Haydar Erdoğan (H.E:) (1950) ©2017 Onur Vakfı
Görüşen Kişi: Devim GECE (D.G:)
H.E: O dönemde üç tane DGM’de benim davalarım şey yapıyordu. Hayır, bir tane şey, İzmir DGM’de bir davam vardı, Hatay ağır cezada bir davam vardı, yani 141-142, komünizm propagandası işte ondan şey yapıyordu, Adana Devlet Güvenlik Mahkemesi’nden affa uğramıştı. Ben tutuklandım, başka bir şey için tutuklandım, kişisel bir şey için tutuklandım ben, ben hanımımı kaçırdım!
Ben hanımımı kaçırdım, ondan dolayı birileri ihbar etti beni, yani bizim resmi evliliğimiz yok diye tutuklandım. Ondan 1,5 ay kadar içeride kaldım fakat tutuklandığımdan sonra, ben tutuklandım. Benim o dönemde devreye giren, benim yakın işte bu gayrimeşru işlerle uğraşan bir insan polisten tanıdıklarıyla direkt beni cezaevine götürdüler ama daha sonra benim şeylerimi şey yaptılar, benim o davalarımı, soruşturmalarımın olduğunu, davalarımın olduğu farkına varılınca cezaevinden beni almaya çalıştılar ama o zaman ne oldu biliyor musun o döneme kadar? o zaman Mahzuni’nin bana çok büyük bir iyiliği oldu, Mahzuni’nin kapı komşusu kurmaydı, binbaşıydı, karşılıklı dairelerde oturuyorlardı. Mahzuni devreye girdi, o binbaşının vasıtasıyla beni tekrar cezaevinden alamadılar. O, o dönemi öyle atlattım ben.
Yani şanslıyım, gerçekten şanslıyım, Mahzuni bana o zaman en büyük iyiliği yaptı, eğer ben o dönemde kalsaydım çok kötü, işte o dönem herkesin geçtiği tezgâhtan ben de geçecektim, fakat o binbaşı devreye girdi beni aldırmadı, hatta şey yaptı yani o, o dışarıda anlattılar, şeyde, siyasi şubeden gelmişler şeye, bizi alacağız diye. Binbaşı devreye hemen girmişti, beni aldırmadılar ve ondan sonra zaten cezaevinden çıkınca hemen askere gönderdiler.
Görüşmeden Siyasi İlişkiler – Çalışmalar – Gözaltı – Mahkemeler – Cezaevleri ile ilgili bölüm:
12 Mart döneminde artık ayrışmalar başladı.
D.G: Haydar Erdoğdu, Erdoğan ağabeyimizle görüşmemizin ilk ayağını tamamlamıştık, aylar sonra tekrardan bir aradayız, hoş geldiniz Haydar ağabey.
H.E: Teşekkür ederim, hoş bulduk.
D.G: Bu süreçte, bu bölümde Haydar ağabeyin daha çok politik hayatını biraz dinleyeceğiz kendisinden, yani siyasete nasıl atıldı, o politik süreçte neler yaptı kendi döneminde? Bunlara dair şeyler konuşacağız. Bugün 15 Nisan Pazar, İstanbul Kadıköy, Rıhtım, Onur Vakfı’ndayız. Ben Ufuk Demirbilek, kameraman arkadaşımız Özer İnal. Haydar ağabey şöyle başlayalım istiyorum, yani siyasete ilgi duyduğunuz yaşta siyasal ortam nasıldı? Biraz buralara değinebilirseniz… ilk siyasi yapı yani hangi etkenlerden dolayı sol siyasal yapıyla ilişkilendiniz? Tercihinizi neye göre belirlediniz? Aktif siyasete başladığınız yıl ne oldu, hangi yıldı? Biraz buraları açabiliriz, buralarla başlayabiliriz.
H.E: Yani şimdi benim aktif siyaset diye şey yok, yani bizim çevremiz, ben Malatya Kürecikliyim biliyorsunuz, Akçadağ, Kürecikliyim, bizim şeyimiz zaten politik bir çevredir bizim çevremiz, Kürecik’in kendisi zaten politik bir çevre, ister istemez biz zaten çocukluğumuzdan beri sürekli o politik çevrenin içerisinde gelişiyorsunuz. Ve o dönem şeye denk geliyor yani 1965’lere, İşçi Partisi’nin kurulma dönemi. Ben 27 Mayıs darbesi olduğu zaman 10 yaşındaydım, yani ben 50 doğumluyum, 10 yaşındaydım, aşağı yukarı orada böyle hayal meyal o 27 Mayıs’ı da hatırlıyorum. O 27 Mayıs da işte İşçi Partisi’nin kuruluşuna, 1965’lere gelinceye kadar o süreyi de çocukluğum olarak görüyorum. Fakat işte 1965’ten sonra İşçi Partisi’nin kurulması ve ilk olarak da seçimlere girmesiyle bizim çevremizdeki o özellikle İşçi Partisi’nin isminden dolayı insanların ilgi duyması, ister istemez sizde o, kendinizi o ortamın içerisinde buluyorsunuz, o siyasi atmosferden siz de etkileniyorsunuz. Ben işte ortaokul döneminde o dönem ortaokul dönemimdi, ilkokul, ortaokul dönemi. Belli bir dönem Akçadağ Ortaokulu’nda okuduktan sonra ben ortaokul 2.sınıfta Gaziantep’e naklimi aldım gittim, Gaziantep’te ortaokula başladım ve lise dönemim de zaten o Gaziantep’tedir. İster istemez zaten şehir içersinde, köyden gidiyorsunuz şehir içerisinde belli bir, geniş bir çevrenin içerisine de giriyorsunuz, daha geniş çevrenin içersinde, zaten sizin de bir, zaten bir temeliniz var yani, çocukluğunuz, bebekliğinizden duyduğunuz bir muhalif bir çevre var.
Siz de giriyorsunuz, ister istemez o dönemdeki iktidara karşıtı mı diyeyim, düzene karşı olan muhalefetin içersinde kendi kendinizi, ona bir sempati duyuyorsunuz şey yapıyorsunuz. İşte İşçi Partisi’nin ilk toplantılarına Gaziantep’te gittim. Mesela ben ilk gittiğim bir toplantıdan birisi 1965 seçimlerinde Çetin Altan, Mehmet Ali Aybar, Behice Boran ve Rıza Kuas’ın olduğu bir sinema toplantısına gittim, özellikle beni çok etkileyen büyük toplantı da orasıdır ve o şeye de babama haber vermeden gitmiştim, onu da bir belirtmek (gülüyor) isterim. Babam bizim köyümüzde İşçi Partisi’ne ilk oy veren insandı, annemle babam İşçi Partisi seçime girdiği zaman bizim köyümüzde iki tane oy çıktı, bir annemin bir de babamın, iki, yani daha Darıca köyünde iki tane oy çıktı. Öyle olmasına rağmen babamın okuryazarlığı, annemin okuryazarlığı da yoktu, ben, benden belki kaynaklanan bir hata o işte, bir de o babalık duygusuyla ben haber vermeden o sinemadaki toplantıya gittim ve onları dinledim, geç vakit eve geldim. İlk içeri girer girmez bana tokat attı! Sen niye haber vermedin gitti diye. Sonra ben işte İşçi Partisi’nin toplantına gittim, Mehmet Ali Aybar’ı dinledim, Çetin Altan’ı dinledim deyince kendisi de üzüldü. Bana haber vermedin, verseydin ben sana o kadar kızmazdım, ben dedim ki nereye gitti diye. Yani o etkilenme o şeyden oldu. Ondan sonra zaten öğrencilik ortamı içerisinde muhalif çevre neredeyse ister istemez, farkında olmadan siz orada oluyorsunuz. Bir dönem sonra bizim lise döneminde, Gaziantep’teki Dev-Genç şubesi kuruldu, o dönem o Gaziantep milletvekili ve sonra belediye başkanlığı yapan Celal Doğan o zaman işte hukuk öğrencisiydi, TÖS vardı Türk Öğretmenler Sendikası. O Dev-Genç’le TÖS arasında biz sürekli gider gelirdik. Celal Doğan gelir, zaman zaman gelir, Dev-Genç’e gelir işte toplar öğrencileri, o ilgi duyan öğrencileri toplar konuşurdu işte o dönemki muhalif kimliğini belirtirdi, düzeni anlatırdı.
