Baki İşçi (B.İ:) (1956) ©2017 Onur Vakfı
Görüşen Kişi. Devim GECE (D.G:) Meral Nergis ŞAHİN (M.N.Ş:)
Görüşmeden Siyasi İlişkiler – Çalışmalar – Gözaltı – Mahkemeler – Cezaevleri ile ilgili bölüm:
B.İ: İbrahim Aksoy’dan tut, İbrahim Güçlü’den tutun da, Mümtaz Kotan’lar falan yani herkes orada. Dolayısıyla bu kadar insanlar içerisinde herhangi bir siyasal direnişi örgütlemek son derece zor! Ama onlar böyle büyük bir başarı gösterip hemen bir şey oluşturdular, vermiyoruz dediler* arkadaşımızın savcılıkta bir işi olamaz, bu işte bir anormallik var falan. Yani ben işte mahkeme binasına götürüldüğümde olağanüstü bir hareketlilik vardı, Reno marka arabalar ki bu arabalar o dönem MİT’e tahsis edilmiş son model arabalardı. Beni hemen o arabalara at… atlayıp, hiçbir şey demeden, direkt Dersim’e götürdüler. Gene paldır kültür tekme tokat, ondan sonra hızlı bir şeklide arabaya bindirildim tekrar geri…. Hızlı bir şekilde geri götürülünce, ben işte olayı çözmeye çalışıyorum, ne oluyor ne bitiyor falan? Bir baktım Diyarbakır’dayız, artık gece saat on, on bire geliyor. Cezaevine yanaştığımızda sloganlar atılıyor, ateşler göğe yükselmiş, tutuklular işte direniş göstermişler, saat beşte cezaevinin kapılarının kapanması gerekiyor, tutukluların içeri girmesi gerekiyor girmemişler, dolayısıyla bütün cezaevi binası tanklarla çevrilmiş, tanklar da aydınlatılıyor. Beni yani sıkıyönetim komutanlığı özel emriyle tekrar geri götürmek zorunda kalıyorlar. Cezaevi idaresi işte geldi, tutuklu, şimdi sizin arkadaşınızı bakın götürdük falan, artık içeri girin falan.
*Baki İşçi’nin bu anlatımında geçen yer Diyarbakır Cezaevidir. Tunceli Emniyet Müdürlüğü cezaevinden yeniden sorgulamak için almak istemektedir.
–
D.G: Evet merhabalar diyelim, hoş geldiniz Baki ağabey, bugün 10 Ocak 2019, Baki ağabey sağ olsun Onur Vakfı’na geldi bizi kırmadı. Ben görüşmeci Ufuk Demirbilek, Sedat Odabaşı arkadaşımız Onur Vakfı’nın gönüllü çalışanı, şu an kendisi yanımızda bulunuyor. Baki ağabey görüşmeyi yapacağımız kişi.
’60 LARDA DERSİM
B.İ: Bizim evde her zaman gazete olurdu, yani babam hiçbir zaman gazetesiz kalmazdı.
D.G: Hangi gazeteler olurdu mesela?
B.İ: O zaman mesela en çok okunan gazete Akşam gazetesiydi, Akşam gazetesi işte Çetin Altan’ların, Mümtaz Soysal’ların şunların bunların bildiğimiz klasik insanların yazdığı bir gazeteydi. Onu tabii ki Cumhuriyet gazetesi takip etti. İlk gördüğüm kitap yine 1960’lı yılların başında, 63-64 olabilir, belki 65, tam olarak ifade etmem mümkün değil, Talat Aydemir’in Hatıratım adlı kitabıydı. Babam getirmişti, okuyordu böyle büyük bir dikkatle. O okuduklarını da işte köylüler gelip oturduğu zaman da etrafındakilere anlatıyordu tabi. Köylü anlar mı, anlamaz mı, babam… (gülüyor), babamın hiç umurunda değildi anlatıyordu, Talat Aydemir işte şöyle darbe yaptı, işte yiğit adamlardı, ihtilalci adamlardı, işte Türkeş şöyle ihbar etti bunları falan filan.
D.G: Babanızın adı neydi? Babanızın ismi neydi?
B.İ: Ali İşçi.
D.G: Ha Ali İşçi.
B.İ: Anlatıyordu. E dolayısıyla Talat Aydemir’lerin işte Fethi Gürcan’dı galiba öteki, üç, üç, üç kişi asıldılar biliyorsun, ilk öyküsünü mesela babandan öğrenmiş oldum yani çocuk yaşta, köydesin yani kentte de yaşamıyorsun. O yıllar Dersim’de mesela köylerde okuma denen bir şey yoktu ama yani elden ele dolaşan ehlibeyt gazeteleri gibi işte hazreti Ali’nin kahramanlık öykülerini anlatan tuhaf yayınlar dolaşmaya başlıyordu. O da bir, böyle bir dönem bir fırtına nasıl geldi, niçin geldi? Sonradan sönümlendi tabi… böyle…
D.G: Peki, yani babanızın o siyasal faaliyetleriyle ilgili birtakım şeylerden bahsedebilirsiniz, yani Tunceli’de, Dersim’de neler yapıyordu? Bir ara konuşmanızda değindiniz, bazı sendikaların kuruculuğunu yapmış. Biraz babanızın böyle toplumda, yaşadığı kentte ve Türkiye’de iz bırakan siyasal faaliyetlerine değinebilirsiniz, bahsedebilirsiniz özetle.
B.İ: Ya babam işte yani öyle sanıyorum ki sendikal hareketle tanışması Karabük’te bir tanışıklık var ama henüz bir tanışıklık aşamasında, Demir Çelik’te o daha üst seviyeye çıkıyor, yani daha bir işçi sınıfı bilincine doğru bir gidiş var. Petkim’de, zaten işte Yapı İş’in kurucuları içerisinde yer aldı ki bu Türkiye Yapı İş Sendikası önemli bir sendikadır, yani İsmet Demir gibi, Necmettin Giritlioğlu gibi sendika, sol sendikal harekette son derece popüler iz bırakmış iki isimle birlikte çalıştı, başkaları da var ama esas çok popüler olan… Mesela İsmet Demir’le ilgili korkunç derecede iyi şeyler anlatırdı, onu anlatırken bir yere sığdıramazdı. Yani onun işçi sınıfının… haklarını korumada ne kadar tavizsiz olduğunu, asla ve kat’a işverenler tarafından satın alınamadığını, işçi hareketini satın almak için işverenlerin ki bu bahsettiğim işverenler Amerikan şirketleridir, sarf ettikleri çabaları anlatırdı. İsmet Demir’in ayakkabılarının işverenin odasında bir camekânda özel olarak teşhir edildiğini anlatırdı. Yani öyle bir noktaya geliyor ki, işverenin kendisi bile artık İsmet Demir’in karşısında pes ettiği gibi, onu sendikacılık tarihinde satın alınamayan bir sendikacı diye anlatmaya başlıyorlar. Şimdi… İzmit’te tabii artık tamamen politikleşmişti, 15-16 Haziran büyük işçi direnişinin İzmit kolunu örgütleyen, onun başında yer alan bir insandır Ali İşçi. Yine Kanlı Pazar olaylarında, 6.Filo olaylarında aktif olarak yer alan biridir Ali İşçi. (16 Şubat 1969 tarihinde Amerikan 6. Filo’nun ziyaretini protesto eden gençlik grubuna, başını MTTB-Milli Türk Talebe Birliği-‘nin çektiği gerici grubun polis eşliğinde saldırısına verilen ad.not: bize aittir)
Arkasından işte İzmir’e, İzmir’e Aliağa’ya gitmiştir, orada yine Necmettin Giritlioğlu ile birlikte sendikacılık, sendikal faaliyet yürütmüştür. 12 Mart’ın hemen arifesinde işte Necmettin Giritlioğlu vurulur (Yapı Yol İş Sendikası Genel Başkanı, Aliağa grevinin başladığı gün 22 Ağustos 1970 de silahla vurularak öldürülür.-not. bize aittir) yani vurulduğunda Ali İşçi oradadır, Ali İşçi’nin kucağında can verir. Sonrası İzmir’i bırakıp Dersim’e gelmek zorunda kalmıştır. Şimdi dolayısıyla Ali İşçi’nin ilk bağ kurduğu politik hareket aslında Kıvılcımcılardır, çünkü İsmet Demir ve Necmettin Giritlioğlu Kıvılcımcılarla politik ilişkileri süren insanlardır. Zaten babamın işte o izin gelişlerinde getirdikleri kitapların çoğu da Kıvılcım’ın kitaplarıydı. Ben çocukluk halimle onları okumaya çalışırdım ama hiçbir şey anlamazdım, çünkü Kıvılcım’lı onu, Kıvılcımcının, pardon Kıvılcımlı’nın nevi şahsına münhasır bir jargonu var, bugün bile okuduğunuz zaman son derece zor anlarsınız, demokratik hortlama, zortlama gibi enteresan şeyleri var (gülüyor), tanımlamaları var. İşte Demir Küçükaydın’la tabii ki tanışıklığı var, Demir Küçükaydın işte Kıvılcımcı jenerasyonunun o kuşağında yer alanlardan biridir, İzmir faaliyeti içerisinde yer alanlardan biridir. Ben artık tabii ki liseli yıllara gelmeye başlamıştım. Demir Küçükaydın bir gün bana mektup yollamıştı, daha doğrusu bana Sosyalist gazetesini postalamıştı, Kıvılcımcıların çıkardığı Sosyalist gazetesini bir mektupla beraber. Onun karşılığında benden şeyi talep ediyordu, Kemal Burkay’ın Dersim’de çıkardığı Ezilenler gazetesini talep ediyordu. Ben de Ezilenler gazetesinin birkaç sayısını alıp kendisine yollamıştım. Sosyalist gazetesini… alıp bir gün kahveye oturup böyle açmışım Sosyalist gazetesini okuyorum!
İşte gençlik şeyi var ya, devrimci ağabeylerim, ben de devrimciyim, diyeceksin ya! Anlamam mümkün değil yani Sosyalist gazetesinin jargonunu anlamam mümkün değil. Orada senin o dönemdeki bilinç düzeyinle anlayacağın tek şey işte okuyucu mektupları, Âşık İhsani’nin türküleri gibi ya da işte yöresel küçük işçi haberleri vesairedir yani yoksa makaleleri, şunları bunları anlayacak durumda değilsin. Yani ilk işte böylece devrimci harekete pratik adımlarımızı da atmış olduk. Evet…
D.G: Evet yani babanızın Dersim’deki faaliyetlerine ilişkin, Dersim’de yarattığı o farkındalık nedir siyasal açıdan? Ne gibi şeyleri…
B.İ: Şimdi babam… şöyle bir şey, şimdi biliyorsun Türkiye’de gençlik hareketi yani 68 Kuşağı, işte önce TİP içersinde, sonra TİP’in kendi içersinde, yaşadığı bir ayrışma var, Kürt meselesinin, o günkü adıyla Doğu meselesinin tartışılması ekseninde yaşadığı bir… bölünme var. Arkasından işte o bildiğimiz sosyalist devrim, Milli Demokratik Devrim tartışmasının ve gençlik hareketinin giderek radikalizme yönelmesi süreci var. şimdi bu süreç gençlik hareketleri radikal, politik hareketlere dönüşme süreci içerisinde işçi sınıfıyla, işte sahip oldukları paradigma gereği işçi sınıfıyla bağ kurma ihtiyacı duyuyorlar, nasıl kuracaklar? İşçi sınıfının doğal önderleri zaten var, işte sendikacılar şunlar bunlar. Hepsi hurra nerede bir sendikacı varsa gidip onlarla bağ kuracaklar, işyeri temsilcileriyle falan filan. Dolayısıyla dönemin bütün gençlik önderlerinin de gittiği adreslerden biri oluyor Ali İşçi. Kim var bunların içerisinde? İşte mesela Bingöl
Erdumlu var benim çok net hatırladığım babamın anlatımlarından, işte Demir Küçükaydın var, ne bileyim işte İsmet Demir’ler var….
Şimdi bu tip insanların şeyi yok, şöyle bir özellikleri yok, yani öyle bir siyasal harekete böyle yüzde yüz angaje olan tipler değildir, sendika, doğal işçi önderlerinin özelliği budur. Onların genel çerçevesi yani bütün sosyalistlere aynı yakınlıktan bakarlar, bütün sosyalist gençlik örgütlerine ellerinden geldiğince yardım etmeye çalışırlar. Yani henüz şey sınırları oluşmamıştır, kastlaşma, birbirlerini öteleme, iktidar alanları yaratma dönemi değil henüz, zamanla oraya da gelecekler tabii, orada zaten yıkılmanın şeyleri de başlar, yıkıntının… neden ve niçinleri de başlar tabi, insanlar bunun farkında olmaz ama böyledir.
…….
Tunceli Lisesinde başarılı …. Tabi ki bu arkadaşların hemen hemen hepsi üniversitelere gittiler ama hemen hemen hepsi de üniversiteleri bırakıp devrimci hareketlerde yer aldılar. Bunlardan bir tanesi Adil Turan’dı, sonradan… PKK’lılar (Apocular) tarafından Tunceli’de katledildi. Renkli yıllardı, o yıllar yani ilk yıllar ortaokul, orta bir, iki, üç yılları genellikle yabancı öğretmenler oldu, henüz Dersimli öğretmenlerin tam olarak olmadığı dönemlerdi. Mesela bir şey vardı işte K.B’ın eşi T. B. da zaten görevden sürgün cezası yemişti, kaçtı yıl? Orta üç sanıyorum evet 70-71 ders yılında sürgün oldu. Biz o sürgün sebebiyle okulda ilk boykotu yapmıştık, Tunceli’deki ilk politik sayılan eylemlerden biriydi, bir ay boyunca boykot sürdü.
D.G: Sürgün sebebi neydi, neden sürgün edildi?
B.İ: Ya sürgün sebebi solcu biri olması, K.B’ın eşi olması, başka bir nedeni yoktu.
D.G: Ha K. B.’ın eşi yani?
B.İ: Tabi, tabi. O zaman zaten boykottan hemen sonra birtakım arkadaşlarımız tutuklandılar, Tunceli Cezaevinde kaldılar.
D.G: Kimlerdi o arkadaşlar?
B.İ: Benim hatırladıklarımdan bir tanesi H.T’di, bir tanesi H.H.…
D.G: A. mı?
B.İ: Evet..H.H.A.’dı. K.G. Olabilir belki tam hatırlamıyorum. Ya 10-11 arkadaş kaldılar. Yine aynı dönemde Tunceli Lisesi müdür muavini Karadenizli Ş. E. da tutuklanmıştı, 1-2 ay da onu içeri atmışlardı. Ş. hocamız Tunceli’nin işte sayılı mekânlarından, bürokrasinin de takıldığı içkili restoran Tepebaşı’nda bir akşam içki içerlerken işte siyasal gündemi teşkil eden haberler okunuyor işte anayasayı ilga etmek vs.vs. Ş. hoca tabi kafayı bulmuş, mekânda hakimler var, savcı var. Ben anayasa manayasa tanımayrum, ben babayasa tanayrum, diye (gülüyor) nara atmış! Ş. hocayı o sebeple hapse attılar, 2 ay filan kaldı bıraktılar tabi. Biz tabi arada hem arkadaşlarımızı ziyaret etmeye gidiyorduk hem bu vesileyle Ş. hocamızı da ziyaret ediyorduk. Enteresan bir kişilikti, son, son 10-15 yıl içerisinde sosyal medya üzerinden tesadüfen tanıştığım birçok arkadaşın da öğretmenliğini yapmış. Yakın dönemde kanserden ölmüş. Ankara’da galiba yüksek bir okulda öğretmenlik filan yapmış. Yani tamamen işte öğretmen sendikal hareketi içerisinde epeyce öne çıkmış bir vatandaş.
D.G: Karadenizli galiba?
B.İ: Karadenizli evet. Hoş bir insandı ama tabi görünüş itibariyle son derece otoriter. Bir gün boykot yaptık, boykotu bütünüyle ben örgütlemiştim, 4 D sınıfında. Bir tane tarih hocamız vardı Erzurumlu. İşte ırkçı, tamamen ırkçı ve aşırı derecede dayakçı biriydi. Ben zaten oldum olası tarih derslerinden nefret ediyordum, çünkü yani tarih derslerinde anlatılan temalar belli işte Malazgirt Savaşı filan gibi işte yani bunları büyük böyle ağızlarından salyalar akıtarak anlatırlardı, sinir bozucuydu ve çok kaba dayak filan atıyordu öğrencilere.
D.G: Kimdi bu öğretmeniniz, adı nedir?
B.İ: A.T.’tu galiba, öyle hatırlıyorum, Erzurumlu, ona karşı bir boykot örgütledim ben. Ş. hoca müdür olmuştu. Aynı zamanda işte disiplin kurulu başkanı bilmem ne… Geldi bir gün sınıfa girdi içeri elinde dosyalar, son derece böyle çatık kaşla, otoriter.
Hazırlanmış kâğıtlar, sorular, işte boykotu örgütleyenleri ortaya çıkarmak amaçlı tuzak sorular. E biz tabi onun önlemlerini almıştık yani olası bir durumda herkesin vereceği ifade yani şeyi engelleyen, fiili olarak bu işe önderlik yapan arkadaşları gizleyen, herkesin sorumluluk üstlendiği bir mekanizma örgütledik, fire de vermedik gerçekten ilginç bir şeydi. Adamlar çaresiz hepimize yani o gün tabi sınıfta birkaç eksik vardı yani boykot yaptığımız gün, onlar hariç, onları suçlayamazlardı çünkü okulda değillerdi. Hepimize birer ay tart cezası verdiler okuldan, okuldan uzaklaştırma (gülüyor). E bizim canımıza minnet, bir ay gidip köyde hepimiz ense yaptık yani. Başka da bir şey yapamadılar yani sürgün vesaire. Yani gerçi Ş. hoca şey de yapmazdı zaten, yani ona herhalde kendisi de fazla mahal vermezdi, açık ve seçik gerçi yapacağı bir şey yoktu ama… Girerken çok gülmüştük yani çok böyle tak, tak, tak, tak bütün masaların üzerine şeyleri, kâğıtları koyduktan sonra, ne oldu çocuklar, yeniçeri ocakları gibi istemezük, istemezük… burası ilim irfan yuvasıdır, burası yeniçeri ocağı değildir falan diyor ama… bunları söylerken de böyle bazen kendini tutamayıp gülümsüyor yani o ciddiyetinin yapay olduğu tabi hemen kendini ele veriyordu. Öğrenciler çok severdi yani Ş. hocayı. Yani onun o görünürdeki otoriterliğinin şey olmadığını herkes bilirdi, sahici olmadığını, yapay bir otoriterlik olduğunu, mesleği gereği oluşan bir otoriterlik olduğunu, kendi kişisel özelliklerinin son derece hümanist olduğunu bildikleri için severlerdi. Okulumuzda epeyce tabi solcu öğretmen arkadaşlarımız vardı, N.K. bizim beden öğretmenimizdi, aynı zamanda edebiyat derslerimize de giriyordu. N.K. dil edebiyat, kompozisyon dersinde işte münazara yapmıştı. Lokavt faydalı grev zararlı; grev faydalı lokavt zararlı…
B.İ: Lokavt işverenlerin boykotu, işveren örgütlerinin işçilere karşı uyguladığı boykot, grevin antisi gibi bir şey. Ben işte grev faydalı, lokavt zararlıdır grubunun sözcüsüydüm. E bizim grup tabi temasal olarak da haklıydı. Bir de zaten ben artık epeyce politikleşmiştim, babam sendikacılık yapmış, (gülüyor) epeyce iyi bir konuşma yapmıştım, iyi de bir not almıştım tabi onlar bize sözlü notu olarak döndü. Resim öğretmenimiz işte H.İ. resim öğretmenimizdi, solcu olan arkadaş, Dersimliydi. İşte biyoloji öğretmenimiz R. hoca vardı soy ismini hatırlamıyorum. Elazığlı, normalde sağcı, oldukça sağcı bir adamdı Elazığ, işte Elazığlı tipik bir gakkoş ama futbol hastasıydı, spor hastasıydı, beden hocasıydı. Bu anlamda Dersim’de öğrencilerin spor faaliyetleri konusunda çok, çok iyi şeyler yaptı, bunu hep severek de yaptı yani o, onun o sağcı yanı o anlamda Dersim’de öğrenciler arasında da, Dersim’deki işte esnaf ya da halk arasında da fazla şeye yol açmadı. Nasıl diyeyim? Reaksiyonlara yol açmıyordu, çünkü çok da böyle nüktedan, esprili bir adam olduğu için o politik, onun politik aşırılıklarını öteki yanı bir biçimde şey ediyordu, örtüyordu. Din dersi hocamız N.T. de (gülüyor), soy ismi çok enteresan olduğu için unutmadım. Milli güvenlik dersi hocamız önceleri bir yarbaydı, sonradan maalesef Fehmi Altınbilek oldu. Başka?
D.G: Nasıldı Fehmi Altınbilek’in dersleri?
B.İ: Fransızca öğretmenimiz H. adında bir bayan arkadaş, arkadaş diyorum bayandı. H. benim aynı zamanda öğrenci velimdi, benim öğrenci velilerim her zaman öğretmenlerim oldu, her zaman bir öğretmenim veliliğimi üstleniyordu aynı zamanda, (gülüyor), o yönde de şanslıydım, böyle.
D.G: Fehmi Altınbilek’in dersleri nasıl geçiyordu?
B.İ: Oraya geleceğim, ona ekstra geleceğim önemli çünkü. Evet.
D.G: Artık o politik…
B.İ: Yani babam işte, 12 Mart Muhtırası’ndan sonra Dersim’e döndü şeyden, İzmir’den, orada artık yani barınma koşulları yoktu, öyle düşünmüş olacaktı, olacak ki ilk defa Dersim’de uzun dönemli kalmak üzere döndü. Babamla birkaç kez beraber K.B’ın bürosuna, avukatlık bürosuna uğramıştık. Artık babam beni övünerek yanında, işte oğlum, falan diye dolaştırıyordu. K.B’dan, Türkiye İşçi Partisi’nin içindeki ayrışmaları anlatan dergiler, Emek miydi? Galiba Emek’ti ismi, almıştı. Aynı dönemde Tunceli’de yani işte K.B’ın çıkardığı Ezilenler diye bir, 2-3 sayfalık bir yerel gazete vardı. Bir de Tunceli’de kurulan Dev-Lis diye bir dernek vardı, Devrimci Liseliler. Dev-Lis’e birkaç kere uğramıştım yine ama tabi biz yaş itibariyle oldukça küçüktük, Dev-Lis daha çok lise, lise son sınıf, bilemedin lise ikinci sınıftaki öğrenciler gidiyordu. Yani onların dışında istisnaydım yani gidenler, uğrayanlarda, çok sık olmamakla birlikte zaman zaman uğruyordum ama oradaki arkadaşlar babamı tanıdıkları için, beni tanıdıkları için dışarıda da her zaman bir biçimde işte selamlaşıyorduk, sohbetlerimiz oluyordu. Mehmet Ali Aybar’ın Dersim’e gelişini hatırlıyorum, oraya büyük bir heyecanla gitmiştim işte Aybar’ı görmek için, hatta elini öpmek için falan yani böyleydi.
D.G: Kaç senesiydi?
B.İ: 70 galiba. Türkiye İşçi Partisi’nin düzenlediği Doğu mitingleri vardı.
Doğu mitinglerinden bir tanesi Dersim’de yapılmıştı, mottosu: Kutudere Mağaraları 20. Asrın yüz karası, karaları, idi yani tabi popülist bir şeydi yani ve Kutudere’de yaşayan bir ya da iki aile vardı, vardı. Tam mağara da değil aslında yani mağarayı eve dönüştürmüşlerdi.
