anlamda çok böyle öne çıkan, çarpıcı bir olay yaşamadım ben. Fakat tabi toplumdaki saldırı ortamına ilişkin partinin yürüttüğü kampanyaları biz de bulunduğumuz alanda yürütüyorduk, işte bildiri dağıtmalar, duvar yazıları, sözlü propaganda filan gibi, MC hükümetleri, I. II. MC hükümetlerine yönelik çalışmalarımız olmuştu. Diğer bölümü neydi sorunun ben kaçırdım.
D.G: Yok, sadece işte bu paramiliter güçlerin, bu sivil güçlerin saldırıları, kontrgerilla saldırıları.
M.Y: O dönem işte sivil faşist örgütlenmelere yönelik çalışmalarımız olmuştu, Derince’de sanırım 79 yılı falandı. Bu özellikle de Maraş ve Çorum katliamlarından sonra mesela Derince’ye, şey, İzmit’e Türkeş gelecekti, biz Türkeş’in ziyaretini engellemeye yönelik bir şey çalışması yaptık, diğer siyasetleri de örgütledik, özellikle Derince’de bulunduğumuz alanda, ilçede bir komite oluşturduk, Türkeş’in ziyaretini engellemeye yönelik. Bunun içersinde Dev-Yol, Dev-Sol, TDY vardı, Halkın Kurtuluşu vardı, hatırladığım siyasetler bunlar doğrudan.
D.G: TDY’nin açılımı nedir?
M.Y: Türkiye Devriminin Yolu, bu Hüseyin İnan’cılar, THKO’dan ayrılan bir grup, yani bölgesel, birkaç yerde vardı onlar da Derince’de varlardı. Ve biz şey yaptık, Türkeş geleceği dönem bütün siyasetler gerekli hazırlıkları yapıp devrimci terör eylemi yaptık, işte sokakta rastladığımız MHP’lileri, Ülkücüleri, faşistleri dövdük, onları sokağa çıkartmadık bir gün boyunca. Mesela kendi kaçtılar, bir iki işyerine kaçtılar, iş biraz amacından çıktı o işyerleri tahrip edildi, yani onlar girdiği için içeriye, onlar orada dövüldüğü için işyerleri tahrip edildi falan, Derince’de bir gün böyle bir çalışma yapılmış bu sivil faşist örgütlenmelere karşı. Tabi yani o dönem bizim siyasal çizgimize çok denk düşen bir eylem değil, belki de onu diğer siyasetlerin de etkisiyle yapmıştık ama biraz da işte Derince’de o dönem gençlik, gençlik örgütlenmesinin güçlü olmasından kaynaklanan bir [1]Fokocu yan ağır basması söz konusuydu herhalde. Bizim de içinde olduğumuz ve büyük ölçüde de önderlik ettiğimiz böyle bir eylem olmuştu şeye, faşist teröre karşı direnme eylemi gibi ya da teşhire yönelik ya da engellemeye yönelik böyle bir eylem yaptık biz o dönem. Onun dışında, yani bildiğin sokak çatışmaları, sokak kavgaları. Öğrenciyken işte okuldan çıkarken faşistler saldırır, biz savunuruz ya da biz sokakta gördüğümüz faşistleri döveriz gibi.
D.G: Bu saldırılar karşısında hiçbir arkadaşınız, yoldaşınızı kaybettiniz mi, ölümle sonuçlanan?
M.Y: Hayır, hayır olmadı öyle bir yani, bir… İzmit’te hatırladığım kadarıyla sivil faşist saldırılarda ölen bir devrimci yok. Bir işçi arkadaşımız işveren tarafından öldürülmüştü, Bahattin Gören şantiyesinde, Hasan diye bir arkadaş vardı şimdi soyadını hatırlamayacağım, şehitlerimizden biridir o da.
D.G: Ha yoldaşınız.
M.Y: Yoldaşımız evet ama şeyle, bununla ilgili değil, işçi örgütlenmesi içersindeydi o, onun cenazesini yapmıştık hatırlıyorum ama onun dışında sivil terör eylemlerinde ölen bir arkadaşımız yok.
D.G: Evet. Peki, yine bu 78-79 Ecevit hükümeti döneminde diyelim işte Maraş’ta, keza işte Çorum’da, Sivas’ta, Malatya’da Alevi katliamları yaşandı yani o süreçte, o dönemde işte sıkıyönetim ve III. MC hükümeti diyelim, bunlara dair ne söylemek istersiniz bu yaşanan Alevi katliamlarına dair, neler oldu, ne gibi şeyler yaptınız? Nasıl karşıladınız, hareketiniz bunu nasıl karşıladı, partiniz?
M.Y: E tabi egemen sınıfların halkı yönetmedeki araçlarından biri olarak düşündük, o zamanda öyle değerlendiriyorduk, böl, parçala, yönet gibi. Ya da büyük ölçüde aslında devrimci hareketlerin zemin bulduğu alanların kriminalize edilmesi, ortadan kaldırılması, terörize edilmesini hedefleyen eylemlerdi, çünkü özellikle bizim hareketi, özel… Aleviler içerisinde çok rahat örgütlenebilen bir hareketti. Devrimcilerin, birçok devrimci hareket de aynı olanakları buluyordu o alanlarda. Yani o alanların terörize edilmesine yönelik bir eylem diye düşünülebilir şimdi baktığımda ama esas olarak tabi belki de işte toplumsal baskının artırılması, bir darbeye giden yolun döşenmesi, ondan sonra egemenliğin tesisi ya da yönetememe krizinden kaynaklanan sıkıntıların tezahürü diye bakılabilir. O dönem de aşağı yukarı böyle değerlendiriliyordu yanılmıyorsam. Tabi bunlara karşı bizler de halkın savunması adına mesela Derince’de gecekondu bölgelerinde nöbetler tutmaya başladık orada, gecekondu bölgeleri, iki tane gecekondu mahallesi vardı altlı üstlü, oralarda gece nöbetler tuttuk. Yabancıları sokmamaya çalıştık. Yani böyle bir katliam tehlikesi var mıydı, yok muydu bilmiyorum ama en azından hem kitleleri harekete geçirmek, politize etmek, ajite etmek anlamında bir argümandı belki, hem de gerçekten fiilen de bir önlemdi. O tür çalışmalar yaptık ama onun dışında yani bir katliam girişimi de olmadı ya da buna benzer bir tehlike de yaşanmadı.
D.G: Evet. Peki, yani bu katliamlarla ilgili böyle bir tespiti, bir eylem yapma kararı hiç oldu mu? Ya da yani bir misilleme gibi?
M.Y: Hayır.
U.D. Bulunduğunuz yerelde.
M.Y: Yok yani öyle bir… protesto eylemleri belki olmuştur hani miting şey, korsan mitingler, pankartlar falan yazılamalar kesin oldu tabi de ama fiilen askeri eylem gibi bir eylem hatırlamıyorum öyle bir yani Maraş’a yönelik ve benim bölgemde ya da işte katliamlara yönelik benim bölgemde olmadı ama önlem anlamında dediğim gibi, gecekondu bölgelerinde nöbet tutmaya başlamıştık, böyle bir şey yaşandı.
D.G: Peki halk nasıl karşılamıştı, yani nasıl değerlendiriyordu bu durumu, sizden bir beklentisi var mıydı yaşayan halkın?
M.Y: Tabi şimdi o bölgenin halkının, gecekondu bölgelerindeki halkın vardı, çünkü onların da çoğu Aleviydi ve devrimcilere kapıları açıktı, yani istediğimiz eve istediğimiz saatte gidebiliyorduk, bize işte evlerini açmışlardı o insanlar, bize güveniyorlardı. Biz de onların güvenliğini almak gibi bir sorumluluk hissettik, yani biraz da durumdan vazife çıkartmak gibi, çünkü yani direkt olarak örgütlü bir mahalle yapısı gelip bizden herhangi böyle bir talepte bulunmadı ama biz zaten o mahallenin kendisi olduğumuz için, diğer siyasetlerle birlikte böyle bir karar almıştık. Bir süre, en azından o teyakkuz dönemi geçene kadar mahallede nöbet tuttuk, bütün girişlerinde silahlı nöbet tutuyorduk.
D.G: Peki. Yine bu dönemde çıkan bazı yayın organları, dergiler var, işte örneğin Kızılyol İstanbul bölgesi, işte Devrimci Komünist İzmir bölgesi, Kurtuluş Yolu Kızıler grubu denilen MZ hizbi olarak da adlandırılan bir grup. Proleter Birlik HB grubu, Komünist merkez yayın organı, işte İşçi Köylü gazetesi, Partizan dergisi gibi. Bu gazete ve dergilerden hangisi, hangileri elinize geçiyordu ve hangilerini okuyordunuz.
M.Y: Şimdi Partizan dergisi zaten legal yayındı, onu alıyorduk ve dağıtımını yapıyorduk. Onun dışında İşçi Köylü geliyordu, o da yasadışı olmakla birlikte, yani illegal olmakla birlikte kitle yayın organıydı. Komünist’in de varlığını biliyorduk, bazı sayıları bize veriliyordu, çünkü Komünist’i daha çok kadrolara verilen, parti üyelerine dağıtılan merkezi yayın organıydı ama partinin yayın organıydı. Partinin yakın çevresine verilmekle birlikte kitleye dağıtılan bir yayın organı değildi. Onun dışında işte Partizan, Partizan’ın özel sayıları çıkıyordu. Bir de İşçi Köylü geliyordu, İşçi Köylü daha çok teksir kâğıdında birkaç sayfalık çıkan bir yayındı, biz dağıtımını da gece yapıyorduk, evlerin altından falan atıyorduk. Partizan zaten legal olarak satılan bir şeydi, Cağaloğlu’dan gelip aldığımı ve İzmit bölgesine götürdüğümü de hatırlıyorum onu, öyle, onları okuduk. Ama o diğer yayınların hiçbiri yani varlıklarından haberim var ya da isimlerini biliyorum ama okumadım onları.
D.G: Peki bu yayın organlarında ne gibi yazılar sizi etkilerdi, o dönemki bu yayın organlarında edebiyata dair ya da başka alan ve disiplinlere dair yazılar çıkar mıydı?
M.Y: Güncel politik sorunların dışında konu başlıkları olduğunu hatırlamıyorum. Yani sanata, edebiyata ilişkin… İşçi Köylü’de zaten çıkmazdı herhalde ama yani ben Partizan’da da hatırlamıyorum ama Güney dergisi dağıtıyorduk, eksikliği herhalde onunla tamamlıyorduk (gülüyor). Kültür edebiyat dergisiydi o ama Partizan dergisinde ve İşçi Köylü’de yani siyasetin dışında, günlük siyasal sorunların dışında konu başlıkları olduklarını hatırlamıyorum. Varsa da belirleyici değildir ya da belki çok özel işte mesela Yılmaz Güney ölmüştür, Yılmaz Güney’in ölümüne ilişkin bir yazıdır, belki Nazım Hikmet’e ilişkin ama yani öyle çok iz bırakan bir çizgi değildi.
D.G: Yayın periyodu neydi acaba, yani kaç hafta ya da kaç ayda ya da nasıl çıkardı?
M.Y: İşçi Köylü’nün bir yayın periyodu yoktu bildiğim kadarıyla yani çok hatırlamıyorum açıkçası ama çünkü hangi sıklıkta çıkardı onu hatırlamıyorum, biraz da şey, konularla ilgiliydi, yani gündemle ilgiliydi, gündemi yakalamaya yönelik bir çalışmaydı. Partizan’ın da kaç aylık çıktığını hatırlamıyorum, hiç kafa yormadım o konuda ama o uzun süre sağlıklı ve periyodik olarak çıktı, dönem dönem kesintiye uğrasa da çıkıyordu. Çünkü siyasal gündem çok yoğundu, örneğin işte bir dönem uzunca süre üç dünya teorisine ayrıldı şey, derginin içeriği, tartışmalara ayrıldı, her, her sayıda sanırım özellikle de şey, TDKP’ye, Halkın Kurtuluşu’na yönelik eleştiriler olurdu, onu muhatap alırlardı. O işte Dev-Genç tayfasına ilişkin çok fazla tartışma başlıkları olmazdı ama TDKP’ye yönelik yani başlı başına yazılar olduğunu hatırlıyorum. Yani böyle siyaset tartışmaları, siyasetler arası tartışmalara ilişkin ya da üç dünya teorisine ilişkin ya da genel bizim siyasi çizgimize ilişkin, mesela halk savaşı işte buna benzer konularda şeyler olurdu, yazılar çıkardı.
İşçi Köylü de… İşçi Köylü daha çok böyle daha kısa başlıklarla, daha kısa konularda ve güncel, can yakıcı sorunlara ilişkin yani teorik siyasal, araştırma, inceleme yazılarında çok günlük sorunlara ilişkin bildiri tarzı çıkardı hatırladığım kadarıyla, öyle bir özelliği vardı İşçi Köylü’nün, daha pratik bir şeydi, yayın organıydı.
D.G: Peki, üç dünya teorisi ne demek, çok kısaca böyle.
M.Y: Üç Dünya teorisi, şimdi tabi bilgilerimi biraz güncellemem, tazelemem gerekecek ama bu Mao Zedong öldükten sonra ÇKP içersinde yönetime gelen klik kabaca, dünyayı üçe ayırdılar, işte emperyalist ülkeler, ortadaki ülkeler, bir de az gelişmiş ülkeler gibi, birinci dünya, ikinci dünya, üçüncü dünya ülkeleri diye. Birinci dünyayı, Amerika ve Rusya’dan ibaret kıldılar, diğerlerini emperyalist sistemle proleter sistem arasında konumlandırdılar, bir de işte az gelişmiş ülkeler adı altında diğer geri kalmış ülkeleri saydılar. Bizimkiler de bu teoriye karşı çıkıyorlardı, hemen hemen herkes karşı çıktı tabi de bu PDA’nın dışında o zaman. Yani üretici güçler teorisi olarak adlandırılan, o üretici güçleri esas alan teori dünyayı kategorize etmek için yani emek-sermaye çelişkisini değil de üretici güçleri esas aldığını savlayan ve bu noktadan eleştiren bir yaklaşım koymuşlardı bizimkiler de, yani revizyonist bir anlayış olarak değerlendiriyorlardı.
D.G: Evet. Peki, Halkın Gücü gazetesini hiç duydunuz mu, bu gazeteyle ilgili bildikleriniz nelerdir, Halkın Gücü?
M.Y: Halkın Gücü gazetesini duydum ama hiç görmedim, sanırım, o da işte bilgi tazelemek zorunda kalacağım, bizim merkezi yapıya kavuşmadan önceki yayınlarımızdan, bu bölgede çıkan yayındı yanılmıyorsam, fakat ben hiç okumadım, yani ona yetmedim daha doğrusu. Daha sonra merkezi yayın, merkezi yapı oluşturulduktan sonra yani parti birliği, örgütsel birlik sağlandıktan sonra merkezi yapıya kavuştuktan sonra Partizan çıkmaya başlamıştı zaten.