D.G: Celal Doğan dediniz, yani Celal Doğan belediye başkanıydı değil mi Gaziantep’in, sonrasında…
H.E: Tabi, tabi, ben onu şey yapmadım, ben, benim söylediğim Dev-Genç döneminde, Dev-Genç yönetimindeyken kendisi Dev-Genç şubesine gelir giderken ben lise öğrencisiydim, kendisi hukuk öğrencisiydi. O zaman işte biz, TÖS’e gelirdi, Dev-Genç’e gelirdi, biz zaman zaman, o geldiği zaman özellikle o geldiği zaman TÖS’teyse TÖS’e, eğer Dev-Genç’teyse Dev-Genç’e giderdik.
D.G: Yani o dönemlerde Celal Doğan yine popüler bir insan… popüler derken tanınan bir insan mıydı?
H.E: Ya tanınan derken zaten şeydir, o dönemde Deniz’lerle beraber Dev-Genç yönetimindeydi Celal o dönemde, yönetimdeydi yani merkez yönetimdeydi. O, işte o şeyin içerisinde ister istemez ilgi duyuyorsunuz ve o ortamda kendinizi buluyorsunuz. Yani sizin bilinçli olarak gittiğiniz, bu siyasi çevreyle ilişki kurayım veya inceleyeyim diye bir şey yok, ister istemez muhalifsiniz, muhalif çevreden geliyorsunuz muhalif kişilerin yanında yer alıyorsunuz, yani muhalif, dolayısıyla muhalif kurumlara da ilgi duyuyorsunuz ve sürekli onun içersine gidip geliyorsunuz. O dönemdeki işte o bizim demokrat, devrimci öğrenci, öğretmenlerimizden etkilenmemiz bizi belli bir ortama taşıdı.
D.G: Evet. Peki bunlara yine değineceğiz bu tarz konulara yani bu TÖS, TÖB-DER neyse artık o dönemdeki süreçlere tekrar geri döneceğiz. Ben buradan sorularımla artık konuya giriş yapmak istiyorum. Biraz hareketi konuşalım, yani bu hareketteki pozisyonlar, üyelik, kurumlar arası ilişkiler, biraz buraları açalım istiyorum. Örneğin yani hareketinize nasıl üye olunurdu? Üyelik statüsü nasıl gelişirdi? Üyelik öncesi bir süreç var mıydı?
H.E: Yani siz kurum derken hangi şeyi, anlamadım!
D.G: Kendi hareketiniz, kendi organizmanızı kast ediyorum, yapılanmanız, yani örgütünüz.
H.E: Ya örgütümüz, ben şimdi şey derken, bizim örgütümüz diye, benim şey yaptığım dönemde belli bir şeyim yoktu yani. Daha sonraları bir işte benim bu dediğim dönemden sonra, biz o lise döneminden sonra ister istemez, yani bu şeydir işte, 12 Mart dönemine kadar geldi yani, 12 Mart döneminde artık ayrışmalar başladı. Herkes işte, Deniz’lerin bir tarafta, Mahir’lerin bir tarafta, İbrahim Kaypakkaya’ların bir tarafta olması, yani bu Şafak grubu, Doğu Perinçek grubu işte Mihri Belli grupları, Mehmet Ali Aybar’ın belli bir dönemi herkes ayrı ayrı şeyler oldu. İster istemez yani bu örgütsel, benim o anlattığım dönemde örgütsel bir faaliyetim yok. Bu şeyden sonra, bu önderler doğuya açıldı, işte aranır duruma düştüler. İbrahim Kaypakkaya’nın da ilk saklandığı yerlerden biri, geldiği yerlerden bir tanesi işte şeylerle beraber, daha önce Sinan’lar, Deniz’ler yakalandıktan sonra Sinan’ların Nurhak’a gelmesi, sonra da İbrahim Kaypakkaya’lar, o Mihri Belli’ler felan hep Kürecik bölgesinde saklandılar. Belli bir dönem Doğu Perinçek de orada saklandı, İbrahim Kaypakkaya’da onlarla beraber orada kaldı, epeyce sanırım en çok kalan da zaten İbrahim Kaypakkaya oldu. Bir vesileyle bizim, biz o dönemde Gaziantep’te yaşıyoruz, bir vesileyle İbrahim Kaypakkaya’da işte şeyle ilişki kurmaya çalışıyor. Bizim çevremizle ilişki kurmuş, şeye geldi, bilgim dışında, benim 23 yaşında kaybettiğim bir kardeşim vardı benden 2 yaş küçük, o, bir kahvede çalışıyordu, kahvecilik yapıyordu.
Birileri ona adresini vermiş bizim akrabalardan, Kürecikli olanlardan, adresini vermiş, İbrahim gelmiş kardeşimle ilişki kurmuş. Bir gün aldı geldi bizim eve İbrahim’i, bir misafir geldi! tabi İbrahim Kaypakkaya olduğunu biz bilmiyoruz. Kardeşim ismi ne felan! Tanıştırdı işte Mustafa dedi, tanıştık. Kaldı bizim evde, bir müddet sonra gitti. Ve İbrahim’in ilk örgütsel şeyi yani ben farkında olmadan İbrahim’le ilişkimiz oldu bizim. Ve bu, bu şekilde ister istemez ondan sonra da şey oldu işte.
D.G: Biraz, evet o İbrahim Kaypakkaya’yla doğrudan bir ilişkiniz oldu. O yüzden böyle nadir insanlardan bir tanesisiniz yaşayan örnekler açısından söylüyorum. Biraz açabiliriz, yani Kaypakkaya, size neler söylerdi İbrahim Kaypakkaya, nasıl bir ilişkiniz oldu? Buraları konuşabiliriz, çok önemli.