D.G: O aile hangi aileydi hatırlıyor musunuz?
B.İ: Kutudere’deydi aile ama tam olarak hatırlamıyorum ailenin ismini. O mitinge kimler gelmişti? Yaşar Kemal vardı, konuşanlardan biri Yaşar Kemal’di zaten o davudi sesi unutulmazdı, bir de Yaşar Kemal artık tanınan bir isimdi. Çetin Altan vardı, hatırladığım iki yani önemli aktivist onlardı, bir de yerel, yerel şeyler vardı tabi ki TİP’in yerel aktivistleri vardı işte Gâvur A. , A.E, Terzi İ., A.G. gibi İ.Y. Evet, ortaokul böyle geçti.
Ortaokuldan mezun olduğumda işte o rutin birtakım okul sınavlarına girmem söz konusu oldu. İşte öğretmen okulu sınavları, sağlık lisesi sınavları, bir de askeri lise sınavları. Askeri lise sınavlarına bir kısmımız girdik ama hepimiz şeyin farkındaydık yani askeri liselere şansımızın olmadığını biliyorduk, çünkü öyle halkta da öyle bir kanı vardı işte Alevileri askeri liselere almazlar, almıyorlar, sınavlar tamamen şekilseldir, kazansan bile seni bir biçimde elerler şeklinde vardı. Nitekim öyle de oldu, hiçbir tane insanın askeri lise sınavlarını kazandığını hatırlamıyorum ki son derece süper zeki, başarılı, işte ders, bütün dersleri hep 10 olup 9 alınca ağlayan arkadaşlarımız bile hiçbiri kazanamadı. Ben öğretmen okulu sınavlarını yazılıda kazanmıştım.
Ancak öğretmen okulunda da şöyle bir problem vardı, öğretmen okulu işte yani hani kısa sürede mesleğe atılan bir okul olduğu için köy kökenli insanların özellikle tercih ettikleri bir okuldu yani bir an önce hayata atılmak, bir an önce hayatını kazanmak, işte ailesine ekonomik katkıda bulunmak falan anlamında. Oraya öğretmen çocukları özellikle alınıyordu, böyle bir kast oluşmuştu o, yani bir biçimde kazandırıyorlardı onlara. Şimdi öyle olunca da, diyelim ki sen işte yazılı sınıflar sonuçta… sınavlar… işte itiraz hakkın vardı, orada çok fazla şey yapamıyorlar, yani diyelim ki senin belli bir not ortalamayı tutturmuşsan bunun üzerinde çok oynama şansları yoktu o günkü normlarda ama sözlü sınav diye bir ikinci sınav var, o tamamen sınavı yapan öğretmenlerin kanaatine… gibi duruyor yani tamamen keyfidir onu denetleyebilecek hiçbir şey yok, hiçbir mekanizma yok. Dolayısıyla orada o öğretmen çocuklarına ya da işte torpil vesaire gibi başka mekanizmalar devreye girince, esas kazanacak, kazanan insanlar orada ikinci elemede eleniyor, onlara yer açılıyor. O sınavda yani çok iyi geçmesine rağmen yedekte kazanmıştım, asabım tabi çok bozulmuştu yani müthiş derecede bozulmuştu, çünkü çok bariz bir haksızlık var ve bu o kadar bariz bir haksızlık ki! İşte yani bütün halkın da dillendirdiği, herkesin de bildiği işte bu iktidar döneminde çalınan sorular hikâyesi hani vardı ya (gülüyor), işte cemaat soruları çaldı, çalmadı, aynısı! Dolayısıyla hiç şeyi takip etmedim, yani ondan sonra işte yedekte bana sıra geldi mi, gelmedi mi acaba? Çünkü bazı insanlar sonradan tercihlerini değiştiriyor falan, hiç ilgilenmedim, hiç bakmadım. Dolayısıyla öğretmen okulu maceram da öylece sonuçlanmış oldu. Evet. Gelelim 1971-72 öğrenim yılı, lise birinci yılım oluyor aynı zamanda.
’73 DÖNEMİ-HAREKET İLE İLİŞKİLER (’76 ÖNCESİ)-KİTLE ÇALIŞMASI-ÖRGÜTLENME
Lise bir artık tamamen, tamamen politikleştiğim, tamamen devrimci faaliyete başladığım yıl, yıl oldu. Bu yıl Dersim’e K.K. isminde bir arkadaş gelmişti, Aydınlık’ın oraya yolladığı, profesyonel faaliyet için yolladığı bir arkadaştı. K.K.… tabi ki benim babam ve H.İ. Yani bizim resim öğretmenimiz birlikte bana bir ev tuttular, bu ev aslında yani şekilsel olarak benim öğrenci evim ama bir nevi işte bal gibi bir örgüt evi olarak tutuldu. Ev S.Y’in amcasının mülkiyetinde olan bir evdi. Derviş komun’da. Şu an o evin tam yerinde kale kol var.
D.G: Öyle mi?
B.İ: Evet. Dolayısıyla Dersim’e gittiğimde oraya gidip yakinen bakma şansım olmadı, çünkü neredeyse kale kolun yani belki tam içinde değil ama bir iki metre dışında bir alanda kalmış. Yani o zaman hemen hemen Derviş komun denilen mahallenin, dağlık bir mahalledir, en son noktadaki ev gibi, onun bir üstü S.Y. ve S.Y’in amcasının evleri vardı, müstakil bir alan, başka da ev yoktu. Onun aşağısında işte aşağı doğru yapılan evler vardı, yani kanalizasyon yok, yok işte çok kaba böyle, bütün mahalleyi tek böyle dolaşan bir yol, yani ara sokaklar yok, sokak zaten yok. Su yok, suyu biz düşün ki yani Demiroluk’tan testilerle oraya su taşımak zorunda kaldık öğrencilik hayatımızda. O benim için epeyce zor oldu, çünkü yani orada sürekli su taşıyorsun, kendin için değil bir de bir sürü insana taşıyorsun, işte K.K., sonradan Kaypakkaya geldi, O. geldi, bilmem kim geldi bütün zamanlarımızda bu arkadaşlarımıza su taşımak, yemek taşımak, içecek taşımak mükellefiyetiyle karşı karşıya kaldık.
D.G: Babanızın bunlardan haberi var mıydı?
B.İ: Tabi, tabi, olmaz olur mu, babamın tuttuğu bir ev zaten. E ben yani artık okulau yavaş yavaş es geçmeye başlamıştım yani okuma hedefim tamamen ikinci plana düşmüştü. O sene zaten boykot oldu işte, boykottan sonra hiç okula gitmedim, okula devam etmedim yani. Devam etmediğim halde sınıf başkanları, o zaman okullarda günlük şeyler yapılırdı yani okula gelen yoklama kâğıtları olurdu, yoklamalar son, son derste idareye teslim edilirdi sınıf başkanları tarafından. Sınıf başkanları onun üzerinde oynayabiliyorlardı o şeyler üzerinde, sınıf başkanları işte yani ben diyelim ki kırk gün gitmemişsem on gün gitmemişim diye göstermiş (gülüyor). Bu bana bir biçimde aksediliyordu, ben sadece sınav, sınav günleri gidip sınava giriyordum (gülüyor), düşünebiliyor musun? Sınava giriyordum, çalışmam gerekmiyordu zaten yani bir iki gün çalışmam yetiyordu. Yani derslerim tabi ki eski, eskisi kadar iyi olamazdı ama kötü de değildi. Yılsonu geldiğinde galiba… bir kırığım vardı galiba evet, bir ya da iki kırığım vardı, sadece sınavlara katılmışım ama buna rağmen 120 gün devamsızlık yani hiç gitmemişim ki okula, arada bir de rapor almışım gidip babamın zorlamasıyla falan, hastalık dolayısıyla. Bir de işte dedim 120 gün devamsızlık, zaten o 120 gün de şey yapılmış, varmışım gibi gösterilmiş. Sonuçta okul idaresi toplanıyor, velilerim de öğretmen ya, ya ne yapalım bu adamı, bu işte çocuk başarılı bir çocuk! Tamam 120 gün… yani normal galiba 30 gündür şeyi, yanlış hatırlamıyorsam devamsızlık sınırı, şimdi 30 günü işte çok fazla aşıyor, yani buna bir çözüm bulalım işte yani… yani… bu adam başarılı kardeşim!
İşte not, not ortalaması buna rağmen 7’nin üzerinde, onlar için kriterler var işte not ortalaması en önemli kriterdir, e bir de hepsi tanıyor beni, hepsi seviyorlar da. Sonuçta… birkaç arka… öğretmen, öğretmenin ısrarına rağmen disiplin kurulu… okulda bırakılmama karar aldılar, çok önemsemedim, çünkü zaten okulla artık şeyim bitmişti, diyalogum bitmişti, okula artık sadece gidip işte faaliyetimi yürütmek, ona buna kitap vermek, ona buna sosyalizmi anlatmakla geçiyordu vesaire… Evet… K.K. geldiğinde işte o bahsettiğim evde birkaç kere eğitim çalışmaları yapıldı. İşte bazen 30, bazen 40 civarında öğrencinin katıldığı eğitim çalışmalarıydı.
D.G: O eve?
B.İ: Hı, hı, karma öğrencilerdi, bunların bir kısmı işte liseden, bir kısmı öğretmen okulundan, kısmen yapı sanattan ama çoğunlukla öğretmen okulu ve liseden. 4-5 kere eğitim çalışmaları yapıldı, işte diyalektik ve tarihi materyalizm kitabı okunup üzerinde işte birileri açıklıyordu ne demek istiyor falan. Birinde işte “Dağları Taşıyan Budala İhtiyar” diye küçük bir, Mao’nun anlattığı bir Çin öyküsü, artı değerle ilgili işte yani böyle birkaç tema üzerine… Sonra o toplantıları oradan iptal edip başka evler, başka evlerin içine kaydırdılar, çünkü o ev aynı zamanda örgüt eviydi yani daha fazla şey olmasın diye galiba, deşifre olmasın diye, gelen diye, başka öğrenci evlerine kaydırıldı. Dolayısıyla ben katılmamış oldum öteki öğrenci evlerindeki şeylere, ben de katılmadım, çünkü zaten K.K. var, bende kalıyordu. Gerçi K.K., bütün öğrenci evlerini geziyordu ama çoğunlukla bende kalıyordu kaldığı zamanlar ya da köylere gidiyordu mesela babamla köy çalışması yapmaya çalışıyordu.
İşte… sonra İbrahim geldi, tam olarak… ne yazık ki söylemem mümkün değil ama 1971-72 öğrenim yılı. Evet 1971-72 öğrenim yılı.
D.G: Hangi mevsimde geldi, hatırlıyor musunuz mevsimi?
B.İ: Tabi okullar zaten eylülde açılırdı biliyorsun, eylülden mayısa kadardır öğrenim yılı, mayıs sonu karne tatilidir, mayıs, haziran, yok, haziran, temmuz, ağustos karne tatilidir. Demek ki… ne olur? Yani ya haziran 1 ya haziran 15 başlıyor, 15 eylülde de başlıyordu… İbrahim… kışa doğru işte geldi, aralık olabilir, 72 Aralık olabilir, tam hatırlayamıyorum.
Biz tabi o dönemde… bizim… okuduğumuz yayınlar işte İşçi Köylü gazetesi, Şafak, şafak derken Türkiye İhtilalci İşçi Köylü Partisi’nin faaliyetini yürütüyorduk fiili olarak, bu anlamda işte Şafak gazetesi illegal çıkan, teksir edilmiş, basit, ilkel, onu işte gizli, illegal olduğu için dağıtıyorduk öğrencilere ya da ilgili insanlara dağıtıp kendi aramızda okurduk vesaire. İşçi Köylü legaldi, legal gazeteydi. Tabi yani bunun dışında o dönem yine hazırlanmış örgütün, örgüt içersinde yayınlanmış bazı broşürler vardı. Bunlar işte güya gizlilik adına, diyelim ki İşçi Köylü Partisi değil, Türkiye İhtilalci İşçi Köylü Partisi değil de, Endonezya bilmem ne partisi diye, hiç yani sanki bir metin tercüme edilmiş gibi böyle basılıyor.
Dolayısıyla yani herhangi bir yakalanma halinde örgütü korumak anlamıyla Doğu’ nun işte zekâ, zekâsı böyle, öyle yayınları vardı. Bunlar tabi yani çok öyle dağıtılacak, bunları okuyacak kapasitede fazla insan yoktu ama bizim, benim evimde bunların bulunmasının sebebi işte kadroların kaldığı, kalıyor olması, dolayısıyla ben bunlardan dolayı da bilgi sahibi, tanıklık etmiş oluyordum. Ha bu öğrenci evine aynı zamanda benim dayımın oğlu, yeni ortaokula başlayan dayımın oğlu vardı orta birinci sınıfa, onu da yanıma verdi babam onlar, dedim onlara, tabi hiçbir şeyden haberi yok, yani böyle bir şey, ihtimal hiç aklına gelmiyor, öğrenci evinde işte onların deyimiyle anarşistler olacak diye. Çocuk galiba tabi evdeki hareketliliği anlatmış nasıl olduysa, paniğe kapıldılar müthiş derecede, hemen aldılar oradan yanımdan, M. ismini vermeyelim, pek fazla tanınan bir arkadaş değil. Bir de o fazla böyle pimpirikli biridir, çünkü ben çok dolaylı bir şeyi bir yaşanmışlığı anlattığımda, bana sosyal medyadan yani… şeyi, anlattıkların işte gerçekle örtüşmüyor gibi böyle akla mantığa aykırı, şeyler yazdığı gibi, hemen bir de suçlama yoluna gitti, işte sen objektif olarak bizi ifşa ediyorsun falan gibi böyle çok saçma sapan şey söyledi. Onun için şey yapmayalım. Sonradan tabi o da yani büyüdü, örgüt üyesi oldu vesaire, neyse geçelim orayı. Yani sonuçta evde yalnız kalmış oldum. Odun ihtiyacım o sene olmadı, çünkü şöyle bir şey yaptılar, işte bir gün 40-50 tane öğrenci arkadaşımız kolektif bir hırsızlık eylemi gerçekleştirdiler.
Devlet hastanesinin önünde yığılmış odunlardan herkes birer ikişer tane yükleyip oradan çok aleni bir şekilde, düşün ki 40 tane adam herkes iki tane, üç tane odun sırtlamış peş peşe karınca gibi dağın tepesine tırmanıyorlar! Akıl karı olacak bir şey değil ama yaptılar öyle bir şey, dolayısıyla o, o kış yani işte Kaypakkaya’nın olduğu dönemde ısınma sorunu yaşamadık yani sıcak bir ev, ev iki gözlüydü ama biz hep tek gözünü kullandık, tek göz tamamen boştu yani odunları yığmıştık, tek göz bize yetiyordu. Toprak damdı ama temiz yani güzel bir evdi. Odun sıkıntısı çekmemiştik yani bir tek o sene rahat bir kış geçirmiştim. İbrahim geldiğinde… …tam olarak söylemem mümkün değil ama 4-5 ay diyebilirim rahatlıkla, kısa aralıklarla hiç yani diyelim ki arada gitmiştir, bir hafta sonra bir daha gelmiştir ya da gitmiştir üç gün sonra gelmiştir, o evde kaldı ve sürekli yazıyordu.
D.G: Yani İbrahim Kaypakkaya’nın kaldığı tek ev sizin eviniz değil mi Tunceli’de.
B.İ: Evet.
D.G: Başka bir evde kaldı mı hiç?
B.İ: E kalmıştır tabi ama yani kısa, diyelim ki gitmiştir bir gece kalmıştır.
D.G: Hah, işte asıl konumuz da bu, hangi evlerde kaldı, kimin evinde kaldı, bunları biliyorsanız lütfen paylaşın, çok önemli ve değerli bilgiler bunlar, yani hangi köyde, hangi evde? Şu an o ev duruyor mudur, aynı mimari midir? Yoksa yıkılmış, üzerine yeni bir ev mi yapılmıştır? En azından bunları öğrenmek ve bilmek ve o evlerin fotoğrafını çekmek…
B.İ: Yani mekânsal olarak o evlerin hiçbiri ne yazık ki bugün şeyde, Dersim’de bulamazsınız. Dersim’de zaten şu anda, Dersim merkezde numune için de olsa bir tane toprak ev bulamazsınız! Bu ayrı bir trajedi tabi! Yani sonuçta bir topluma ait olan bir mimari var ve ne yazık ki hiçbir belediye bu bilinci, bilinçte olup bunlardan işte belli bir sayıda, on tane, on beş tane her neyse bunları bir, bu toplumun mimarisinin bir nüveleri olarak koruyalım, geleceğe aktaralım, diye düşünmemiştir bile.
Yani hani düşünseydi yapmasaydı belki anlaşılabilirdi ama düşünmemiştir bile. Bugün de o bilinç yok, bu insana acı veriyor. Ben birkaç sene önce Ovacık’a gittiğimde F.M.M.’na kısa bir konuk oldum,
…. gözlemleyeyim dedim gittim neyse, merhabalaştık falan, tanıştık. Mesela resim hiç çekmedim, fotoğraf makinesi olduğu halde çekmedim, yani… çünkü popülist kültürü oldum olası sevmiyorum yani solun bu tip saçmalıklardan kurtulması gerekiyor.
D.G: Evet konumuz biraz dağıldı.
B.İ: Ya, ya. Mesela F.M. M.’na da dedim ki ya başkanım, hiç düşündün mü yani çok kibarca söyledim hani tenkit etme anlamında değil, çok kibar bir şekilde sitem ya da öneri mahiyetinde dedim ki, hiç, hiç düşünmediniz mi Ovacık’ta hâlâ var çünkü az da olsa, o otantik evler var. Ya o kadar, gördüğüm zaman o kadar mutlu oldum ki, işte o beton yığınları içerisinde bir gül gibi duruyorlar. Dedim ki, yani hiç bu evlerden birkaç tanesini koruma altına almayı düşünmüyor musunuz? E şimdi bana verdiği cevaplar tabi… Hikâyeden cevaplar yani kendisin de inanmadığı cevaplar; ya işte vatandaş kendi mülkiyet alanını kullanmak istiyor, çok katlı bina yapmak istiyor falan filan… Ya dedim onları ben de biliyorum, sana git vatandaşın mülkiyetine el koy denmez, denemez zaten böyle bir şey yok! Ama sen alternatif bir yerel üretimden bahsediyorsun, e o zaman senin vatandaşa bu bilinci bir biçimde vermen lazım!
Vatandaşa olanak sunman lazım, ne olabilir? Diyelim bir yer gösterirsin ya da istimlâk değeri neyse yani onun altına, bir milyonsa gel bana beş yüze ver, deme, demek gerekmiyor ama sonuçta bir yol bulursun yani. Şimdi böyle bir mesela şey yok, insan acı duyuyor. Yani o zaman diyorsun ki, biz bu kadar emek… bir, bir ütopya için ödediğimiz bunca bedelin karşılığı bu, bu yıkıntı mı olmalı? Yani niye hep yıkıntı yaşıyoruz? Biz kader mi bu bizim bütün dünyamızda hep yıkıntı yaşamak, pozitif şeyleri yaratamamak. Neyse…
D.G: Şeyi merak edi…
B.İ: Demek istediğim, o mekânları bugün bulmak olası değil yani Dersim merkezi itibariyle.
D.G: Şöyle yapsak olur mu, en azından Kaypakkaya’nın sizin bildiğiniz kaldığı köyler ve kimin evinde kaldığı, bunları biliyorsanız paylaşır mısınız?
B.İ: Ya Dersim merkezde tabi kaldığı mesela öğrenci bizim H.T.’in… evinde kaldı, işte yine Nazimiyeli arkadaşlarımız M.Ç., A.Y., A.Y., H.Ş., gibi arkadaşlarımızın evinde kaldı ama oradaki kalışları kısadır, bir gecedir, bilemedin iki gecedir. Çünkü benim evde yani kimsenin gelip gitmediği bir mekân olduğu için güvenilirdi, çalışma ortamı vardı, kendisine her türlü imkân sağlanıyordu kitap vesaire, işte daha çok H.İ. hocamız üzerinden, işte bana aktarılarak. Sonraların tabi buna S.Y.’ de çok sonraları bir biçimde dâhil oldu, istem dışı tabi dâhil oldu ama oldu. Ve orada işte sürekli yazıyordu, evde genellikle işte yani K.K. ve Kaypakkaya kaldı uzun dönemler. K.K. arada tabi gidiyordu yani işte çünkü aynı zamanda öğrencilerle eğitim çalışmalarını devam ettiriyordu.
D.G: K.K. Aydınlık adına mı gelmişti oraya yani?
B.İ: Tabi tabi Aydınlık döneminde, zaten bahsettiğim hala aydınlık dönemi. Ve Kaypakkaya da Aydınlık adına gelmişti yani DABK, İhtilalci İşçi Köylü Partisi’nin Doğu Anadolu Bölge Komitesinin üyesidir İbrahim, bir tanesi de O.’dur, öteki de sekreterleridir, Bora Gezen’dir, Bora Gezen’den başka biri yaptı, yani onu şu anda hatırlamıyorum. K.K. aynı zamanda işte babamla köylere gidiyordu, köy faaliyeti, hani köylülerle bağ kurmaya çalışıyordu.
D.G: Ağırlıklı olarak hangi köylere gidiyorlardı hatırlıyor musunuz?
B.İ: Ya ilk gittikleri köyler tabi şimdi babam şey ettiği için, yönlendirdiği için Haydaran köyleri yani oldu, işte Roşnek, Roşnek mesela. İşte Roşnek’te 1938 Katliamı’nı yaşamış belli aileler mesela Kırmızı Kamer, Kamer’in evine getirmişlerdi. Yine benim annem tarafından akrabam olan 38’de Kıl köyünde 47 kişilik, 47 kişiden oluşan kadın ve çocuklardan oluşan bir kafile süngülenirken, o ölülerin altında işte öldü sanılarak tesadüfen kurtulan bir akrabamız vardı, oraya götürmüştü mesela babam. Yani öyle beş altı tane eve götürmüştü, işte Ahmet, bizim Ali Haydar Yıldız’ın amcasının oğlu A.A’ın evine götürmüştü. Ha keza Haydaran aşiret reisi Kamer ağanın torunu yada oğlu H.D’in evine götürmüştü. Yine Mezra’da
Türkiye İşçi Partisi’nin aktivistleri olan iki tane, A. N., H.K’nın evine götürmüştü, bunlar benim bildiklerim. Nazimiye tarafına da gitmişlerdi, Deşt köyüne mesela.
D.G: Babanız K.K.’i gezdiriyor değil mi, K. götürdüğü yerler buralar?
B.İ: Yok aynı İbrahim’i de götürmüştü mesela.
D.G: Ha aynı yerlere.
B.İ: Haydaran köylerine.
D.G: Bu saydığınız yerlere İbrahim’i de götürdü mü?
B.İ: Ya, ya İbrahim’i de götürmüştü, K.’i de götürmüştü, hatırladıklarım bunlar. Tabi ama bunun dışında işte Türkiye İşçi Partililerle tanıştırmaya çalışıyordu, işte öğretmen, aydınlar vesaire… Yani bir nevi kolan kayışı işlevi görüyor. Yani İbrahim o dönemde işte sürekli yazıyordu. Zaten yani neredeyse günün bütün zamanı yazmakla geçiyordu, işte ancak arada çok yorulduğu zaman molalar verip işte kültür fizik, çünkü sürekli oturuyorsun yani bir, bir öğrenci evini düşün masa bile yok! Yani… yani rahat olmayan işte birtakım, somyanın üzerinde oturuyorsun. Masa var mıydı? Vardı herhalde ama yani her halükarda çok rahat bir şey değil, ortam değil. Yorucu bir ortam, işte kalkıp mecburen kültür fizik yaparak şey yapma, öyle çıkıp, dışarı çıkıp öyle çok rahat dolaşabilecek durumda da değildi, çünkü yani fizyonomik yapısı her şeyiyle yabancı bir adam dikkat çeker, şapka mapka takması birşeyi çözmez yani bir şeyi… dolayısıyla ev ortamı dışına hiç çıkmazdı bu anlamda, zorunlu olmadıkça.