D.G: Evet. Peki, gelelim bu 1976 ve 78 yılı arasında işte bu hareket içerisindeki bölünmeler. Örneğin 1976 bu KK Koordinasyon Kurulu ve sonrasında tabi GKK Geçici Koordinasyon Kurulu 1980’de oldu. Yine keza 1981’de Bolşevik ayrılığı oldu. Bu gibi bölünmeler ve ayrılıklar sizi nasıl etkiledi, sizde ne gibi etkileri oldu? İlişkide bulunduğunuz sınıf ve toplumsal kesimler arasında ne gibi yansımaları oldu, bahseder misiniz?
M.Y: Ya bu tür ayrılıkların, bu tür tartışmaların bende çok büyük etkileri olmadı. Mesela KK hizbinde ben zaten yeni bir sempatizandım, yani varlığından haberim vardı o tartışmaların ama yani beni, işte demin söyleşinin başında adını andığım S. ağabey haberdar etmişti, işte böyle şeyler yaşanıyor, bazı arkadaşlar farklı şeyler söylüyorlar, farklı düşünüyorlar falan gibi böyle siyasal ayrılığı daha çok, daha yumuşatarak aktarmıştı bana. Hani siyasal konu başlıklarını da tartışacak durumda değildim yani siyaseten o kadar ileri değildim, kavramış değildim meseleyi, çok başındaydım zaten örgüte, örgütsel ilişkinin. O yüzden KK hizbi benimi için bir şey ifade etmedi o dönem, o tartışmanın içinde de yer almadım ama varlığını biliyorum.
Daha sonra… GKK hizbinde, GKK ayrılığında o da çok etkilemedi, çünkü bölgesel anlamda GKK’ya katılan ya da GKK taraftarı olan çok kimse yoktu İzmit’te. O yüzden de yani böyle yoğun bir tartışmanın içersinde bulmadık kendimizi, bunlar daha çok İstanbul’da yaşandı, o ayrılık falan da İstanbul’da, tartışmalar, çatışmalar da İstanbul’da yaşandığı için bizi çok fazla etkilemedi. Biz orada tartışmaların, ayrılıkların farkında ve haberindeydik ama içinde değildik açıkçası, çünkü yani savunduklarını biliyorduk ediyorduk, daha çok İzmit bölgesi de merkezi yapıdan yana tavır aldığı için çok etkilemedi, yani beni, en azından ben böyle bir tartışmanın içersinde olmadım. Böyle bir moral bozukluğu yaşıyorsun, yani o dönem kendimizi iyi hissettiğimiz bir dönemdi, örgütsel ilişkilerimizin geliştiği, partinin prestijinin arttığı bir dönemdi. Tam böylesi bir dönemde ayrılık ki biz yani işte parti içerisinde tartışmayı seven birisiyiz, aslında yapı olarak da hani çok demokratik bir işleyiş olmasa bile ama buna rağmen şey, ayrılıklar ağırımıza gidiyordu tabi. Biz kendimize çok yakıştıramıyorduk onu, çünkü karşımızda çok kötü örnekler vardı, işte Dev-Genç parçalana parçalana geliyorlardı. Ha bizim gelenekte o tarz şeyler çok fazla yaşanmadı diye düşünüyorduk ama daha sonra arttı tabi o da.
D.G: Peki. Şey, 1980 öncesinde yani bu yaygın olan sol içi çatışmalardan hiç zarar gördünüz mü, hareketiniz bu çatışmaların tarafı oldu mu hiç? Ya da hareketinizin bu çatışmalara olan bakış açısı neydi, belirgin bir tavrı var mıydı? Sizi etkileyen bir sol içi çatışma şiddeti hiç yaşandı mı? Bunlar karşısında ne düşündünüz ne hissettiniz? M.Y: Ya beni pratik olarak birebir etkileyen bir şey olmadı, çatışma olmadı, sol içi şiddet olmadı ne ben uyguladım ne de bana uygulandı, ya da benim çevremdeki yakın arkadaşlarım, yoldaşlarıma uygulandı.
Böyle bir şeyin tanıdığı ya da muhatabı olmadım ama yani beni en sıcak etkileyen biçimi, yanılmıyorsam Tunceli’deydi, bir Dev-Yol taraftarının bizim arkadaşlardan biri tarafından öldürülmesiyle ilgili bir sıkıntı yaşanmıştı, yani Tunceli olduğuna da emin değilim ama öyle bir sıkıntı yaşanmıştı 80 yılının ortalarıydı yanılmıyorsam. Ondan dolayı Dev-Yol’cuların bizi teşhir ve tecrit etmeye yönelik çalışmaları oldu. Ben o dönem bunu hak etmediğimizi düşündüm yani böyle bir olay yaşanmış olsa bile. Çünkü ben hala samimiyetle şuna inanıyorum, TKPML’nin kültürü sol içi şiddete çok uygun değildi o zaman, hem kendi içimizdeki yoldaşlık ilişkilerini çok samimi buluyorum, hala o dönemin kazanımı olduğunu düşünüyorum, o bir ayrıcalıktı bizim açımızdan, hem de diğer sol örgütlere karşı, yani ben… Mao’nun halk içindeki çelişkilerin doğru kavranması diye bir yazısı vardır, o yazının bizim taraftarlarımızca ve arkadaşlarımızca iyi ve doğru kavrandığını düşünüyorum, çünkü biz çok kavga etmezdik diğer siyasetlerle, tartışırdık ama şiddete varan tutumumuz hiç olmadı. Genelde parti kültürünün de böyle olduğunu düşünüyorum, yani egemen olan anlayış buydu. Çok böyle şiddeti ya da tartışmayı keskinleştirecek tutumlarımız, tavırlarımız olmadı, yani böyle bir kültürümüzün olmadığını düşünüyorum, o yüzden çok etkilenmedik ama işte özellikle de bir olaydan dolayı epey bir sıkıntı çektik o dönem. Hatta Dev-Yol’cularla bu meseleyi tartışmak üzere yine kırda bir toplantı örgütlemiştim gençlik olarak, tartıştık bu meseleyi, kitlenin içinde tartışalım dedim, kitlenin önünde, çünkü şeydi böyle, çok, çok da etik olmayan bir biçimde şey, bu, bu işin propagandası yapılıyordu ve ben de gerçekten onu hak etmediğimizi düşünüyordum. Yani olayın gelişimi, biçimi ne olursa olsun bizim, bizi karakterize edecek bir tavır olmadığı için o, yani o, öyle bir tutumun, öyle bir yanlışlıkla yargılanmamızın haksızlık olduğunu düşünüyorum, hala da aynı düşüncedeyim. Yani bizim genel bakış açımızın, tutumumuzun, kültürümüzün sol içi şiddete çok uygun olmadığını düşünüyordum o zaman.
D.G: Evet. Peki, yani sol içi şiddet olaylarına olan tavrı nasıldı, arabulucu olur muydu hareketiniz, yani bölgenizde yaşanan sol içi şiddete dair ne bileyim uzlaşmacı ya da tarafları sakinleştirmek gibi.
M.Y: Bölgede de çok tanığı olmadım yani diğer siyasetlerin birbirleriyle kavga ettiklerine de çok tanık olmadım. Yani biz İGD’lilerle falan kavga ederdik de onu zaten, onları zaten sol olarak değerlendirmiyorum. Yani eğitim enstitüsünün önünde falan bizim arkadaşlara saldırırlardı, biz de silahlarımızı kuşanıp giderdik, arkadaşlarımızı korumaya çalışırdık ki yine de biz onlara saldırmazdık, onlar bize saldırırdı biz korumaya çalışırdık kendimizi. İGD’liler dışında kimseyle kavga ettiğimizi de hatırlamıyorum, yani ben, orada İGD’lilerle de kavga etmedik de ama bakış açımız itibariyle İGD’lilerin dışındaki kimseyle kavga etmedik. İzmit bölgesinde böyle bir sorun yaşandığını da hatırlamıyorum, yani diğer siyasetlerin de birbirleriyle kavga ettiğini o yüzden de bizim müdahil olmak zorunda kaldığımızı hatırlamıyorum, daha naif bir ortam vardı herhalde.
D.G: Evet. Peki, 1977 seçimleri nasıl bir siyasal tablo içinde yapıldı? İşte seçimin kampanyaları, seçime dair politikanız varsa eğer nelerdi? Mesela bu seçimlerde Tunceli’de bağımsız bir adayın gösterildiği biliniyor, diğer bölgelerde ya da bulunduğunuz alanda seçimlere karşı tavrınız nasıldı, neler yapıldı mesela? 77 seçimlerini konuşalım.
M.Y: 77 seçimlerinde Tunceli’den bağımsız aday çıkarıldığını o zaman bilmiyordum ben, yani dediğim gibi zaten, yanılmıyorsam 5 Haziran seçimleriydi, o yüzden demin başta anlattığım anekdottan dolayı hatırlıyorum. Fakat hatırladığım kadarıyla genel tutum boykottu ve o boykot çalışması yapıldı. Belki de… ilk ete kemiğe bürünmüş boykottu bizim açımızdan yani belki ilk, merkezileştikten sonra ilk şeydi, karşılaştığımız seçimdi. Yani o zamanki anlayış şeydi tabi, sistemle kendimizin arasına kalın bir çizgi çekelim, parlamenter sistem değildir bu, faşizmin ayıbını örtmek için kullandığı bir araçtır parlamento, o yüzden de şeydir, aldatmacadır. Yani o seçim sisteminin par… şey, faşist sistemin parlamenter yüzünü teşhir etmeye yönelik bir eylemdi ve boykot kararı almıştık. Onun çalışmasını yapmıştık, yani bildirilerin dağıtıldığını, duvarlara yazı yazıldığını hatırlıyorum. İşte dediğim gibi, Mustafa Sarıtaş la bu konuda, böyle bir eğitim çalışması gibi şeyde, toplantıda konuşmuştuk, boykot yapıldığını biliyorum oradan, yani o döneme ilişkin… Tabi yani genel, genelde boykotun kendisinin tartışılabilir bir yanı var ama böyle işte ayaklarını yere basmaya çalışan, ete kemiğe bürünmeye çalışan, kendisi olmaya çalışan bir yapının o dönemde böyle bir radikal karar alması anlaşılabilir.
Yani biraz şey belki ama karşılıklılık üzerinden kendini var etme kaygısı da olduğu söylenebilir o dönem için, biraz da devrimci hareketin yükselmeye başladığı bir dönemdi ama… dediğim gibi yani genel olarak bizim yasal çalışmalara karşı bir alerjimiz olduğu için parlamenter sisteme zaten tümden karşıydık. Ama bu konuda… yani yetkin olmayan bir tutum da vardı. Örneğin biz parlamenter sistemi boykot ederken aynı zamanda İzmit’te, İzmit’in merkezinde Halkevi’nin orada Birlik Partisi’nin binası vardı ve biz Birlik Partisi’ne gidip gelirdik Mustafa Timisi’nin partisiydi o zaman. Yani belki Alevi olmasından dolayı bir yatkınlık vardı, örgütsel yatkınlık ya da parti binalarını bize kullandırıyordu ondan dolayı ama mesela o, oraya gittiğimizi, orada seminer çalışmaları yaptığımızı hatırlıyorum. Yani parlamenter sisteme ilişkin katı tutumda bir geri düşün… olduğu düşünebilir ya da işte şeyin, Tunceli’de bağımsız aday çıkartılması da bu konuda yani çok açıklanabilir bir şey değil, yani ikisinin birbiriyle örtüştüğünü de çok düşünmüyorum şimdi. Ama o zaman haberim yoktu yani Tunceli’de bağımsız aday çıkartıldığından.
D.G: Evet. Peki, yine yani kendi dönemizin içerisinde işte HB Halkın Birliği, HK Halkın Kurtuluşu, HY Halkın Yolu, TSİP Türkiye Sosyalist İşçi Partisi, İGD yani İlerici Gençler Derneği, Aydınlık, Kurtuluş, Dev-Yol ve benzeri gibi işte kurumlar, örgütler, kitle örgütleri neyse, bunlarla ilişkiniz nasıldı? Yani bu hareketlerin çıkardığı yayın organlarını hatırlıyor musunuz, bu yayınları takip eder miydiniz? Bir de, bu siyasal hareketlerle merkezi ya da yerel düzeyde ilişkileriniz ittifaklarınız nasıl oldu, hiç oldu mu, işte ortak kampanyaların yapılması gibi? Kısaca o dönemde, o dönemin iktidarına karşı mücadele eden bu kesimlerle ilişkiler nasıldı?
M.Y: Şimdi tabi genel siyasi tarihi hatırlamıyorum, o ülke çapındaki genel siyasi tarih çerçevesinde bu örgütlerle ilişkilerimiz nasıldı, eylem birlikleri ne durumdaydı onları çok böyle hatırlamıyorum. Ama bulunduğum alanda işte Dev-Yol, Dev-Sol vardı, Halkın Kurtuluşu vardı, Halkın Birliği vardı, birkaç tane Aydınlıkçı, İGD’liler vardı ama onlarla siyaset yani ilişkimiz yoktu İGD’lilerle. Özellikle gençlik örgütlenmesi içersinde Dev-Yol, Dev-Sol ve Halkın Kurtuluşu vardı. Onlarla öğrenci hareketi içersinde yani öğrencilerle birlikte eylem birliği yapıyorduk. Örneğin 15-16 Haziran Direnişi anmalarında, 1 Mayıs’larda, 16 Mart Katliamı’nda gibi böyle ortak devrimci kültürün ortak günlerinde birlikte anmalar yapıyorduk.
Ya da sokak çatışmalarında birlikte olabiliyorduk. Az önce sözünü ettiğim o işte gecekondu mahallelerinin savunmasına yönelik eylemlerde birlikte tutum geliştirdik. Bir küçük gecekondu mahallesi oluşturma deneyimi oldu, orada birlikte olabildik onlarla. Yani çok, çatışmadan çok şeydi, birlikte olabilmenin koşulları yaratılıyordu. Tabi bu arada amansız bir şekilde de siyasal ve ideolojik mücadele veriliyordu. Özellikle ben çok tartışmayı severdim yani o, çünkü kitle çalışması yapmanın önemli araçlarından biri, diğer siyasal hareketlerin mahkûm edilmesiydi, tartışmalar içersinde mahkûm edilmesiydi. Ben ona çok önem veriyordum, o yüzden de dedim ya çok okurdum yani her tartışmadan sonra bir kitap okurdum ilişkilerimiz o düzeydeydi, yani küçük eylem birlikleri düzeyinde, ilkesel olarak karşı değildik onlara, öğrenci gençlik hareketi içerisinde birlikte olabiliyorduk rahat bir şekilde, çünkü genellikle aynı kahveleri kullanıyorduk. Bir de işte özellikle MC dönemindeki o sivil faşist saldırıların artmasıyla birlikte daha çok dayanışma gerekiyordu, sokakta dayanışmak gerekiyordu. Yani benim bulunduğum alanda o dayanışma gerçekleşiyordu, çok sıkıntımız olmadı.