H.E: Ya şimdi İbrahim Kaypakkaya direkt zaten meseleye girdiğin zaman onun bir şeyi vardı, tabi uzun süre sonra iyi, çok iyi tanıdım, kişiliğini tanıdım İbrahim Kaypakkaya’nın. İbrahim Kaypakkaya oturduğu yerden direkt hemen hedefleyip bir şeyi işte iktidar şu kadar bilmem ne diye başlamaz, bir köy vatandaşı gibi oturur, köylü vatandaş gibi işte çelişkileri anlatırdı, yaşam ilişkilerini, çalışmaları, işte emeğin şeyini anlatırdı. Direkt böyle bir şeye şey yaparak değil, hedef alarak politik olarak girmezdi. Bir vatandaş, sıradan bir vatandaş nasıl tartışır öyle bir şekilde oturur insanla ilişki kurardı ve onun için İbrahim Kaypakkaya çok sevilen bir insan oldu. Ben mesela şeye geldiğim zaman, Gaziantep’e geldiğim zaman bir dönem çevre, hani bizim insanlar işte bir yere gittikleri zaman kendi köylerinden kopup şehre gittikleri zaman herkesin ister istemez çevresi belli bir bölgede, belli bir mahallede şey olur, biz de öyleydik, yani bir iki yıl oralarda artık yerleşip kaldık. Biz de öyleydik, öyle olduğu zaman da çevremize gelen insanlar, belli bir ev varsa, evde birikilir, işte akşamları işten geldikten sonra üç kişi, beş kişi, on kişi oturur sohbet ederdi, ondan sonra çayını içer ondan sonra dağılırlardı. İbrahim de bir gün öyle geldi, bizim evimiz çok kalabalık olur, 8-10 kişinin olduğu bir ortamın içerisine girdi. Ben bunu niçin anlatıyorum? İbrahim Kaypakkaya nasıl bir insandı yani bir şey olduğunu anlatmak için bu şeyi anlatıyorum anekdotu.
D.G: Buyurun.
H.E: Şimdi gelen herkes birbirini tanıyor, fakat bir tane yabancı bir insan var! Herkes birbirine şey yaptı, yahu, babamın ismi Rıza’ydı, Rıza amca bu arkadaş kim?
Kimseden laf çıkmadan, hiç kimse cevap vermeden kendisi dedi ki, ben dedi Rıza amcanın amcasının oğluyum dedi, benim ismim Mustafa dedi! Ben, babamla biz göz göze geldik, nasıl amcasının oğlu şey yapıyor! Birdenbire hiç kimse şey yapmadın, ben dedi, amcasının oğlu Mustafa’yım dedi. Şimdi bizde o çevrede bir şey var, yani herkes akrabasını işte sevdiği bir insana ismini veyahut da babası, amcası, dayısı neyse ismini koyar çocuğuna, o ismini koydukları küçük olur ötekisi de büyük, diyelim ki işte Mustafa, küçük Mustafa, büyük Mustafa. Şimdi benim babamın bir amcası vardı Maraş’ın Afşin kazasında bir köyde yaşardı, onlar orada şey yapmış, zaten bizimle çok fazla ilişkileri yoktu, eskiden gitmiş oraya yerleşmişler. Onun, babamın amcasının ilk ismi Mustafa idi, bir amcasının ismi Mustafa idi, amcasının, o amcasının ismini o, o kardeşinin oğluna koymuşlar, babamın amcasının öteki amcasının oğlunun, büyük Mustafa, küçük Mustafa diye hitap edilirdi onlara.
Hüseyin amcanın oğlu musun? Evet dedi! Ben dedi, küçük Mustafa’yım dedi, ben dedi. Şimdi biz ona böyle hayretle baktık birbirimize ama bir şey diyemedik. İbrahim oraya gelmeden önce yani bize gelip misafir olmadan önce bizim ailenin yapısını, çevresini, sülalenin ne kadar nasıl olduğunu çok iyi incelemiş. Ben işte gidince onlara, ben, o da bizim çevreden çok fazla bilinmediği için öyle bir şey yapıyor ki, yani o amcamın çocukları, babamın amcasının çocukları bizim çevremizde çok bilinmezler. Öyle bir şey yapmış ki onlar da ikna olsunlar, insanlar da haa başladılar artık işte o babamın amcasını konuşmaya, bilmem neye felan, herkes yani ikna oldu gerçekten. Ondan sonra o küçük Mustafa bizim evde sürekli babamın amcasının oğlu olarak gelir giderdi ve en çok beni etkileyen insan da o oldu ama direkt bana şey yapmazdı yani oturup şey yaparken örgütlemek için ille direkt politik işte şunu yap, bunu yap demezdi. Beraber bir yere gidecek, gidilecekse beraber giderdik, işte beraber bir iş yapılacaksa beraber şey yapardık.
D.G: Ne yapardınız mesela beraber?
H.E: Yani şimdi bakın şey yapardı, mesela bir kahvede oturup birine bir mektup yazacaktı, ben sonradan bunun farkına vardım, bir oturduk Gaziantep’te bir çay bahçesine, o dönemde Filistin’e giden bir insana bir mektup yazacak, bir şifre verecekmiş, ben sonradan bunu algılıyorum böyle olduğunu. Bana bir şey verdi, bana bir harfler verdi. Dedi ki, bunu bu şekilde bir mektup yazacaksın, işte biz burada bir, o adam buraya gelecek, biz burada kiralık bir ev bulduk, buna bir mektup yazacaksın, öyle bir mektup ki, her kelimenin başına o harflerden birisini koyacaksın.
Ben, bana bir sürü harf verdi, o harflerin şeyin içerisinde şifre varmış, ben sonradan bunu algıladım yani İbrahim’i kaybettikten sonra algıladım, herhalde buydu dedim yani. Sonra bir de şey yaptım yani o mektuptan dolayı birisini de karşıladım ben, Filistin’den gelen bir arkadaşı karşıladım. Büyük ihtimalle o da şeydi?
D.G: C.S. mi?
H.E: C.S. Büyük ihtimal ben tahmin ediyorum ki Filistin’den gelen C.S.’di, ben onu da karşıladım, İstanbul’a da yolcu ettim geldim yani. İşte o mektubu bana yazdırdı, ben öyle bir mektup yazdım ki yani kendisi de hayret etti, bu kadar güzel bir mektup nasıl yazdın sen (gülüyor), şey yaptın. O harfleri kullanaraktan bir mektup yazdım. Sonra ben, bir müddet sonra da o C.S.’i karşıladım. Sonradan benim o şeyimden, İbrahim o mektuptan dolayı bir şifre gönderdi, şifreden sonra C.S. geldi. Yani İbrahim direkt hep hareketleriyle bir şeyler anlatırdı, yani direkt sözleriyle değil, elbette sözleri de vardı, şey yapardı ama… Bana bir sefer şey yaptı ki, yahu böyle şey yaparken, işte yahu sen okulda başarılısın, ben de çok başarılı bir öğrenciyim ama işte şimdi mücadele etmek gerekiyor, bilmem ne işte şey yapmak gerekiyor, Türkiye çok kötü bir durumda, bu halkın, bir şeyler yapmak gerekiyor… yani okusan ne olacak? Bana bunu da söyledi, fakat İbrahim’de… Yani İbrahim bunu söyler miydi? Söyledi bana ama ben şey yapmadım, zaten bu mücadelenin içerisinde zaten okuyamadım, bıraktım, bırakmak zorunda kaldım, o şekilde İbrahim’i tanımış oldum, İbrahim’den çok etkilendim. O İbrahim’in çevresinin içerisinde ister istemez İbrahim’in düşüncesini paylaşan insanlarla benim de ilişkim de oldu ve öyle devam etti yani.