D.G: Yani aranıyor muydu yoksa neden?
B.İ: He?
D.G: Neden çıkmazdı, aranıyor muydu, bir araması mı vardı, yoksa başka bir nedenden dolayı mı çıkmıyordu, yani… neden?
B.İ: Göze batmamak için! Tabi ki yani şimdi illegal faaliyet yürütüyor, sonuçta bölge komitesi üyesi. Bir de artık yazı faaliyetine başlamıştı. Şimdi tabi biz o dönem onları tam olarak bilmiyorduk yani o yazılan çizilen şeylerin işte sonradan İbrahim Kaypakkaya’nın… yazıların oluşturan yazılar olduğunu biz bilecek durumda değildik, bilmiyordum. Ama tabi yani Kabil’le kendi aralarındaki zaman zaman sohbetlerinden, sonra mart, mart ayında işte Muzaffer Oruçoğlu geldi. Mart ayında Muzaffer geldikten sonra onların Muzaffer’le olan tartışmalarından konuların başlıklarını tabi ki biliyorduk, yani işte Kemalizm meselesi mesela, TKP meselesini.
THKO’nun nasıl değerlendirildiği, THKO ile Mahir’in çizgisinin nasıl değerlendirildiğine ilişkin sohbetlere artık her gün tanık olduğum için biliyorduk ama bunların örgüt içindeki bir ayrışmanın,… nedenini teşkil eden polemiklerin sonucu olduğunu bilmiyorduk henüz, biz bilmiyorduk yani. e tabi o sonradan açığa çıktı, şöyle açığa çıktı; işte yani o biz bağını tabi çok sonradan kurmaya başladık, yani cezaevi sürecinde kurmaya başladık tam olarak, çünkü 71 Şubat kararları var, Şubat kararlarından sonra işte Nisan Kurultayı var, kurultaya katılıp katılmama tartışmaları var, o dönemde yazılar yazıyor, polemik yazıları bunlar. E bir de tabi yani… yani düşünün ki 4 ay işte aynı mekânı paylaşıyoruz sizinle, siz sürekli okuyorsunuz. Ben çok küçük yaşta olsam bile gözümün önünde sürekli bir iş yapıyorsunuz, ben çocuk merakımla sürekli sizi izliyorum, ne yapıyor bu adam? İşte ev olmuş kitaplık, her taraf kitap, gazete, dergi, e hepsine bakıyorum, İbrahim’in düştüğü notları okumaya çalışıyorum, ne yapıyor bu adam (gülüyor) falan.
D.G: Hangi kitapları okurdu ağırlıklı olarak, siz hangilerine tanık oldunuz, hangi dergileri okuduğuna tanık oldunuz?
B.İ: Yani tabi ki Türk Solu’nun bütün sayıları vardı, zaten Türk Solu’nun bütün sayıları didik didik edilip, etraflarına, kenarlarına kenar notlar düşmüştü, çalışma tekniği böyleydi. Yalçın Küçük’ün de tekniği böyle, çalışma tekniği. İşçi Köylü gazeteleri ha keza, hemen hemen bütün sayıları vardı, onlar hepsi işte altları çizilmiş, yanlarına, İbrahim’in o işte bilindik, bildik nüktedan şeyleri, parantez içinde ünlemler vesaire… ya da işte sonradan yazılarında kurduğu şeyler orada küçük şeyleri var, küçük küçük açıklamaları. En çok okuduğu kitap Alman Köylü Savaşları’ydı.
Şevket Süreyya Aydemir’in Suyu Arayan Adam, Tek Adam, II. Adam… işte o meşhur kitabı… Felsefenin Sefaleti, Anti-Dühring… başka? Ailenin, Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni, Devlet ve İhtilal… hatırladıklarım, başka da var da şu an hatırlamıyorum. Tabi bir de çok… ha şey, Şefik hüsnü Değmer’in Seçme Eserler’i, eski TKP’li, sonradan devletle çalıştığı ortaya çıkmış Aclan Sayılgan diye biri var.
D.G: Bir daha tekrar eder misiniz?
B.İ: Aclan Sayılgan.
D.G: Aclan Sayılgan.
B.İ: Aclan Sayılgan ve Vedat Nedim Tör’ün anıları var aynı zamanda ikisinin TKP’ye ilişkin, onların ikisini okumuştu, vardı. Aclan Sayılgan’ın kitabını şeyden edinmiştik işte Tunceli Halk Kütüphanesi’nde bulmuştuk, daha doğrusu H. hoca bulmuştu, H. hoca gidip onu Halk Kütüphanesi, şimdi öyle midir bilmiyorum? Ama Almanya’da öyle, kartın vardır, gidersin o kartınla kitabı alırsın belli bir tarihe, 15 gün ya da neyse bir süre vardır, sonra okur, bitince getirirsin kitabı iade edersin yani iade edildiği kayda geçer. Aclan Sayılgan’ın kitabını H. İ. bana verdi, ben götürdüm verdim İbrahim’e. İbrahim okuyamadı galiba, yani o verili sürede bitiremedi başka şeylerle yoğunlaştığı için. Onun içersinde işte o kitabın içerisinde TKP’nin tüzüğü vardı. Kitabın da verilmesi gerekiyor, yoksa yani H. hoca zor durumda kalacak diye, işte o tüzüğün olduğu sayfa çok değil, 4-5 sayfa galiba bilemedin, onları böyle çok ustaca jiletle kesip çıkardı içinden, yani göze batmıyor tabi, o şekilde kitap Halk Kütüphanesi’ne iade edilmişti.
Şimdi onu şeyden dolayı anlatıyorum, yani çünkü Kaypakkaya’nın TKP ile ilgili yazdığı çalışma maalesef kayıp, bulunamadı. İrfan Çelik o dönem Malatya bölgesinde faaliyet yürütüyor, İrfan Çelik’in faaliyet yürüttüğü Darende’ye bağlı, Darende ile Gürün arasında galiba Başyurt, öyle olmalı, (tam olarak hatırlamıyorum ama) diye bir köy var Alevi köyü. Orada K. D. diye bizim davada öğretmenlik yapan, ilkokul öğretmeni bir arkadaşımız vardı. Şimdi kendisi İstanbul’da ünlü bir cerrahdır tabi, görmek isterdim, bağlantı kuramadım.
D.G: Adı nedir?
B.İ: K. D.
D.G: Ha K.D.
B.İ: K.D’nun da öğretmenlik yaptığı bir köy. İşte gel zaman git zaman 1975 yılında ben Dersim’den Malatya il komitesine atandım Malatya’ya geçtim. Malatya’ya geçerken A.M. dedi ki, işte K.’le gidin, K., İbrahim’in bu yazılarının saklandığı mağarayı biliyor, bakın işte yazılar duruyor mu ya da akıbeti nedir falan? Bir de gene aynı köyde İrfan’ın olacak, bıraktığı bir tabanca kalmış köylülerde, bir de o tabancayı alın dedi. Neyse, K. hocayla atladık trene gittik tabi Malatya’dan, benim ilk tren yolcuğum odur aynı zamanda (gülüyor), kara tren.
İşte yani o tipik hayvanlar, insanlar, herkesin kucak kucağa yolculuk ettiği trenler, kitaplardan epeyce okumuştum ama hiç yaşamamıştım. Gittik yani köye gittiğimizde zaten hava kararmak üzereydi, belli bir yere, trenden iniyorsun ondan sonra bir süre de yürüyorsun, iki saat mi ne bir yürüyorsun. K. hoca da pergelleri çok uzundur, yani her bir adımı üç metredir. Neyse gittik köye vardık, o köye varmadan bir tepeye götürdü beni, ben sadece yani beraber gidiyorum yapacağım bir şey yok ama yani anladığım kadarıyla K. hoca öyle çok ciddiye almadı, yani çok lakayt bir şekilde, ya işte bulamadım deyip kaldı! Ben de hiç üstelemedim yani. K. benim cezaevi arkadaşım tabi, öğretmen, bana göre yaş olarak epeyce yaşlı, ben son derece gencim yani bahsettiğim dönemde henüz 18 yaşındayım, 18 yaşında bir sürü politik misyon üstlenmişiz bu başka bir şey ama… ya bir de… otoriter yanım benim her zaman zayıftır, yani öyle buyurgan olmayı hiçbir zaman çok fazla becermiş biri değilim, iyi ki becermemişim tabi (gülüyor), yakınma anlamında söylemiyorum ama.
D.G: Yani gittiniz o yazıyı mağarada bulamadınız mı?
B.İ. Mağarayı bulamadık ki, yazıyı nasıl bulalım! Ama yani sonraki yıllarda düşündüm, yani çok böyle üstünkörü bir baktı yani insan bir şeye bakmak için bir kere zaman ayırması lazım, yani gündüz gözüyle bakman lazım, bir! İkincisi, en azında birkaç saatlik, bir üç saat, dört saat bir zaman ayırman lazım yani seni kovalayan yok ki! Yani gayrimeşru… gayri şey bir iş de yapmıyorsun, yani orada çok rahatlıkla bakabilirsin, zaman ayırabilirsin, ha bulmazsın o ayrı bir şeydir. Ya da bulursun içinde bir şey çıkmaz, belki kaybolmuştur, birileri almıştır ama en azında içinde bir ukde kalmaz.
Yani dersin ki, ben yapılması gerekeni yaptım ama yani bir şey çıkmadı! Şimdi böyle olmadı, böyle olmadığı için sonraki yıllarda beni tabi ki epeyce rahatsız etti bu birey olarak, neden ben K. hocayı üstelemedim ya da ne bileyim… yani mesela kalabilirdik, ikinci gün bakabilirdik falan filan… Yani ben bütünüyle K. hocanın inisiyatifine bıraktım.
D.G: Peki şimdi konuşsanız, şimdi bu durumu tekrar değerlendirseniz olmaz mı?
B.İ: Yani o… orada şimdi ne kalır, orada metal olsa bile çürür! Şimdi… neyse, işte o gece köylerde konuk olduk, çok iyi davrandılar. Tabi sonuçta köyün öğretmeni ki köy devrimci bir köy yani… birçok THKO’nun kurucu kadrolarının da olduğu bir köy. Onlar tabi Ankara’da yargılanmışlardı, ismen ben biliyordum ama hiçbirini tanımadım. Bize çok iyi davrandılar, çok…
B.İ: Konukseverlik gösterdiler, güzel yemekler yaptılar, toplantı işte epeyce böyle 8-10 tane vatandaş, sohbet ettiler K.hocayla. Ben hep daha çok dinleyici konumunda kaldım. Konuyu açtı K. hoca işte tabanca meselesini falan, müthiş derecede rahatsız oldu köylüler, işte biz dediler tabancayı sattık, işte hasat zamanı ederini ödeyeceğiz dediler. Hasat dedikleri de daha çok halı, halıcılıkla geçinen, geçinen bir köy haline gelmişti. Yani işte halılarını satacaklar falan filan onun da bir mevsimi var. Şimdi ne diyeceksin yani şimdi adamlar inkâr yoluna gitmiyor, bir şey yapmıyorlar, sonuçta orada kalmış… ve karşılığını da ödeyeceğiz diyorlar. K. hoca tabi bana sormak durumunda kaldı, çünkü karar verme mercii, merci benim, ben de olur dedim, öyle kaldı (gülüyor) tabi.
D.G: Evet. Dersim’e dönelim tekrardan.
B.İ: Hı?
D.G: Dersim’e dönelim tekrardan yani İbrahim Kaypakkaya’ya dair sormak istediğim birtakım sorular var. Mesela nüktedan dediniz, bazen okuduğu şeylerin sonuna nüktedan işaretler yapar imla kuralları gereği; kendisi esprili bir insan mıydı böyle yani şaka yönü nasıldı, mizahi yönü nasıldı? Siyasetin ve politikanın dışında sohbet eder miydi? Spor üzerine sohbet hiç oldu mu? Ne bileyim, hayatın çeşitli alanlarına dair farklı sohbetler hiç gelişti mi?
B.İ: Ya… yani o işte çalışmaya ara verdiği zaman içerisinde zeybek oynardı mesela yani onu zevkle yapardı, kendi kendine zeybek oynardı. İşte K.K ile de çok sık güreşirlerdi evin orta yerinde. K.K. çok iri bir arkadaşımız yani neredeyse 1.90 boyunda bir arkadaş, kalıplı bir arkadaş, İbrahim işte K:K.’in yarısı bile değil (gülüyor).
D.G: K.nereliydi bu arada, memleketi neresiydi K.’in?
B.İ: Neresi olabilir? Valla tam bilmiyorum, Aydın’dır belki. K. onu tabi ki kaldırıp iki kat edip altına alıyordu ama İbrahim inatçı olduğu için işte pes etmezdi yani K. de biliyor bu adam inatçı, pes etmez! İşte artık bütün ümüğünü sıkardı sonuna kadar yani İbrahim pes etsin diye, tabi bir noktadan sonra artık pes etmek zorunda kalırdı yani çünkü nefes, nefes alamayacak noktaya geliyordu, çünkü K. mecbur kalıyordu, çünkü K. öyle yapmasa (gülüyor) İbrahim daha çok devam edecek yani. ona gülerdik tabi, o tabi yani daha çok ona şey de sağlıyordu, nasıl diyeyim, hareket olanağı sağlıyordu çünkü bütün gün oturan, oturan bir insansın yani bütün gün oturmak, yazmak insanı bedensel olarak son derece yorar, zihinsel olarak zaten yoruluyorsun yani sürekli okuyan, sürekli yazarak, yani bir de o işte çıkıp çok rahat oksijen almıyorsun, ne bileyim… sonuçta yani… kısıtlı şeyler yaşıyorsun. Evet başka?
D.G: Mesela başka, hiçbir kadın arkadaşı var mıydı İbrahim Kaypakkaya’nın, bir sevgilisi, aşka dair, sevgiye dair hiç sohbet eder miydi?
B.İ: Ya şimdi şöyle yani… şimdi… bizim arkadaşlarımız bazen zorlama şeyler yapıyor, niye yapıyorlar anlamış değilim, mesela bunlardan bir tanesi M.O’dur, belki şey ihtiyacından dolayı yani… işte bir politik Kaypakkaya portresinin dışında bir insan Kaypakkaya portresi çıkarmaya ihtiyaç duymasındandır, olabilir, bu yönüyle anlayabilirim ama bana öyle geliyor, orada bir zorlama var yani İbrahim’in aşk dünyasını anlatmaya çalışırken sanki bir zorlama, bir yapay şey var.
D.G: Onlardan bağımsız olarak ben sorumu sordum.
B.İ: Ya, ya anladım, ben bilmiyorum yani öyle bir şeye tanıklık etmedim.
D.G: Hah okey, tamam. Peki, İbrahim Kaypakkaya’nın gezdiği köylere siz hiç refakat ettiniz mi, beraber gittiniz mi?
B.İ: Hayır.
D.G: Hiç gitmediniz mi?
B.İ: Hiç gitmedim.
D.G: Peki, biraz da M.O., S.Y, bilinen figürler olduğu için soruyorum bunları, bunların dışında başka arkadaşlarınız ve yoldaşlarınız varsa bunlara da, bunlardan da bahsedebilirsiniz.
Yani M.O. nasıldı, neler yapıyordu, neler yaptınız beraber? S.Y. işin içerisine nasıl dâhil oldu, biraz tesadüf oldu dediniz, buraları açabiliriz.
B.İ: Ya işte biz o evde kalıyorduk. Şimdi S.Y.’in amcasının oğlu A.Y. bizle ilişkili olan bir arkadaştı, eğitim çalışmalarına katılan bir arkadaştı, Tunceli Lisesi’nin işte en iyi basketçileri arasındaydı aynı zamanda ve Tunceli’de… ilk dönem tutuklanan, Diyarbakır’a götürülen arkadaşlardan biriydi, bir tanesi de M.A.’dı, sonradan Tunceli’de belediye başkanlığı yapmış arkadaş.
D.G: Makinist diye bir görev var.
S.Y. , Tunceli’nin işte bıçkın delikanlılarından biri, sola sempati duyan, başka hiçbir politik yanı yok., ama isyankâr arkadaşlarımızdan biri. Bir biçimde galiba artık nasıl hissettiyse yani o evde normal olmayan bir şeylerin olduğunu hissetmiş. Biz, ev iki odalı ya işte giriş kapısı direkt evin arasında küçük şöyle hole giriyor, işte sağda bir oda, solda bir oda.
Giriş kapısının arkasına işte böyle çok büyük bir ağaçla kapatırdık hani biri yani itip girmesin diye, giremezdi yani, sen gidip açmayana kadar kimse öyle pat diye davetsiz bir şekilde giremezdi. İşte bir gün gece, akşama doğru yani havanın karardığı bir zamanda kapıya bir yüklenme oldu. Gittim baktım işte Süleyman, e açmamazlık yapamazsın, çünkü açmasan daha dikkat çeker. Neyse açtım, geldi oturdu, kim bu dedi? Çok uyduruk bir cevap verdim tabi (gülüyor) yani inandırıcı olması mümkün olmayan bir cevap verdim. Ya bilmem ne, işte akraba falan diye. E Süleyman yutmadı tabi, oturdu, e açıkta zaten kitap, masa, yatağın orasında dergi, burasında dergi, orasında kitaplar böyle açık sergi gibi, bütün manzarayı umumi ortada. Arkasından S. her gün gelmeye başladı aynı saatte işte 5 dedin mi Süleyman damlıyor oraya, on, on ikiye bire kadar oturuyor, ondan sonra çıkıyor, evi birkaç yüz metre yukarıda, gidip uyuyor. Dolayısıyla S. da böylece kadroya eklenmiş oldu. İşte K.K. boş zamanında arada artık ikimize kendince yazılar okumaya başlıyor, hazır iki tane mürit buldu. İşte İşçi Köylü gazetesinden, yok bilmem Değirmendere’deki toplum mücadelesiymiş, yok bilmem neredeki grev işgaliymiş işte abartılı mabartılı tabi, son derece sübjektif şeyler ama tabi bizim için onlar bulunmaz nimetler o günün koşullarında. Okuyorduk, işte okumaya başladık filan, Süleyman böylece hareketin demirbaşları arasına girmiş oldu yani. Işte başladı o da K.’le köy çalışmalarına falan katılmaya, böyle katıldı yani tesadüf derken bu anlamda, çünkü hazır biriydi zaten, en erken katılan o oldu.
D.G: Peki, İbrahim Kaypakkaya hiç üzerinde silah taşır mıydı yani o köy ziyaretleri olsun, gündelik hayatı olsun, evde bulunduğu, geçirdiği zaman olsun?
B.İ: Yo silah taşımazdı. İbrahim Kaypakkaya dedim ya arada zaman zaman gidip geliyordu.
Nereden geldiğini tabi bilmiyoruz o zaman ya İstanbul’dan ya Malatya’dan mı çıkıp geldi. K.K.’le, o zaman M.O’ da vardı o geldiği zaman işte, yani M.O. mart ayında geldi oraya, Geldi, oturdu, biz tabi çay koyduk. Öyle heyecanla böyle elini şuradan ceketinin içine soktu, oraya bir astar yapmış omuz kısmına, oradan bir tane küçük tabanca çıkardı, işte Çek marka bir tabanca, işte Çek marka en kıytırık tabanca yani o zaman ama işte yeni bir tabanca. Bizimkiler tabi işte tank görmüş gibi oldular Çek’i görünce. Ondan sonra, sonra dedi bir silah daha var dedi, yine elini koydu buraya, çıkardı, işte Mao’nun Kızıl Kitap’ı, o ilgimi çekmişti tabi yani işte Mao’nun Kızıl Kitap’ı silah falan… böyle bir şey mesela hatırladığım.
D.G: Peki M.O ile nasıl bir diyalogunuz vardı?
B.İ: M.O oraya… ben mart diye hatırlıyorum yani mümkündür tarihlerde yanlış hatırlamalar olması, çünkü yani bütünüyle hafızaya dayanan şeyler. Siverek’te faaliyet yürütüyor, DABK üyesi, Doğu Anadolu bölge komitesi üyesidir, aynı zamanda işte Siverek, Urfa bilmem ne yani o yakın coğrafyadaki alanın da sorumlusudur. Oraya profesyonel faaliyet yürütmek için çeşitli üniversitelerden gönderilen öğrenciler vardır, mesela bir tanesi Z.U.’dur, bir tanesi şu anda Aydınlık’ın işte iki numarası sayılabilen M.B.G’dir.
D.G: O da mı sizin yoldaşınızdı?
B.İ: Aydınlık döneminde evet… yani şimdi anlatımda böyle çok kronolojik gidemiyorsun ister istemez bazen ileri geri sarmalar yapmak durumda kalıyoruz. Başka kim vardı?
Ya epeyce arkadaş vardı ama benim net olarak hatırladığım bu iki isim ama bir neredeyse on kişi vardı. Yani, özellikle Ankara’dan falan gönderilmiş. Şimdi O. ne yapıyor? Maceracı bir adam O., sübjektif bir adam, hayatı boyunca böyleydi. Bunu ben hani O.’nu yargılama adına söylemiyorum ama realite böyle.
U.D. Daha çok beraber nasıl zaman geçirdiniz oraları biraz anlatırsanız?
B.İ: Oralara geleceğim. O. Siverek’te Bucak’lara karşı bir eylem yapmak istiyor, ardından polis operasyon yapıyor, yakalanmaktan zor kurtuluyor, oradan Dersim’e geçiyor, benim evime geliyor. Okuldan çıkmıştım, okul çıkışı o zaman işte okullar biliyorsunuz öğleden önce ve öğleden sonra çift dönem… okul çıkışı hemen işte çarşıya inip genelde ekmek, helva, bilmem zeytin basit şeyler yani, çünkü evde yemek yapma şeyimiz yoktu, şartlarımız yoktu, hep hazır şeyler tüketirdik. Bir de işte her zaman giderken testimi, su testimi birlikte götürürdüm, akşam gelirken su, su götürürdüm yani yedek şeyler vardı, bidonlar ya da testiler, onları sırtlardım, çantam da sırtımda, öteki şeyler de sırtımda yürü babam yürü tepenin başına çıkardım. Neyse eve geldim, içeri girdim baktım bir tane adam oturuyor orada.
Kafasında sekiz, sekiz köşeli bir şapka, üstünde böyle garip bir ceket Elazığ tipi, pantolonu bir garip, ayakkabısı bir garip, yani öyle komik ki elbiseler içersinde duran, beyaz tenli bir adam!
D.G: Evet bir kısa aradan sonra görüşmemize devam ediyoruz. Tabi ışığımız artık güneş battığı için biraz yerimizi değiştirdik, biraz kitaplığa doğru yaklaştık, açımızda, ölçeğimizde biraz farklılık oldu bunu da açıklayalım. Baki ağabey tam M.O’ndan bahsediyordunuz kartımız bitti diyebiliriz. Şimdi M.O. içerideydi…
B.İ: Evet çok fazla detaya girmeyeyim zaman… Ya işin doğrusu ilk anda ısınmamıştım O.’na. Bir süre sonra tabi bu kırıldı yani, kaynaştık. Sonra işte İbrahim çıkıp gitti, ben bir daha görmedim. 72 Mayıs’ında işte Deniz’ler asıldığında İ. yoktu artık Tunceli’de. İdamların protesto edilmesi amacıyla tokyo lastiklerinden kalıplar hazırlamıştı O., çok ilkel koşullarda işte zamklı kâğıtlar üzerine… mürekkeple sloganlar yazılmıştı.