D.G: Peki bu dayanışmaya, bu eylem birlikteliklerine dair böyle sizi çok etkileyen birkaç yaşadığınız olay, anı, yaşanmışlık varsa böyle çarpıcı bulduğunuz, kayda geçmesini istediğiniz, bahsedebilirsiniz.
M.Y: Çok böyle ha deyince aklıma gelen bir şey yok.
D.G: Evet. Peki, aklınıza geldiğinde o zaman geriye dönerekten…
M.Y: Evet, evet, anlatırım.
D.G: Anlatırsınız.
…
D.G: Evet. Peki, artık gelelim genel olarak illegal hayatınıza, illegal yaşantınıza. Bu illegal hayatta neler oldu, bir çay molasında biraz konuştuk, bir yaralanmanız herhalde oldu. Efendime söyleyeyim, yani bu sorularımın dışında illegal yaşantıya dair neler söylemek istersiniz? Neler yaşadınız, nelerin tanığı oldunuz? Başınıza neler geldi? Nasıl bir hayat sürdünüz? Nasıl bir örgütlülük yaşamıydı? Genel olarak değinmek istediğiniz, anlatmak istediğiniz şeyler varsa bunları alalım ama tabi ki bu yaralanma olayına da değininiz.
M.Y: E tabi yani illegal yaşam aynı zamanda örgütlülükle birlikte başlayan bir yaşam, çünkü parti içersinde örgütlendiğiniz andan itibaren düzeyiniz ne olursa olsun bir illegalite içersinde olması gerekiyor bu örgütlülüğün, çünkü TKP-ML illegal örgütlenmeyi esas alan bir yapı. Gençlik örgütlenmesi içersindeki çalışmalarımız da bir bölümü, özellikle yani partiyle ilişkili olan bölümü illegaldi. Onun dışında tabi alanın kendi özellikleri gereği kitle çalışmasının çokça yapılabildiği, yapılması gerektiği bir alandı, yani mitinglerin, korsan gösterilerin, işte protesto eylemlerinin yapıldığı alan, bunlar legal çalışma biçimleri. Ama onun dışında tabi partiyle ilişkili bölüm, yani partinin bir gençlik örgütlenmesi olarak illegal olması gerekiyordu.
Tabi bizim bu illegalitenin ne kadar gerçekleştirildiği, gerçekleştiği büyük ölçüde bizim performansımızla ilgili, çünkü biz sonuçta gençlikten geliyoruz, yani işin gösteriş tarafına meraklıyız, tam oturmamış kimlik, kişiliklerle o siyasetin, siyasi çalışmanın içersinde yer alıyoruz yaşımız gereği, geldiğimiz çevre gereği. Yani hani kendimizi saklarken bile ben buradayız, beden diliyle yaşadık, gençliğin özelliğidir bu, kendimizi saklamayı öyle bir abartırdık ki, yani aslında derdimiz şeydi, bu işi ben yapıyorum. yani bunun… Mesela gece yazılmalarında, ondan sonra korsanlarda gözümüzü kapatsak bile, mesela ben işte yazı yazardık arkadaşlarla birlikte, mutlaka ayağımıza dökerdik bir boya ya da dökülürdü boya silmezdik, belki dökme… yani bilinçli olarak ama silmezdik, onunla birlikte okula gelirdik tamam mı, çünkü okulun çevresindeki boyayla benim ayakkabıma (gülümsüyor) sıçrayan boya aynıysa, ben kabul etmesem de onu ben yazdım anlamına geliyordu, bu da şey böyle bir gençlik heyecanı. Hani illegaliteyi gençlik biraz da böyle kavrıyordu. Bu illegalitenin çok… içselleştirilmediği, profesyonelleştirilmediği anlamına geliyordu ki, bu da objektif bir durum, o yaş grubunda birinin çok profesyonel illegal yaşaması mümkün değil, yani bu istenilen bir durum olsa da çok gerçekleşecek bir durum değil. Daha sonraki yıllarda, liseyi bitirdikten sonra yani biraz daha örgütsel yapının içersinde yükseldiğinde ya da meseleyi, örgütsel ilişkileri daha iyi kavramaya başladığımda daha farklı davranmaya başladım tabi. Bir de bu çok uzun bir süre almadı, yani ben 70… 77’de, 77’nin başına doğru örgütlendim, ondan sonra 79-80 yılında İzmit’te ciddi bir operasyon oluyor, daha doğrusu Marmara bölgesinde ciddi bir operasyon oldu, yakalanmalar gerçekleşti, bizim sorumlularımızın hemen hemen hepsi yakalandı. Yani operasyon bize kadar gelmişti. Yani o dönem işte o illegal yapı içersinde biraz sıkıntı çektik, çünkü kimseyi tanımıyorsun, başka bölgelerde bağın yok, yaklaşık bir 6 ay falan bu bölge, sırf o illegal ilişkilerden dolayı ilişkisiz kaldı. Sonra o bölgeye başka arkadaşlar gönderildi yukarıdan, ilişki kurdular, o yapı tekrar tesis edildi.
O illegal, yani illegal yaşam içersinde hani dedim ya illegalliği ne kadar illegaldi tartışılır, çünkü gençsin, gerçi başka alanlarda da zaaflı gerçekleşiyordu da hani bir profesyonel illegalite var mıydı, yok muydu, bu ciddi tartışma konusu, çünkü biz öyle yaşamadık yani ne kadar illegal olsa da. Hani sorumlumuzu bilmiyorduk, işte gerçekten birçok yoldaşımızın ismini bilmiyorduk, nerede oturduklarını bilmiyorduk ama illegalite bundan ibaret değil tabi. Bir yandan da işte illegalite derken kendimizi çalışma alanlarından dışarıya taşıyorduk, çünkü sonuçta sen insan örgütlenmek, örgütlemek üzere siyasal çalışma yapıyorsun, düşünceni başkalarına aktarmak üzere siyasal çalışma yapıyorsun. Hani kendimi saklayayım derken bu sefer siyasal çalışmanı da saklamak ya da azaltmak, daraltmak zorunda kalıyorsun, böyle bir paradoks bir durum vardı yani. Yani bu illegal çalışma politikasının kendisindeki sıkıntılardan kaynaklanıyordu. Pratik olarak yani benim illegal çalışmama geldiğimde, ben yani illegal çalışmayı yani pratik faaliyet anlamında yani bir iki yazılama, işte yazılama yapıyorduk. Yazılamalarda tabi silahlı çıkıyorduk yazılamalara, polis müdahalesiyle karşılaştığımızda çatışmak üzere çıkıyorduk, yani katı bir tutum orada, özellikle de bizim yani geleneğimizin yani geri adım atmayacağı anlardan biriydi polisle çatışma falan. Bir iki böyle bir şey oldu, böyle yaşanmışlık oldu, yazı yazılırken polisle çatışma, geri çekilme, kaçma gibi ama kovaladığımız da oldu açıkçası, böyle komik bir durum. Onun dışında yani işte illegalitenin siyasi çalışmayı, dediğim gibi, yani bu bir şey, komite toplantıları, komite toplantıları da illegal yapılıyor, bu 12 Eylül’den sonra bunları evde yapmaya başladık, işte kıra çıkamıyorduk ama 12 Eylül’e kadar dediğim gibi yani çok değişik bir gelenekti, orada arazide toplantı yapardık, sote yerlerde, ormanlarda.
…. Şimdi yani illegal çalışma, parti toplantıları, parti kararlarının uygulanması, yasak yayınların dağıtılması, o dağıtım sırasında çıkan askeri sorunlar. İşte bildiri dağıtırken bekçiler müdahale eder, çatışırsın ya da kaçarsın yazılamada, işin askeri boyutu bu.
Birkaç, yani 12 Eylül’den önce de birkaç şeydi böyle, işte faşistlere, ülkü ocaklarına yönelik Derince’de bombalama, silahla kurşunlama, işte kişi ya da bina kurşunlama gibi eylemler gerçekleşti ama bunları daha çok gençlikte, gençlik kısmına yaptırmıyorlardı. Yani partinin yaptığı çalışmalarda bizim çok içinde yer aldığımız çalışmalar değildi, gençliğin yani gençlik içersinde iyice yetkinleşip de askeri yetenekleri öne çıkan arkadaşlar kullanılabilirdi belki de. Fakat 12 Eylül’den sonra bu kalite ve standart biraz gerilediği için bu işleri biz yapmak zorunda kaldık, yani özellikle de işte bu 80 yılının başında o büyük yakalanmadan sonra, bu H.K. ’ların işte bizim il komitesinin İzmit’teki, buradaki komitelerin yakalanmasından sonra iş biraz da bize kaldı. o tür eylemleri kendimiz yapmaya niyetlendik ya da başladık. Fakat bu ciddi eylemler de olmadı ama illegal yani örgütsel ilişkinin devamlılığına ilişkin bir yapı, şey vardı, çalışma vardı. 12 Eylül olduğunda da işte tabi yani herkes; birazcık darbe olacak, geliyor, 24 Ocak Kararları falan gibi yani kısmen doğru ama yetersiz tespitler yapsa da yani 24 Ocak Kararları’nın ne anlama geldiğini doğru tespit etseler de buna uygun adımları atmadılar, atamadılar. Yani pratik olarak da anlayış olarak da buna hazır olmadıkları için o adımları atamadılar. Tam böylesi bir süreçte işte yakalanmalar falan başladı, İzmit’te yani 12 Eylül’ün hemen sonrasında açıkçası TKP-ML’nin dışındaki bütün yapılar çökertildi, yakalandılar, çok çabuk yakalandılar. Fakat bize bir operasyon çekemediler, yani öyle bir ipucu yakalayamadılar. Yani ya bekletildi ya da biz belki diğerlerine göre biraz daha iyiydik. Orada yani gençlik hareketi içersinde benim adım biraz böyle, gençlik hareketinin, olabildiğince legal bir hareket sonuçta illegal ilişkilerin olsa bile. Ülkü ocaklarının binasına 12 Eylül gecesi bir devrimcilerin listesi bırakılmıştı, o listenin içersinde benim de adım vardı. İşte polis geldi, beni aradı falan, ben bir süre gitmedim. Sonra baktım çok tehlikeli bir durum yok, karakoldan da şey dediler, ya işte liste bırakılmış mecbur topluyoruz falan. Gittim bir ifade falan verdim, çıktım ama bir süre eve gitmedim. Sonra, bu operasyonlardan sonra işte diğer devrimci örgütler falan iyice çökertilip sessizleştirildiğinde böyle bir şey gelişte bizde, yani halka moral verme kaygısı falan.
O dönem bir politikasızlık da vardı, yani 12 Eylül gelmiş ama nasıl tavır takınılacağı ne merkezi düzeyde ne yerel düzeyde daha adlandırılamamış yani bir yere konumlanamamışsın, süreci değerlendirip… stratejik ya da taktik bir çalışma yapamamışsın. Ben de şey önerdim arkadaşlara yani bir üst sorumluma dedim ki, yani bir eylem yapalım, yani insanlar yakalanıyor ediyorlar, herkes devrimcilerin yenildiğini düşünüyor, böyle bir tartıştık bunu karar şey yaptık. Sonra Kasım ayıydı, 12 Eylül’den sonraki Kasım ayında, Kasım ayında ölen arkadaşlarımızın isimlerinin yazılı olduğu, altında da kahrolsun faşist cuntanın yazılı olduğu bir şey yaptık, pankart hazırladık. O pankartı, bombalı bir pankarttı, dedik bunu Derince’de bir yere asalım. İşte 28 Kasım mıydı, 27 Kasım öyleydi yani 27 ya 28 gecesiydi, o pankartı hazırladık. İçinde işte Mehmet Zeki Şerit’in, İzmit’ten, Ankara’da elinde bomba patlayıp ölen bir, iki arkadaşımız, yoldaşımız vardı, onların isimlerinin olduğu, Mustafa Sarıtaş ve Şenol Yol, birkaç daha arkadaşın isimlerinin olduğu bir pankart hazırladık onu astık. Asmak istedik moral olsun yani şey o, hesap, kaygı o. Asarken, iki tane bomba vardı üzerinde, benim astığım bomba, yani ters yerleştirdim patladı… Ayrıntılarına gireyim biraz istersen? Patladı bomba, ben bombanın, yani pankartların asıldığı yerde düştüm. Yanımda 3 arkadaş daha vardı, onlar da hani, yani iki arkadaş bomba asıyorduk, diğer arkadaş da benim bombam yüzünden yaralandı, ben düşünce diğer iki gözcü arkadaş bombalı, diğer yaralanan arkadaşı alıp kaçtılar, beni öldü diye bıraktılar orada. Fakat bir süre sonra ben kendime geldim. O orada polis falan da gelmemiş, kendime geldim, yaralı bir şekilde kaçtım oradan, yürüdüm işte yüksek bir yer vardı, şimdi atlasam düşeceğim bir yer, o zaman farkına varmadan oradan adımımı attım, bir balkondu orası düştüm ve ayaklarımızın üzerine düştüm (gülüyor) hiç yıkılmadan, kaçtım! Oradan kaçarken (derin bir nefes alıyor) … biraz sıkıntılı dönem bu böyle. Kaçarken belimde bir silah vardı, o silahı böyle eylem sırasında hani tekrar alabilirim diye eğreti koymuştum belime, silah düştü belimden.
O an yine parti kültürü yaşanmaya başladı, silahın bırakılmaması, düşmanın eline geçmemesi gerekir diye düşündüm ama birkaç adım atmıştım, döndüm geriye silahı almaya, ellerimi uzattım silahı alamayınca elimin koptuğunu o zaman anladım. Öyle kaçtım… Bir yakın arkadaşım ve şey, bizi bekleyecek, silahları teslim edeceğimiz bir arkadaş vardı, 12 Eylül’de sokağa çıkma yasağı olduğu için, böyle çok kısa kısa noktalarda geçiş yapıyorduk. Onların evine gittim, onlar beni işte kaçırdılar, bir süre ben kendim gittim, neyse sonuçta arkadaşlara ulaştım ben, yakalanmadım yani, diğer arkadaşlar da yakalanmadılar. Fakat o süreçte yani yaralı bir insanı barındırmak, saklamak gerçekten çok zor. İşte o gecekondu mahallesine gittik, gecekondu mahallesinde bir akşam kaldım, evler falan basıldı ama bizi sakladılar ama şey yok, tıbbi müdahale şansı yok, ellerim sadece sarıldı, işte eller parçalanmış kemikler dışarıda falan böyle, sürekli bir kan kaybı var. Sıkıntılı bir süreçti o, orada yakalanmadım. Bir gece orada kaldıktan sonra yani gece kalmadım, akşam karanlık bastığında daha sağlıklı bir yere geçtim, kaldım. Bir ay falan İzmit’te kaldım, sonra İstanbul’a geldim. İstanbul’da 81’in Haziran’ına kadar, bu arada tabi bakımım yapıldı, biraz sağaltıldım, hani kesin tedavi olmasa bile, çünkü hastane koşullarında yapılabilecek şeyler vardı, onları çok fazla yapamadık ama epey bir toparladım kendimi. 81’de de burada tesadüfen yakalandım (gülüyor) yani beni hiç tanımayan birinin ifadesi üzerine bir evde, ondan sonra da cezaevi süreci başladı.