D.G: Evet yani İbrahim Kaypakkaya’ya dair anılarınızı ben anlatmanızı isteyeceğim önümüzdeki dakikalarda. Ben ilk soruma tekrar dönmek isterim, yani bu artık yani örgütlü yaşantınızda, bu soruyu tekrar edelim, harekete nasıl üye olunurdu? Üyelik statüsü nasıl gelişirdi? Üyelik öncesi bir süreç var mıydı, işletilir miydi?
H.E: Yani ben şimdi onu şey yaparken biraz dikkatli anlatılması gerekir, ben mesela şeye, harekete nasıl üye olduğunu açıkçası yani bunu anlatacak durumda değilim. Fakat yani bir deneyimi geçtikten sonra, öyle de olması gerekir yani ben o süreci pek fazla anlatamayacağım…
Mücadele içerisinde belli bir dönem işte çalıştıktan sonra, bir yerlerde böyle güven sağladıktan sonra elbette olacaktır ama ben onu nasıl anlatırım onu.
D.G: Yani diğer görüşmecilerimiz de bu soruyu ve buna benzer birçok soruyu çok rahatlıkla konuştuk, kendilerini ifade ettiler, kendilerine has bir tarzla, bir dille, bir kurguyla ya da her neyse cevapladılar. Peki o zaman şöyle yapalım, diğer sorularla ben devam edeyim. Yine hareketle ilgili sorular bunlar da, yani benzer sorular soracağım. Örneğin hareket içerisinde konumlar nasıldı, bir hiyerarşik ilişki var mıydı? Yani ast-üst ilişkisini kast ediyorum. Bunu belirleyen, varsa eğer bunu belirleyen ölçütler yani kriterler nelerdi? Örneğin hareket içerisinde bulunma süresi, alınan sorumluluk ve benzeri şeyler bu ölçütlere dâhil miydi?
H.E: Yani elbette şeydi yani, sen şimdi hangi alanda çalışıyorsan elbette yani kendi işini doğru yapıyor musun, yapmıyor musun ilişkisi çok önemlidir. O şekilde şey yapılıyordu, o şekilde yani ast-üst ilişkisi elbette vardı, belli bir dönemde mesela diyelim ki biz, ben şey yapıyordum, ben işte müzik alanında, sanat alanında bir şeyler yapıyordum. İster istemez yani o işten sorumlu olan bir insanla ilişkim sürekli oluyordu. Diyelim ki gece düzenlenecek işte tiyatro şey yapılacak, organize edilecek, elbette bir sorumluluk felan vardı. Yani belli sorumlular var falan o, o şeyde, o da zaten ister istemez hareketin içerisindeki senin yaptığın işle ilgili ya da yaptığın yani o işi doğru yapıyor musun, yapmıyor musun, kitleyle ne kadar ilişki kurabiliyorsun, senin yaptığın şey kitleyi ne kadar etkileyebiliyor, elbette bunlar şey alınırdı yani baz alınır şey yapılırdı. Ondan sonra zaten senin sorumlun ister istemez kendiliğinden şey yapar, elbette ast-üst ilişkisi var ama o şey yapılmaz… Yani şimdi bizim bildiğimiz anlamda ast-üst ilişkisi, yani böyle legal anlamda şey yapamazsın, sen onu bilemezsin yani, sen bir insanla, ben bir insanla ilişki kuruyorum, bu işi yapıyorum ama benim üstüm müdür, değil midir? Yani elbette sen onu hissediyorsun, bu sorumludur, benden daha sorumlu birisidir diyorsun ama öyle bir, resmi bir ilişki bilemezsin. Ancak yaptığın işten belli olur bu.
D.G: Evet. Peki hareket üyelerinin profili nasıldı, yani bu etnik kökeni, toplumsal sınıfı, yöresi ve benzeri gibi özellikleri sizce neydi? Nasıldı, yani nasıl gözlemliyordunuz? Böyle şeyler…
H.E: Yani şimdi o, o şeydi, genellikle zaten şey değil yani ister istemez muhalif çevrelerdir bunların şeyi.
Yani bir emekçi kesimdir, genellikle yoksul kitle şey yapar, ancak o bir üst düzeyde birileri varsa veya kimisinin ailesinden tek tük insanlar çıkmıştır belli bir bürokrat aileden çıkan insanlar da vardı, belli ne bileyim işte kültürel yapısı farklı olan insanlar da vardı.
D.G: Kimdi mesela bürokrat aileden çıkan insanlar dediğiniz?
H.E: Yani ben şimdi o bürokrat aileden çıkan insanlardan mesela ben işte mesela C.S. gibi. C.S. İbrahim’in ilk arkadaşlarından birisi, o zannederim bir ataşenin oğludur. Yani o belli bir yapısı olan bir aileden. Mesela işte kaybettiğimiz insanlar, ben onu şey yapmadım, kişi olarak tanımadım ama mesela şey, Cemil Oka bir generalin oğludur. Yani bu tek tük insanlar öyle çıkıyor ama genellikle hep böyle yoksul çevreden ve büyük ihtimalle o dönemde ben de yani kendimi şey yapayım, özellikle muhalif olan, yani inanç olarak muhalif olan Alevi kesimden çok insan vardı. Yani o, o tür insanlar şey yapıyordu… ön plana çıkıyorlardı, mücadele içerisinde şey yapıyorlardı. Yani diyelim ki mesela şey yapıyordu, devrimci mücadelenin içerisinde Dersim çevresi, yani Dersimli çok insan şey yapıyordu devrimci hareketlerin içerisinde aşağı yukarı ön saflarda yani görünüyorlardı, e bu da şey yapıyor… Bizim mesela Kürecik’te çok büyük kayıplar verildi, çok büyük şehitler verildi, orası da muhalif yani bir kesimdir. Doğuda etnik meseleden dolayı, Kürtlüğünden dolayı çok insan vardı, yani özel… genellikle işte Alevi, Kürt ve sosyalist düşünceye sahip olan insanlar o mücadelenin içerisinde belli yerlerde yer alıyorlardı yani.
D.G: Peki yine bu soruya benzer bir soruyla devam edeyim, hareket içerisinde etnik, dini aidiyetler açıkça belirtiliyor muydu, yani bu konuda hiç sorunlar yaşandı mı?
H.E: Ya ben o dönemde kesinlikle böyle bir şey yapmadım, inanca biraz daha farklı bakılır, mesela şey yapılıyordu işte din şeydir, afyondur, sözünden dolayı kimse dini şey yapmazdı, kesinlikle dinin hiç lafı bile edilmezdi. Din, devrimci mücadelenin düşmanı diye bakılırdı. Yani fakat Kürtler’in talepleri vardı, ve bunlar konulurdu.
D.G: Hiç din konusu açılmaz mıydı yani kendi aranızda?
H.E: Yani çok nadiren olsa bile şey yapılmazdı yani çok böyle önemli bir şey değildi, din tartışılmamalıdır, din bizim konumuz değil, bizim konumuz siyasi mücadeledir, yani bizim konumuz emek-sermaye çelişkisidir, din hiç tartışılmadı benim şey yaptığım dönemde.