…………
Altına “Türkiye İhtilalci İşçi Köylü Fedaileri” imzası konmuştu. M.’in buluşu tabi, fedailer işte daha çok Filistinlilerin ya da Arap örgütlerinin kullandığı bir tanımlamaydı, ondan esinlenme olmuş olacak “Türkiye İşçi Köylü Kurtuluş Fedaileri” imzalı kuş, kuşlama yaptık şehir merkezinde, oldukça kalabalık gruplar ama birbirinden habersiz gruplar halinde. Grupların birinin içinde ben de vardım. Bu benim ilk eylemim oldu diyebilirim. O eylemde birçok arkadaşımız yakalandı maalesef, S.Y. işte bu yakalananlar arasında oldu, M. A., A. Y., daha birçok kişi, galiba 8-9 kişi yakalandılar, Diyarbakır’a götürüldüler, bir süre yattılar sonra çıktılar. Tabi ki aranır duruma düşen arkadaşlarımız da oldu, örneğin Pülümürlü Z.A. onlardan biriydi. Yani ben yakalanmamıştım, ismim de verilmemişti dolayısıyla. Mayıs artık okulların son bulduğu, öğrencilerin yavaş yavaş şehri terk ettiği dönemlerdi, ben de artık evi boşalttım. Dolayısıyla Derviş Kom’undaki ev de miadını doldurmuş oldu. O., S.Y, işte sonradan Ali Haydar katılıyor aynı dönemde, bunlar kır, kıra doğru yerleşiyorlar, daha çok Nazimiye köyleri. Şimdi şöyle bir gerçeklik var, Nazimiye çok istenerek, bilerek tercih edilen bir yer değildi, tamamen tesadüftü. Sebebi şu; hareketle bağı olan öğrencilerin çoğu o dönem Nazimiyeli’ydi yani öne çıkmış, iş yapmak isteyen kişiler, o günkü tanımlamayla ileri sempatizan gibi değerlendirilen insanların ya da göz dolduran, gelecek vaat eden insanların çoğunluğu o bölgede olduğu için…. Çünkü sonuçta kıra gitmek için işte birtakım aracı şeyler lazım, Nazimiye’ye böyle yerleşiliyor.
İşte H.T. örneğin Nazimiye Bostanlı köyünden. Yine Deşt’de yaklaşık 6-7 arkadaşımız vardı, A.Y., A.Y., H.Ş., M.S. gibi. Gene işte hemen Deşt’in alt başında Ramadan köyünden Kamer Genç’in de akrabaları olan K.G. miydi, adında bir arkadaş. Nazimiye’nin Doluca köyünde işte M.Ç. gibi arkadaşların, A.A. gene Nazimiyeli arkadaşların olması doğal olarak Nazimiye’de bir yoğunlaşmayı getirdi. Oraya yerleşiyorlar işte Düzgün Baba’nın ayaklarının dibinde işte Zargovit Tepesi, Zargovit işte yani enteresan bir yerde, Kureyş öyküsünün de geçtiği yerdir, Zargovit Deresi işte bir tarafı da Bostanlı köyüdür işte daha aşağılara inildiğinde….
Paş köyünden H.İ.A. vardır, bunlar yakın yerler. Dolayısıyla orası bir nevi işte yığılma alanı oluyor.Ben işte ’72 yazında Rabat’tan E.A. Isminde bir arkadaşımı da alıp dağa gittim, çünkü benim Ali Haydar’la bağım sürüyordu, Dersim’de merkeze gelip gidiyordu sürekli. Yani şöyle bir şey var, şimdi…
Ali Haydar, Dersim faaliyetinin beynidir! Yani O. uzun bir dönem bütün her şeyi kendi şahsında ifade eden anlatımlar yaptı. Biz onu eleştirdik, ben de eleştirdim, H.T. de eleştirdi. Sonradan belli düzeltmeler yaptı Ali Haydar’ın fonksiyonunu ondan sonra o da ifade etmeye başladı.
Ali Haydar olmasaydı TKPML’de Dersim’de taban tutması mümkün olmazdı. Yani üç şey çok önemlidir, yani bir H.İ., iki Ali İşçi, üç Ali Haydar Yıldız. Bu üçünün çabaları olmasaydı TKPML Dersim’de zemin bulamazdı. Şimdi Ali Haydar olağanüstü bir insandı yani nasıl anlatayım yani tanımlamak gerçekten son derece zor. Ben hayatımda onun kadar enerjik bir devrimci görmedim, tanımadım bugüne kadar. Bu anlamda benim devrimci yaşamımda Ali Haydar her zaman idolüm oldu yani bu özelliklerinden dolayı, yani o korkunç derecedeki azim, kararlılık, ama her zaman güler yüz, her zaman esprili, her zaman şen şakrak, yüzünü asmayan , kararsızlık ya da yorgunluk olmayan. Abartı tabi olmamalı, bu demek değildir ki hiç moralinin bozulmadığı anlar yoktu, vardı, birkaç tanesine tanık da oldum ama bu, bunlar geçici. İşte güvendiği insanlara da rahatlıkla içini döküp serzenişte bulunabilen, işte öfkesini de yansıtan ama yani bunu sürdürmeyen, o öfkeyi devam ettirmeyen yani böyle bir kişilik.
D.G: Nesine tanık oldunuz mesela?
B.İ: Ya mesela birisinde… işte Tunceli’ne gelip işte oradaki mevcut ilişkileri sürdürüyordu. işte mesela benimle, işte N.Y. diye bir arkadaşımız vardı onunla, Y.A.’la bazı arkadaşlarla ilişkilerini sürdürüyordu.
Bir gün işte Dersim’de buluştuğumuzda, işte öfkeliydi, S.’a çok öfkelenmişti. S., cezaevinden çıktıktan sonra galiba bir, normal yani çok insani bir şey, yani bir kararsızlık dönemi yaşamış gibi sanki devam edip etmeme noktasında, ona mesela çok öfkelenmişti. Ben gülmüştüm tabi. Yani… Ali Haydar biraz tanımaya başladığım için, tanımıştım, o öfkesinin geçici olduğunu biliyordum… yani böyle, böyle biri. Şimdi Ali Haydar her yerde, işte bir bakarsın Pülümür’dedir, bir bakarsın Karakoçan’dadır, bir bakarsın Elazığ’dadır, bir bakarsın Mazgirt’tedir, işte Tunceli’nin köylerindedir, Tunceli’dedir falan. Bütün bu mevcut ilişki sistemini koordine eden, giden gelen insandır! Yani O. mağarada kurulmuş paşadır, başka bir şey değil, gerçek bu, realite bu yani yanlış anlamayın, ben asla ve kat’a hiçbir arkadaşımı, mücadele arkadaşımı yerme diye bir derdim olmaz ama realite bu. Yani o açıdan Ali Haydar’ın şeyi çok önemli yani çünkü bütün şeylerin altında Ali Haydar’ın imzası var, ilginç bir arkadaştı. Ali Haydar’la biz akrabayız ama Ali Haydar ile akrabalığı ben de bilmiyordum, çünkü bunlar 1938 sürgününden sonra sürgün dönüşü Mazgirt’in köyünde kalmışlar o daha başlangıçta anlatmıştım ya yasak mıntıka kararından dolayı dönemiyorlar, Mazgirt’te kalıyorlar. Ali Haydar da Mazgirt doğumludur. Ama aslında Haydaranlı’dır, Roşnekli’dirler. Şimdi bunu şunun için anlatıyorum, yani Ali Haydar’la ilgili her anlatımda farklı şeyler var. İşte bir yazıda Karakoçan’dır, Elazığlıdır, bir yazıda Mazgirtlidir, kırk yıldan sonra bu büyük bir ayıp, niye yaparlar arkadaşlar bunu ben anlamış değilim.
Doğum yeri tabi ki Mazgirt’tir ama aslen Haydaranlıdır, sonradan Mazgirt’ten de Palu’ya yerleşiyorlar, Palu’dan da Elazığ Hüseynik köyüne yerleşiyorlar. Elazığ’ın Hüseynik köyünde iken hareketle ilişkileniyor yani Elazığ Lisesi’ndeyken İbrahim’le ilişkileniyor. Ali Haydar işte 1972 yazında ilk defa karşılaştım haziran ya da temmuz olabilir, çünkü okullar tatildi. Dağ mahallesinde Ovacıklıların kaldığı bir öğrenci evinde, bazı öğrenci evleri ikinci yıl kullanılmak amacıyla şey yapılmazdı, iptal edilmezdi, öğrenciler o evi hani yataklarını da götürmezlerdi, kapılarını kilitleyip giderler ama öğrenciler bizimle ilişkili oldukları için anahtar bizdeydi, dolayısıyla yani biz orada kalıyorduk. Mesela ben köye gitmemiştim örneğin Tunceli’de orada kalıyorduk, gidip orada yatıyordum. Bir gün orada yatıyorken işte çıktı şey geldi, S.Y. geldi yanında biri var, işte uzun boylu, kıvırcık saçlı falan. İşte gülen, sempatik bir arkadaş, Ali Haydar’mış, ben Ali Haydar’ı ilk defa görüyorum. Biraz sohbet falan ettiler, tabi bunlar kırda mırda köylerde dolaşmışlar işte ikisi de bitli yani. Yatacağız iki yatak var, dolayısıyla bir yatağı iki kişinin paylaşması lazım. S. geldi hemen yanıma uzandı, Ali Haydar yok dedi, sen dedi gel yanımda yat dedi, onun bitleri seni yer dedi, S. (gülüyor) için diyor. Şimdi ama tabi ben gitmedim çünkü yani S.’ı sonuçta tanıyorum, bir arkadaşlığım var, Ali Haydar’ı ilk defa görüyorum yani son derece sempatik olmasına rağmen gitmedim. Yani Ali Haydar’ın, S.’ın bitleri yer esprisini ciddiye almadım ama hakikatmiş, gerçekten S.’ın bitleri beni perişan etti, uyumak, uyumak ne mümkün, sabaha kadar ateşler içinde yattım. Öyle güzel bir anımız oldu, böylece tanışmış oldum Ali Haydar’la, ilk karşılaşmam böyle oldu. Tabi sonra öğrendim yani işte Haydaranlı olduğunu falan, bizim hep duyduğumuz adını sanını duyduğumuz işte Mehmet Palu, babası Palu’da kaldığı için Mehmedi Palus, Palulu Mehmet diye bilinir, Palulu Mehmet’i hep anlatırlardı çocukluğumuzda ama biz tabi olayı pek çözemezdik, niye Palulu Mehmet?
Bu nasıl Haydaranlıdır, Roşneklidir bu Palulu Mehmet, diyorlardı, çözememiştik ama sonradan öğrenmiş olduk tabi. İşte gelip gidiyordu Ali Haydar. Mesela bir gün geldiğinde gene biz sohbet ediyorduk, Ali Haydar anlatıyor, zaten hiç bir şey sormana gerek yok kendi kendine rapor verir gibi anlatıyordu, öyle bir özelliği vardı. Yani hiç ayrım yapmadan, yani bu sempatizandır, şu şudur bu budur falan ayrımı yapmadan herkese her şeyi anlatan, böyle örgüt, o klasik örgüt şeylerini iplemeyen, takmayan bir yapısı vardı. Başlangıçta benim mesela çok tuhafıma da gitti, bu ne herkese her şeyi anlatıyor falan! Dedim yani ama sonradan baktım yani hiç de kötü bir alışkanlık değil. Mesela bir gün yürüyoruz, dedi ki; ya biz saatli bomba yapacağız işte saat bulamıyoruz falan. Benim de kolumda bir saat var, babam getirmiş Nacar marka bir saat, Tunceli’de öğrencilerde saat yok yani çok az sayıda işte memur çocukları ya da birkaç tane esnaf çocuğunun saati var, köylü çocuklarının hiçbirinde saat yok, saat son derece lüks. Şimdi Ali Haydar direkt şunu söyleyemiyor, ya biz işte bize saat lazım saatimiz yok dağda dese, çıkarıp vereceğim gene ama o bana bomba momba diye anlatıyor ki ben saati vereyim,…
E tabi ben, ben yer miyim, anladım, çıkardım hemen verdim, nasıl sevindi ama… Yani şey olmadı öyle, öyle bir şey yapabileceğimi. Ama yani yüzündeki şeyi göreceksin, memnuniyeti göreceksin, verdim tabi, aldı gitti. Çünkü yani tamam ben çocuğum ama yani kol saatiyle saatli bomba olmayacağını da bilecek durumdaydım, en azından
okumuşum falan. Aldı götürdü, böyle bir anı. Sonra işte bizim A.i ve E.’ı alıp dağa gittim, Orada işte O.’yla görüştük. O. dedi ki, olmaz, yani biz sizin dağa gelmenizi kabul edemeyiz, işte şehir merkezinde kimse yok, bizim şehirde işte öğrenciler arasında faaliyet yürüten, ilişkiler sürdüren insanlara ihtiyacımız var. Tabi ki yani şehirler onlar için sadece lojistik alan, bakış açıları böyle ama bunun için de olsa işte adam lazım.
İkna ettiler bizi geri döndük ama biraz kırıldık da doğrusu!
Okula kayıt yaptım yeniden haliyle, tamam okuyayım o zaman dedim. Okula başladım, artık hani lisede epeyce tanınan bir devrimci konumundayım, sınıfta da yani hem çift dikişiz (gülüyor), çift dikiş ağabeyiz hem tanınan bir devrimci pozisyonuna gelmişiz, herkes el üstünde tutuyor falan, iyiydi bayağı. Pat diye Fehmi Altınbilek çıktı geldi Milli Güvenlik dersine! Herif sınıfa tabancayla giriyor tabi normalde yasaktır tabancayla gelmesi yani milli güvenlik derslerine subaylar girerlerdi ama tabancasız girerlerdi, oysa haydut gibi işte tabancasıyla giriyor. Yoklama yaptı, daha ilk derste işte 702 Baki İşçi hemen kafa salladı, çünkü ondan önce bir yaz bizim köydeki evi basmışlardı jandarma, Fehmi Altınbilek. Evi darmadağın etmişlerdi aramışlarda yani bizim evi, dedemin evini işte babamın bacanağının evini falan aramışlardı. Babam yoktu galiba o ara, tabi babam yoktu, işte babamı sormuşlardı güya ihbar olmuş. O zaman işte bana sormuştu ne yapıyorsun? Öğrenciyim falan filan… Fehmi hatırladı tabi olayı, ya zaten babamı biliyor, ha 702 Baki İşçi sen misin? Hı! Acayip tabi demoralize oldum.
Çünkü şöyle bir şey vardı yani milli güvenlik dersinde kaldığın zaman otomatikman sınıftan kalıyorsun, böyle rezil bir mekanizma kurmuşlar zor mekanizması. E şimdi zaten böyle bir şey senin bütün okuma şeyini alıp götürüyor, hevesini. İkincisi, gene aynı derste dedi ki, bana bir şey sorduğunuzda ya da ben size bir şey sorduğumda siz cevap vermeye kalktığınızda ayağa kalkacaksınız, Türküm, Türklüğümden gurur duyuyorum, diyeceksiniz, öyle başlayacaksınız! Diyor, daha ilk derste! Yani bir insanın dayanması mümkün değil, yani… öyle bir şey ki yani silahın olsa hiç, hiç tereddütsüz çekip orada vuracaksın. Bu beni o kadar şoke etti ki, o kadar isyan ettirdi ki bu olay, ben başladım planlar yapmaya kendi kendime, ben bu adamı nasıl götürürüm diye! Tamamen bireysel. Şimdi bende de bir tane işte Çin yapısı bomba var, el, tahta saplı bir bomba bende. Ben kendi kendime şeyin planlarını yapıyorum, bu adam dersine girdiği zaman ben bombayı kapıdan bir yere monte edeyim, pimine ip bağlayayım, işte bir yere tutturayım, bunları hep kendi başıma düşünüyorum. İşte kapıyı açtığında gerilimden dolayı kopacak ya, bomba patlarsa bu adam geberir! Ama öbür taraftan işte yani düşünüyorsun ama bir sürü de korkular, korkuyla beraber tabi bir taraftan. Ya iyi güzel de… ben bütün bunları yaparken hiç hesapta olmayan bir şey olursa, diyelim ki bir öğrenci geç kaldı, (çünkü çok oluyordu), al sana curcunayı. Ya da ne bileyim okul idaresinden biri çıktı, çıktı geldi falan, bunları düşünüyorum, bütün bunlar beni vazgeçiriyor o şeyi gerçekleştirmemde. Yani böyle günlerce, günlerce kendimle boğuştum bu, bu hikâyeyi yapıp yapmama konusunda.
Yani benim şöyle bireysel bir yanım vardı, böyle şeyleri mesela gidip kimseye sormazdım yani O. ya da Ali Haydar falan takmazdım yapardım yani böyle bireysel davranan yanlarım da vardı. Nitekim mesela işte Ali Haydar gelip anlatıyordu işte gerilla teksiri yaptık falan, şimdi gerilla teksiri yapmışsın iyi güzel de, onu, kâğıdı yazacak daktilon yok. Şimdi öyle bir koşullar ki, o günkü Dersim’in koşulların da daktilo sadece devlet dairelerinde var. …Gittim A. S. isminde işte bu çift dikişli yılda, benim aynı zamanda Markasorlu ev arkadaşım. A.’yi gözcülük yapması için aldım, il sağlık dairesi Tunceli Lisesi’nin karşısında, boş bir arazide yani in cin top oynayan bir yerde, kocaman camları var. Cama bir tane taş indirdim, cam kırıldı, girdim içeriye ama daktilo Facit marka daktilo eşek ölüsü kadar…
D.G: Yok.
B.İ: bugünkü teksir makineleri edatında, dökme demirden yapılmış son derece ağır bir şey. Onu çalmak problem olmadı da, eve kadar taşımak da bana kaldı. Aldık götürdük onu eve, oradan da köye taşıdım.
İşte bizim arkadaşlarımız gelsinler götürsünler diye, götüremediler, götürmelerine fırsat kalmadı gerçi. Mesela bu, bunu hiç kimseye sormadan yaptım.
D.G: O dönem M.’ler Vartinik bölgesinde mi kalıyorlardı?
B.İ: Nazimiye’de.
D.G: Ooo, sizin köye Nazimiye’den mi geliyorlar, çok uzak mesafe!
B.İ: O dönem koşullarında insanlar alışkındı, bütün alanları yürüyerek gider minibüs olmasına rağmen ama minibüsleri istisna dışında kimse kullanmazdı, mutlaka yürüyerek giderlerdi.
Gene gittik, Fehmi Altınbilek hikâyesinde kaldık. Şimdi Fehmi Altınbilek böyle olunca ben okula devam etmenin hiçbir manası kalmadı dedim. İşte boykotu örgütledim o daha önce anlattığım boykotu. Zaten bırakmak istiyordu, A. Ö., bari giderayak bir intikam alayım dedim boykotu örgütledim. Ondan sonra gidip köyde ense yaptım, bir daha da dönmedim okula. Sadece işte öğrenci arkadaşlarımı görmek için bazen uğruyordum okula yani, üniversitelere, üniversiteli arkadaşlarımızın uğraması gibi bir şey.
Sonra bunlar nasıl olduysa işte dağ kadrosu tabi şişiyor . Başlangıçta yerel kadrolar vardı, Ali Haydar’ın dışında işte H.T., H.İ.A., A.A., profesyonel, Deştli arkadaşlar ve İ.E. yarı profesyonel. Bunlara işte arkasından üniversitelerden çoğunluğu, büyük çoğunluğu, neredeyse yüzde doksan yedisi Dersimli öğrenciler katılıyor, işte D.K., H.G. , Kamer Özkan, N. Ş., N.K., İsmail Çalıkıran… İsmail işte Çalıkıran yapamam diyor, onu geri yolluyorlar. Öyküyü Ali Haydar benim ikinci dağa gidişimde anlattı.
Şimdi dolayısıyla Ali Haydar her zaman böyle yani işte iklimsel koşullarının, doğa koşullarının ve benzeri zorlukların olduğu bir mekânda değil, sanki işte bir şeyde, bir eğlence dünyasında yaşıyor gibi bir dünyası vardı. Bu son derece sahiciydi yani şey değil, yapmacık değil, çünkü sahici davranışlarla sahici olmayan davranış çok net bellidir. Bu anlamda da herkes tarafından seviliyordu, köylüler tarafından da, istisnasız bütün arkadaşlar tarafından da çok özel karşılık görüyordu. Yani o anlamda şeyi söylüyorum, Ali Haydar olmasa şey olmaz. Ben hâlâ şeye inanıyorum, bu bireysel görüşüm tabi, yani TKPML tek kişilik örgüttür, pratik anlamında Ali Haydar’dır, teorik anlamında Kaypakkaya’dır.
D.G: Peki şeyi sorayım, yani İbrahim Kaypakkaya, Ali Haydar Yıldız, yakalanma anları, o, o süreç nasıl oldu, nasıl gelişti yani bu Vartinik olayı?
B.İ: Ona geliyorum. Sonra işte biz, ben köydeydik, bu dönem işte Filistin’den M.Ç. geliyor dağa, katılıyor. Demin ismini zikrettiğim arkadaşların dışında mesela unuttuğum işte M.A.,
Z.A., H.B. katılıyor, yani 20 kişiyi aşıyor….
Unuttuğum şu anda isimler de vardır ama herhalde büyük, büyük bölümünü zikrettim, unuttuklarım af ola. Şimdi bu kadar insan işte o daracık mekânda. İlişkiler de var, yani ilişki dediğin işte gidip rahat ekmek alabileceğin, gerektiğinde işte bir gece, iki gece kalabileceğin köylü ilişkiler ya da öğretmen ilişkileri.
D.G: Peki bir şey soracağım burada, yani kıra çıkan insanlar TKPML’nin tarihinde ilk defa kıra çıkan insanlar yani daha, kostümleri nasıldı, hangi kıyafetleri giyerlerdi, arazide hangi tür kıyafetlerle kalırlardı? Gerçekten her birinde teçhizat var mıydı, yani teçhizatsız çıkan var mıydı?