D.G: Evet. İllegal yaşamınız bayağı zo…
M.Y: O süre içersinde tabi yani özellikle vurgulamam gereken bir şey var, şimdi 12 Eylül koşullarında, yaralıyım, bir kere çok fedakâr ve samimi bir şey, yoldaş ilişkisi yaşadım. Yani bana gerçekten çok iyi baktılar, ihtiyaçlarımı karşılamak için bütün olanakları seferber ettiler. Yani ben onlar için bir şey haline geldim, mevzi haline geldim, beni mutlaka korumaları gereken bir mevzi ki mesela bir süre sonra yurtdışına falan çıkartmayı önerdiler, ben çıkmadım, belki de olanak vardı.
Sonra mesela İstanbul’a geldiğimde bir yoldaşın evinde kaldım ben, yoldaşın anne babası orada, ağabeysi var, kız kardeşi var ve bunlar şey, böyle çok geri sempatizan ama 12 Eylül koşullarında beni saklama cesaretleri vardı tamam mı, bu çok takdire şayan bir şeydi yani çok ciddi bir fedakarlık. Herkesin korktuğu, hiç kimsenin kimseyle görüşmediği koşulda benim gibi birini sakladılar ve benim çok ciddi bakımımı yaptılar. Ve bu süreç yani o bu süreci yoldaşlarımla birlikte geçirmem bende çok pozitif bir şey bıraktı. Mesela sakatlığımı yaşatmadılar bana tamam mı? Ve bu bir, bir süre sonra bu durum bana, bende kalıcı hale geldi, hani böyle… engellilik ruh hali yaşamadım çok fazla sırf o şeyden dolayı. Ondan hemen sonra da şeye girdim zaten, cezaevine girdim, orada da aynı şeyler geçerli. Böyle engelliliğimin nedeninin yüceltildiği bir ortam bana terapi gibi geldi açıkçası, o süreç çok önemliydi benim için. Bazen şey diyorum, yani iyi… iyi ki o süreci hastanede değil de yoldaşlarımın arasında geçirmişim! O sağlıklı yoldaşlık ilişkileri beni sağalttı açıkçası.
D.G: Tedavinizi hızlandırdı.
M.Y: Evet tedavi olmadım ama ruhen, psikolojik…
D.G: Ruhen.
M.Y: Çünkü benim mesela yaklaşık 6 ay tuvalet ihtiyacım…. Ellerim sarılıydı, tuvalet ihtiyacımı bile yoldaşlarım karşıladı, yani temizliğimi yaptılar, banyomu yaptırdılar, işte giyimimi, tıraşımı, yemeğimi, her şeyimi yedirmesi dahil, yani ellerimi kullanamıyordum, o, o süreç benim açımdan psikolojik olarak çok sağlıklı bir süreç olarak geçti, ben bunu her zaman da söylerim. Benim engelli pozisyonumdan etkilenmediğimi düşünüyorum çok fazla, etkilemediğini düşünüyorum, bunda en büyük pay o sürecimdir, o… oradaki yoldaşlık ilişkilerinin payıdır. Biraz böyle feodal gibi, beni namus davası gibi aldılar tamam mı, bana bakımı, beni saklamayı, yakalatmamayı… Ben yakalandığımda mesela en çok onlar üzüldü, niye yakalattık bu çocuğu diye (duygulu anlar)…
D.G: Evet. Peki, ben şeyi sorayım o zaman, 1976 1 Mayıs’ını, yani işte bu sendikalar, efendime söyleyeyim 1977 1 Mayıs’ı. Bu 76 ve 77 1 Mayıs’ı önemli, katliam, direnişler. 1976’da ve 1977’de hareketinizin 1 Mayıs’a olan katılımı nasıldı? Siz neredeydiniz? Neler yaşandı, alanda neler oldu? Bunlardan bahsedebilirsiniz yani.
M.Y: Bu konuda çok fazla bir şey söyleyemeyeceğim, çünkü ben yani 76’daki 1 Mayıs’ı hiç hatırlamıyorum yani ya çok yeniydim ya da örgütsüzdüm.
77 1 Mayıs’ında örgütlüydüm ama 1 Mayıs’a katılmadım yani biz Derince’de kalmıştık. Orada öğrencilerle işte kısa bir gösteri falan yaptık okulun bahçesinde. Onun dışında ama İzmit’ten falan ciddi katılımlar oldu, gittiler, o çalışmaların içersinde yer alan arkadaşlar da oldu, anlatıyorlardı daha sonra. Mesela Süleyman ağabeydi yanılmıyorsam, silah kullandığını falan da söyledi savunma adına. Ama orada yani ben kendim içinde olmadığım için yani oradaki sıcak ilişkileri, sıcak çatışmayı yaşamadım, bilmiyorum onu çok fazla. Anlatılanlar, kamuoyunda yaşananlar ya da partinin dönüp tekrar anlattıkları kadarıyla bilgim var. Tabi parti katılmıştı oraya ama katılmadan önce işte bu TKP tayfasının bir gerginlik yarattığını yani Maocuların katılmasını istemediklerini ve partinin de buna rağmen katıldığını biliyorum, yani o konuda taviz de vermediler. Bir provokasyon olabilir diye düşündüklerini sanıyorum, yani sonuçta şey, yani par… şey, mitingin hukuki sorumluları Maocu diye bizim katılmamızı istemiyorlardı ama… Türkiye’de de o zaman Maocu diye, yani an… sosyal emperyalizmi kabul eden herkese Maocu diyorlardı ve hatırı sayılır da bir kitlesi vardı o insanların, yani bunları 1 Mayıs’tan azade kılmak, katılmamalarını sağlamak falan pratik olarak mümkün değildi, siyaseten ve ahlaken de çok doğru değil zaten. Ama buna rağmen katıldılar. Bu da sanırım provokasyona da zemin hazırlayan şeylerden biriydi yani halka saldırmaları, devrimcilere saldırmaları için devletin kullanabildiği bir araç haline geldi.
D.G: Evet. Peki, siz 1977’de okulda bir etkinlik düzenlediğinizi ifade ettiniz, ondan bahsedebilirsiniz nasıl geçtiğini, 77’de?
M.Y: O yani öğrencilerin katıldığı, potanın altında bir etkinlikti, bahçemiz vardı, bir basketbol potası, sahasının olduğu bir okul bahçesi vardı. Hani çok ayrıntılarını hatırlamıyorum ama sık sık yaptığımız eylemlerden biriydi, çünkü her anma gününde bir eylem yapardık 18 Mayıs’ta, 31 Mart’ta, 1 Mayıs’ta da öyle işte. Şimdi ayrıntılarını hatırlamıyorum ama genel şeye bakıldığında muhtemelen her siyasetten bir kişi konuşma yapmıştır. Sloganlar atılmıştır, öyle bir, küçük bir şey, çünkü genel büyük kitle 1 Mayıs Taksim’e katıldığı için orada şey, günün anlam ve önemini belirten bir eylemdi o sadece, bir, küçük bir öğrenci eylemiydi, çok hatırda kalacak bir şey de değildi, yani okulun bahçesinde öğrencilerin de katıldığı bir eylem.
D.G: Evet. Peki, artık 12 Eylül’e doğru giden süreci biraz konuşalım. Buna dair birkaç sorum var. Mesela Tariş Direnişi İzmir’de, Deşt Toprak işgali işte Dersim’de, Tunceli’de, bu direniş ve işgal sırasında hareketinizin çalışması, yaşananlar ya da birey olarak tanıklıklarınız var mıdır, ne söylersiniz?
M.Y: Yani onları bilmiyorum, yani tanıklık etmedim ama mesela Deşt toprak işgalini çok hatırlamıyorum ama Tariş Direnişi’ni hatırlıyorum ama hem coğrafya olarak hem de benim bulunduğum konum itibariyle tanıklık etmedim. Ama Tariş Direnişi’nin propagandasını, saldırının teşhirini yaptık okulda, bulunduğumuz alanlarda, yayınlarda falan geçti o zaman ama fiilen içinde olmadığım eylemler. Deşt toprak işgalini hiç hatırlamıyorum ya gündemimizde değildi ya da benim tarihsel olarak yaşamadığım, siyaseten ilişkimin olmadığı bir dönem, onları hatırlamıyorum ama… O dönem açıkçası şey, yani eylem tarzı olarak mesela Tariş Direnişi falan bizim de içinde yer almış olsak bile önderliğini etmediğimiz, daha kitlesel hareketlerin ki ağırlıklı olarak sanırım Halkın Kurtuluşu’nun hareketinin yer aldığı bir şeydi. Yani bizimkiler de ya da diğer siyasetler de içinde yer almış olsa bile bizdeki yansıması biraz şeydi böyle, Halkın Kurtuluşu’nun direnişi, onların tarihinde yer alabilecek bir sayfa gibi hatırlıyorum ben. Yani biraz öyle bir şey vardı tabi kategorize etme, ötekileştirme vardı, çünkü yani hafızam beni yanıltmıyorsa onların önderliğinde, onların domine ettiği bir eylemdi. Bizimkiler de tabi bir kitle eylemi olarak mutlaka katıldılar ama öyle çok fazla bizim tarihimizin şanlı sayabileceğimiz bir sayfa, yani bizim kendi parti tarihinden söz ediyorum özellikle, partinin domine ettiği ya da partinin önderlik ettiği, işte tüm kadrolarıyla seferber edip başından sonuna sürüklediği, yönettiği bir eylem, bizim eylemimiz değildi. O yüzden de biraz da benim gençlik içersinde olmam hasebiyle yani çok içinde değildim eylemlerin, o tür eylemlerin. Yani biz mümkün olduğunca daha dar alanda kendi yaşam tarzımıza uygun eylemler yani öğrenci eylemleriyle ilişkilendirdik kendimizi.
D.G: Peki. Yine artık 12 Eylül’e doğru yaklaşıyoruz. Yine bu süreçte, özellikle sorumu tekrar etmem isterim, sizde tekrar duygusu yaratayım, tanık olduğunuz olaylar, siyasal cinayetler, işte iktidarın bu olaylar ve siyaset yani siyasal cinayetler karşısındaki demeçleri ve benzeri gibi bu, bu, buna dair ekstra bir şey söylemek ister misiniz aklınıza gelen?
M.Y: Tabi tanık olduğum şey benim yakalandıktan sonra yani birebir tanık olmadım ama aynı atmosferde, aynı ortamdaydık, Süleyman Cihan benden 20 gün sonra yakalandı yanılmıyorsam. Mesela Süleyman Cihan’ın katledilmesini o dönem yani bir, gözlerimle değil ama yani ortam itibariyle yaşayan birisiyim. Süleyman Cihan’ın yakalandığı geceyi hatırlıyorum, müthiş bir koşturma, ardından korkunç bir sessizlik şubede, II. şubede.
D.G: Aynı şubede miydiniz?
M.Y: Evet aynı şubedeydik, yani ben, aynı operasyonda yakalandık Süleyman Cihan’la. Ama benim tanık olduğum yani tabi süreç itibariyle işkenceleri yaşadık ve tanık olduk ama bir devletin cinayetine tanık olmadım, yani görmedim, yaşamadım da. Süleyman Cihan’ın dışında da bir şey, vakanın tanığı değilim.
D.G: Peki, hareketinizin darbeye karşı bir hazırlığı var mıydı? Darbenin sizdeki yansımaları ne oldu?
M.Y: Hareketimizin darbeye karşı bir hazırlığı yoktu, yani dediğim gibi, bu 24 Ocak Kararları’ndan sonra o kararların yol açacağı sonuçlara ilişkin çıkarımlarda bulunuyorlardı ama sanırım ya ciddiye almadılar ya da olanaklar ve yetenekler buna müsait, müsait değildi. Bir darbe olacak deyip de adım atmadılar, politika geliştirmediler, hatta hatta darbe olduktan sonra da bir politika geliştiremediler bana göre. Çünkü yani ben kendi özelimde şey yapayım, darbeden, Eylül, Ekim, Kasım, yaklaşık 3 ay sonra, 3,5 ay sonra ben bir eylem yaptım. Şimdi düşünüyorum da bu eylem mesela o döneme uygun bir eylem değildi, çünkü sen darbeye hazırlıklı değildin; yani geri mi çekileceksin? Saldıracak mısın? Geri çekileceksen böyle bir eylem yapılmaması gerekiyor! Saldıracaksan, bu saldırının hazırlıklarının ve geri dönüşlerinin absorbe edilmesi için çalışmaların yapılması lazım, çünkü her saldırıdan sonra devletin güçlü olduğu bir durum, sana saldıracaktır. Çünkü zira ben yaralandıktan sonra Derince’de bir sürü operasyon çekildi ve bir sürü arkadaş yakalandı benden sonra yakalandı, yani ben yakalanmadım ama o eylemden sonra operasyonlar oldu ve bir sürü arkadaşım…
D.G: Kimler yakalandı?
M.Y: Ben…
D.G: Yok sizin dışınızda kimler yakalandı yani sizden sonra, olaydan sonra?
M.Y: Ya kimler yakalandı? Yani Derince’de bizim örgütlenmemiz içerisinde örneğin benim kardeşim yakalandı, benim kardeşimi aldılar, gençlik içersinden 3-4 kişiyi aldılar. Benim ilk evine gittiğim arkadaşı aldılar, bunlar bir şekilde bulundu yani ulaşıldı, yani şey, o döneme kadar bizim örgütsel yapımız polisin hedefi haline gelememişti yaka… ama o eylemden sonra aldılar. Şimdi, döneme uygun bir eylem olmadığını düşünüyorum şimdi yani eylem yaptığım için açıkçası pişman falan değilim ama politik olarak, siyaseten bakıldığında doğru olmadığını, çünkü bir, yani bir yöntem geliştirmen lazım, bir darbe olmuş! Saldıracaksan saldırırsın, gerekli tedbirleri alırsın! Geri çekileceksen geri çekilirsin, gerekli tedbirleri alırsın! Yani bir politikasızlık egemendi tamam mı? Yani ben bir… gençlik örgütlenmesi içinde yer alan biriydim, bir eylem önerdim kendi halet-i ruhiyeme uygun bir eylem, ben gencim sonuçta, yani bu tutumuma, bu yapıma uygun bir eylemdi. Benim durumumda, benim yaşında birisinin başka bir şey önermesi, daha ciddi tutum geliştirmesi mümkün değil, çünkü yaşadıklarım belli, çıkaracaklarım belli! Ama bu, benim ruh halimi yönetecek bir parti yapısının, bir parti kültürünün, bir parti yeteneğinin olması lazımdı. Böyle bir şey yoktu. Yani dediğim gibi bir… müthiş bir tutarsız tavır… tutumsuzluk vardı o dönem, yani parti merkezi de ne yapacağını bilemedi ben, bana göre, yani darbeye karşı bir tutum geliştiremediler; geri mi çekileceğiz? Saldıracak mıyız? Statükoyu mu koruyacağız? Örgütlenmeyi mi koruyacağız? Yani o konuda bir öne çıkmış bizlere yansımış, bizleri de yönetecek bir politika ortaya çıkmamıştı, en azından biz yakalanana kadar ya da ben o eylemi yapana kadar öyle bir tutum geliştirilmemişti. Biraz onun sıkıntıları çekildi, biraz değil epey çekildi, çünkü yani bu işi ciddi… ciddi olarak değerlendirip ona göre adımlar atılsaydı belki yenilgiler yaşanmazdı, birtakım nicel değişiklikler yaşanabilirdi, onlar nitel farklılıklara yol açabilirdi ki bu sadece bizim sorumluluğumuzda değil bütün yapılar aynı şeyi yaşadılar. Yani ertesi gün devrim olacağını düşünen birçok yapı bir anda merkezsiz kaldı. Yani biz onlara göre gene bir şey… onların boğulduğu yerde biz bir kulaç daha fazla attık ama bu bir şey ifade etmedi.