D.G: Peki harekette ya da parti çevresinde diyelim, kadınların konumu nasıldı? Kadınlar hiyerarşik basamaklarda hangi konuma kadar gelebiliyordu?
H.E: Yahu şimdi şey değil, devrimci mücadele içerisinde zaten verilen şehitler de diyelim ki Meral Yakar belli bir yeri vardı işte devrimci mücadele içerisinde. Şey yoktu yani erkek yani cinsiyet ayrımı diye bir şey yoktu devrimci mücadelenin içerisinde eğer mücadele ediyorsa. Zaten kadın da kendiliğinden gelir bir yere şey yapamazsın, bayansın, sen kadınsın cinsiyet diye bir ayrım yapılmazdı devrimci mücadele içerisinde.
D.G: Evet. Meral Yakar örneğini verdiniz, peki hiç kendisiyle tanışabildiniz mi?
H.E: Yok ben Meral’i tanımıyorum, sadece basında işte o şeyini yani yaptığı mücadelesiyle tanıyorum Meral’i.
D.G: Yine bu soruyla çok orantılı bir soru yine de sormak isterim, hareket içerisinde önemli pozisyona gelmiş kadınlar var mıydı? Varsa bunlar kimlerdi?
H.E: Ben önemli pozisyonda Meral’i tanıyorum… Aziz Vatan’ın hanımı… kız arkadaşı…
D.G: Peki yani sizin bulunduğunuz dönemde yine sizce, hareketin yüzde kaçını kadınlar oluşturuyordu? Buna dair bir gözleminiz, bir bilginiz…
H.E: Yani elbette şey değil yani şimdi o cinsiyet ayrımı yoktur derken, ister istemez zaten o Türkiye toplumunun içersindeki şeyde yani bayana verilen şey devrimci mücadelenin içerisinde kendiliğinden zaten görülüyordu. Yani bir erkek kadar elbette kadınlar ön planda felan değildi yahut de ne bileyim bir erkek kadar değildi, çok düşük oranlardaydı fazla değildi.
D.G: Takriben bir şey söyleyebilir misiniz yani yüzde şu kadardı?
H.E: Ben onu söyleyemem, onu söyleyemem yani söylemek de biraz afaki bir şey olur da, söylemek şey değil ama erkekler kadar değildi yani kadının genel durumu devrimci mücadelenin içerisinde de vardı, aynıydı.
D.G: Evet. Peki, parti içi demokrasi nasıldı, yani antidemokratik uygulamalarla hiç karşılaştınız mı ya da antidemokratik uygulamalara hiç tanık oldunuz mu?
H.E: Yani ben… o konuda da fazla bir şey söyleyemeyeceğim, elbette yani şimdi o bizim şey yaptığımız şey, o bizim bildiğimiz anladığımız anlamda demokrasi mücadelesi parti içersinde şey değildi, yani parti sizin…
İşçi sınıfı diktatörlüğünü tartışıyorsunuz, orada… biraz şey yani, bizim anladığımız anlamdaki çağdaş demokrasi elbette şey değildi yani, yaygın felan değildi. Belli bir yerlerde bir emirler geldiği zaman onu uygulamak, yapmak mecburiyetindesiniz, yani ben şimdi o partinin işleyişinde fazla şey değilim, çünkü parti içerisinde böyle fiili olarak çalışan bir insan da değilim yani, ben sempatizan durumundaydım, onun için yani o işleyişi… Ben daha doğrusu yani o işleyişin fazla demokratik olduğunu da görmüyordum yani, demokratik değildi! Yani bizim anladığımız anlamda demokratik değildi.
D.G: Evet, demokratik değildi derken, buna dair somutta yaşadığınız birkaç olay, örnek varsa bunlara değinebilirsiniz.
H.E: Ha yani ben… şey… ister istemez de yani size yukarıdan bir emir geliyorsa siz, sorumlu size bir şey yapıyorsa, o muhakkak bir yerlerden gelmiştir, orada fazla direnilmez. Yani düşüncenizi elbette söylüyordunuz ama yani biraz da çekine çekine oluyordu.
D.G: Peki biz o zaman kısa bir ara verelim, ikinci parta da yavaş yavaş geçelim.
D.G: Evet, kısa bir aradan sonra görüşmemize devam ediyoruz Haydar ağabeyimizle. Haydar ağabey şimdi biraz 1976 öncesini konuşmak isterim, buna dair birtakım sorularım var. Örneğin bu 12 Mart öncesi politik süreçte işte Türkiye Öğretmenler Sendikası var. Yine bu dönemde işte Dev-Genç, Aydınlık Sosyalist Dergi, tabi bu 14.sayıdan itibaren ikiye bölündü PDA ve ASD olarak devam etti. İşte Proleter Devrimci Aydınlık PDA, İşçi Köylü Gazetesi, Devrim Dergisi, bu gibi gazetelerden hangilerini okurdunuz? Bunların hangilerinden etkilendiniz? Biraz bunlara dair konuşabiliriz, bu tarz yayınları takip ediyor muydunuz?
H.E: Ya o dönemde aslında devam ediyor derken yani özellikle gidip işte bir bayide alacaksın, okuyacaksın benim böyle bir alışkanlığım yoktu. Şey yapıyorduk, biz o TÖS’e gittiğimiz zaman masanın üzerinde buluyorduk, işte dergileri gittiğimiz zaman masanın üzerinde veyahut da bir arkadaşımızın elinde bulduğumuz zaman şey yapıyoruz, yani onu bir alışkanlık yapıp o dönemde bir okuma alışkanlığı yapmak… bende yoktu daha doğrusu, bazı arkadaşlarda elbette vardı da ama bunların hepsini, o dediğin şeyler, o yayınların hepsini tanıyorum ve biliyorum. Zaman zaman da okudum işte Proleter Devrimci Aydınlık’tı, işte İşçi Köylü Gazetesi, özellikle İşçi Köylü Gazetesi isminden dolayı bizim çok ilgimizi çekerdi, onları ben Antep’te şey yapardım, elimde geldiği kadar İşçi Köylü Gazetesi’ni şeye… bizim… yörenin insanları şehre gittikleri zaman hamallık yaparlardı, hamallara çok şey yapardım bazen böyle okurdum, bazen işte varsa elimde götürüp verirdim hamala, okuyun, bu gazete iyi bir gazetedir.
D.G: Nasıl karşılarlardı yani?
H.E: Yani özelikle şey yapıyorlardı o, o İşçi Köylü Gazetesi ismi onları çok etkiliyordu ve ilgilerini çekiyordu, okuyorlardı ama ne kadar anlıyorlardı, onu bilemiyorum tabi.
D.G: Siz bu yayınları o insanlara ücretiyle mi verirdiniz, yoksa ücretsiz mi?
H.E: Hayır, yok ben ücretsiz, ücretsiz, benim elime geldiği zaman, aldığım zaman işte diyelim ki bir arkadaşlar toplanıyor, alırım götürürüm falan adam da okusun diye yani götürürdüm, verirdim, özellikle İşçi Köylü Gazetesi’ni öyle yapardık biz. Öteki dergileri, o sizin saydığınız dergileri hepsini aşağı yukarı biliyorum, zaman zaman elimize geçtiği zaman okuduk, zaman zaman işte alır okurduk ama böyle sürekli bir, periyodik bir şey, bir takip etme bende yoktu daha doğrusu.