B.İ: Onu anlatıyorum, anlatacağım. Şimdi 20 kişiyi falan geçiyor dar bir mekânda, işte yoğunlukla, o demin bahsini ettiğim Zargovit’in etrafındaki iki üç mağarada, işte İhtilal mağarası, Çayan mağarası, Yıldız mağarası diye tabir edilen yerlerde, ikisini görmedim ama hep bahsediliyordu, ben sadece Çayan mağarasında kaldım bir iki gece, buralar var. Bir de Deşt köyünde çok fazla ilişkimiz olduğu için hemen hemen her evde istediğimiz zaman gidip kalma durumundaydık. Ve Deşt’e yakın işte Hakis diye bilinen bir köye gidip geliniyor ama öyle kalınabilecek, açıkta, rahatlıkla girip çıkılamıyor. Diyelim ki birkaç eve bunlar gece gidiyorlar işte iaşe alıyorlar çıkıyorlar falan ya da çok acil durumlarında belki bir kişi, iki arkadaş bir gece yatmıştır falan ama yani daha fazlası yok. Şimdi şöyle bir gerçeklik var: Türkiye sosyalist hareketi darbe yemiş, THKO Nurhak’ta büyük darbe yemiş, Kızıldere olayı yaşanmış, THKPC darmadağın edilmiş, onun dışında toplumsal muhalefet bitirilmiş. Bu koşullarda varlığını sürdüren yeni bir yapı olan TKP-ML var. Ama ne yazık ki siyasal durumu doğru analiz edilmediği için yapılan yanlışları siyasal daha sonraki yıllarda görüyoruz ama…
TKP-ML ilan edildikten sonra, kısa zaman içerisinde her yerde bir şey yapmaya çalışmışlar, işte Mazgirt’te, Dırban’da, Muhundu’nun birkaç köyünde, işte aşağıda Karakoçan’ın Paş ve benzeri köylerinde, Doluca’da, Harik’te köylüler ile ilişkiler var, ama bunlar oturmuş ilişkiler değil henüz. Ve Dersim’de halk bir korku yaşıyor, bir travma yaşıyor, yani tamam devrimcileri eşitlik, kardeşlik, güzel dünya mücadelesi veren insanlar olarak benimsiyor, onlara kucak açıyor ama bu toplum şöyle bir travma da yaşamak istemiyor; yeni bir katliam ya da soykırıma neden olabilecek bir şey de yaşamak istemiyor, dolayısıyla temkinli. Ve sürekli kendisine gelen gençlere istisnasız hepimize, herkese şöyle telkinde bulunuyor; ya siz yanlış yapıyorsunuz işte devlete devlet gerekir. Bu devletle siz bu halinizle işte silahınız bile yokken karşı çıkamazsınız, devleti yıkamazsınız! Ve bunu kendince de örnekliyor ve diyor ki; bak biz 38’de direndik ama 1938 yılında devletin sahip olduğu konvansiyon silahlarla bizim sahip olduğumuz silahlar arasında orantısız bir farklılık yoktu. Yani onlar sonuçta Kırıkkale tabanca, Kırıkkale mavzer…
D.G: Mavzer.
B.İ: Mavzerini kullanıyordu, biz de işte Rus bekçisi, Alman filintası kullanıyorduk, yani onların 38’de kullandıkları, birtakım yerlerde işte toplar katırlarla zar zor taşıdıkları topları vardır.
İşte uçaklar son dönemde devreye girdi falan filan ama bu çok olağanüstü bir şey değildi, orantısızlık değildi. İkincisi, bizim insanlarımız keskin nişancıydılar yani attığını kaçırmıyordu (gülüyor), bir tek mermisini bile boşa harcamayan insanlardı. E şimdi siz bir de öğrencisiniz, hiçbir deneyiminiz yok, siz duygularınızla, öfkenizle hareket ediyorsunuz, yapmayın etmeyin, böyle olmaz. İşte siz en iyisi okuyun devleti içeriden kuşatın, devleti ele geçirin vb. telkinlerde bulunuyorlardı, itiraz ediyorlardı. Ama tabi bu itirazlarını kaale alan yoktu. Ya da işte yani benim tanık olduğum şeyler: biz Kürt’üz diyorduk, bütün köylüler, yok biz Kürt değiliz, ne ciğerim ne Kürt’ü? sizin Kürt dedikleriniz o Diyarbakır’dan ötedeler, biz Aleviyiz, ya da biz Kırmancız derler, itiraz ederlerdi. Tabi biz bu itirazdan da sonuç çıkarmazdık, çünkü kendi kafamızda şablonlarımız vardı, bunlar tarih bilmez, cahiller, kandırılmışlar, işte 38 travması vb. der geçerdik.
Şimdi kış koşullarına doğru geldiğinde dağdaki arkadaşlar, Ali Haydar’ın anlatımından söylüyorum bunu, aralarında, bu kışı nasıl geçirelim diye kendi aralarında konuşmuşlardır? Yerel kadrolar diyor ki; yani 20 kişi bu dar alanda kendimizi koruyamayız! Biz en iyisi kış aylarında küçük gruplar yani en fazla iki ya da üç kişilik gruplar halinde dağılalım farklı alanlara, ilişkimiz nerede varsa işte ne bileyim Mazgirt’e, Pülümür’e, Haydaran köylerine kışı bu biçimde geçirelim. Amaç propagandaysa bulunduğumuz yerdeyken de propagandayı yaparız, yani biz mağarada kalmamız bir devrimci durum yaratmaz, sonuç halka sosyalizmi anlatmaksa, halka devrim fikriyatını aşılamaksa biz halkın içerisinde kalarak da bu işi yapabiliriz, diyorlar. Ama ne yazık ki O. ısrar ediyor, hayır bu korkaklık olur, bu mücadele kaçkınlığı olur vs. gibi bildiğimiz o klasik sol jargonla karşı çıkıyor.
E tabi O. bir idol olduğu için de arkadaşlar haklı aslında nesnel duruma da denk düşen önerilerinde ısrar edemiyorlar. Israr etseler, diretseler muhtemeldir ki O. geri adım atardı. Ve sonuçta mağaralarda kalmaya devam ediliyor. Şöyle bir şey yok, yani sığınak hazırlama gibi hiçbir pratik tecrübe yok, öyle bir çaba da yok! Yani herkesin bildiği, üstelik yerleşim yerine son derece yakın, yani küçük çocukların da gördüğü, çobanın da gördüğü, yani doğaya çıkan işte ot biçen, yaprak kesen, davarını otaran herkesin bildiği alanlarda kalıyorsun. Ve işin bir başka boyutu, dramatik boyutu; bizim arkadaşların hepsi, dağdakilerin hepsi devletin Kaypakkaya ve arkadaşlarının Nazimiye bölgesinde kaldıklarının duyumunu aldıklarını da biliyorlar. Çünkü Arslan Bora Dersim senatörü Mazgirt’e gidiyor, köylerde köylülerle toplantılar yapıyor, köylülere şeyi anlatıyor, buralarda işte anarşist gruplar var, devlet bunu biliyor, bunları barındırmayın, işte eğer siz bunları barındırmaya devam ederseniz, devlet sizi katletme bahanesi yaratır, deyip bir şey oluşturmaya çalışıyor, bir istihbarat ağı oluşturmaya çalışıyor… Bizimkiler de biliyor bunu! Şimdi, bilmelerine rağmen hiçbir önlem almıyorlar, tam kış dayanmış, bu da yetmiyormuş gibi tam aralık ayında eylemlilikler yapma kararı alınıyor. Aralık ayı Dersim’de işte kışın, kışın başlangıç ayıdır.
Şimdi, o kadar adam yetmiyormuş gibi bir de gelip bizi aldılar yani yirmi tane adam olmuş bu adamları barındıramıyorlar, ben köydeyim bir gün, M.Ç. çıktı geldi, yanında H.A. var. H.A. genç bir arkadaş, köylü bir arkadaş, çok böyle geveze, çok gereksiz, lümpen yani dağa gitmesi gereken en son kişiyken o da dağa gitmiş…Tabi M. ’a benimle ilgili sanıyorum Ali Haydar, işte M. belli şeyler anlatmış olacaklar ki, H.A., bana bir arkadaş dışarıda ormanda seni bekliyor, gidelim, dedi. Gittik, yolda anlatıyor, gereksiz biri olduğunu biliyorum, hiçbir şey sormadığım halde o habire anlatıyor.
D.G: Evet.
B.İ: 5’e 10’luk bir çivi çıkardı, bak dedi bu ne biliyor musun? Ne o? Bu dedi, eğer kullanmasını bilirsen, iyi kullanmasını bilirsen işte bu silah, silahtır falan. Bizim M. buna böyle şeyler anlatmış işte Filistin ve Vietnam Savaşı’ndaki bubi tuzaklarını vs… falan filan, Vietnam halkının direniş öykülerinden propaganda yapmış tabi H.’e. Silah yok ya, H.’e de bir tane çivi vermişler, bu senin silahın olsun diye, H. o çivi, çivi hikayesini anlatıyor bana. Neyse çıktık gittik işte. Ormanın içerisine gizlenmiş, soğuk, kış ayı, ayı yatağına. M, biraz sohbet sonrası, Nazım Hikmet’i nasıl biliyorsun?
Nerden icap ettiyse, Nazım Hikmet komünist parti üyesidir, şairdir ama anti-Stalinisttir, dedi ve yola koyulduk… dağa mağaraya gittik, bir iki gün kaldık o mağarada, sonra yer değiştirdik ama bir iki gruba ayırmışlardı, o 20 kişi bir arada değildi artık…İşte belirli zamanlarda gruplar buluşup dağıtılıyordu. Bunların hepsini işte O. ve Ali Haydar falan yapıyor. Çayan mağarasında kaldık bir iki gün, sonra Deşt’e doğru gece yürüyüşü yaptık. Gece yürüyüşünde de işte askeri eğitim gibi, yani gece insanları yürütmeye alıştırıyorlar hem mukavemet, insanların arazi koşullarına dayanmasını sağlamak, işte gece yürüyüş kolu işte öncü grup, artçı grup, ortacı grup, burada insanların nasıl korunması gerektiği falan anlatılıyor. Neyse çıktık gittik Deşt’e. Deşt’de bir ormanlık alanda derme çatma ağaçlardan bir kulübe yaptık. Bir kısmımız oradan gitti, ama bir kol işte ben, O., H.A., Ali Haydar, M.Ç. Orada kaldık.
D.G: Bu Deşt Nazimiye’de Deşt değil mi?
B.İ: Nazimiye Deşt, Nazimiye’dir.
MERAL: Nazimiye’de Deşt yok! Merkezde Deşt var, bir de Pülümür’de var.
D.G: Nazimiye’de Deşt yok diyor, bir iki yerde Deşt var diyor da.
MERAL: Pülümür ve merkezde.
B.İ: Hayır, Nazimiye Deşt’de var, sen bana mı anlatıyorsun, ben Deşt’de kaldım. Dediğin doğrudur, Pülümür’de de var, Ovacık’ta da var, Hozat Deşt de var, Nazimiye Deşt de var, Deşt çok. Ben sana on tane Deşt anlatırım, tamam sonra anlatırım bir ara.
D.G: Bu arada, evet bu arada Onur Vakfı çalışanımız Meral abla…
B.İ: Dersim’de ayağımın değmediği taş bile yoktur, Dersim’i bana soracaksın.
D.G: Evet, ben şeyin de anonsunu yapayım, bu arada görüşmemize Onur Vakfı çalışanı Meral abla da katıldı böylelikle bilgi geçmiş olalım.
B.İ: Cangıl ormanı, cangıl ormanı koymuşlar işte o ormanın adını da, çünkü her mekâna bazı isimler de koymuşlar. Çayan mağarası, Yıldız mağarası, İhtilal mağarası, işte orası da bizim cangıl ormanımız, kalıyoruz. Kulübeyi yaptık, nöbet sırası bendeyken, kulübe sonuçta yani ağaç, bir iki gün sonra yaprak kuruyor yeşil de olsa, o tam orta yerinde ateş yakıyorsun ısınmak için çünkü yani artık soğuk, soğuk mevsim yani, üstümüzde ne var? Hiçbir zaman askeri teçhizatımız olmadı. Bildiğiniz normal kıyafetlerimiz, köylü kıyafeti, işte mevsimin koşullarından korunmak için çoğu zaman iki pantolon giyerdik, o yetmezdi onun altına bulabilirsek içlik giyerdik, işte üste iki tane gömlek, iki tane ceket giymişliğimiz bile olmuştur. Çok istisnai durumlarda battaniyelerimiz olmuştur. Kıyafet dediğimiz şeyimiz bunlardan ibaretti. Artı, birtakım sabit mekânlarda demliklerimiz vardı, çayımızı yapacağımız, çoğu zaman demliklerimiz bile yoktu, konserve kutularında çay yapardık, çayımızı, kadehlerimiz de konserve kutularıydı. İaşemiz zaten köylülerin yediği içtiği şeylerdi, işte yağ, çökelek vesaire. Şanslı olursak bize kuru çerez verirlerse işte onlar olurdu.
D.G: Bu…
B.İ: İşte doğada mecburiyetten vurduğumuz kuşlar olurdu bazen yemek için.
D.G: Bu 20 kişilik ekipte hiç kadın arkadaşınız, kadın yoldaşınız var mıydı?
B.İ: Hayır, hayır. Bir gün işte nöbet tutarken pat diye kulübemiz tutuştu ben nöbetteyken, orada bir sürü işte kutulardan yapılmış dinamit lokumları falan bombalar duruyor. Ne vardı yanımızda silah olarak? Bir tane av tüfeği vardı, bir tane tabanca, birkaç tane de bomba. Tüfek, kırma benim elimde. E ben tabi hemen panikle bombalar alev almasın diye önce onları kulübenin dışarısına attım, ondan sonra arkadaşları uyandırdım. Tabi hemen ceketlerle meketlerle büyümeden yangını söndürdük, su yok bir şey yok, neyse büyük olmadığı için söndürdük, ama uyusam büyürdü.
Yani can tehlikesi yaratmazdı ama orman yanabilirdi, daha büyük bir yangına sebep olabilirdi. Orada tabi hemen yer, yerimizi değiştirdik başka bir alana geçtik yani yine aynı yer, cangılın bir başka mevkiine gittik yeni bir kulübe yaptık, orada kaldık birkaç gün. İşte nöbet sistemini yine uyguluyorduk, bir kişi nöbet tutuyordu. O ara işte Ali Haydar ayrılıp Pülümür tarafına işte Pülümür’ün Altınhüseyin köyüne gitmek durumunda kaldı, çünkü bir tane Pülümür köylerinde bir köylüden aldıkları Rus beşlisi vardı, I. Dünya Savaşı’ndan önce yani Osmanlı-Rus Harbi’nden kalma bir silah, adam boyunda, ters astığın zaman yere değiyor böyle bir silah düşün, adı silah, yani bir demir taşıyorsun. Mermileri yani köylülerin bunlara verdiği mermiler hepsi çürümüş, çünkü yani uzun yıllar toprak altında kalınca özelliklerini yitirmişler. Ali Haydar tekrar o tarafa gitti yani belki yeniden yani bunun, silahın mermilerinden bulabilirim düşüncesi ile. İşte o Deşt’in bir tarafına giderken ben beraber çıktık şeyden, kulübemizden beraber çıktık, benim işte Deşt’e uğrayıp ekmek, iaşe, azık almam gerekiyordu. Ali Haydar da yoluna devam edecekti. Orada işte posta kutusu olarak kullandığımız bir yer vardı. Burayı belirli aralıklarla kontrol etmemiz gerektiğini, diyelim ki bir şey olursa oradan ayrılırsak oraya not bırakmamız gerektiğini vs. anlattı, çıktı gitti tabi. Ben yiyecekleri aldım, döndüm.
Bir müddet sonra İhtilal ya da Çayan mağarası mıydı, oraya döndük. Baktım, grup tekrar büyümüş, değişik gruplar geliyor ya, kim vardı? İşte ben vardım, M.A. ve Z.A.
M.Ç., H.T., A., H.İ.A., M.O. vardı hatırladıklarım, belki bir iki kişi daha vardı. Neyse, baktım O. sırasıyla işte grupları çağırıyor iki kişi, üç kişi falan. Böyle aşağıda derenin, mağaranın ağzında bir dere var, derenin oluşturduğu küçük bir kumluk alan var, kumlukta, elinde de bir çubuk, yerlere bir şeyler çiziyor, bir şeyler anlatıyor ama, sen duymuyorsun ama tabi uzaktan. Neyse sıra bize geldi, bizim gruba geldi işte ben, Z.A., M.A. gittik. Dediler ki işte siz gideceksiniz Tunceli’de polis karakoluyla onun üstünde oturan emniyet amirliğini bombalayacaksınız, geleceksiniz. Ben gözcülük yapacağım, bu vatandaşlar yol bilmiyor, yordam bilmiyorlar, arazi bilmiyorlar, bıraksan gidip suya düşerler yani tanımıyorlar çünkü araziyi bilmiyorlar. Bir tek ben araziyi biliyorum, yani ben aynı zamanda onları eylem yerine götüreceğim, gözcülük yapacağım, eylemden sonra da bir de adamları şeye götüreceğim, karargâha getireceğim yani görevim, görevim bu. ….İşte tek otorite, hiçbir eleştiri kabul etmiyor, hiçbir itiraz kabul etmiyor.
(kayıt burada kesildi)
B.İ: Gittik, gideceğimiz yer de yok, benim öğrenci evim işte A.S. ile birlikte tuttuğumuz öğrenci evine gittik. A.S. arkadaş yok, problem yok, kilidi kırdık girdik içeriye, sonuçta yani benim de evim sayılır. Hemen komşumuzdan gidip odun da aldım, kadıncağız bana hemen yemekler de getirdi, anladı tabi yanımdakilerin kim olduğunu, tahmin etti yani. Yemeğimizi falan yedik, sabah ben işte şehir merkezine indim, belli ilişkilerden işte parasal olanaklar yaratmak için. İ.E. diye bir arkadaşımız vardı, İ. Gördüm, dedim İ. durum böyle böyle, biz geldik, buralarda işimiz var ama bize para lazım, eylemle ilgili tabi bir şey anlatacak durumda değilim.
Valla bende para yok ama babamın veresiye hesabı var, gidip oradan alalım ne lazımsa. Neyse gittik, işte babasının veresiye hesabından biraz makarna, çay, ne bileyim sana yağı, zeytin, ekmek aldık, kasa aldık yakmak için… İ.’la beraber eve doğru gidiyoruz. Şimdi gören oldu… Ş.C. diye bir genç vardı o dönemde, onun MİT’le ilişkisi olduğuna dair şüphelerimiz vardı.
Bu kişi beni görmüştü işte o geçerken çarşıya falan. Şimdi bir de benimle ilgili bir ihbar da yapılmıştı, işte o H.A’ün babası tarafından, ya oğlum kayıp, Baki alıp bir yere götürdü falan gibisinden. Yani böyle bir ihbar da olunca… Tam yürüyorduk baktım ses geldi, o zaman Tunceli’de iki tane polis cipi vardı, yani sesini bile tanıyordun hiç görmeden, ses gelince ben hiç bakmadan anladım polis cipi olduğunu sesinden. Böyle tam bir yolun kavşağında, yol, su, elektrik, lisenin üst tarafında yol, su, elektrik diye, yol, böyle tam çatalın oraya geldik, su deposu var bu tarafta, İ., dedim, sen eşyaları hızlı bir şekilde verdim, sen dedim yola devam et, arkadaşlar evden ayrılsın dedim, ben yolumu öbür tarafa çevirdim. Yüz metre, iki yüz metre yürüdüm polis cipi yanımda durdu tabi! İşte kimlik, kendi kimliğimi taşıyordum o zaman, (gülüyor), illegaliteye bak! Kimliğimi verdim, hemen tabi karakola aldı götürdüler. Elimde birkaç şey kaldı, makarna mı, mercimek miydi, bir iki parça kaldı hepsini veremedim yani, çocuğun kucağı da dolu zaten, kasa masa falan, bir de tabi panik hali var ya. Şimdi Z.A. Deniz’lerin idamıyla ilgili yazılama eyleminde aranır duruma düşen bir arkadaş, aranıyor o olaydan dolayı. Şimdi bunlar, İ. gidip söyleyince evden çıkıyorlar, ama kimliklerini pencerenin orada bırakıp gidiyorlar. Birinin de pasaportu var ayrıca yani hem pasaport hem kimlik, birinde de kimlik. Şimdi götürdüler beni işte H.A. Nerede falan filan? Bilmiyorum dedim! Neredeydin? Köydeyim. Okulu bıraktım köydeyim. Dövdüler somut bir şey yok ama yani, bir şey tutturamadılar. Bu sefer dediler ki, bu eşyalar… üzerimi aradılar, para yok, kuruş yok. E sen bunları nereden aldın? Sen bunları çaldın.
Haydaaa! İşte aptallık, gençlik hali yani, işte hırsızlık yüz kızartıcı bir suç ya! Polis sana mutlaka bir şey yapmak istiyor kafasına koymuş yani, komiser Osman ve polis Sabri diye işkenceci olarak tanınan iki sivil polis, kafalarına taktılar mutlaka beni içeri attırmanın yolunu arıyorlar. Bir şey bulamayınca, bir tek şey de kaldı ellerinde, işte hırsızlıkla itham etmek beni, anladın mı?
D.G: Evet.
B.İ: 2 gün boyunca habire falaka, dayak, bir şey çıkmıyor. Bu sefer artık en son baktım yani kurtuluş yok bunların elinden, nereden aldın? Göstereceksin ulan! İyi dedim, ben dedim şeyden aldım, M.K.’den aldım. M.K. de bizim Ali Haydar’ın eniştesi, marketi var orada. Beni tanıyor, ben de şeyi düşünüyorum işte aklımca oraya götürürsem benden aldı der, bitti, biter bu iş. İçeri girdik M.’a kaş göz ediyorum, bana bakmıyor bile bile…Yani ben polisle gidiyorum insan bir merak eder, bir bakar. Kaş göz ettim buna, anlamadı. Yok ağabey bizde bu marka ürün yok demez mi?! o şeyim de gitti, umudum da gitti ve ben ciddi şekilde işte hırsızlıkla damgalanmamak için çırpınıyorum. En sonunda çaresiz kaldım, dedim ki benim arkadaşım var, onun hesabından aldım, kim? İ.! Gittiler İ.’ı alıp geldiler. İşte İ. cesur çıktı çocuk, dedi ki ben aldım! Niye aldın ulan? Dedi ki niye almayayım, benim arkadaşımdır ya! Size ne dedi, size ne dedi ya, ben arkadaşımı, kendi ailemin adına bir şey almışım dedi, ne var bunda dedi. Ve iki gün sonra bunların aklına geldi, işte nerede oturuyorsun, evin nerede, dedi? Ben de bizimkiler gitmiştir iki gün geçmiştir, evde bir şey kitap yok, hiçbir şey yok. Aldık, falanca yerde oturuyorum, gittik eve, bir baktık bizimkilerin kimlikleri orada…
Ya iki gün sonra eee kimlik ortaya çıkınca iş ters tepti. bu sefer soruşturma yeniden başa döndü. Z.A. ile bildiri dağıttığım iddiası ile, beni alıp Diyarbakır’a götürdüler tabi. Diyarbakır’da 1 aylık bir soruşturma süreci. O dönemde soruşturma MİT’te yapılıyordu. Çok tabi öyle çok yoğun işkenceler gördüğümü söylesem yalan olur, yani çünkü 15 yaşındayım! Zaten onlar asla ve kat’a akıllarına benim o kadar çok şey bilmiş olabileceğimi tahmin etmedi Kaba dayak falan işte, bir iki sefer küçük elektrik, başka bir şey yok. İşte Diyarbakır inzibat taburu denen bir yerde kaldım, oradan sorguya götürülüyorum, sorgu bitince tekrar oraya götürülüyorum, 1 ay gözaltı süresi. Orada gene rahat durmadım, can sıkıntısından duvarlara portakal kabuğuyla şey yazdım; akın var güneşe akın, güneşi zapt edeceğiz güneşin zaptı yakın… Adamlar yemek verirken bakıyor karşıda şey gibi, duvar yazısı gibi gözüküyor! Çıkarttılar beni, ibret olsun diye, on kişi var, on tane hücre var, nasıl meydan dayağı attılar bana, herkes, bütün hücreler… hiç çıt yok, herkes öfkeyle seyrediyor, böyle iğne atsan ses çıkartmaz yani o kadar insanlar… üzüntülü, bir şey yapamıyorlar ama benim de dayak yememe müthiş üzülüyorlar.