D.G: …
Buradan devam edeyim. Yaşadığınız gözaltı, sorgu süreleri nerede oldu bu sorgu, nerede gözaltında tutuldunuz? Bu sırada yaşadıklarınız, tanık olduğunuz işkenceler, infazlar ve benzeri gibi olaylar oldu mu? Yani sizi birebir etkileyen önemli tanıklıklar nelerdir bu gözaltı ve sorgu süreçlerinde, neler yaşadınız, ne oldu? Ve nasıl yakalandınız, daha doğrusu ilk önce oradan alabiliriz.
M.Y: Ben İzmit’te yaralandıktan sonra bir süre orada kaldım, sonra hem yoğun aramalar hem de bakım sorunu yaşandığı için arkadaşlar tarafından İstanbul’a getirildim. İstanbul’da önce bir yoldaşın evinde kaldım, bir aile eviydi ve iyi bir ortamdı. Daha sonra…
U.D. Hangi yoldaşın evinde kaldınız?
M.Y: M.K. Daha sonra operasyonlar başlayınca oraya bazı arkadaşlar tarafından biliniyordu ve beni Yakacık’ta başka bir eve götürdüler. Tabi ben yaralıydım, siyasal çalışmanın dışındaydım ve bakıma muhtaç bir durumdaydım yani edilgendim açıkçası. Arkadaşların götürdüğü her yer benim için sığınılacak alandı. Yakacık’ta bir… şu anda adını da hatırlamıyorum, bir kitle ilişkisiydi yanılmıyorsam, bir eve götürdüler, o evde kaldım bir süre, bir aile, yoksul bir işçiydi, Kastamonulu aileydi o da kültür olarak geri, okuma-yazma bilmeyen bir eşi vardı, bir de çocuğu vardı, ben bir süre orada kaldım. Ve yakalanan bir arkadaşın o evi vermesi üzerine benim tanımadığım, daha önce eve gelmiş gitmiş bir arkadaşın vermesi üzerine bir gece o evde yakalandım, 81 Haziran’ının başıydı yanılmıyorsam yani tarihlerle çok aram hoş değil hatırlayamıyorum ama sanırım başıydı. Bir yani şeyde, İstanbul’da başlayan bir operasyonun parçası olarak, ben de o zaman partinin yaşadığı en büyük yakalanmalardan biriydi yanılmıyorsam, orada yakalandım, Yakacık’ta yakalandım, Yakacık’ta bir evde yakalandım, 2.şubeye getirildim, 2.şubenin yaptığı bir operasyondu. Yaralıydım ben, ellerim sargılıydı, yaralar hala kapanmamıştı, yaralı bir şekilde getirildim.
Başta şeydi, işte yani hemen yüklendiler, daha Yakacık karakoluna getirdiklerinde başladılar işkence yapmaya. Üzerimde sahte kimlik vardı, bir süre onu kabul etmedim, oradan 2.şubeye getirene kadar adımı falan söylemedim. Sonra 2.şubede daha ciddi bir şey başladı tabi işkence seansı başladı. Fakat yine de genel olarak bakıldığında yani benim konumumdan dolayı hem yaralı olduğum için hem de polis benim örgütsel çalışmanın dışına düşmüş biri olduğumu kavradığı için çok fazla yüklenmedi bana, çünkü gerçekten söyleyebilecek fazla bir şeyim yoktu. Ben yani çalışır durumda değildim zaten, yaralı bir şekilde bakıma muhtaç orada yaşıyordum. Bir iki gün yüklendiler, kaba dayak attılar, bir… açık yarama elektrik vermekle falan tehdit ettiler ama verdiğini sanmıyorum, o atmosfer içerisinde verip vermediğini de hatırlamıyorum (gülümsüyor) açıkçası ama vermediklerini düşünüyorum ama kablo falan dokundurdular falan. Birkaç gün sonra beni hücreye attılar yani diğer arkadaşların yanına. Sonra… beni İzmit’e götürdüler. ….Fakat genel olarak diğer yoldaşlarım, diğer arkadaşlarım kadar işkence görmedim, yani özel durumumdan dolayı, çünkü gerçekten bilmiyordum kimin ne yaptığını, çünkü operasyonla, bir örgütsel ilişkiyle benim çok bir alakam kalmamıştı. Ben sadece buradaki örgütlenme tarafından barındırılan, saklanan birisi durumundaydım, siyasal çalışmam yoktu zaten, yaklaşık 6-7 aydır bu durumdaydım. O yüzden de bana çok fazla yüklenmediler, fakat koşullarımdan dolayı çok sıkıntılı günler geçirdim orada. Zaten çok kötü bir yer, yani işkencenin dışında fiziki olarak da kötü 2.şube, toprak hücreleri falan olan, bir de yazdı, böyle küçücük hücrelerde 6-7 kişi, 10 kişi falan kalıyorduk. Haziran, Temmuz sıcağı, pencere falan yok, yani sırayla kapının altına eğilip nefes aldığımızı hatırlıyorum, sırayla nefes alırdık oradan böyle kapının altındaki aralıktan, 2.şubedeki hücreler öyleydi. Sonra benim yaralarımda kangrenleşme şeyleri vardı, bir süre hastaneye de gidemediğim için dışarıdayken arkadaşlar kendi yetenekleriyle falan bir arkadaşın hemşire ablası vardı, ondan aldığımız aletlerle ve önerilerle yaralarımın kangrenlik kısımlarını kesip alıyorlardı, tabi çok acılı bir süreç ama bu… dayanıyordum.
Aynı süreç şubede de başladı, işte bu kolum kanamıştı zaten, cop falan vurmuşlardı koluma ilk başta. Bu işkence seansları falan geçtikten sonra yani benimle işleri bittikten sonra daha doğrusu, aynı operasyonda yakalanan hemşire arkadaşlar vardı, sonra beni onların yanına çıkartıp pansuman edilmemi sağlamaya başladılar. F. özellikle, F.Ç. şimdi görüşüyorum kendisiyle de bana çok pansuman yaptı orada, hemşireydi o. Sonra onun bastırmalarıyla beni Gümüşsuyu Hastanesi’ne götürdüler şubedeyken, bir pansuman falan ama tabi çok fazla bir şey yapmadılar. Elimin, özellikle kopan elimin kemikleri falan dışarıdaydı ve etrafı sürekli iltihap yapıyordu, yani ciddi bir kangren tehlikesi yaşadım. Aslında biraz da kangren olmamı sağlamaya çalışıyorlardı, çünkü sürekli polisler, bu TİKKO’cular da ne kadar dayanıklı, işte bizim parmağımız kesilse ölürüz, bu adamların kolu kopuyor bunlara bir şey olmuyor gibi sürekli benim için hijyen ortamında uzaklaştırmaya çalışıyorlardı. Ben mesela yaralarımın bitlendiğini hatırlıyorum o dönem orada. Zaten çok kalabalık koğuşlar. Yani şey, sorgulama süreci içersinde özellikle yani benle bir noktadan sonra uğraşmayı bıraktılar ama yoldaşlarımın, arkadaşlarımın, başkalarının çok ciddi işkenceler gördüğüne tanık oldum. İşte bir gece müthiş bir koşuşturmadan sonraki sessizlik ve polislerden biri yanılmıyorsam geldi, işte Süleyman Cihan’ı yakaladık dediler. Sonra, birkaç gün sonra Süleyman Cihan’ın öldürüldüğü falan söylenmeye başladı, sorguya gidenlere söylemişlerdi onu… öyle bir şey yaşadık. Oldukça kalabalıktı, sadece devrimciler değil, mesela sivil faşistler, MHP’liler falan da vardı, kaçakçılar vardı. Mesela benim kaldığım bir koğuşta, hücrede, bir kaçakçıyı getirmişlerdi, kaçakçı tuvalete giderken bu Ahmet Ateşli’ydi o zaman oranın müdürü, ünlü bir polis şefi bu, öldü galiba, Ahmet Ateşli bunu ayırıp tokatlamıştı, bu yaşlı bir adamdı, tekrar hücreye geldiğinde ağlıyordu. Ben sordum işte, bir de Rizeliydi, böyle biraz hemşerilik falan, şey demişti, ben bir hafta önce bu adama bir valiz dolusu dolar getirdim, şimdi beni tokatlıyor demişti!
Meğer işte bir, mafya babalarından birinin tetikçisiymiş bu kişi, sonra şikâyet edilmiş yakalanmış falan şey tarafından, patronu tarafından, böyle olaylar yaşadım şeyde, hücrede. Yaklaşık ben 55 gün, 55 gün sanırım hücre… şeyde kaldım, gözetimde kaldım, şubede kaldım. Şubede kaldıktan sonra bizi işte önce 2.şube, sonra 1.şubeye götürdüler. 1.şubeye gittiğimde benim açımdan şey bitmişti, sorgulama süreci bitmişti. Oradan bir süre sonra bizi Selimiye’ye götürdüler, Selimiye gözetim yeriydi o zaman yani savcılığın, sıkıyönetim mahkemelerinin olduğu yerdi. Beni savcılığa çıkartmadan oradan Haydarpaşa Askeri Hastanesi’ne sevk ettiler, gözetimden. Ben yaklaşık 1 ay Haydarpaşa Askeri Hastanesi’nde kaldım, bu işte elimin kopan parçalarının kemiklerini falan temizlediler orada. Yani çok ciddi bir tıbbi müdahale yapmadılar o günkü koşullarda, zaten işkenceyi ortak, tüm oradaki şeylerin, adli tıptaki doktorların birçoğu işkencecilerle ortak çalışıyordu, yani içlerinde iyi niyetli olanlar da vardı ama sadece kemik, yani tıbbi operasyon yapıp kemikleri aldılar. Mesela o tıbbi müdahale sürecini tamamlamadılar, sinir uçları falan hala çok duyarlı. Ben de daha sonra da müdahale ettirmedim, en ufak şeyde acı veriyor, o zaman daha çok tabi. Sadece kanayan bölümleri kapattılar, ben 1 ay orada kaldım, 1 ay içersinde orada bir siyasi, yani tutuklu koğuşu vardı, çoğu devrimcilerden oluşan hastalar vardı. Orada gittiğimde… felçli yatan biri vardı, felç… yani kafasına, işkenceden, kafasına vurmuşlar, sonra benim yatağım da onun yanına denk geldi tesadüfen ve onun Hasan Bayrak olduğunu öğrendim. Bir süre kendinde değildi, sonra kendine geldi ve ailesi falan geldi, Hasan Bayrak bizimle aynı operasyonda yakalanan sanırım ve işkencede sakatlanan, öldü diye morga kaldırılan, sonra annesi tarafından bulunan birisiymiş, bir, onun daha sonra hikâyesini öğrendim tabi. Geçen yıl da kaybettik Hasan Bayrak’ı. Hasan Bayrak’la orada karşılaştım, Hasan Bayrak’ın da işkenceden sonra gördüğü ilk yoldaşı benim, o beni çok mutlu etmişti, o, o, onunla aramda böyle duygusal bir şey gelişti, yıllarca da görüştük onunla.
O da kendini çok iyi hissetmişti bir yoldaşıyla karşılaştığı için. Sonra başka işkence kurbanları vardı orada, çatışmalarda yaralananlar vardı. Mesela Dev-Sol davasından… bir, biri vardı, şimdi ismini hatırlamıyorum, çok zaman geçti ama ya ayağından yaralandı. Sonra açlık grevleri, cezaevinden açlık grevinden gelen birisi vardı. Çoğu devrimciydi yani kaldığım yerin, 1 ay falan orada kaldım. Oraya ilişkin hoş bir anımı da anlatmak istiyorum bu kadar kötü şeyin içersinde. Yani cezaevindeki gibi bir işleyiş yoktu orada, bir hükümlü, tutuklu koğuşuydu ama böyle gardiyan gibi askerler falan vardı askeri hastane olduğu için. İzmirli bir çavuş ya da onbaşı vardı genç birisi tabi, yani ben o zaman işte 18-19 yaşındayım. Bu, o İzmirli çavuş tam da Eylül ayı falandı yani bu mevsimlerdi yanılmıyorsam ve bir palamut mevsimiydi, palamut şeyi, bu çavuş bir gün geldi dedi ki, sizlerin birçoğu bundan sonra yıllarca ne rakı göreceksiniz ne palamut göreceksiniz dedi, ben size bir tepsi palamut pilakisi yaptıracağım bu akşam, bir de rakı getireceğim dedi! Bize yasadışı bir şekilde böyle bir palamut ve rakı ziyafeti çekti ve gerçekten de tabi biz, en azından ben 5 yıl, oradakilerin birçoğu yıllarca bir daha ne palamut yedik ne de rakı içtik, öyle de bir güzellik yaşamıştık orada. Yani tüm kötülüklerin içersinde güzel şeyler de oluyor. Ben o kötülüklerin içersindeki her güzel şeyi kendi cephemden sayıyorum. Cezaevinde de mesela daha sonra cezaevine gittiğimizde böyle işte sakat elime kelepçe vuran subaylar olurdu, sonra gelip o kelepçeyi gevşeten subaylar olurdu, o gevşeten subayları kendimden sayardım, çünkü insani bir tutum geliştirmişti, kendince vicdanlı davranıyordu ya da gerekçesi ne olursa olsun… yani beni rahatlatmaya yönelik ya da benim durumumdan rahatsızlık duyan bir tutum olduğu için ben onu kendimden sayardım, böyle bir şeyim vardı, böyle bir kriter koymuştum kendime, bakış açımdı. Yani biraz daha şey, dünyayı iyi insanlar ve kötü insanlar gibi okumaya başlamıştım o dönem. Hastaneden sonra tekrar ben Selimiye’ye gittim, fakat Selimiye’ye gittiğimde benimle birlikte yakalanıp Selimiye’ye gönderilen arkadaşların hepsi diğer cezaevlerine dağıtılmıştı, ben kaldım orada.