D.G: Evet. Peki, yine bu döneme denk düşen işte işçi sınıfının mücadele tarihi bakımından önemli olan 1963 Kavel Direnişi var, ben bunu sormak isterim, hiç hatırlıyor musunuz ya da hatırlamazsınız 1963 Kavel Direnişini ama hiç duydunuz mu, hiç bahsettiler mi size?
H.E: Yok ben o şeyi, o direnişin yani ismini biliyorum ama onu yani ben, kimse bana anlatmadı.
D.G: Yaşınız gereği de zaten.
H.E: Bilmiyorum.
D.G: Peki bu 15-16 Haziran 1970 işçi direnişi, yine bu dönemde başka işçi direnişleri de var, hiç tanık oldunuz mu, yani olduysanız biraz bahseder misiniz?
H.E: Yani ben o 15-16 Haziran’ı biliyorum, işçi direnişi, o zaman ben Gaziantep’teydim yani burada değildim, onun için tanık olduğum şey değildi. Fakat bütünüyle işte ya radyo haberlerinde yahut da gazetelerde, dergilerde veyahut da birebir insanların anlatışını, işte diyorum ya TÖS içerisinde, Dev-Genç içerisinde onların vasıtasıyla anlatılan şeyler vardı. Fakat 15-16 Haziran direnişi beni özellikle Aşık İhsani’nin o şiirinden 15-16 Haziran’ı anlatan şiirinden biliyorum. Sonra da Aşık İhsani de zaten çok yakından ilişkimiz oldu, dostluğumuz, arkadaşlığımız oldu. Aşık İhsani’den çok dinlerdim ve sürekli işte basından takip ettiğim kadarıyla, kitaplardan okuduğum kadarıyla şey yapıyorum, birebir tanık olduğum bir olay yok bende.
D.G: Evet. Peki, yine bu 12 Mart Muhtırası olarak bilinen, 12 Mart Darbesi’ni biraz konuşalım, nasıl yaşadınız? Çevreniz nasıl karşıladı bu darbeyi? Örneğin işte bu Erim hükümetleri yani bu sıkıyönetimin kaldırılmasıyla kurulan işte DGM’ler 1973’de, bu Ecevit-Erbakan hükümeti. Keza 1974 Kıbrıs Harekâtı, işte yine o dönemde az önce bir işçi direnişini sordum 15-16 Haziran ama onun dışında daha böyle düşük çaplı olan işçi direnişleri var. Örneğin Aliağa ve İpraş Rafinerileri, Ereği Demir-Çelik, Türk Demirdöküm, Sungurlar, Pirelli, Goodyear, Tofaş, Renault, Profilo gibi birtakım grevler de oldu. Bunlara dair neler hatırlıyorsunuz? Yani 12 Mart Muhtırası, o darbesi, 1974 Kıbrıs Harekâtı, Ecevit-Erbakan, Erim sıkıyönetimi, biraz buraları konuşalım. Keza DGM’ler de önemli bir ayağı.
H.E: Yani şimdi şeyi, 12 Mart Muhtırası’nı, ben 21 yaşındaydım o muhtıra olduğu zaman. O zaman benim çevrem ister istemez hep korkuyla karşıladılar yani. Şimdi 61 Anayasası’yla beraber kısmi demokratik hakların birdenbire törpülenmesi ve baskı altına alınması, o kazanılan kısmi demokratik hakların yok olması elbette bir demokratik çevrenin, kendisine aydın diyen insanların içerisinde büyük bir felaket oldu. Özellikle o, işte o döneme öğrenci hareketi deniliyordu yani o şey, işte Deniz’lerin, Mahir’lerin, İbrahim’lerin çıkışı, o şeyin üzerine bir baskı olduğu için ister istemez herkeste bir tedirginlik yarattı, zaten sonucunu da biliyoruz neler olduğunu, yani Türkiye’de en korkunç baskılardan bir tanesiydi.
Şeye gelince, bu işçi hareketlerine gene gelince, o grevlere, direnişlere falan gelince, ben yine onları da şey gibi, 15-16 Haziran gibi yani Gaziantep’te, o bölgede yaşadığım için bunları hep yine gene basında öğrendiğimiz kadarıyla, birileri anlatımı ile biliyorum. Fakat, 70’lerden sonra burada ben özellikle o direnişlerde, bu Elka Direnişi vardı, Maltepe tarafında, özellikle Şah Turna, ben, Mehmet Koç falan biz katılmıştık, destek vermiştik, o daha sonradır. Onun dışındaki o sizin söylediğiniz hepsini biliyorum, hepsi basından bildiğim kadarıyla, kitaplardan işte dergilerden bildiğim kadarıyla onları biliyorum.
D.G: Peki sizin döneminizde yani Gaziantep yine bir sanayi kenti miydi?
H.E: Yani sanayi elbette yani doğunun, orada oranın tabiriyle doğunun İstanbul’u denilirdi ama orada fazla böyle şey olmazdı yani, işte o direnişler yani böyle bizim bildiğimiz anlamda işte bir Elka gibi işte böyle 15-16 Haziran gibi şeyler olmazdı. Ufak tefek şeyler olurdu yani elbette ama böyle bir, bilinen bir direniş Gaziantep’te olmadı.
D.G: Evet. Peki Kıbrıs Harekatı’na dair neler söylemek istersiniz, yani o dönemde nasıl karşıladınız bunu, ne düşündünüz? Ya da ne düşündüğünüzden ziyade hareketiniz ya da neyse, nasıl bakardı buna?
H.E: Biz orada… bizim daha sonraki şeyde, mesela ben o Kıbrıs Harekatı’nın ilk başladığı dönemde biz Tokat’ta şeyde, Turhal’da bir konsere katılmak için İhsani ile Şah Turna ile otobüsteydik, Ankara Gölbaşı’nda radyonun haberlerinde dinledik, otobüsteki radyonun haberlerinde dinledik harekatın başladığını. O zaman İhsani kalkmış şey yapmıştı yani İhsani’nin biraz böyle ulusalcı bir tarafı da vardı, kalktı otobüsün içerisinde bir de konuşmuştu. Fakat hep benim kafamda şu oldu, yani biz niye gidiyoruz Kıbrıs’a? Sonradan hareket şey olarak, elbette orayı bir işgal hareketi olarak görüyordu. Yani Kıbrıs’taki mesele Kıbrıs halkının meselesidir, onların kendilerinin çözmesi gereken bir meseledir, deniliyordu.
D.G: Evet. Peki DGM’ler, DGM’lere dair bir kampanyanız oldu mu, bir şeyler yaptınız mı?
H.E: DGM’ler, o dönemde, 141-142 ve DGM’lere Hayır, mitingleri sürekli olurdu, elimizden geldiği kadar işte Ankara’da, Gaziantep’te, İstanbul’da, İzmir’de hangi hareket varsa mutlaka onun içerisinde yani yüzde sekseninde ben olmuşumdur.
D.G: Şehir dışına da gidiyordunuz yani DGM’lerle ilgili eylemlere?