Neyse atlattık onu işte Diyarbakır’a gittik, tutuklandık. Cezaevine gittim, işte bizim iki arkadaşımız daha önce M.Ç. ve H.G. Ovacık’ta yakalanmışlardı, onlar oradalar. Onlar beni gördüler tabi sevindiler. Sonuçta dağda olup bitenleri öğrenmek istiyorlar ya! Tabi bizim M. hemen çevresine oradaki kendince işte ihtilalci gördüğü bazı isimler vardı işte İ.G., A.Z.V. gibi birkaç isim etrafıma toplandılar. Bir de işte gene Ovacık’tan M.G. diye bir öğretmen arkadaş da tutukluydu yardım ve yataklıktan. Gece çok hızlı bir şekilde tabi bitlerimi temizlediler, bana güzel bir banyo yaptılar, pastırmalı yumurtalı bir ziyafet çektiler sağ olsun, onlar orada işte böyle el üstünde ağırlandık. Sonra gece işte o bahsettiğim arkadaşlarla geniş bir sohbet yaptık, işte dağdaki direnişimizi ya da işte örgütlülüğümüzü abartılı bir şekilde aktardık, yattık sabah oldu. Geldi idareden beni çağırdı, mahkemeye çağrılanların içerisinde benim ismim var, şok olduk tabi. Dedi ki yani ne oldu, sen tutuklanmadın mı? Tutuklandım! E niye çağırıyorlar? Bu dediler normal bir şey değil, bunda bir anormallik var. M. hemen tabi cezaevini harekete geçirdi o işte tutuklu temsilciliği vardı, C. diye TİP’li bir arkadaştı Kürt, reformist bir adamdı, uzlaşmacı bir adam. İşte karmaşık, çok karmaşık bir yapı, Kürt hareketinin bildik bütün simaları oradaydı işte yani Musa Anter, T.Z.E., İ.B.,İ.A., M.K., İ.G…. Dolayısıyla bu kadar insanlar içerisinde herhangi bir siyasal direnişi örgütlemek son derece zor! Ama onlar böyle büyük bir başarı gösterip hemen vermiyoruz dediler arkadaşımızın savcılıkta bir işi olamaz, bu işte bir anormallik var falan.
Cezaevi müdürü yarbay hemen devreye girdi, geldi, işte namus sözü, şeref sözü, birkaç saat sonra arkadaşınız gelir, ifadesine başvurulup tekrar geri getirilecektir, ben kefilim falan. Onlar da sonra yazılı güvence istediler, beyefendi hemen onu da yaptı. Böylece mahkemeye gitme kararı aldım.
D.G: Peki, aradan sonra devam edelim.
D.G: Peki, yine kartımız bitti, bir kart değişikliğinden sonra sohbetimize devam ediyorum. En son bir mahkeme safhasından bahsettiniz, bahsettiniz, bu mahkeme safhasını isterseniz sonlandırın yani bağlayın, o anlamda söyledim. Sonrasında direkt Dersim’e dönelim, yani sınırlarımız hep Dersim olsun, Dersim’le sınırlı kalalım istiyorum. Dersim’e döndükten sonra da, İbrahim Kaypakkaya ve arkadaşlarının Vartinik bölgesinde yakalanması, bu sürece dair anlatımlarınız çok önemli, bu kısmı konuşalım istiyorum, buyurunuz.
B.İ: E zaten yani o, ben olayı şeyle bağlantısını kurmak için anlatmıştım. Yani ben işte mahkeme binasına götürüldüğümde olağanüstü bir hareketlilik vardı, Reno marka arabalar ki bu arabalar o dönem MİT’e tahsis edilmiş son model arabalardı. Beni hemen o arabalara atıp hiçbir şey demeden, direkt Dersim’e götürdüler. Yani Diyarbakır, Dersim epeyce bir mesafe, epeyce bir zaman aldı. Yol boyunca bana bir tek şey, soru yöneltilmedi. Kendi aralarında işte sohbet ediyorlardı sadece, normal sohbet. Dersim’e vardığımızda akşamüstüydü artık yani. Beni karakol binasında indirdiler, içeriye aldılar, müdür odasında birkaç tane sivil kelli felli adamlar… Ondan sonra hızlı bir şekilde tekrar arabaya bindirdiler, bu sefer direkt valilik binasına, orada da gene böyle çok olağanüstü bir hareketlilik var. Herkes işte birbirine gösteriyor, bu işte falan, herkes bakıyor böyle sirk hayvanına bakar gibi. Tabi şeyi anlamaya çalışıyorum ne oluyor, ne bitiyor? Nedir bu telaş? Yani bir de şey yok hani henüz… niye soru… sorguya alınmıyorum yani bir şey varsa falan! Tekrar hızlı bir şekilde arabaya atlayıp tekrar karakol binasına, o arada işte yumrukla girdiler, anlat ulan işte dağa gitmişsin, işte bütün foyaların açığa çıktı falan filan. İşte yok dememe gerek kalmadan ayakta işte copla, yumrukla falan dövmeye başladılar. Söylediklerinden eminler, çünkü herkes yakalanmış, ben böylece öğrenmiş oldum. Hemen getirin onu deyip, H.’i yan odadan işte koltuğunun altına iki polis girip getirdi, perişan durumdaydı ayakları patlamış, yürüyemiyor!
Anlat ulan falan dediler, o işte hızlı bir şekilde birtakım şeyler anlatmaya başladı, işte biz Baki’yle dağa gittik, şöyle oldu böyle oldu falan. Ben tabi gene yok falan demeye kalktım, gene paldır kültür tekme tokat, ondan sonra hızlı bir şeklide arabaya bindirildim tekrar geri… Şimdi ben olayı hâlâ çözemiyorum, yakalanmalar olmuş, artık pek çok şeyi biliyorlar ama ne kadarını biliyorlar, hâlâ biliyor değilim. 24 Aralık’ta yakalanmıştım, 1 ay gözaltı süresi olduğuna göre ne yapıyor? 24 Ocak. 24 Ocak oluyor. Yani tam işte Vartinik operasyonunun da gerçekleştiği bir zamana denk geliyor Diyarbakır’dan getirilmiş olmam, dolayısıyla herkes yakalanmış, herkes sorguda yani. Hızlı bir şekilde geri götürülünce, ben işte olayı çözmeye çalışıyorum ne oluyor ne bitiyor falan? Bir baktım Diyarbakır’dayız, artık gece saat on, on bire geliyor. Cezaevine yanaştığımızda sloganlar atılıyor, ateşler göğe yükselmiş, tutuklular işte direniş göstermişler, saat beşte cezaevinin kapılarının kapanması gerekiyor, tutukluların içeri girmesi gerekiyor girmemişler, dolayısıyla bütün cezaevi binası tanklarla çevrilmiş, tanklar da aydınlatılıyor. Beni yani sıkıyönetim komutanlığı özel emriyle tekrar geri götürmek zorunda kalıyorlar. Cezaevi idaresi işte geldi, tutuklu, şimdi sizin arkadaşınızı bakın getirdik artık içeri girin falan. Bir süre hücrede tutup geri yollayacağız falan; beni cezaevinin yan tarafında 10 ya da 12 tane hücreden oluşan hücreler bölümüne koydular.
Sonradan Dersim’de sorguları biten arkadaşlar peyderpey Diyarbakır’a nakledildiler. Bir kısım, arkadaşların bir kısmı da bu bulunduğum yerdeki 10 tane hücreye gelmiş oldular. Üç tane mekân vardı Diyarbakır’da, 2. Tabur diye tabir edilen MİT hücreleri, inzibat karakolu diye tabir edilen, daha önce benim kaldığım10 kişilik hücreler, bir de cezaevinin yanında bulunan hücreler. Dolayısıyla arkadaşlarımız da Dersim’den gelen ya da işte sonradan Malatya’ya ve çevre illere yayılan operasyonlarla gelen bütün dava tutukluları bu üç mekânda kaldılar tutuklanana kadar. Sonra tabi ben oraya geldikten bir süre sonra, N. hoca diye bir arkadaşımız Karakoçanlı öğretmen arkadaşımızı getirdiler benim yan hücreme attılar. Hücrelerin üstü duvara kadar örülmemiş, yani bir koğuş düşünün koğuş bölünmüş, hücreler yapılmış tavana kadar duvar örülmediği için üstü tel kafeslerle kapatılmış, dolayısıyla yan hücreyle konuşabiliyorsun yani rahatlıkla. Ben seslenince, N. Hoca, Ali Haydar’ın vurulduğunu söyledi. Böylece Ali Haydar’ın işte yani Vartinik’te öldürülmüş olduğunu İbrahim’in de yakalandığını öğrenmiş oldum. İbrahim bölgeye işte ben yakalandıktan sonra geliyor, yani ben 24 Aralık’ta yakalandığımda İbrahim bölgede değildi, Dersim’de değildi yani, demek ki 24 Aralık’tan sonra geldi. Zaten o daha önce anlattığım işte o değişik mekânlar, Muhundu Karakolu, Tunceli’de Fehmi Altınbilek’in evinin bombalanması eylemleri ben yakalandıktan bir süre sonra yapılmış, çember daraltılmıştı.
Nazimiye’de S.N.’ın evini Fehmi kuşatıyor, yani işte bizimkilerin gidip barındıkları yer, mekân olarak. Adamcağız kalkıp üstümü giyinip açayım derken Fehmi tarıyor kapıyı, bir kızı gözünü yitirdi, kendisi yaralı, ağır yaralı kurtuldu, kızının bir gözünü yitirdiğini biliyorum, yaşamını yitirip yitirmediğini hatırlamıyorum. O olaydan sonra arkadaşlar Düzgün Dağı eteklerindeki yeri terk etmek zorunda kalıyorlar ve Vartinik’e gidiyorlar.
D.G: O akşam baskında Kaypakkaya Bostanlı köyünde miydi Fehmi Altınbilek o evi bastığında?
B.İ. Yo, yo onu bilmiyorum, sanmıyorum ama yani Nazimiye’de olabilir, o konuda ben somut bir bilgi sahibi değilim ama yani Vartinik’e sonradan gittiklerini biliyorum arkadaşların anlatımlarından, sonraki cezaevi anlatımlarından biliyorum. Çünkü Vartinik’de kalmak akıl kârı bir iş değil! Vartinik dediğiniz çok yükseklerde Munzur sıra dağlarını takip eden silsilede yazın kom (yayla) olarak kullanılan bir, tek kişilik bir evdir. Yani yayla evidir, kışın orada kalmanın maddi olanağı yoktur, bir de güvenlik açısından mümkün değil, çevre köylerdeki insanlar kışın o komun boş olduğunu bilirler. Orada bir ateş, bir insan varlığını hissettikleri zaman belki bunu, çünkü o dönemde avcılık da oluyor, yani kaçak avcılık, insanlar iki gün orada ateş izi görseler, duman görseler şey diye düşünebilirler, avcıdır diye düşünebilirler ama bir hafta ya da daha uzun süreli bir yaşam belirtisi hissettikleri zaman orada anormal bir şeyin olduğunu hissederler. Şimdi bunu bizim arkadaşların bilmemesi mümkün değil ama demek ki yani koşulları çok uygun değildi ya da çok rasyonel davranmadılar, kendilerine aşırı güven duydular ne bileyim… Olay zaten yani çok anlatıldığı için özellikle O. bütün detayları anlattığı için tekrarlama ihtiyacı duymuyorum nasıl gerçekleştiğini.
Vartinik baskınını takiben yerel kadroların hemen hemen hepsi yakalanıyor, bir iki tanesi de aileleri tarafından getirilip teslim ediliyor, mesela bizim M.S. kendisi gelip teslim olmuştu, Z.A’ı ağabeyi D.A.A. getirip teslim etmişti. Öteki arkadaşlar işte baskınlarla evlerinden alınmıştı. Yerel kadrolardan yakalanmayan E.A.’tı. E. benim işte dağa getirdiğim, tekrar geri gönderdiğimiz arkadaş. Profesyonel kadrolardan, Kamer Özkan yakalanmadı, M.A. ve N. Adında bir arkadaş yakalanmadı. Öteki herkes yakalandı. İşte yeni bir sorgu süreci şeyde, Diyarbakır’da, 1 aydı, 1 ay sorgular her zaman sadece MİT’te olurdu yani Türkiye’nin her tarafında, poliste sorgular olmazdı, direkt MİT’te, MİT’in elemanları kendileri sorgu yaparlardı. İşte H.İ. de yakalanmış oldu, Diyarbakır’a götürüldü. Bir süre sonra tutuklandık hepimiz. Ama tutuklanınca bizi normal askeri cezaevi olarak kullanılan, demin o işte isyanın çıktığı Kürt siyasal tutuklularının, gerçi sadece Kürt siyasal tutukluları değil, işte tarikat davaları, adli davalar iç içe olan bir hapishane, bizi o mekândan tecrit ettiler. Gözaltı olarak kullanılan bir yere koydular tutuklanmamıza rağmen, bu hukuki bir şey değildi yani mevcut, o dönem mevcut hukuki normlarına da aykırı bir şeydi. Ve biz tabi ki sürekli cezaevine gitme istemimizi yeniledik, oradaki arkadaşlarla diyaloglar kurmaya çalıştık ama başarılı olamadık.
Çünkü idare her 2 ayda bir değişiyordu yani askeri birlik sürekli değişiyor, her askeri birlik geldiğinde yeni idare oluşuyor. Askeri birlik gelince, askeri kanunlar gereği işte demirbaş her şeyi teslim alıyor, dolayısıyla sen artık bir demirbaşsın, orada eksik gedik varsa adam almıyor, teslim almıyor. Ama nasıl olduysa bir idare kabul etti, bizi cezaevi tarafına aldılar.
D.G: Peki. Orhan Bakır’la bir tanışıklığınız var mı? Orhan Bakır’la beraber bir faaliyet yürüttünüz mü Dersim’de ya da Karakoçan’da ya da Erzincan’da, o bölgede, yani hiç karşılaştınız mı, tanışıyor musunuz?
B.İ: Evet Orhan Bakır’la tanışıyorum. Ya ben… şöyle yapayım en iyisi, hızlı bir özetleme yapayım, siz gene soru sorun, çünkü bu tarz biraz dar oluyor.
D.G: Evet.
B.İ: 1974… 25 Mayıs’ında çıkan genel afla, Ecevit-Erbakan hükümeti döneminde çıkan genel afla salındık, tahliye edildik. Tahliye edildiğimiz dönem henüz dava sorgu aşamasındaydı, sorgular bitmek üzereydi, daha esas hakkındaki mütalaa verilmemişti.
146/3 maddesinden yargılanan bütün arkadaşları bir iki gün içerisinde bıraktılar, çünkü bütün insanları aynı günde bırakmıyorlardı. Benim hatırladığım, birinci kafilede Yılmaz Güney ve sanatçı kesimlerinin ağırlıkta olduğu bir kesim; ikinci gün ise biz TKPML’li 146/3 sanıkları aynı günde serbest bırakıldık Selimiye’nin kapısında. Tabi affın çıktığı artık kesinleşince, bizimkiler kendilerince birtakım şeyler yapmışlar, hazırlıklar yapmışlar. Salıverilmemizden bir iki gün önce O. çağırdı bizi, 3 arkadaşı, beni, İ.E.’ı ve H.İ’ i. Dedi ki; İ.E. işte parti üyesidir, H.İ., parti üyesi aday adayı ya da yedek üye gibi, Baki de TİKKO üyesidir,diye… İlk defa işte cezaevinde demek ki böyle bir hiyerarşiyi oluşturmaya karar vermiş olacaklar ki ve iki tane arkadaş Dersim yöresinden, Mazgirt alanında iki tane değişik arkadaşı, isimlerini şu anda maalesef hatırlamıyorum, O.’nun tanıdığı insanlar, bunları da gidip alacaksınız, 5 kişiden oluşan bir komite kuracaksınız, diye bize görev verdi. Bir buçuk yıl içinde birikmiş bir sürü elbiseyi de bize yükledi, işte gerilla savaşını verdiğimizde onları kullanalım, diye….Neyse, geldik, kapıda tabi bizi karşılayan arkadaşlar oldu. Harem’e bıraktık eşyalarımızı, Tunceli otobüs terminaline. Mecidiyeköy’de gidip arkadaşlara konuk olduk, işte bizim H.G., K.G., H.B. gibi arkadaşların kaldığı bir öğrenci evine konuk olduk.
Sağ olsunlar ağırladılar bizi, sohbet ettik sabaha kadar. Sonra da çıkıp yola gittik. Yani tarihi net olarak hatırlıyorum, çünkü Tunceli’nde indiğimde 27 Mayıs geçitleri yapılıyordu, ondan dolayı unutmadım.
12 MART SONRASI ÖRGÜTSEL ÇALIŞMALAR
Babam otelde çalışıyordu. Eşyalarımızı otele bıraktık, işte hava alayım derken baktık geçit yapılıyor, resmigeçit yapılıyor Palavra Meydanı’nda. İşte İ. İle (tabi sorumlumuz otomatikman komitenin başkanı) bir randevu yaptık yani iki, iki ya da üç hafta sonra bizim köyde buluşalım dedi, tamam dedim. Ama ben gidip köyde fazla kalamadım yani 3-4 gün zor kaldım, sıkıldım, bir de işte bir an önce mücadeleye başlama isteği vardı, çıkıp geldim, İ.’e gittim. Gittim İ. işte burnundan soluyor, babası koymuş tarlanın önüne, imanı gevremiş. Sevindi gitmiş olmama, erken gitmiş olmama, o da bir an önce kaçmak istiyormuş demek ki. Neyse gece yıldızların altında yatarken işte durum değerlendirmesi yaptık durum nedir, ne değildir? İ., H.’in komiteye katılmayacağını söyledi. Öteki arkadaş ne oldu, dedim. Onun da TSİP’li olduğunu söyledi. Bir diğeri için, yani bize yardımcı olabilir, evinde kalabiliriz, bize gitmemiz gereken kendi çevre köylerindeki ilişkilerden referans verebilir, dedi.
Tamam çok güzel dedim, hadi beraber gidelim dedim, çıktık beraber gittik görüştük, gerçekten iyi karşıladı bizi. Bize bir miktar para yardımı yaptı, ilişki kurabileceğimiz birtakım isimler zikretti.
D.G: Kimdir bu arkadaş, adı nedir?
B.İ: İsmini hatırlamıyorum maalesef, çünkü yani süreç içerisinde o arkadaşa hiç ihtiyaç duymadık, bağlarımız da koptu yani. Yani bize bir, bir iki haftalık yaptığı yardım bize fazlasıyla yetti, çünkü şöyle bir şey vardı yani, Dersim’de o kadar çok potansiyel vardı ki, biz giderken hiçbir şekilde zorlanmadık yani ilişkiler kendisi gelip gelip bizi buluyordu zaten. Biz bir iki ay sonra işin içinden çıkamaz, hiçbir tarafa yetişemez duruma geldik. İ. ile bir şey yaptık çok hızlı bir şekilde Mazgirt köylerinde genel bir tarama yaptık. Yani neredeyse bütün köyleri bir ya da iki hafta içerisinde, 80 civarında köyü vardı hatırladığım kadarıyla. Şöyle bir prensip belirlemiştik, istisnasız bütün köylere mutlaka bir kere de olsa uğrayacağız, her köyde mutlaka bir tane ilişkimiz olmalıdır yani en azında gidip evinde kalabilecek, kalabileceğimiz bir ilişki. Ve gerçekten istisnasız her köyde de böyle ilişkiler yarattık.
Ovacık turu yaptık, Ovacık’ta gene İ. Sorumlu olduğu için, İ.’le beraber ilişkilere gittik. O. , A.U., Z.A. nı görmemizi salık vermişti. Z.A. ‘ı tanıyordum. Neyse gittik Ovacık’a, işte bir tane torbamız, bir tane tabancamız var. Torbamız var, torbamızda ne var? “Patron Ağa Devletini Yıkacağız” broşürü var.
ve M.’in kaleme aldığı, “Yaşasın Halk Savaşı Zaferi” diye bir broşürümüz, mahkeme sorguları Kaypakkaya’nın yazıları…
İ.in Mazgirt’te, Nazimiye’de işte Karakoçan’da çalışmasını, Tunceli merkez öğrenci ilişkilerini ve Ovacık’ı ben yürüteyim diye böyle bir işbölümü yaptık. Tabi ki zaman zaman yani ben gidiyordum, beraber kaldığımız genel tarama faaliyetleri oluyordu ya da o geliyordu ama böyle bir iş bölümü yaptık. Ama aramızda hiyerarşik, alt-üst, ilişkisi yoktu. Ovacık turu 5 gün sürmüştü, 5 günde bütün köyleri tabi ki dolaşamadık ama kaba bir şey çizdik yani bir hat Ovacık’tan Zeranik Pardi, Pardi’den Tanzi, Tanzi’den Mollaaliler, Yarımkaya, Dirman’dan Kutudere’ye indik, bu aynı zamanda bir arazi taramasıydı.
İ., bu yürüyüşe uzun yürüyüş adını koydu tabi. O arada beni köpek ısırdı, bir panik yaşadım; yok işte kuduz olur muyum, olmaz mıyım? İşte kuduz olursam mutlaka beni vur! yoldaşlara (gülüyor) zarar vermeyeyim. Biz Ovacık’a giderken çok ilginç bir şey yaşadık, işte otobüsten indik çevremize bakıyoruz acaba kime soralım A.’i falan, üç tane genç yaklaştı bize, merhaba ağabey kime, kime baktınız dediler? Dedik ki biz A.U.’u arıyoruz. Demez mi, A. benim! (gülüyor) dedi. Yanında N.D. ve S.Ş. vardı. Neyse biz tabi o üçüyle beraber ooo hemen hiç vakit kaybetmeden kendimizi attık bir söğüdün altına, açtık çıkınımızı, başladık hemen adamlara propaganda yapmaya… İbrahim’i ve yazılarından Kemalizmi anlatıyoruz. O gece bizi misafir ettiler, bir inşaatta yatırdılar. Ertesi gün Z.’e gittik, Turumuzu böyle tamamladık. Arkasından Ovacık faaliyetini ben işte devam ettirdim. Bu arada tabi Z.U. geldi, bağ kurdu, beraber çalışmaya başladık. . Z. bizim sorumlumuz, fiili olarak sorumlumuz haline geldi, yani böyle bir şey yoktu, Cezaevinde bir cezaevi yönetimi var ama onların dışarıda örgütü yönetecek, idare edecek bir durumu yok.
Sonradan öğreniyoruz, H.T.’de Dersim’de imiş ve Karakoçan, Elazığ tarafında görevlendirilmiş, Ya işte sonradan G.A. geldi. G.A. gelince, hiyerarşi tabi iyice belirginleşti, çünkü cezaevi yönetimindeydi G.A. Yani ben ve İ., Dersim’de sayıyla ifade edemeyeceğim binlerce insanı örgütledik, binlerce. Öğrenci, kadın, köylü, memur, öğretmen örgütledik. Yani ben bizatihi kendimin Tunceli merkezde eğitim çalışması yaptığım, düzenli eğitim çalışması yaptığım 7-8 tane kadın grubu hatırlıyorum, her biri 7-8-10 kişiden oluşan kadın.
D.G: Kadınlardan kimler vardı böyle önce çıkan isimlerden?
B.İ: E kadınlardan tabi ki… öne çıkan çok isim oldu, dönem, dönemsel olarak ama kalıcı olarak işte H.U. Mesela öne çıktı, 78 Konferansı öncesi parti üyesi yaptık. İşte yine N.Y., N.A.’ı parti üyesi yaptık. Parti içindeki erkek egemen yapıyı kırmak için özel çaba sarf ettik. Özellikle ben o konuda son derece hassastım. Ama tabi ki parti üyesi olarak adlandırılmayan ama parti üyesi gibi çalışan onlarca kadın arkadaşımız oldu. Mesela P., B., E.S. ve birçok kadın arkadaş… B., E.S., D., yani bir sürü böyle kadın arkadaşlarımız vardı.
D.G: Peki, kadınların dışında köylü olarak örgütlediğiniz böyle yaşını almış yaşlı insanlar var mıydı, özellikle soruyorum bunu?
B.İ: Tabi, tabi yaşlı arkadaşlarımız da vardı.