Uzun süre beni tutuklayıp cezaevine göndermediler. Ben Selimiye’deyken daha sonraki yakalanmalar, daha sonraki operasyonlardan gelen arkadaşlar oldu. Mesela onlardan bir tanesi Erhan Gencer’di, Erhan Gencer’le Selimiye’de karşılaştım, tanıştım. O operasyonlardan yaklaşık 20 küsur kişi vardı, bir süre onlarla birlikte kaldım Selimiye’de. Tabi baskı falan Selimiye’de de devam ediyordu, özellikle bir tane Karadenizli asker vardı, benim askerleri bombaladığımı düşünüyordu aklınca, yani yaralı olmamdan dolayı, her hastaneye ya da şeye, havalandırmaya çıktığımda beni özellikle dövüyordu orada. Kendince bir şey bulmuş yani o kendisini var ediyordu benim üzerimden herhalde. Bir süre sonra ondan dolayı revire falan çıkmamaya başladım. Sonra mesela o dönemde Selimiye’deyken annem ziyaretime gelmişti bir gün. Dedim ya kötülüğün içinde iyi şeyler de oluyor, annem bana bir ceket getirmişti, getirmiş, sonra anlattılar bunu. Ceketin içersinde benim dışarıdaki örgütsel ilişkilerimden kalma bir not kâğıdı varmış rapor gibi bir şey herhalde. O ceket yani yıllarca bizim ev, aylarca kaç kez arandı tarandı, basıldı polis tarafından ama o ceketin içersinde, askıdaymış o ceket ve o ceketin içersinde o notu bulamamışlar. O ceketi, annem de farkında değil, bana ziyarete gelirken getiriyor. Dış güvenlikte askerin biri ceketin içersinden o notu buluyor ve usulca hiç kimseye göstermeden anneme veriyor, diyor ki, başın belaya girer diyor, bunu al diyor! Böyle de bir şey de var işte böyle yani… öte yandan işkence yapan asker, diğer yandan notu gizlice anneme veren asker, yani hayatın içersinde her şey kötü değil, böyle güzellikler de şeyler de yaşadık. Sonra… beni Metris’e gönderdiler, sanırım yılbaşından önceydi, yani 81 yılbaşından hemen önceydi yanılmıyorsam. Metris’te işte o zaman böyle yoğun bir direniş, işkence, yeni açılmıştı zaten bir 6 aylık falan bir mazisi vardı. Uzun süre C9 koğuşunda kaldım, 15 tane Dev-Sol’cu vardı, bir tane ben tek başıma kaldım, yan tarafta da 16 tane Dev-Sol’cu yani 31 tane Dev-Sol’cuyla birlikte ki bir tanesi de Dursun Karataş’tı. Dursun Karataş’ın da içinde olduğu 31 Dev-Sol’cuyla birlikte yaşadım, bir süre, uzun süre.
Abdullah Meral vardı çok sevdiğim bir insan, çok nitelikli birisiydi, sonra ölüm orucunda şehit düştü o da.
D.G: Dursun Karataş’la bir diyalogunuz oldu mu? Bir anınız, bahsedebilirsiniz.
M.Y: Olmadı. Dursun Karataş’la bir diyalogum, anım olmadı. Ona ilişkin izlenimlerim de çok sıcak değildi, çünkü müthiş bürokrat ve kibirli bir insandı açıkçası, öyle çok alçakgönüllü biri olduğunu düşünmüyorum. Yani diğer, kendi davasından yargılanan insanlarla da aralarında çok sıcak, hukuksal ilişkiler yoktu, hep böyle diplomatik konumdaydı kendisi, yani ayrıcalıklı yaşadığını düşünüyorum orada da öyle muhabbetim olmadı, zaten havalandırmaya birlikte çıkıyorduk, uzun bir süre onlarla birlikte yaşadım.
D.G: Size karşı tutumları nasıldı?
M.Y: İyi davranıyorlardı, yani bir kere zaten şey, sakat olduğum için ve mücadele içersinde yer aldığım için de insanlar şey, çok yardım ediyorlardı, sıcak yaklaşıyorlardı, yani biraz şey böyle gazi muamelesi görüyordum açıkçası. Yani bedel ödemiş, pratik olarak bedel ödemiş biri olarak çok sıcak ve dostane yaklaşıyorlardı, bir düşmanlık görmedim ya da bir ketumluk görmedim; aksine, özellikle M. diye biri vardı onların davadan yargılanan ki şeydi biraz, tabi yaralarım falan tümden kapanmadığı için, örneğin kendi çamaşırımı yıkayamıyordum, M. çamaşırlarımı yıkıyordu orada. Sonra işte bana bulaşık yıkatmıyorlardı mesela işte komünde görev aldığımda. Yani böyle kişisel ihtiyaçlarımı, ihtiyaç duyduğum noktada kişisel ihtiyaçlarımı da karşılıyorlardı. Özellikle Abdullah Meral bana göre çok proleter kültürlü, proleter ruhlu birisiydi, çok ağırbaşlı birisiydi, yani bende iz bırakan, cezaevinde iz bırakan insanlardan biridir o. Kayıptır bana göre işte yitirdiler yani. Bir süre öyle yaşadım, sonra işte Elbise operasyonları, açlık grevleri oldu, 27 günlük açlık grevi, 27-28 günlük açlık grevleri oldu. o direnişlerin hepsinde yer aldım, fiili direnişlerde yer aldım, yani cezaevindeki direniş sürecini yaşadım, geri, geri düşmedim o şeyden, o yüzden de kendimi hep iyi hissettim. Bir süre sonra zaten Elbise operasyonları falan başlayınca koğuşları dağıttılar, ben de bizim davadan yargılanan arkadaşlarla birlikte olma avantajı yakaladım. İşte Ali Rıza Boyoğlu’yla kaldım, B.S. vardı, N.’le kaldım bir süre, N.T., H.Ş.’le kaldım, yani şimdi hepsini tek tek hatırlamıyorum ama…
Daha sonra o değişti, biraz daha, tabi insan sonuçta… yani genel olarak bir devrimci kültüre sahip olsan bile her örgütsel yapının kendi içinde bir kültürel ve ruhi şekillenmesi oluyor, yani o insanlarla yani en azından bir aidiyet yaşıyorsun, aynı yapıdasın, aynı kültürdesin, aynı siyasettesin, aynı davadasın, yani bir yoldaşlık ilişkisi diğerlerine göre biraz daha farklı, gerçekten onu yaşayabiliyorsun. Ben de o koğuşlar dağıldıktan sonra kendi dava arkadaşlarımla birlikte kaldığımda, kendimi açıkçası daha iyi hissetmiştim. Yani o, diğer siyasetlerin de bana yaklaşımı çok dostçaydı ama sonuçta pratik olarak sıkıntılar da yaşıyorsun. Yani orada ör… cezaevinin içersinde bir örgütlenme var, notlar geliyor gidiyor bilmem ne, işte zulalar yapıyorsun saklamak için evrakları, notları, dokümanları. Mesela duvar kazmak için işte M. bana yardım ederdi ya da işte kutulardan zulalar yapardı, M. yapardı bana, yapabilme şansım olmadığı için, öyle bir dayanışma içersinde olurdu ama sonuçta M.’in yaptığı zulayı ben M.’ten gizlemek zorunda kalıyordum yani şey olduğu için, bir illegalite orada da yürütülüyor. Komik tabi bakıldığında, sonuçta bir dünya var, o dünya içersinde kendine yeni dünyalar yaratıyorsun, böyle bir süreçti.
D.G: Peki, yargılama safhası nasıl oldu, yani hangi dava dosyasından yargılandınız, dava dosyasının adı neydi? Dava arkadaşlarınız kimlerdi? Yargılama öncesi ve yargılama safhasındaki tanıklıklarınız, işte mahkemedeki o duruşmalar, duruşmalara gidiş gelişler, mahkeme heyetinin size olan tavrı, ailenizle olan ilişkiniz, avukatınızla olan ilişkiniz, avukat görüşleri, avukat savunmaları, yani bu yargılama safhasında tanık olduğunuz ve sizi etkileyen olay ya da olaylar nelerdir?
M.Y: Şimdi, ben cezaevine gittikten çok kısa bir süre sonra, böyle anekdotlarla gideyim aslında, cezaevine girdikten çok kısa bir süre sonra, Alemdağ Cezaevi ya da Hasdal Cezaevi’ndeydi yanılmıyorsam, bir operasyon sırasında, ismi de Hakan Mermeroluk olabilir, bir ya da iki tane kişi operasyonda iki tane devrimciyi katletmişlerdi, onlar için bir açlık grevi vardı, gittiğim gün hemen açlık grevine başladım ben, 3 günlük bir protesto açlık greviydi. Hatta hayatımın ilk açlık greviydi ve bizden de kimseyi bilmediğim için…
D.G: Çok af edersiniz, buyurun…
M.Y: Sormaya da cesaret edemedim o gençliğin verdiği işte özgüven şeyi, sıkıntısı. Açlık grevinin nasıl yapıldığını bilmiyorum, 3 gün açlık grevi yaptım ve ben 3 gün hiç su içmedim. 3.gün ar… bir arkadaşa sordum, dedim ki ya, ha pardon, M.’i su içerken gördüm, ha dedim ki su içiliyormuş demek ki, 3.gün su içmeye başladım. Öyle bir şey, açlık grevinde nasıl yapıldığını bile bilmiyorum, sormuyorum da zaaf gibi karşılanır diye, çünkü yoğun bir direniş var, herkes can feda direniyor, öyle bir süreç, şey içersinde, durum içersinde yani kendimizi zaaflı gibi algılatmamaya çalışıyorum, yeni de gitmişim oraya. Bir de bir yandan da işte farklı siyasetler var, hani kendimi orada sanki TKP-ML’yi temsil ediyormuş gibi hissediyordum açıkçası. Böyle bir süreçti. Ben aynı zamanda Gölcük’te de yargılanıyordum, Gölcük Donanma Komutanlığı Sıkıyönetim Mahkemesi’nde de yargılanıyordum eylem ve çalışmalarım orada olduğu için. Talimatla ifademi alıyorlardı bazen. Selimiye’ye gidip ifade veriyordum, çıkarken yani o ilk dönem 27 günlük ya da 28 günlük, işte birisi 27, birisi 28’di, açlık grevinden sonra böyle görece rahat olduğumuz bir dönem vardı içeriye kitapların alındığı, elbiselerin alındığı, yiyeceklerin alındığı bir dönem vardı. O dönem içersinde işte o Dev-Sol’cularla beraber kaldığım dönemde rahat bir dönemdi o, çok fazla baskı görmediğimiz yani gerçekten havalandırmayı kullanabiliyorduk, koğuşlarda işkence yapılmıyordu, işte kitap okuyabiliyorduk, dışarıdan kitap geliyordu. O dönem yanı zamanda Gölcük’te de yargılanıyordum, bir gün beni Gölcük’e, Gölcük’teki davamla ilgili şeye çıkardılar, ifade vermeye çıkardılar duruşmaya, Selimiye’ye. İşte cezaevi arabasıyla giderken, ben de çok İstanbul’u bilen biri değilim, zaten çok fazla gelmemiştim o zamana kadar. Boğaz Köprüsü’nden geçerken cezaevinin arabasının camından, sabahın erken saatlerinde Boğaz’ın üzerindeki bir sis tabakası ve sis tabakasının içersinde yarısı dışarıda bir denizaltı, çelik böyle çelik, metalik çelik bir hava var, sis var, bir denizaltı; çok etkilemişti beni o şey. Sonra oradan çıktık şeyden, köprüyü geçtik, Selimiye’ye inmek için sanırım Karacaahmet Mezarlığı’nın içinden geçtik ve ben mezarlıkta kocaman açmış güller gördüm, mezarlıkta güller gördüm!
Birden böyle içime yaşama sevinci doldu, ya dedim ki, hayat devam ediyor dışarıda. Böyle işte küçük küçük şeylerle direniş mevzileri yaratıyorum aslında içimde, çünkü cezaevine girerken kafamda bir şey oluşmuştu, dedim ki kendi kendime; Metin cezaevindesin, düşmanın elindesin, sana her şeyi yapabilirler, tercihini şimdiden yapacaksın, ya direneceksin burada yani diğer direnen insanlarla birlikte ya da vazgeçeceksin! Çünkü yani şeyin yok… amaların yok ya evet diyeceksin ya hayır diyeceksin! Çünkü devlet zaten seni o koşullara mahkûm etmiş, orada direniyorsun, yani ya direneceksin ya direnmeyeceksin, ara, ara yol yok orada. Öyle bir netlik içersinde kendime direniş mevzileri yaratıyordum böyle güzel şeylerle. Demin de dediğim gibi işte subayın biri kelepçemi gevşettiğinde ben oradan bir iyilik çıkartıyordum, diyordum ki, ha ben bu evrende yalnız değilim, tek başıma bile olsam, var arkadaşlarım ama yani iyilik yalnız değil, gibi. O gülleri cezaevinde gördüğüm günün devamında sıra beklerken, böyle küçük küçük anılar anlatıyorum ama…
D.G: Tabi ki.
M.Y: Bankta sıra beklerken yanımda oturan güvenlik asker işte bana şey dedi, hangi davadan yargılanıyorsun, dedi? Dedim işte Partizan davasından yargılanıyorum. Asker, subay gidince konuşmaya çalışıyor biraz. Sonra o cevabı aldıktan sonra benden, asker sessiz bir şekilde ıslıkla kan içinde yatar Ali Haydar’ın marşını söylemeye başladı. Yani… yani bana, ben de sizdenim demek istiyor. Tabi ben onu tehlikeye atmamak için çok fazla şey yapmadım, sonra bana dedi ki, sigara içer misin, sigara vereyim! Ben dedim hayır, ben sigara alabiliyorum. Sonra dedi ki, direnmeye devam edin dedi, aileler dışarıda baskı yapıyorlar, işte herhalde bir direniş anıydı o, o dönem öyle, çünkü askerin o, o bana moral vermeye çalıştığını hatırlıyorum. Oradan da bir iyilik çıkarttım, o moralle cezaevine döndüm ve o işte dediğim gibi yani sonuçta kendimce şey düşünüyorum, Sibirya’dan tahliye olma onurunu yaşadım, cezaevinde bir Sibirya vardı son koğuş, duvara bakıyordu, belki diğer arkadaşlardan da anlatmışlardır ya da dinlemişsinizdir bu öyküleri, si… direne direne yaşayanların kaldığı yer Sibirya denen arka duvar, son E Blok, ben de oradan tahliye olabilme onurunu yaşadığım için kendimi iyi hissediyorum, o cezaevi sürecini öyle değerlendiriyorum artık. Elbise Operasyonlarında falan işte çıplak kaldık da… bizim davada yani ilk mahkemeye çıkışımız da Elbise operasyonlarının olduğu döneme denk geldi.