H.E: Tabi canım, tabi yani DGM’lerin mitingi olduğu zaman bizim, biz özellikle zamanımız olduğu, imkânlarımız imkân verdiği müddetçe katılıyorduk.
D.G: Bir tanesinden bahseder misiniz? Yani bir DGM eylemi için çıktığınız böyle şehir dışı anınızdan biraz açar mısınız nasıl oldu, ne yaptınız, nasıl organize ettiniz? Kimler vardı yanınızda?
H.E: Yani, benim anlatılacağım birebir böyle bir anekdot Ankara’daki 141-142 ve DGM’lere Hayır, mitingiydi, çok iyi bir mitingdi, çok kalabalık bir mitingdi…
D.G: Merkezi bir…
H.E: Merkezi bir şeydi, Tandoğan Meydanı’nda yapılmıştı, o benim hafızamda epeyce yer etmiş bir mitingdir. O mitingde ben bizzat bulundum, yani orada kişi olarak bizim gittiğimiz yani şimdi ben onu açayım, mesela ben o dönemde özellikle şey yani sanatçı olarak Abuzer Karakoç ile omuz omuza yürümüştük orada biz. Abuzer Karakoç o dönemde işte şeyin sempatizanıydı, İbrahim’in görüşlerinin sempatizanı, sonra tersine döndü belli bir dönem sonra, Doğu Perinçek’in çizgisine yanaştı bilmem şey oldu.
D.G: Evet. Peki Ecevit-Erbakan hükümetine dönük bir şeyler bahseder misiniz ya da anlatmak ister misiniz? “
H.E: Yani o dönemde… herkes hayretle karşılamıştı, işte Milli Nizam Partisi’nin inşa edilmiş bir partinin, gene bizde Ecevit en azında işte böyle demokrat laflar eden, işte işçilerin birtakım haklarını çalışma bakanlığı döneminde vermiş bir insanın demokrasiden bahseden, özellikle de şeyden sonra işte kontrgerilladan bahseden, 70’den sonra, 12 Mart’tan sonra bahseden bir insanın birdenbire şeyle, Erbakan gibi bir adamla koalisyon kurması herkesi olduğu gibi benim de çok tuhafıma gitmişti nasıl oldu bu diye!
Ama sonra tabi şey yapıyorsun, işte hâkim sınıflar belli bir yerlerde onlar ittifak kurabilirler, belli bir yerde de kendi düzenleri tehlikeye düştüğü zaman yan yana gelebilirler, düşüncesin hâkim oldu bizde.
D.G: Evet. Peki, biraz da şeyleri sormak isterim, dernekleri, yani öğrenci dernekleri ve yöre derneklerini. Örneğin, öğrenci derneklerine dair ADYÖD var, Ankara Demokratik Yüksek Öğrenim Öğrenci Derneği 1974’de. İYÖKD var, İstanbul Yüksek Öğrenim Kültür Derneği, yine o da 1974’de kurulmuş, yine 75’de de kapatılmış aynı dernek. İYÖD var İstanbul Yüksek Öğrenim Derneği, 1975. İYÖKD var, kapatılınca yani yerine kurulan. DGD, Devrimci Gençlik Derneği, Genç Hukukçular Derneği. Bir de yine bu dönemde işte Tunceli Yurt Yaptırma ve Yaşatma Derneği, Bingöllüler Derneği, Adıyamanlılar ve Vartolular Derneği gibi dernekler de var. Hiç bu tarz öğrenci ve yöre dernekleriyle bir ilişkiniz oldu mu, bir çalışmanız oldu mu? Ya da burada adı olmayan başka öğrenci dernekleri ve yöre dernekleri varsa eğer…
H.E: Burada ben mesela Ankara Yüksek Öğrenim Derneği, onlarla o Ankara’da o belli bir dönem kaldığım için orayı çok iyi biliyorum. Onların bir gecesi vardı, muhteşem bir gecesine de katıldım, Şah Turna, Ruhi Su, ben ve Şivan Perwer onların büyük bir gecesine biz katıldık, 19 Mayıs Spor Salonu’nda yapılmıştı. O, onu oradan dolayı biliyorum. Ondan sonra da ara sıra gelip giderdim yani o şeye, fakat…
D.G: Hangi yılda, hangi mevsimde yapıldı o gece hatırlıyor musunuz?
H.E: Yani şimdi zannederim 74 veya 75 olabilir yani benim aklımda kalan kadarıyla, 74 veya 75 olabilir. Muhteşem bir gece yapmışlardı 19 Mayıs Spor Salonu’nda.
D.G: Mevsimi hatırlıyor musunuz, hangi mevsimde olduğu?
H.E: Zannederim sonbahar.
D.G: Sonbahar.
H.E: Sonbahardı. Ondan sonra İstanbul’da DGD benim üye olduğum bir dernektir, İstanbul Yurtsever Gençlik Derneği vardı, özellikle o Halkın Kurtuluşu’nun daha sonra çevresinin olduğu bir dernekti. Onlar şeyde, onun da üyesi olmuştum ben.
Tuncelililer Derneği’nin İstanbul’da gecesine katıldığım bir dernektir, Rahmi Saltuk’la beraber gecelerine katıldım onu oradan biliyorum. Onun dışındaki ötekilerin hepsini duydum ama fazla tanıdığım dernekler yok.
D.G: Peki bu Ankara’daki dernek gecesinden biraz bahsedelim isterim, yani sizlerin ve Şivan Perwer’in de diğer ozanlarla katıldığınız gece nasıl bir geceydi, nasıl bir atmosfer vardı, neler yaşadınız, neler hissettiniz o gecede?
H.E: Şimdi ben o, o, özellikle o dönem o gecenin benim aklımda kalan şeyini söyleyeyim, ben tam sahnedeyken o dönemde Turizm Yüksek Okulu vardı Ankara’da, Uşaklı bir Veli… zannederim Yıldırım’dı, orada bir arkadaş vurulmuştu, cenazesi götürülmüştü. Cenazesinden dönenler içeriye girdiği anda ben sahnedeydim, sahnede program yapıyordum. Ben şey yaparken birdenbire onlar içeri girince, şimdi en çok atılan sloganlardan bir tanesi işte Bağımsız Türkiye, Kahrolsun Faşizm, yani bu iki slogan çok atılırdı. Şimdi salon öyle bir mahşeri bir kalabalık var ki, salonun ortası da dolu, ben sahnedeyim, birden onlar içeri girince, onun, şeyin… Veli’nin posteriyle ve bayrakla içeriye girilince kitle öyle bir galeyana geldi bir slogan atıyor ki, bir tarafta slogan atılıyor Kahrolsun Faşizm, bir tarafta Bağımsız Türkiye sloganı atılıyor.
D.G: Bayrak Türk bayrağı mı?
H.E: Bayrak… zannederim Türk bayrağıydı herhalde, Türk bayrağı, ben, bir, bir, bir flamaydı ama ne, ne olduğunu ben de bilmiyorum. Benim kulağıma ne geliyor biliyor musunuz? Kahrolsun Türkiye, bağımsız faşizm, bu slogan geliyor, sloganlar böyle çatıştı, beni böyle bir ürperdim kaldım, türküyü kesmek, kesmek zorunda kaldım.