D.G: Kimlerdi mesela köylü olan böyle yaşlı?
B.İ: Dersim ilginç bir alandır yani Dersim zor bir alandır, köylülük kalıcı yani şöyle bir şey değil, bir fabrika alanı gibi kalıcı bir mekân değil.
Dersim dediğin yerde bir toprak mülkiyeti yok, toprak ağalığı sistemi yok, küçük üreticilerden oluşan bir köylülük. Bu köylülüğü hangi kıstaslar üzerinden, hangi talepler üzerinden örgütleyeceksin? Kooperatifçilik meselesi mesela bu anlamda gündeme geldi, Üretim ve tüketim kooperatifçiliği Marksist literatürde mahkûm edilmiş bir, bir deney. Yani kooperatifçilik işte ekonomizm olarak görülmüş, sistem içi bir reform mücadelesi olarak damgayı yemiş, dolayısıyla sen orada zaten onu dışlıyorsun yani Marksizm dışı diye. Senin şablonlarına uymuyor. Zaman zaman o şablona, aykırılığına rağmen yapsan da, onu kalıcı hale getirmek, oradan pratikler üretmek şeyi duyamıyorsun. Şimdi zaten bütün bu açmazlar ya da bu arayışlar tartışması 1976’daki o ayrışmaya temel teşkil eden siyasal hak mücadelesi öyle başladı yani, sosyoekonomik yapı tartışması, işte ona bağlı olarak işte halk savaşı mı olmalı, genel ayaklanma mı olmalı falan gibi iki temel ana eksen vardı. Ötekiler ayrıntıydı yani işte parti öncesi örgüt müydü, değil miydi? İşte bizden başka Marksist örgütler var mı, yok mu, buna bağlı otomatikman mantıksal olarak gündeme gelen şeyler. Bu o kadar tehlikeli bir şey değil aslında, son derece gerekli de bir tartışmaydı ama ne yazık ki bu tartışma olması gerektiği biçimiyle yürümedi.
D.G: Evet. Az önce sorduğum soruya geri döneceğim, bir; Orhan Bakır, Orhan Bakır’la olan diyalogunuz, tanışıklığınız ve…
B.İ: Geleceğim oraya.., sen, şey, Orhan Bakır’ı fazla kafaya taktın.
D.G: Yok, oradan da başka bir yere geleceğim. O konuyu konuştuktan sonra bu GKK sanırım 78, Geçici Koordinasyon kurulu, sizin kast ettiğiniz şey mi 78’deki o inşa süreci? 78’de bir merkez komite toplantısı oldu dediniz ya, bunun GKK ile bir bağıntısı, alakası var mı? Biraz da GKK’yı konuşmak.
B.İ: GKK dediğin ne?
D.G: Bu 78’deki, 81 miydi, 78 miydi?
B.İ: Geçici Koordinasyon Komitesi ayrılığını mı diyorsun?
D.G: Evet.
B.İ: He.
D.G: O süreçte Dersim’deydiniz galiba.
B.İ: Ben işte onu özetleyeyim, hızlı özetleyeyim.
D.G: Evet buyurun
B.İ: Şimdi 1974’de işte kadrolarımız zenginleşti. Arkasından affın ikinci kısmı, anayasaya aykırılıktan dolayı müebbetle yargılanan arkadaşlarımız da çıktı, böylece yönetici arkadaşlarımız da çıktı. Yani H.Ş., A.T., İrfan Çelik, vesaire gibi arkadaşlarımız da çıktı. Bu arkadaşlar da tabi doğal olarak Dersim’e rücu ettiler işte gerilla savaşının temel bölgesi mantığıyla. Orada çoğaldık işte yani iki kişinin omuzladığı yükü böylece daha genişletme şansımız oldu ve doğal olarak tabi çevre illere de açılma şansımız oldu. Yani biz ondan öncesinde de Elazığ’da bir çabamız vardı mesela ama bu çaba dardı, sınırlıydı, çünkü bizim her yere yetişme şansımız yoktu. Ama mesela onların gelmesiyle birlikte örneğin Erzincan’da örgütlenmeye başladık çok ciddi bir şekilde, 1975’te Erzincan’da yapılan bir kitlesel gösteride bizimkiler muazzam bir güç gösterisi yaptılar, oradaki faşistleri dağıtmada, Z. mesela orada yaralandı kolundan, o çatışmada. Elazığ’da işte örgütlendik. Bingöl köylerinde ciddi örgütlendik. Malatya’da zaten A.T., A.M.’ın yaptığı bir örgütlenme vardı.
D.G: Bingöl’ün hangi köylerinde örgütleme yaptınız hatırlıyor musunuz?
B.İ: Onları daha çok H.T. arkadaş yaptığı için köyleri bilmiyorum. Ben ama Karakoçan’a tabi ki benim de gittiğim zamanlar oldu. Karakoçan’da okuyan öğrencilerle birlikte eğitim çalışması yaptım, kısa dönemler ama yani ben sadece kısa dönemde gidip kaldım orada. Kim vardı? En öne çıkan arkadaş, Y.B. dı. Onun dışında Paş’lı arkadaşlar vardı, H.A., onlar, bir sürü, öteki isimleri hatırlamam mümkün değil ama yani yüzlerce arkadaş vardı, mesela orada ben hatırlıyorum birkaç eğitim seminerine 30-40 tane arkadaşın katıldığını hatırlıyorum. Eğitim seminerimiz işte klasik seminerdi yani Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı, Ekonomi Politiğin İlkeleri, Diyalektik ve tarihi materyalizm, teori pratik vesaire gibi kitapların okunması, aktarılması. Kimi zaman da İbrahim’in yazılarının okunması, anlatılması, neyi anlatmak istediği ya da arkadaşların ne anladığını gözlemlemek, onlardan dinlemek şeklinde olurdu. Zaten ben Tunceli’de yani Tunceli merkezde… yani ben 1974’ten 78 yılına kadar Ovacık, Hozat ve Tunceli merkez ilişkilerini aralıksız ben sürdürdüm bu üç, üç yerdeki, köyleri değil, Tunceli’nin köyleri değil, Tunceli merkez yani memurlar, öğrenciler, öğretmenler, esnaflar vesaire, Ovacık’ın bütün alanlarını köy ve şehir. Hozat’ın, daha çok denetlemem var Hozat’ta fakat sonuçta Hozat’ta oluşturduğum bir yönetici organ vardı. Ovacık’ta oluşturduğum yönetici organ vardı, Tunceli merkezde oluşturduğum yönetici organ vardı.
D.G: Yani bu organlar kimlerden oluşuyordu; Hozat, Ovacık, Tunceli merkez?
B.İ: He, bunlar da değişiyordu sürekli ama şöyle diyebilirim, mesela Tunceli merkezde H.K., M.A., N.K., H.U. H.B., organı teşkil eden arkadaşlarımızdı. Bunlara zaman zaman katılan arkadaşlar da oldu ama bunlar hemen hemen neredeyse kalıcı organdı. Ovacık’ta kalıcı organ içerisinde yer alanlar: Nadir Demirçivi, H.S.’ti, Z.,
D.G: Veysel Uyar.
B.İ: Veysel Uyar ve M.U.’dı yönetici arkadaşlar. Bunlara da zaman zaman katılıp ayrılan arkadaşlar ya da alt birimlerden mesela Hasan Batmaz aklımda kalanlardan biri. Öğretmen arkadaş, sonradan öğretmen arkadaşlar da katıldı. Hozat’taki yönetici mekanizma da hemen hemen hep sabit kaldı, işte A.D., B.Hoca, M.M., A.K…..
D.G: Ekstra anlatmak istediğiniz şeyler varsa tabi…
B.İ: O arada, o arada 1975 yılında işte G.A.’un talimatıyla Malatya’ya gönderildim, aslında benim için bir sürgündü tabi, ben öyle algıladım.
Ama sonuçta parti kararıydı, parti kararına itiraz edilemezdi, gittim. Malatya il komitesinde, A.M., ben ve B.Hoca vardı. A.M., Malatya’da çok öğrenci ilişkilerimiz var işte darmadağınık, hiç kalıcı örgütlülüğümüz yok. Sen en iyisi bir iki aya kal bunları burada örgütle. Tamam dedim. İki ay içerisinde, iki ay kaldım, iki ayda çok hızlı bir şekilde Malatya’da olağanüstü bir örgütlülük yarattım. Turan Emeksiz Lisesi’nde mesela komite kurdum ki Turan Emeksiz Lisesi’ni, işte Mehmet Ali Ağca’nın da okuduğu döneme denk geliyordu bahsettiğim dönem, Oral Çelik’lerin… faşistlerin en vurucu timlerinin olduğu zaman, zamanda ben Malatya’daydım. Turan Emeksiz’de üç kişilik komite kurdum, işte bir tanesi M.K. ve Y.H., H.Ö. den oluşan… Onlar tabi kendi altlarında bir sürü şey kurdular. Atatürk Lisesi’nde komite kurdum, o arkadaşların isimlerini maalesef hatırlamıyorum.
Artı, endüstri meslek ve kız lisesinde o öğrenci arkadaşlar üzerinden bir biçimde komiteler kurdum. Ve tabi bütün bu komitelerin yanında öğrenci evlerinin olduğu mahallelerde eğitim çalışmaları yaptım. Malatya da eylem yapılmasını doğru bulmadım, ancak o arada işte Elazığ’da ülkü ocaklarını bombaladılar, işte Y. adlı arkadaşımız orada yakalandı, ben Malatya’da bir öğrenci evinde kalıyordum. A.K., M.B., Y.A.
……
18 Mayıs yaklaşıyordu, kıra gidecekken Malatya garajında tesadüfen yakalandım.
Neyse iki aylık bir gözaltı süresi, Adana tutukluluk falan, tahliye, tekrar Dersim’e geriye dönüş oldu.
’76 AYRIŞMASI
Dersim’deki faaliyete yeniden başlamış oldum. Bu arada 76 ayrışması falan oldu. 1976 ayrışmasında biz prensip olarak iki tarafı da olumlayan, eleştiren bir konumdaydık ama sonuçta… Ya şimdi ayrışma olunca tabi oradaki merkezi kadroların hepsi İstanbul’a çekildi, ne kadar önemli arkadaş varsa, geriye bir tek Z.U. kaldı. Bu sefer yeni bir bölge komitesi oluştu, işte bu bölge komitesi Z. ’nın önderliğinde, ben… H.İ.A… üç, dört kişiydik, bir de R. diyelim, Erzincanlı bir arkadaştan oluşan. Birkaç toplantıdan sonra… aramızda problem çıktı ve ben ayrıldım. Sağlıklı bir şey değildi tabi yani ayrılış tarzımız ama mekanizma maalesef böyle işliyordu sol örgütlerde, dün de böyleydi, bugün de böyle, muhtemelen yarın da böyle olacak, çünkü sorun teorinin kendisinde… neyse geçiyorum bunları… Ayrıldık sonuçta. Ayrıldıktan sonra İstanbul bölgesiyle ve işte Süleyman Cihan üzerinden, A.C. üzerinden bağ kurduk. Onların Dersim bölgesine gönderdikleri A.H.A. vardı, A.H.A.’ü de komiteye alarak üçlü bir yönetim kurduk, işte ben, Ali Haydar Akgün, bir de A. Ç.’dan oluşan bir bölge yönetimi oluşturduk, DABK’ı oluşturduk.
1978 I. Parti Konferansına kadar bu organ hep sabit kaldı ama konferansa çok yakın bir dönemde şey kararı aldık, organı genişletme ihtiyacı duyduk, aslında bunu çok önceden yapmalıydık ama elitisttik yani realite o, çok elitisttik, aşırı mükemmeliyetçiydik. Y.A.ve B.Ç. adlı arkadaşları komiteye yedek üye olarak aldık, iki toplantımıza da gözlemci olarak katıldılar çalışma şeyimizi öğrensinler diye. Ama onunla kaldı, çünkü konferans süreci başlamıştı. Konferans sürecinde tabi ki çok büyük didişmeler yaşadık İstanbul bölgesiyle konferansı nasıl örgütlememiz gerektiği, örgütleme komitesinin nasıl oluşması gerektiği, örgütleme çalışmaları komitesinin çalışma prensipleri vesaire vesaire… Ama… biz kendi açımızdan hep mümkün mertebe yapıcı bir tutum almaya çalıştık hani farklı düşünce, düşüncelerimize rağmen farklılıklarımızı hiçbir zaman öne çıkarıp yeni bir ayrışmaya neden olmama kaygısı yaşadık. Dolayısıyla çoğu kez hiç doğru olmayan bir biçimde taviz verdik. İşte konferanstan sonra yani parti yeni bir hiyerarşik yapıya kavuşursa bütün bu şeyleri orada çözecek mekanizmalar ya da ortam yaratabiliriz diye düşündük. Bu, bu koşullar altında konferansa gittik. Tabi çok kitabi şeylerdi, çok soyut şeylerdi, bu konferans hazırlanması, yani işte parti üyesi tespit etme, konferans yapacaksın neye göre parti üyesi? Parti üyesi o çünkü bir evveliyat yok bu konuda yaşadığı bir pratik deneyim yok. Bunları tartışmak tabi ki problem değil, tartışmak ama şimdi İstanbul bölgesi başından beri bu süreci hep tekeline almaya çalışan bir eğilim içerisindeydi. Biz bunu sürekli eleştirdik, kimi zaman başarılı olduk yani onların aşırılıklarını törpülemede….
Ya da şöyle diyeyim, ortak, kolektif bir akıl oluşturma diyeyim, de başarılı olduk ama çoğu kez başarılı olamadık. Mesela şöyle bir mekanik şey, örnek olsun, birkaç örnek, diyelim ki örgütleme komitesi işte her bölgeden bir kişi olsun! Niye her bölgeden bir kişi olsun? Yani görünüşte güzel, hoş değil mi, demokratik gözüküyor! Ama böyle değil, niye böyle değil? Çünkü partinin çıkarlarıysa en temel çıkar, niteliklere bakmak lazım. Olabilir ki bir bölgede bu niteliklere haiz birden fazla arkadaş olabilir, bir bölgede olmayabilir. Şimdi sen bunu böyle yaptığın zaman yani o eşitsizlik davranmış olmayacaksın, çünkü sen bir konferans örgütlüyorsun, konferansın en iyi şekilde örgütlenmesi örgütlenmenin… kendisiyle direkt ilintili bir şeydir. Sonuçta tabi bir, böyle bir uzlaşı sağladı, birer tane. E bölgeler saptanmasında işte İzmir diye bir bölge, İzmir diye bir bölgenin naylon bir bölge olduğunu biliyorduk yani biz hissetmeye başlamıştık artık. İstanbul’u epeyce tanıma noktasına gelmiştik. Üye saptanıyor, örgütleme komitesi tabi sürekli toplantı yapıyordu ve örgütleme komitesinin toplantılarından sonra biz bölgede, kendi bölgemizde verilen, temsilcilerimizin verdiği raporların üzerinde değerlendirme yapıp tartışıyoruz kendi aramızda, karar alıyoruz. Yani ÖK, örgütleme komitesine giden arkadaşımız bize rağmen görüş belirtmiyor, bizim aldığımız kolektif görüşü aktarıyor oraya. Oradan gelen şeyi kritize ediyoruz, doğruysa doğru diyoruz, yanlışsa neden yanlış olduğunu söylüyoruz. Kimi zaman bunu yazılı da yaptık yani itirazlarımızı, baktık ki laf anlatamıyoruz yazdık. Mesela üyelerin tespiti konusunda, şimdi bölgeci eğilimler gelişti tabi, bölgeci eğilimlerin içinde; herkes konferansta fazla temsiliyet için üye sayısında normalin çok üzerinde rakamlar sunuyor… Afaki rakamlar! Yani tamam, okey, ben İzmir’e gitmedim ama bunu tahmin etmem mümkün, çünkü Dersim gibi yerde çok köklü bir örgütlenme var. Ovacık 1500 nüfuslu bir yerdir, ben Ovacık’ta 1 Mayıs yürüyüşüne sadece Ovacık’tan 1000 kişi katabilecek durumdayım yani neredeyse köyde sadece iki üç tane yaşlı kalıyor, çocuklar kalıyor, onun dışında ne kadar nüfus varsa harekete geçiyor.
Ne bileyim… bir merkezi yürüyüş yaptığımızda, diyelim ki Tunceli’de önem atfettiğimiz bir yürüyüş yaptığımızda ben oraya Tunceli’nin merkez ve ilçelerinden 5000-7000 tane adam getiriyorum. Şimdi ben kalkıp buna dayanarak şöyle bir şey yapmıyorum, ben 1000 üyem var demiyorum! Böyle bir şey olamaz. İzmir bana bir sayı geliyor, çıkarıyor, şimdi tabi rakamları hatırlamam mümkün değil, yani… ben biliyorum ki İzmir’in bütün… gidip evinde ekmek yediğim… ilişkileri de toplasan Mazgirt’in Basu köyündeki ilişki kadar etmez! Ama bana çıkarıyor … tane parti üyesi! Adamların kitle faaliyeti yürütme, parti faaliyeti yürütme deneyimi yok. İstanbul’daki arkadaşlarımız birtakım arkadaşları yollamışlar, tamam bunda problem yok ama verdikleri perspektifler yanlış, neyse… Neyse yani bu süreci yaşadık, konferansa geldik, bölge konferansımızı yaptık, bölge konferansımızda örgütleme komitesinin belirlediği kıstaslar .. tabi ki itirazları yaptık, çok ciddi tartışmalar yaşadık! Ben bizim A.’le de çok ciddi şekilde birbirimizi yedik yani çok ciddi kavgalar yaptık A.’le… yani o üyeler, üyelik meselesinde mesela. O rakamları çok ciddi biçimde revize, revize ettik.
D.G: Revize.
B.İ: Türkçesi neydi ya? Yani epeyce indirdik rakamları, belli bir sayıya kadar götürdük. Sonuçta tabi yine İstanbul kendi damgasını vurdu, işte 6 delegelik hakkı, bu kesinlikle adil değildi. İşte yurtdışı 3 kişi, bu da adil değildi, yani bu potansiyel yoktu, üyelik bazında yoktu. Tabi yurtdışının evveliyatı da epeyce eskidir yani oldukça eskidir yani neredeyse 73’lere kadar uzanıyor ama sonuçta yurtdışı farklı, farklı bir alan tabiatı icabı.
Çünkü parti üyesi belli, her parti delegesi belli bir üyeye denk geliyor
D.G: Üç yurtdışı, 6 İstanbul.
B.İ: 6 tane İstanbul, 3 yurtdışı, 2 tane Ankara, 1 tane İzmir, 4 tane DABK!
DABK dediğin yani Tunceli’den ibaret değil, Erzincan var, Kars var, Elazığ var, işte Bingöl’ün bir kısmı var, Karakoçan’ı, Diyarbakır’ı var. Malatya’da yok noktasındaydık, Malatya’da yok noktasındaydık, çünkü ilişkiler şeyde kaldı, Halkın Birliği tarafında kaldı. Ama şeyde vardık, Antep’te vardık, işte İskenderun’da vardık, Adana’da vardık. Yani DABK dediğin de bu alanlardan oluşuyor, bizden 4 tane delege.
Bu sayılarla gittik bölgesel konferansa.
Bölgesel Konferansta bir problem yaşandı, tartışmalar yapıldı, rapor okundu, tartışmalar bitti, tutanaklar, işte oylama yapılıyor. Oylamada iki tane arkadaş görevlendirmiştik, biri sanırım B.Ç.’ydı, biri de büyük ihtimalle A.Ç. olabilir yani Dergo dedikleri adam olabilir.
Delegeler oyunu kullanıyor, o oylamada en çok oy alan ilk 4 delege seçiliyor ya, ilk 2 delege işte oy çoğunluğuyla belli, 3.delege de belli, 4.delegede 2 kişiye eşit oy çıkıyor.
Eşit oy çıkınca Dergo denen vatandaş ya boş ver ötekini diyor, yanındaki B’ye… B. ‘de etik olmayan bu davranışla bir şey demiyor, yani normalde eleştirmesi lazım, kabul etmemesi lazım…bu durumu konferansa katılan delegelere açıklaması ve buna göre bir karar verilmesi gerekirken, bunu yapmıyor. Neyse, konferans artık bitiyor.
B.İ: Ee…onu da biz böyle oturuyorken, artık sohbet havasına geçmişiz. Görevlerimizi yerine getirmişiz (gülüyor) Güvenliğimiz son derece iyiydi. İşte güvenliğimizi A.U., H.A., H.S. arkadaşlar sağlıyordu. Silahlarımız yeterliydi, tehlike de zaten yoktu. Problem yoktu, yani çok organize, çok iyiydi. Hiçbir sıkıntı yaşamadık, hiçbir kaygı da yaşamadık. Dolayısıyla zaman konusunda kendimize hiçbir sınırlama koymadık. Anlaşadığımız noktalarda muhalefet şerhleri varsa onları dökümantasyon haline getirdik, onları işte onları konferansa aktararak arkadaşların iradesine o biçimiyle konferansa yansıtma çizgisi izlemeye çalıştık. Eeee.. Merkezi konferansa gittik.
Evet, evet zaman olarak.
B.İ: OOO vallahi bilmiyorum, dört gün mü, beş gün mi, öyle bir şey. işte
Neyse Şubat 78’de I. Parti Konferansı Ankara’da yapıldı. DABK delegesi olarak işte ben, A.C. S.C. A.H.A., dü.
Bana göre seçim isabetsizdi.
Demin o bahsettiğim oylamayı (bölge konferansında) yenilettirdik çünkü. Yani orada ben insiyatif koydum. O oylama kesinlikle yeni baştan yapılmalıdır. Yeniden yaptık Birinci oylamanın sonuçlarını tabii ki ben bilmiyorum kendimi biliyorum ama kendi dışımdaki arkadaşları bilme durumunda değildim henüz. Tabii o aşamada şimdi Dergo normalde yüzde yüz seçilebilecek pozisyondayken, birinci oylamadaki tavrı nedeniyle kendisine karşı bir güvensizlik oluşturdu , seçilmemiş oldu. O seçilemeyince konferanstaki te kadın üye maalesef S.ydı. S. nın aslında bunu hak edecek bir birikimi yoktu. Ama biz tabii ki de ne olursa olsun bir kadın arkadaşın olmasından sevinç duyduk. Eee… kadın üyeleri saptarken de şey beklentisi içerisinde olduk yani yönetim olarak. Kadın arkadaşların bölge konferansına katılmasını hep talep ettik ama sonuçta seçim, seçimi kendi aralarında yapıyorlar. Seçimlerden biraz bahsedeyim.
Mesela ben Kars’a gittiğimde bizim o dönem Kars’ta 5 (beş) tane parti üyemiz vardı. Y.T., C.T., Zeki Uygun., İ.E. ve bir de bir öğretmen arkadaşımız vardı. Komite sorumlusu Zeki Uygun’du o zaman. Ben Kars adına mutlaka ya Zeki ya da İ.’in gelmesi arzusundaydım. Bu arzumu onlara aslında ifade de ettim. Parti bölge konferansı önemi bir konferanstır.
Yani, gerçekten katkı sunabilecek, katabilecek arkadaşı seçmeye dikkat edin diye anlattığımda ve nitekim İ.’i seçmişlerdi. Eee, bir toplantı kararı aldık. Sonra bir problem çıktı, biz toplantıyı ertelemek zorunda kaldık, ama İ.’ye bu ertelemeyi iletemedik., 2. Defa İ.’in yerine başka bir arkadaşı gönderdiler.
D.G: Ertelemenizin sebebi neydi?
B.İ: Şu anda hatılamıyorum.Ama yani erteledik, niye erteledik bilmiyorum. …..