Bir kış günüydü yanılmıyorsam, böyle havalandırmada bizi çok uzun süre beklettiler. Biz de elbise giymediğimiz için üzerimizde bir külot, bir atlet, ayağımızda da terlikler vardı, ayakkabılarımızı da almışlardı, şıpıdık terliklerle don atlet şeye çıktık, mahkemeye ama bizi direkt mahkemeye çıkartmadılar, uzun süre havalandırmada beklettiler ve tipi böyle şeyin içinde dönüyor, havalandırmanın içersinde! Böyle çok etkileyici bir andır söylemek isterim özellikle. Benim de tabi işte sakatım, yaralıyım, yani yaralarım kapanmıştı ama bir zayıflık var bedenimde ondan kaynaklanan. Birkaç arkadaş böyle kendini iyi hisseden, kalıbı yerinde arkadaş, köşede, havalandırmanın köşesinde bir sığınak yaratıp, bedenleriyle beni orada korumaya aldılar yani rüzgârdan, tipiden etkilenmemek için, öyle bir şey… benim önümde bir bent oluşturdular, mahkemeye çıkana kadar ben orada yani tipi, rüzgârın etkisinde çok fazla etkilenmeden kaldım, etten bir duvar oluşturdular benim önümde. Sonra mahkemeye çıktık, mahkemeye çıkarken çok uzun süre sonra annemi gördüm, orada, mahkemeye de bu şekilde çıktığımız için zaten sorgu morgu almak istediler, biz de can güvenliğimiz olmadığını, dilekçe vereceğimizi falan söyledik, bir, askerler bize saldırdı, banklar falan uçuştu mahkeme salonunda. Benim gördüğüm ilk ve son mahkeme oldu o, ondan sonra hepimiz tekrar cezaevine gönderdiler bir fasıl geçtikten sonra bize şeyde, mahkeme salonunda. Sonra bize 15’er gün hücre cezası verdiler, biz hücrede kaldık 15 gün, bizim davadaki bütün arkadaşlar hücre cezası… kaldı. Sonra işte döküle döküle, açlık grevleri 28 günlük, 27 günlük açlık grevleri, aradaki açlık grevleri, fiili direnişleri sürdürerek biz E Blok’ta yani o Sibirya denilen yerde kaldık. En sonunda oradan tahliye oldum ben. Kaldığımda, cezaevinden çıkarken en son vedalaştığım arkadaş Fevzi, kısa bir süre sonra da şeyde, Tuzla’da köprünün altında katledildi 4 kişiyle birlikte. Öyle de bir şeyi var, hüznü var, son vedalaştığım arkadaştı. Yani cezaevi süreci özellikle böyle, o cezaevi süreci içersinde direniş disiplininden kopmamaya çalıştım.
Yani zaten bir standardı vardı, fiilen mücadele edemiyorsun yani saldırmıyorduk ama en azından kendimizi koruyorduk. Yani hem parti disiplininden hem de genel olarak devrimci kültürden kopmadan yaşadığımı düşünüyorum orada da öyle bir süreçti. Kendime çok şey kattı, en azından o süreci öyle yaşadığımı düşünüyorum.
D.G: Avukatınız kimdi?
M.Y: Avukatım, avukatım Kemal Yılmaz’dı, şimdi vakfın başkanı. O da şimdi ben yakalandığımda ailemin haberi yoktu tabi, İstanbul’daydım ve ben arandığım süreçte ailemle hiç görüşmedim. Yoldaşlar biri iki kişi gidip haber veriyorlardı, yani en azından annem bir süre, ailem benim yaşadığımı da bilmedi, çünkü yaralandığım yerde saatim kalmıştı, o saati polis alıp, subay daha doğrusu, alıp onu götürüyor eve, işte anneme gösteriyor, diyor ki bu saat kimin? O da diyor oğlumun! Oğlun öldü diyor ona. Sonra, işte cesedini sakladılar diyor falan. Bir süre benim yaşadığımdan haberleri olmadı. Sonra arkadaşlar bir yöntem geliştirip, işte dükkânımız vardı bizim o zaman, dükkâna gidip ya da mektup mu atıyorlar, bir, bir şekilde aileme haber veriyorlar benim yaşadığımı. Sonra, ben İstanbul’a geldikten sonra, ona da yani inanıp inanmadıkları belli değil ama ben sol elimi kullanarak kargacık burgacık bir mektup yazdım, o mektubu elden gönderdim onlara. Öyle bir şeyleri oldu, haberleri, yaşadığıma ilişkin haberleri oldu. Sonra yakalandığımdan haberleri olmadı. Yakalandığımda da beni İzmit Cezaevine götürdüklerinde yine Pol-Der’li falan bir polis benden telefon numarası istedi, ailene haber vereyim yakalandığını diye. O da bana öyle bir iyilik yaptı polisin biri, gecenin bir vakti amcama haber verdi, amcam esnaftı şeyde, çarşıda. Sonra cezaevine düştüğümde de yani ailemin işte İzmit’te yaşıyorlar, çok fazla takip edemediler şubeyi falan.
Kemal Yılmaz bütün bizim arkadaşların davalarına giriyordu genel olarak. Ben de cezaevine dilekçe verip Kemal Yılmaz’ı talep ettim onunla bir görüşme yaptık. Sonra ailem işte onunla görüşmeye başladı. Bu şekilde ben Kemal ağabeyin şeyi oldum, müvekkili oldum, onunla da devam ettik sonra, öyle.
D.G: Peki ailenizin yani tutum ve davranışı neydi, yani size, bu tercihlerinize nasıl yaklaşıyorlardı?
M.Y: Ya şimdi ailem tabi… açıkçası siyaseten karşı çıkmadılar bana hiç, yani benim dünya görüşüme, devrimciliğime karşı çıkmadılar ama illegal bir yapı içersinde olmak, bir tehlike karşısında olmama her zaman karşı çıktılar
D.G: Kısa bir aradan sonra, yani ailenizin sizin durumunuza olan bakış açısından bahsediyordunuz kartımız bitti. Buyurunuz.
M.Y: Şimdi ailem gerek dışarıdaki devrimi mücadelem sırasında gerekse cezaevi sürecinde bana destek oldular diyebilirim. Yani şeydi tabi, siyaseten karşı çıkmadıkları bir durumdaydım ama başıma gelecek şeyleri düşünebildikleri için yaşayabileceğim sıkıntıları varsayarak bu temelde karşı çıkıyorlardı yani zarar görmemem anlamında. Örneğin yani darbeden sonra devletin bir silah toplama şeyi vardı, kampanyası vardı, silahlarınızı götürün bırakın, yargılanmayacaksınız falan diye. Babamın, sakın silahlarınızı teslim etmeyin, gömün çürüsün dediğini biliyorum, hatırlıyorum. Hatta bizde, bende partinin bir silahı vardı, bunu evimizin önünde derenin kenarına beraber yer yaptık bir plastik kutu içine onu keçeyle sardık falan, beraber gömdüğümüzü biliyorum, yardım etmişti bana da. Bunu siyaseten değil biraz da böyle şey işte yani devlete silah teslim edilmez mantığıyla da yapmış olabilir ama yani düşüncelerimize karşı insanlar değillerdi annem de babam da ailemin içerisinde vardı tabi yani amcalarım vardı, özellikle devletle ilişkileri olan iki tane amcam vardı, onlar yani polisle falan muhabbetleri olan, mafyatik yaşayan tiplerdi çünkü, onlar için değil halalarım ve özellikle annem babam şey değildi, çok rahatsız edici tutum geliştirmediler. Özellikle cezaevinde zaten çok destek oldular, yani ekonomik anlamda onları sıkıntıya sokan bir durumdu, çünkü bir tane dükkân işletiyordu babam daha önce de söz ettiğim gibi, kardeşim de ben de cezaevine düşünce dükkân anneme kalmıştı. Bir tane daha küçük kardeşim var, en küçük kardeşim, işte ortanca kardeşim Gölcük’te Konca Cezaevi’nde yatıyordu, ben Metris’te yatıyordum, aynı güne denk gelen ziyaret günlerinde annem bana, küçük kardeşim diğer kardeşime şey çamaşır getiriyormuş böyle, yani destek oldular, ziyaretimi ihmal etmediler ki zaten uzun süre ziyarete de çıkmadık. Komşularımızdan destek olanlar vardı geçmişte hukukumuz olan aileler, mesela babam annemi sürekli benim ziyaretime gelmesi için, ziyarete çıkmamamıza rağmen, sen git çocuğu kapıda bekle, o mutlaka seni hissedecektir diyen komşularımız, amcalarımız oldu, büyük, komşu büyükler oldu bu şekilde, daha sonra anlatıldı tabi bunlar bana.
Yani beni ekonomik olarak da duygusal olarak da cezaevindeyken hiç yalnız bırakmadılar. Kardeşimle mektuplaştık, işte akrabalar… diğer aile bireyleriyle mektuplaşıyordum, yani öyle izole etmeye yönelik, reddetmeye yönelik, yalnız bırakmaya yönelik bir tutumları hiçbir zaman olmadı. Fırsat buldukları her zaman beni desteklediler. Avukat noktasında sıkıntı olmadı, ben söylediğim her zaman avukata ekonomik olarak ödeme yaptılar, destek oldular, öyle direkt talepleri olmuyordu zaten de Kemal sağ olsun ama o süreç, yani o cezaevi süreci benim açımdan ailemin desteğinin olduğu bir süreçti, kendimi hiç kötü hissettirmediler bana açıkçası.
D.G: Evet. Peki, bu yargılama safhasına dair yani mahkeme heyetinin tutum ve tavrıyla ilgili bir şeyler söylemek ister misini?
M.Y: Yani…
D.G: Hâkim.
M.Y: Açıkçası ben ve benim gibi birçok arkadaş herhangi bir mahkeme görmedik, bir yargılanma görmedik! Dediğim gibi bir kere ben mahkemeye çıktım ki çok uzun süre sonraydı zaten, 4-5 yıl falan geçmişti biz yakalandıktan sonra ve ilk mahkemeden sonra biz işte o olaylı duruşmadan sonra hücre cezaları aldık, bir süre sonra da tahliye edildik. Birçok arkadaş yani büyük bir tahliye oldu, çünkü çok uzun süre geçmişti aradan ve yani birikmişti şeyler, cezalar falan yani insanların birçoğunun alacağı cezayı karşılayacak durumdaydı yattıkları süre. Ben bir kez mahkemeye çıktım o da işte ilk mahkeme, ondan sonra bir daha mahkemeye çıkmadım. Bir iki kez Gölcük için mahkemeye çıktım Selimiye’de, yani o mahkeme şey, ilk çıktığımız buradaki mahkemenin zaten yani mahkemeyle bir alakası yok. Onlar işte kimlik tespit edip, cezaevinde o dönem işkence dönemiydi, tek tip elbise, çırılçıplak yaşıyorduk, korkunç bir baskı vardı, biz o baskıları teşhir için bir kürsü olarak kullanmaya çalıştık mahkemeyi, çünkü gerçekten yargılanmamızın bir anlamı yoktu, biz çok rezil koşullarda yaşıyorduk. Yani işkence, fiili fiziki işkence yaşıyorduk, işte gece yarıları koğuşlar basılıyordu, üzerimize hortumlu soğuk sular kışın, mazgallardan su sıkılıyordu falan, su ıslak, şeylerde yatıyorduk, yataklarda, kötü bir dönemdi o dönem. O yüzden yani bizim mahkemeden bir beklentimiz yoktu zaten, yaşadığımız koşulları aktarmaya çalışma, çalışmak için kullandık orayı. Ona da izin vermediler, kavga çıktı işte sandalyeler masalar uçuştu, mahkeme bitti, bir daha ben mahkeme görmedim, öyle bir süreçti o.
D.G: Peki. Yine anlatımlarınız içerisinde değindiniz ara sıra fakat ben yine de soru olarak sormak isterim. Hapishanenin, tutukevinin fizik koşulları nasıldı? Örneğin hapishane yönetiminin size karşı olan, sizlere karşı olan tutumu, bu uygulamalara karşı olan tavırlarınız, ortak hareket etme imkânı varsa oradaki arkadaşlarınızla olan ilişkileriniz, hücre ya da koğuş yaşamı fark etmez, günlük yaşam nasıldı? Ortak alanları nasıl kullanırdınız? Yeme içme sorunu nasıl çözülürdü, sıcak su, banyo ve benzeri gibi ihtiyaçlar işte çamaşır yıkama dediniz, bunları giderilmesi, işte parasal sorunlar nasıl giderilirdi, ortaklaşma nasıl olurdu? Yani kısaca, birlikte kaldığınız arkadaşlarınızla işte böyle sosyal, siyasal ne gibi ilişkileriniz vardı?
M.Y: Ya ben şimdi genel olarak kendimi uyumlu bir insan olarak tanımlıyorum, o yüzdende yani diğer insanlarla birlikte yaşama konusunda çok ciddi sıkıntılarım olmadı ama tabi birlikte yaşamak apayrı bir kültür, sıkıntılı bir süreç, çünkü yani bu bir dediğim gibi bir kültür ve herkes o kültürü yaşayarak gelmiyor. Ortak kullanım alanlarının doğru şekilde değerlendirilmesi, olanakların mantıklı ve ortak yaşama ruhuna uygun bir şekilde paylaşılması herkes için çok kabul edilebilir, uygulanabilir bir şey değil. Geldikleri ortam farklı, yaşadıkları koşullar farklı. Fakat ben genel olarak kendimi uyumlu bir insan olarak tanımladığım için ve yani birlikte yaşama konusunda fedakârlık da yapabileceğimi düşündüğüm için çok sorun yaşamadım cezaevlerinde. Dediğim gibi, ilk cezaevine gittiğimde yani 15 tane Dev-Sol’cunun içersindeydim, orada bir komün vardı, bende ailemden gelen parayı o komüne aktardım, onlarla birlikte yaşadım, uzun süre bu böyle devam etti. Yani olanaklar eşit bir şekilde paylaşılıyordu, yani beni rahatsız edecek bir davranış geliştirilmedi, çünkü zaten ortak bir kültür gelişmiş orada, işte sigaracılar, sütçüler falan, sigara içene sigara alınır, böyle süt içene süt alınır gibi klasik bir şey vardı, uygulama vardı. Onun dışında hani şey, ihtiyacı olana ihtiyacı olan şey çok zaruriyse verilebilirdi, mesela mide hastaları vardı, onlar için özellikle süt falan alınırdı. Ama onun dışında böyle çok özel alanların, özel noktaların dışında olanaklar, özellikle maddi olanaklar ekonomik anlamdaki olanaklar eşit bir şekilde paylaşılırdı.
Yani ihtiyacına göre ve sayıya göre 16 kişilikse 16’ya bölünürdü. Tabi şey, özellikle cezaevinin, cezaevinin idaresi yani devletin bir parçası olarak, anlayışının devamı olarak, bizi teslim almaya yönelik uygulamalar yapıyordu. Başta işte yani istiklal marşı söyletmek gibi ya da işte komutanım dedirtmek gibi, saçımızı kesmek gibi uygulamalar vardı, bunların birçoğundan hiç vazgeçmediler ve bunları bir baskı unsuru olarak hep kullandılar. Bu, tabi ortak bir dayanışma kültürünü de yarattı, çünkü aynı baskı altındaydık, aynı konularla karşılaşıyorduk ve geliştireceğimiz yani direnmeye niyeti olan herkesin ister siyaset erbabı olsun ister bireysel olarak olsun herkesin muhatap olduğu uygulama aynıydı ve direnmeye niyeti olan da beraber direnmek zorundaydı, biz o şeyi uzun süre yaşadık. Fakat daha sonra yani baskılar arttıkça ve süreç uzadıkça siyasetlerin meseleye bakış açıları, direnişe bakış açıları farklılaşmaya başladı. Yani bireysel, günlük yaşamın dışındaki direnişe ilişkin farklılaşmalar başladı. Yoksa koğuştaki günlük yaşamda yani benim yaşadıklarımda, koğuşlarda hiçbir sıkıntıyla karşılaşmadım. Ha bireysel şeyler oluyordu, örneğin işte yüksek sesle konuşan, ne bileyim temiz olmayan ya da çok temiz olan, titiz davranan, bunu psikopatlık durumuna, derecesine vardıran, çünkü cezaevi özel bir alan, o özel alanın özel sorunları oluyor, onlar da seni bir ölçüde rahatsız edebiliyor yani ama tolere edilemeyecek şeyler değildi, en azından benim açımdan. Ben bir başkasının bana yaşattığı bireysel sıkıntıları sorun haline getirip çatışma noktasına dönüştürmedim hiçbir zaman, öyle yaşadım. Biraz da bana toleranslı davranıyorlardı belki ondan kaynaklanıyor. Yani daha sonraki, o ilk koğuştan sonraki koğuşlarda kendi yoldaşlarımla kalırken de böyle çok ciddi sorunlar yaşamadım ama ortak yaşamanın verdiği sıkıntılar var. Ben örneğin, benim ailemin yaşam biçimi bir başkasının yaşam biçimiyle aynı değil, alışkanlıkları farklı, kültürleri farklı ama dediğim gibi ben onları bir çatışma noktasına dönüştürmedim ama çatışma noktasına dönüştürenler de vardı, ben onları tolere etmeye çalıştım. Cezaevi direnişine ilişkin şey ise, yani sonuçta dediğim gibi bir ortak baskı var ve o ortak baskı konusu, karşısında geliştirilecek bir ortak tutum var, yani o tutumun adı direniş ama direnişin nasıl oluşacağı, nasıl olacağı konusunda yöntemler konusunda, süresi konusunda daha sonra farklılaşmalar çıktı.
İşte örneğin yani biz, bizim fiili direnişi savunduğumuz noktada kitlenin ruh halini dikkate alalım, işte ölüm orucu yapmayalım, açlık grevi yapmayalım dediğimiz noktada bir başka siyaset, tek direniş biçimi olarak açlık grevlerini, ölüm oruçlarını savunup onları uyguladı. Bir süre sonra ortak kararın dışında hareket edilmeye başlandı ve yani bana göre biraz da özellikle Metris’teki direniş o anlamda bir zafiyet de gösterdi, çünkü baskının şiddeti arttıkça, baskının şiddeti ve süresi arttıkça direnişin ivmesi de düşüyordu, çünkü yıllar ilerledikçe bağımsızlara giden insanların sayısı arttı, direnenlerin sayısı azaldı. O da direnişin gücünü zayıflatıyordu tabi. Dediğim gibi yani koskoca Metris ben tahliye olduğumda 85’in sonuydu, yani… kaç işte, 1-2 havalandırmanın yarısı kadar yani karşımız duvardı çünkü, yaklaşık 3-6-8, 12 koğuşluk bir direniş şeyi kalmıştı, direnişçi kalmıştı. Onların da işte birçoğu işte bıkkınlık, sürecin uzaması ve insanların yani en son yapacakları şeyi ilk önce yaptırtmakla ya da o direnmeyi hazırlayamamakla ilgiliydi. Biraz da tabi ideolojik olarak yaşanan dış koşullar, iç koşullar, insanların ideolojik beslenmemeleri bizi zayıflatmıştı, direnişi zayıflatmıştı. Yani genel olarak bireysel anlamda koğuşlarda bir sıkıntı yaşamadan, kişisel anlamda bir sıkıntı yaşamadan o cezaevi sürecini tamamladım.
D.G: Peki, şöyle bir sorum olacak, biraz uzun bir soru olacak, çünkü size isimler okuyacağım. Hareketin ilk oluşumundan itibaren muhalif kimliği nedeniyle hayatını kaybeden yüzlerce insan var. Bu insanlar arasında tabi okuyacağım bazı isimler var, hiç beraber faaliyet yürüttüğünüz kişiler oldu mu, bunu biraz konuşmak istiyorum. Varsa sizde bıraktığı izle nelerdir, biraz buna değinmenizi isteyeceğim. Bu kişilerin ölüm haberini aldığınızda ne hissettiniz, paylaşmanızı rica edeceğim. Okuyorum, örneğin Meral Yakar 1973, Ali Haydar Yıldız 73, Ahmet Muharrem Çiçek, Atilla Özkan, Mehmet Kocadağ 1976, Atilla Özkan da 1976.
Erdoğan Yalçıngil 76, Naci Güven 77, Tuncay Bali 77, Cemil Oka 77, Hüseyin Aslan, Hüseyin Çaparoğlu, Cuma Gül, Hasan Yıldırım, İsmail Poyraz, Hasan Kızılkaya, Müzeyyen Keskin, bunlar 2 Eylül 1977’de 1 Mayıs Mahallesi’nde yaşamını yitirenler. Zülfikar Uralçin yine 77, Mehmet Zeki Şerit 77, Selahattin Doğan 78, İsmail Hanoğlu 78, Sırma Boyoğlu 78, Ali Yılmaz 78. Orhan Bakır Karakoçan 1980, Efendi Diril 80, Raci Yılmaz 80, İbrahim Kara, Ali Geçgel İzmir’de yaşamını yitirenler 1980, İrfan Çelik 80. Haydar Aslan, İhsan Parçacı 1981, Süleyman Cihan 1981, Behzat Firik, Ali Sarıbal, Veysel Uyar, Erdoğan Tekin 81. Ali Uçar 83, Niyazi Gündoğdu 83, Medet Özbadem 83, Hasan Hakkı Erdoğan 1984, Hayrettin Bakış 85, Zeki Uygun 86, Aziz Vatan 2009, Bedi Avcı 2013, Erhan Gencer 2014, Nezih Uzuner, Kahraman Yılmaz, İsmail Özgül, tabi bu liste uzar gider.
M.Y: Evet.
D.G: İsimler arasında beraber çalıştığınız…
M.Y: Şimdi, hüzünlü…
D.G: Tanıdığınız…
M.Y: Hüzünlü bir liste. Ben yani dışarıdaki siyasal faaliyetlerim içerisinde bu saydığınız yoldaşlardan hiçbiriyle birlikte olmadım ama mesela listede olmayan Mustafa Sarıtaş var İzmit’ten Ankara’ya görevlendirilmişti, bir Kasım ayında, Kasım’ın 24’üydü yanılmıyorsam, o da bir elinde bomba patladı, Şenol Yol’la birlikte orada şehit düştüler. Mustafa’yla çalıştım, Mustafa benim sorumlumdu İzmit’teyken ve ben öğrenciyken, kararlı ve yiğit bir arkadaştı, aynı zamanda iyi bir hatipti. 78 yılında 15-16 Haziran mitingi vardı Bursa’da, orada bir sıkıntı oldu ve basketbol potasının üzerine çıkıp, kitleyi toparlayıp bir konuşma yapmıştı, hala gözümün önünde şimdi. Yani siyasal çalışma sadece, siyasal çalışma yapıp da yitirdiğim Mustafa var. Onun dışında listede tanıdıklarım Erhan Gencer’i tanıdım, cezaevi sürecinde tanıdım.
Kahraman Yılmaz’ı tanıdım, Kahraman Yılmaz’la. Cezaevinde çok voltalarım oldu, çok sohbetlerim oldu, yani o da o zaman belki örgütsel ilişkisi yoktu ama yani GKK’lıydı yanılmıyorsam ama çok içten bir dostluk yaşadık onunla cezaevinde. Onun dışında yani birlikte olduğum, içeride ya da dışarıda birlikte olduğum, kaybettiğim insan yok. Yani Süleyman Cihan’la karşılaştık, İsmail Hanoğlu’yla İzmit’te çok kısa bir süre karşılaştık ama örgütsel ilişkim ya da bir hukukum oluşmadı genel siyasi çalışmanın dışında. O listede bir yani eksik Mustafa var benim birlikte olduğum. Onun dışında siyaset, siyasal çalışma yaptığım yok ama tabi oradaki ismi geçen arkadaşların birçoğu bizim parti tarihi içersinde açıkçası destanlarıyla büyüdüğümüz arkadaşlar, onların direniş hikâyeleriyle, onların öyküleriyle siyaset yaptığımız, aktardığımız, tarih oluşturduğumuz arkadaşlar. Yani birçoğu benimi için şey, hit orada hepsi, Cemil Oka’sı, Atilla Özkan’ı, onlar tabi bizim ilk mücadeleye başladığımızda çok yakın dönemlerde şehit düşmüş arkadaşlardı. Mesela Orhan Bakır’ın benim için çok özel bir anlamı vardır, çünkü yani hem Ermeni olması hem de uzun bir süreç ve bir, o da şeydi böyle, biraz da basında çok işlenen bir arkadaştı, hani bir kahramanlık öyküsüdür yaşamı. O yüzden etkilendiğim insanlar hemen hemen hepsi, yani Meral Yakar’ı, ondan sonra Ali Haydar Yıldız’ı zaten parti tarihinin şeyleridir onlar, temel taşlarıdır, onların öyküleriyle büyüdük biz. Yani ismini bilmediğim, hiç duymadığım arkadaşlar da var tabi. Daha sonra maalesef yani birlerle, onlarla sayılan arkadaşlar sonra yüzlere ulaşınca yani bir de dönemsel olarak bize yaklaştıkça ya da bizim dışımda kaldığımız sürece denk geldikçe isimlerini bilemez, hatırlayamaz olduk ama sonuçta hepsi benim için çok değerli hala, çalışsam da çalışmasam da. Erhan Gencer’in mesela bende çok büyük bir şeyi vardır. Selimiye’deyken biz kendi çapımızda eğitim çalışmaları falan yapalım dedik yani sohbet edelim falan. Erhan Gencer hiç unutmuyorum, ben şu anda ki o zaman işte çok üst düzey bir arkadaşımızdı o, kendimi şey olarak, hiyerarşik olarak en alt seviyede tanımlıyorum, yani size bu konuda önderlik, rehberlik yapamam, buna yetkim de yok deyip kendini cezalandırmıştı polisteki tavrından dolayı.
Böyle bir tutumu gelişmişti, ben onu çok onurlu bulmuştum. Kahraman Yılmaz dediğim gibi yani bende çok ciddi dostluğu olan, benim, benim çok özel bir dönemime denk gelen bir şeyi vardı cezaevi süreci vardı, ben dışarıdan mektuplarla âşık olduğum bir süreçti… o süreçte dertleştiğim arkadaşlardan biriydi cezaevinde. Geçen yıl da kızının düğününe gittik birlikte İzmir’de arkadaşlarla toplanıp, hatıraları yaşıyor hala.
D.G: Evet. Peki, yani bu görüşme içersinde sormayı unuttuğumuz ama kayda geçmesini istediğiniz bir şey var mıdır? Varsa anlatabilirsiniz.
M.Y: Bilmiyorum, tabi soruları hazırlayan sizsizin yani hedefi, hedefiniz, sizin hedefiniz… iyi bir çalışma, bence gerekli bir çalışma yani bizim yaşadığımız dönem gerçekten tarihe not düşülmesi gereken bir dönem ve birçok arkadaşın kişiliğinin oluşmasında çok ciddi payı olan bir dönem yani en azından benim için böyle. Ben şu andaki tutum ve davranışlarımın birçoğunun kökeninin özellikle önemli bir kısmının hani genelde devrimcilikten ama özelde de TKP-ML kültüründen geldiğini düşünüyorum, çünkü yani özellikle bizim yaşadığımız bölgede, biz biraz daha dar alanda yaşadığımız için çok iyi ve güzel bir yoldaşlık ilişkisi yaşadığımızı düşünüyorum, çok samimiydi bizim ilişkimiz. Yani ben kendi adıma hiçbir yoldaşım için kötülük düşünmedim, samimi bir şekilde bunu söyleyebilirim ve bunun vicdan rahatlığı içerisindeyim. Bu kültürü de bu siyasetten aldığımı düşünüyorum yani o yoldaşlık ilişkisi. Mesela çok fedakârdık, yani ben cebinde partinin parası olduğu halde 8 kilometre Derince’den İzmit’e yol yürüdüğümü ve o parayı kullanmadığımı biliyorum. Yani bunlar şimdi küçümsenebilir değerler ama ben, bana göre hala çok önemli. Ben o değerlerle büyüdüm, layık olduk-olamadık, işte polis süreci var, işte herkesin zaafları var, cezaevindeki sıkıntılarımız var ama sonuçta genel olarak bakıldığında, ben bugünkü kimliğimi yani bütün olumlu yanlarımın birçoğunun siyasi kimliğimle örtüştüğünü düşünüyorum, oradan beslendiğini düşünüyorum ve yaşadıklarım için de aslı pişman değilim ve kendimi bundan dolayı da mutlu hissediyorum. Bu anlamda kendimi ifade ettirebildiği için de bu çalışmayı çok değerli buluyorum, umarım o tarihte, o okyanusta da küçücük bir damla olarak ben de var olurum (gülümsüyor).
D.G: Çok teşekkür ederiz.
M.Y: Rica ederim.
D.G: Çok değerli şeyler anlattınız, finali de gayet anlamlı bağladınız, ayağınıza sağlık, yüreğinize sağlık.
M.Y: Teşekkür ederim, emeğinize sağlık.
D.G: Çok teşekkürler, hepimizin emeğine sağlık diyelim. O halde sonraki etkinliklerde ve çalışmalarımızda görüşmek üzere diyelim.
M.Y: Görüşeceğiz.
D.G: Peki teşekkürler.
M.Y: Sağ ol.
[1] http://www.wikizeroo.net/index.php?q=aHR0cHM6Ly90ci53aWtpcGVkaWEub3JnL3dpa2kvRm9rb2N1bHVr