78 konferans yapıldı. Konferansta, bölge raporları okunuyor, tartışılıyor ve onaya açılıyor. bölge konferansımızın raporuna itirazlar oluyor… İstanbul bölgesi, halk savaşına göre örgütlenmediğimizi belirterek bizi revizyonizm ile itham ederek, eleştiriyor. Buna dayanak olarak gösterdikleri bir örnek. İşte 1977 seçimlerinde parlamentoyu neden boykot etmemişiz, aday göstermişiz. vs.
Şimdi, işin garip tarafı bizim delegeler A. susuyor, S. zaten şeklen orda ruhu, kendisi orda yok. Tek yaptığı iş konferans tutanağını tutuyor. Bir de parmak kaldırıyor. A., bir sürü insanla yaşadığı problemlerden dolayı kendisine konferans içerisinde de çok yüklenildi.
D.G: İstanbul delegeleri kimlerdi?
B.İ: İstanbul delegeleri Süleyman Cihan bir, H.B. iki, H.A. üç, H.Ü. dört, M.K. beş, İ.Ü. altı.. Bütün tartışmalar ben ve İstanbul arasında geçiyor. Yurtdışı sadece dinliyor. Ankara bölgesinin iki tane delegesi var işte bir tanesi Erhan Gencer, M.A.K. onlar ikisi bizi dinliyor bizi onaylıyor.
D.G: İzmir’den kim geldi?
B.İ. Ş.D. adlı bir arkadaş.
D.G: Evet.
B.İ: Şimdi bu tartışmalar kopma noktasına geldi. Sonuçta ya ikna olacaklar ya konferansı terk edeceğim. H.B., DABK de yapılan bazı eylemleri örnek vererek ortamı yumuşattı, bu şekilde konferans sonuçlandı. Ben merkez komitesine seçildim ona rağmen.
D.G: Evet, son iki dakikamız artık… hatta son bir dakika…son bir dakika kaldı ama şöyle yapalım. Kartımızı değiştirelim, siz son konuşmanızı yaparak toparlayıp ve..
D.G: Ya temel olarak aslında İbrahim Kaypakkaya’yı ve Dersimi konuşmuş olduk. Bence bu görüşme bir gün daha yani bir günden kastım, 3-5 saat daha devam edebilirdi. Öyle bir potansiyel sezinliyorum Dersim’e dair, İbrahim Kaypakkaya’ya dair. Fakat kısıtlı zamanımızdan ötürü, siz de seyahat edeceksiniz ülke dışına çıkacaksınız birkaç gün sonra galiba yanlış bilmiyorsam.
B.İ: Salı günü.
D.G: Salı günü evet. Yani koşullardan kaynaklı görüşmemizi bu şekilde sonlandırıyoruz ama gönül isterdi ki bir gün daha kalalım, bi beş- altı saat sohbet edebilelim. Ben şahsen bunun ihtiyacını duydum. Bunu ifade edeyim. Ama tüm bunlara rağmen verimli bir sohbet oldu. Gerçekten o döneme mercek tuttunuz. Benzer şeyleri ama duymuştum. Benzer şeyleri kısmen de olsa okumuştuk. ama yepyeni bilgilerle önemli bir katkı da bulunmuş oldunuz. Tabii bu sürecin doğrudan tanığı olmanız da bu işi daha anlamlı kılıyor. İlk ağızdan dinlemek her zaman daha sağlıklı ve değerli. Benim bu noktada yani bu son 10-15 dakika için soracak ekstra bir sorum yoktur. Buyurun siz istediğiniz şekilde tamamlayabilirsiniz?
B.İ: Maalesef konferanstaki o tartışmalarımız, yaşadığımız sıkıntılar devam etti. Konferanstan, mayıs ayı sonuna kadar beş tane merkez komitesi toplantısına katılmış oldum. Dolayısıyla bu süre içerisinde benim seyahatlerimden dolayı çalışma alanındaki arkadaşlarla son derece sınırlı görüşebildik.
Merkez komitesi toplantısı sonrası yapılan görev bölümü işte Doğu Anadolu Bölge Komitesini (DABK) yeniden oluşturmam gerekiyordu ama bu konuda merkez komitesinin aldığı anlaşılmaz tavsiye kararları vardı. Bu komiteye mutlaka Orhan Bakır’ın ve H.B.’’ın yer alması gibi garip bir şeydi. Anlaşılması zor bir şeydi. Bugün de anlamıyorum. Bu ısrarlarından kendilerinin tabii nedenleri var ama onlar üzerinde durmayı burada gereksiz görüyorum. Sonuçta Doğu Anadolu Bölge Komitesini oluşturdum denebilir. Çünkü sonuçta iki tane üye ee onların işte direktifleriyle oluşan bilmem tasvip etmediğim bir seçim öteki de yine üç tane eski üyenin katılımıyla oluşan son derece yapay doğru olmayan oradaki gerçek temsiliyeti de bu anlamda sağlamayan bir seçim oldu. Bu organın yürümesi şansı yoktu yani çünkü ilk toplantıda, onlarla yaptığım toplantıda görev bölümü yaptığımda hemen problem yaşadık. Hiçbir arkadaşımız Dersim dışında bir yere gitmek istemiyor. Yani dördüde Dersim’de kalmak istiyor. Kusura bakmayın o zaman bu organı lağvedecem, yani ben size emir vermek istemiyorum , işte şuraya gidin buraya gidin diye. Bu gönüllülük işidir. H.B.’ı Kars, Erzurum alanına, Orhan Bakır’ı Erzincan, Tunceli, Gümüşhane’ye, Ben Elazığ, Malatya, Bingöl alanında kalmak zorunda kaldım.
En kritik bölgede ben görev aldım, işte en başta benim korunmam gerekir ama seçeneğim yoktu. D. denilen vatandaş da işte Diyarbakır tarafında, A.H. Adana, Maraş, Antep bölgesinde görev aldı. Ben merkez komitesi toplantısına gittim, döndüğümde bütün arkadaşlarımı Elazığ’da buldum. (gülüyor). Bütün meşhur DABK üyelerimiz Elazığ’dalar hiçbiri çalışma alanlarına gitmemiş. H.B. iki günlük bir Kars seyahati yapmış, geri gelmiş. Herkes Elazığ’da. E tabii isyan bayrağını kaldırmışlar. Beş sayfalık bir yazı yazarak partimizin birinci konferansı Marksın, Leninizm’in değil. Revizyonizmin, Troçkizmin, oprtünizmin zaferiyle sonuçlandı başlıklı bir yazı…. Eee.. son derece bir içeriği olmayan, işte bilinen nakaratlar, işte vay biz Doğu Anadolu Bölgesinin halk savaşı ruhuna özgün örgütleme yapmamışız. İşte revizyonistmişiz, oportünistmişiz. Dolayısıyla beni kabul etmeyeceklerini, merkez komitesinin yeni bir sorumlu atamaları gerektiğine dair bir yazı kaleme almışlar. Büyük ihtimalle Orhan Bakır’ın kaleminden çıkma bir yazı… Çünkü yazı onu ifade ediyordu. H.B. , A.H.A. , ne kadar katkı sundular bilmiyorum. Eee.. ben A.C.’ın da bu yazının kaleme alınışında katkı sağladığını düşünüyordum. Buna ilişkin yazdığım bir yazıya A. bana özelden bunun doğru olmadığını ifade etti. Son derece seviyeli, dostça tabii bir yazıyla. Bu beni ikna etti tabii, ben A.’in söylediklerine inanmak durumundayım. Eee.. Sevindim de en azından eee yani yanıt alıyorsun. Böyle değil diye.
Hatta şey eklemişti,’ ben kesinlikle sana karşı o tutumu tasvip etmedim, karşı çıktım” diye de bir ekleme vardı.
Neyse, yazdıkları yazıyı bir zarfa koymuşlar, bunu amcaoğluna işte verin, okumasın merkez komitesine versin. Acemiliği, mantığı düşünebiliyor musun, yani ben merkez komitesi üyesiyim, ee merkez komitesine gidecek bütün yazıları ben otomatikman okurum zaten açsam ne olacak, açmasam ne olacak (gülüyor). Tabi ben açtım yani, çünkü bu mantığa aykırı bir şeydi. Okudum, bunu merkez komitesi toplantısına götürdüm. Merkez komitesi bu yazıyı mahkûm eden bir karşı mektup kaleme aldı. Bu tutumun işte objektif olarak hizipçilik olduğuna dair bir hükme vardı, aslında tabii ki durum böyle değildi. Objektif değil subjektif olarak bir eee.. bir hizipçilikti, açık bir hizipçilikti, açık açık bir partiye bayrak kaldırma şeyiydi. Yani o günkü anlayışla, bugün tabii ki böyle düşünmem. Ama o verili koşullardaki siyasal bakış açısı ve mantık gereği böyleydi. Eeee.. ben merkez komitesi toplantısında bu adamlarla çalışma yapılamayacağımı, Dersim’de partinin yeniden reorganizasyonunun bu mevcut arkadaşların dışında başka arkadaşlarla yapılması gerektiğini anlatmaya çalıştım ama İstanbul bölgesi yine her zamanki anlaşılmaz tutumuyla işte Orhan Bakır’ı, H.B.’ı çok önemseyen çok özellikler atfeden tutumuyla ısrar ettiler. Eee… ikna edemedim. İkna edemeyince o zaman ben istifa ediyorum dedim merkez komitesi görevimden. Eee… madem öyle ee bu sefer işte yeniden iş o raddeye gelince ikna etme çabaları, ısrar ettiler uzun tartışmalar sonucu istifamı geri aldım. Şartlı geri aldım. E o zaman merkez komitesi siyasi bürodan bir arkadaşımız gözlemci olarak gelsin yerinde olayı konuşalım, tartışalım, ondan sonra bir sonraki toplantıda bir sonuca varalım. Yani kalırsam merkez komitesinde bu adamlarla çalışma yapamam yönetici organlarda.
Yani başka organlarda göreve alabilirler ama partinin en yüksek organı DABK gibi bir organda görev alamazlar. Eee.. Ama bu arkadaşlar sizin için vazgeçilmezse o zaman da merkez komitesi görevinden istifa ediyorum. Dünyanın sonu değil. Yani çünkü benim için merkez komitesinde olmak ölüm kalım meselesi değil. Hayatımın hiçbir siyasal evresinde partinin herhangi bir karar mekanizmasında olma gibi ihtiras olmamıştır. Bu konuda alnım son derece açıktır.
Süleyman bölgeye geldi bir toplantı yaptık. Ama o toplantı işte başladığı gibi bitti. Çünkü kılıçlar çekilmişti. Onlar kararlarını almışlardı. Verimli bir olgunlukta, derinlikte tartışma yapmamızın hiçbir imkânı kalmamıştı. İşte hakaretlerle, ithamlarla başlayan, ithamlarla biten bir tartışmaya dönüştü ve böylece o toplantıda bir yöntem hatası yaptım ben. Toplantı bitti. Ben Süleyman’a normalde farklı bir fiziksel koşulda…şimdi Süleyman’la ben sonuçta eşit haklara sahip… İkimiz de merkez komitesi üyesiyiz. Çünkü siyasi büroda olmak o dönemde bir ayrıcalık sağlamıyordu. Yani merkez komitesinin bütün üyeleri siyasi büro ya da pratik büro eşit statüde arkadaşlardı. Eeee… orada Süleyman’la sohbet ederken dedim ki ‘bak görüyorsun işte yoldaş bunlarla yürünemez. …..Süleyman’ı epeyce artık tanımaya başlamıştım. Eeee… yani temiz en temiz yoldaşlarımızdan biriydi. Ama siyasal öngörüleri ne yazık ki son derece zayıf bir arkadaşımızdı. Ben bunu bir yazımda ifade ettiğimde linçe uğradım. Sanki çok hakaret etmişim gibi bir tespit durum tespiti. Olabilir ki de subjektif de davranmış olabilirim.
Diyelim ki yanlış olabilir. O bana işte hiç beklediğim bir şekilde bu parti disiplinini tanımamaktır gibi bir tabir kullandı…. Ben de böyle disiplin tanımıyorum. ..Rest çektim Süleyman’a. Böylece H. B. ve Orhan Bakır’a büyük bir şey sunmuş olduk.
……..
Toplantıdan ayrıldım. …Eee yöntem hatasına ilişkin özeleştiri yapmam gerektiğine karar verdim. Hızlı bir şekilde hemen hemen olayın ikinci günü, iki buçuk ya da üç sayfalık bir özeleştiri yaptım……yani hem eleştiri hem özeleştiri mahiyetinde bir mektup yazdım merkez komitesine ve beklemeye başladım merkez komitesinin bir sonraki toplantısına çağrılmayı bekledim.
Bu dönem ben kendi köyümde kalıyorum, etrafımızdaki partili arkadaşlar çıkıp bana geliyor, İşte duyan arkadaşlar… Bu arada Dersim’de 5 kişi, parti komitesinden arkadaş bağlı oldukları organa bir mektup yazıyorlar, bizim durumumuzun ne olduğunu ve kendilerine neden bilgi verilmediğine dair….
D.G: Su vardı galiba.
B.İ: Sormuşlar… Bu mektup üzerine, bu arkadaşlar beşli hizip diye parti üyeliklerinden alınıyor hemen. İşte H.K., H.B., M.A., N. ve N. vs… .
D.G: Evet.
B.İ: Bir süre sonra Ali Yavuz Çengeloğlu çıkıp geldi. Eleştirilerimi onunla konuştuk. Sonuçta Parti bir bildiri yayınlayarak, bizi RS hizibi olarak adlandırdı.
00:27:01
D.G: Ne hizbi dediniz?
B.İ: R.S:. hizbi…biz yeni bir örgüt kurma, yani partiye bir alternatif derdi içerisinde olmadık. Örneğin eee.. L.B.in öldürdüğü öğretmen olayında çok ciddi kırılmalar yaşandığında biz kendi imzamızla mecbur kaldık bir bildiri yayımladık. E bu cinayetin partimizin geleneklerine aykırı olduğunu, bunun asla ve kata TKPML çizgisine mal edilemeyeceği şekilde tavır koyduk. Eee… örneğin… bir tık benzer birtakım olaylarda partinin genel çizgisini savunmaya devam ettik ama tabii gelinen noktada artık bizim açımızdan şey iyice netleşti. Yani parti parti olmaktan artık çıkmıştı, tamamen maceracı eee, yıkıma felaket doğru sürüklenme noktasına geldiğini düşünmeye başlıyorduk. Başlamıştık. Ee tabii bu arada bir başka devrimci çevrelerle diyaloglarımız oldu.
1979 yazında Halkın Birliği çevresiyle diyaloglarımız, bir süre sonra güçlerimizi birleştirme kararına dönüştü. …..Örgütün adını TKPML’nin yeniden inşa edilmesi, yeniden reorganizasyonu anlamına gelen TKPML Yeniden İnşa Örgütü (TKP-ML-YİÖ) adını koyduk. TKPML Yeniden İnşa Örgütü konferansı yaptık 1979 yazında maalesef çok kötü bir ortamda. Türkiye artık çok kötü noktalara gidiyor işte Maraş katliamı yaşanmıştı, birçok ilde sıkıyönetim vardı. Çember giderek daralıyordu. 12 Eylül’e çok hızlı adımlarla gidiliyordu. Birçok meselede gücümüz son derece zayıftı alabildiğine zayıftı. Çok az arkadaşımız vardı. Çünkü Halkın Birliği’ndeki arkadaşların bir kısmı da Partizan’a katılmıştı. Mehmet Çetin, Z.İ., M.Ç…., Gerçi Z.İ. ve M.Ç. tekrar geri gelmişlerdi.
Kısaca beni çok aşan çok ağır yüklerin içine girmiş oldum.
B.İ: İşte Kürdistan meselesinde eee biraz daha farklı bir bakış geliştirmeye çalıştık. Kürdistan sömürge meselesini ee tartıştık. Ama Kürdistan’da ee sınıf esasına göre örgütlenmenin kesinlikle başka şansının olmadığını deneyimlerimizle ortaya çıktığını tespitini yaptık ve dolayısıyla tek parti çift örgüt kararı aldık. Yani Kürdistan bölgesinde Kürdistan Komünist Partisi şeklinde bağımsız özerk bir örgütlenmesi Türkiye’de ayrı bir örgütlenme ama ikisinin organize eden bir üst çatı örgütü olan parti…
B.İ: Evet bir parti…
B.İ: Parti örgütlenmesi kararı aldık. Eeee ama bunları maalesef hayata geçirme şansımız olmadı. 1981 nisanında İstanbul Kadıköy’de yakalandım. Tesadüf bir yakalanma oldu. Dev- Sol’la kurulan bir karakola düştüm. Epeyce aslında sıyırma imkânım vardı. Çünkü sadece iki Dersimli arkadaş kimliğimi biliyor ötekilerin hepsi beni tanımıyor ben onları tanımıyordum. Eee orda da öyle bir toplantının olduğunu zaten ben bilmiyordum. Yani Dersimli çocukların kaldığı yerin bir üst katıymış. Kitaplık alan, polis onları izlemeye almış uzun süre her yarım saatte bir kişi falan geliyor. Ben oraya işte uğrarken aslında epeyce bir gerilimli dönem yaşıyordum. Rahat değildim, çünkü ondan bir hafta önce Kadıköy emniyet amirliği tarafından alındım, birkaç gün önce bırakıldım. Çok gergindim. Dersim’e dönecektim o günlerde ama yakalandım. Beş gün sonra kimliğim açığa çıktı yani o çocuklar dan bir tanesi işkenceye dayanamayıp gerçek kimliğimi söyleyince ip koptu. Çünkü yani benim TKPML merkez komitesi üyesi olduğum, DABK üyesi olduğum, sabit ifadeler vardı. Çengeloğlu’ nun ifadeleri, İ.Ü.’ın ifadeleri, bir sürü arkadaşın ifadesi vardı.
Orhan Bakır’la ilgili soru sormuştunuz. Orhan Bakır’ın İstanbul’da barınmasının zor olacağını, Dersim’e göndereceklerini ve orada Konferansa katılmasını belirttiler, biz Orhan’ın Dersim’de barınma sorununun olmayacağını, ancak
Orhan’ı Dersim’de bölge konferansına katılma çabalarına dahil edemeyeceğimizi söyledik, bunu yanlış bulduğumuzu söyledik. Kendilerine, Orhan Bakır’ın parti konferansına katılmasını istiyorsanız o zaman Orhan Bakır’ın çalıştığı bölge olan İzmir’den katılsın. Dersim’de Orhan’ın faaliyeti yok, kimse tanımıyor, Orhan’a kim nasıl oy verebilir. Vs.
İzmir’de oylamaya katıldı, İzmir Orhan’ı delege olarak seçmedi. Haksızlık yapılıp yapılmadığını bilemem.
İzmir delegesi Konferansta istisnasız bütün kararlara şerh koydu. Bu son derece normal ama her konuda şerh olabilir mi ve nitekim hemen sonrası da isyan ettiler. Ali Yavuz Çengeloğlu’nu biz oraya yolladığımızda Ali Yavuz Çengeloğlu yatacak yer bulamadı İzmir’de.
..
M.Ş: Siz son olarak söylemek istediğiniz genel anlamda söylemek istediğiniz bir şey varsa eklemek istediğiniz alalım onu. Ondan sonra sohbeti sonlandıracağız.
B.İ: Ya son olarak söylemek istediğim bir kaç şey var.
M.Ş: Toparlayarak…
B.İ: Yani bizim şöyle bir kusurumuz oldu. Biz Kaypakkaya meselesinde ciddi bir hata yaptık. Yani Kaypakkaya’nın direniş çizgisini siyasal çizgisinin önüne çıkararak büyük bir yanlışa imza attık. Eee dolayısıyla bir Kaypakkaya şemsiyesi yarattık. Yani herkesin siyasal yetmezliklerini örtbas edeceği gizleyebildiği bir şemsiye, koruyucu bir şemsiye ya da açmazlarını kendi yetmezsizliklerini Kaypakkaya’nın direnişçiliğini fetişize ederek öylece örtbas etmeyi… Bu geleneğe çok ciddi zararlar verdi. Halbuki Kaypakaya’nın en temel özelliği siyasal çizgisindeki vurucu yanlardı. Yani sınıfların konumlanması, devletin rolü, Kemalizm, ulusal meseledeki kavrayış noktalarıydı. Onu benzerlerinden ayıran temel mihenk taşları bunlardı.
Kaypakay’ı Kaypakkaya yapan değerli kılan noktalar bunlardı. Bizim onun ardılları olarak bu görüşleri geliştirmemiz gerekiyordu. Çünkü Kaypakkaya’nın bütün o tahlilleri yaptığı verili koşullar ve sahip olunan materyallarla sonraki yıllarda sahip olunan materyaller arasında ciddi ölçüde farklar vardı. Biz bunları değerlendiremedik.
…
Bir başka şey…Diyarbakır’da Kaypakkaya’nın hastane süreci bittikten sonra bizim hemen yanı başımızdaki hücreye koydular. Kaypakkaya’nın kaldığı hücreler ile bizim kaldığımız koğuş bitişik duvardı. Ee bir tek koridorla birbirine bağlanıyordu, her bir Koridorlarda bir tek tuvalet vardı. O tuvaleti hem hücredeki tutuklular hem biz kullanıyorduk. Koridorda bir inzibat ve bir tane toplum polisi vardı. Kaypakkaya’nın orda olduğunu tabii biliyorduk. Birgün ben tuvalete giderken, baktım ne toplum polisi var ne de asker var ilginç bir şekilde. Ben hemen içeri girdim, gittim Kaypakkaya’nın hücresinin mazgalına baktım oturuyor. Beni görünce kalktı, sendeliyordu. Ameliyat yapılmıştı, epeyce düzelmişti ama hastanede sardığı sargılar vardı ayağında ama iyice zayıflamasına rağmen son derece sıhhatliydi. Biraz sakalı vardı tabii doğal olarak. Önce beni tanımadı tabii o şey göz alışması gerektiği için. Ben tabii ki hızlı bir şekilde kendimi tanıttım
Hemen işte arkadaşlara söyle yakında yüzleştirme olacak, yani beni tanıdığını söyleyen arkadaşların hiçbiri yüzleştirme sırasında beni tanımasın dedi. Onu ben arkadaşlara ilettim. O yönde tutum geliştirdi arkadaşlar yüzleştiğinde.
Kaypakkaya’nın gözaltı süresi çoktan aşılmıştı, neden hücrede tutulduğunu sorduk ve yanımıza getirilmesi talebinde bulunduk, hatta Israr ettik Ş. ‘le. Sonuçta cezaevi idaresini Kaypakkaya’yla görüşmeye ikna ettik. Ama onlar dedi biz sizi hepinizi görüştüremeyiz. Kendi aranızdan iki tane temsilci seçin, iki arkadaşınız gelsin bizim nezaretimizde görüştürelim. Doğruydu da mantıklıydı da. İki arkadaş işte S.D. ve H.İ. arkadaşlarımızı temsilci olarak seçtik. Arkadaşlar gittiler subayların nezaretinde cezaevinin orta yerinde konulan bir masada saatlerce görüştüler, sohbet ettiler. İbrahim’in ihtiyaçlarını belirlediler. İşte bir miktar elimizde para yardımı yaptık. Şimdi defter talebinde bulunmuştu onu kantinden alıp kendisine sağladık.
M.Ş: Biz Teşekkür ediyoruz bu sohbeti bizimle gerçekleştirdiğiniz için Onur Vakfı sözlü tarih çalışma ekibi adına. Aramızda olmanıza bu sohbeti gerçekleştirmenize teşekkür ediyoruz. Başka bir sohbette başka bir zaman buluşmak üzere.
B.İ: Ben çok teşekkür ediyorum görüşmek üzere.