D.G: Hangi türküyü söylüyordunuz o anda?
H.E: Ben onu hatırlayamıyorum, fakat… hayır hatırlıyorum, ben Deniz’lere, İbrahim’lere ve şeyle ortaklaşa bir, şimdi belki çok dinlediğim bir türkü:
Kızıldere, Kızıldere,
On yerimde yara bere
Yaptığım o türküyü ilk okuduğum geceydi, o türküyü okuyordum ben. Türküyü yarıda kestim, kesmek zorunda kaldım. Ortalık rahatlayınca tekrar baştan söylemek zorunda kaldım. O geceyi öyle hatırlıyorum o dernek özellikle o gece çok, kahrolsun Türkiye, bağımsız faşizm, benim kulağıma geldi ben de şaşırdım, yahu nasıl olur böyle bir slogan atılır? Bir taraf kahrolsun tür… şey, Kahrolsun Faşizm, bir taraf Bağımsız Türkiye atıyor, slogan çarpışınca benim kulağıma kahrolsun Türkiye, bağımsız faşizm! (gülüşmeler) Kulağıma böyle bir geldi, ürperdim yani!
D.G: Yankı yapmış herhalde demek ki salonda. Evet. Peki diğer o yöre derneklerindeki gecelerinize dair yaşadığınız böyle aklınızda kalan, çarpıcı bulduğunuz birtakım şeyler varsa lütfen.
H.E: Yani şimdi o, o, özellikle AYÖD deyince o gece benim aklıma geliyor, AYÖD’ün o yaptığı şey işte o gece benim aklıma geliyor.
U.D. Rahmi Saltuk’la Tuncelililer gecesine ilk defa katıldım dediniz, o nasıl geçti?
H.E: Heh o da, çok benim heyecanlandığım ve özellikle yani şimdi Rahmi Saltuk benim çok sevdiğim bir ses, o bir afişe ben İstanbul’da ilk ismimin yazıldığı şeydi. Bütün İstanbul’un bütün direklerinde, bütün bayraklarında bir şey yapıyorsunuz, bütün o şeylerin işte pankart asılacak, bilmem afiş yapıştırılacak yerlerine kendi isminizi görüyorsunuz, böyle çocukça bir duyguya kapıldım, yani nasıl olur ben Rahmi Saltuk’la beraber aynı yere şey yapıyoruz. Benim de haber… bana da haber vermeden yazmışlar. Dediler ki işte falan gün orada olacaksın dediler, ben de geldim katıldım geceye ve böyle bir çocukluk yaşadım daha doğrusu, böyle kendi kendime sanki böyle gökyüzündeymişim gibi bir, böyle bir geceye katılıyordum ben.
D.G: Tunceliler’in o gecesi hangi tarih ve hangi mevsim, tarihini falan hatırlıyor musunuz? Hangi yıl, hangi mevsim.
H.E: Yani 73 olabilir.
D.G: 73 yılı.
H.E: Olabilir, bilmiyorum belki 73-74’dür, işte o, o dönemdeydi yani.
D.G: İstanbul’un neresinde olmuştu?
H.E: 19 Mayıs Spor Salonu… şeyde pardon, bu… şimdi neydi, Lütfi Kırdar Spor Salonu.
D.G: Lütfi Kırdar.
H.E: He şimdi İstanbul Sergi Sarayı, spor sarayı, sergi sarayı işte orası, orada olmuştu. İstanbul’da yapılan en büyük gecelerden birisidir. Yani 12 Mart’tan sonra en çok katılımın olduğu gece, şeydi, ON’lar Gecesi, ON’lar gecesi Kızıldere ile ilgili olan, Kızıldere Katliamı ile ilgili geceydi, ondan sonra da Tuncelililer şeydi, en büyük gecelerden.
D.G: Katılıma dair bir sayı hatırlıyor musunuz, bir bilginiz var mı?
H.E: Valla ben katılım, o şeyin… sergi sarayının 18 bin kişiyi aldığını biliyorum.
D.G: O dönemde.
H.E: O dönemde 18 bin kişi aldığını biliyorum, yalnız dolmuş taşmıştı, ortalar da doldu, yani belki 20 binin üzerinde insan vardı.
D.G: Peki o zaman ben TÖS’le biraz devam etmek isterim. Türkiye Öğretmenler Sendikası ya da TÖB-DER Türkiye Öğretmenler Birliği Derneği gibi meslek kuruluşlarında hiç faaliyet gösterdiniz mi? Başta biraz değindiniz. TÖS ile ilgili ya da TÖB-DER ile ilgili ne gibi çalışmalarınız oldu? ne gibi faaliyetler içerisinde bulundunuz ya da… her neyse, biraz…
H.E: Şimdi TÖS deyince, TÖS benim işte lise dönemi kuruluşudur, öğretmenler kuruluşudur, o, 12 Eylül’den öncedir.
Şey 12 Eylül diyorum pardon, 12 Mart’tan öncedir. 12 Mart’tayken biz öğrenciyiz, özellikle bizim Dev-Gençliler yani Dev-Genç ne kadar şey yapıyorsa, Dev-Genç şubesinin ne kadar TÖS’le ilişkisi varsa o anlamda ilişkilerimiz. İşte öğretmenlerimizi görmek için gidiyoruz, öğretmenler bizi çağırdığı zaman işte bir toplantı olduğu zaman, bir etkinlik olduğu zaman bizi oraya çağırıyorlardı, işte gelin siz de katılın, dinleyin diyorlardı. TÖS’le fazla şey değildi, fakat işte yalnız 12 şeyden, 12 Mart’tan sonra birazcık şey yapınca TÖB-DER’in kurulması, benim de o dönemde artık böyle liseyi terk etmek zorunda kaldım, belli bir dönem atıldım, sonra ben tekrar geri döndüm ama sonra da terk etmek zorunda kaldım. En çok ilişkimin olduğu derneklerden bir tanesidir. Şu anlamda, mesela güneydoğuyu, Akdeniz bölgesini, doğu Anadolu’nun bir kısmını Şah Turna, İhsani ve ben, bir de Yamani diye bir arkadaşımız vardı, onu kaybettik, İhsani’yi de zaten kaybettik, Yamani’yi genç yaşta kaybettik! Onlarla beraber bütün, o TÖB-DER’in düzenlediği bütün etkinliklere, bütün gecelere biz katıldık, güneydoğu, Akdeniz ve doğu Anadolu bölgesinin büyük bir kısmını biz bu, onların konserlerine hep ben, biz gidiyorduk.
D.G: Tam da bu soru, şu soruyu sormak isterim burada, yani turnelere çıktınız, farklı kentlere gittiniz TÖB-DER’in etkinliklerinde. Buralara dair yani o yollarda neler yaşandı? Sonuçta bir tarafta müzik, yani devrimci müzik var, türküler yapıyorsunuz, eserler üretiyorsunuz. Bu süreçte hiç… bireysel olarak ne gibi üretimleriniz oldu, ne gibi şarkılar, besteler, türküler yaptınız, hangi türkü sözlerini yazdınız? Bu turneler nasıl geçerdi? Yolculuklar nasıl geçerdi? Bu, buraları biraz deşelim isterim.
H.E: Yani o turneler nasıl geçerdi? Yani o dönemde işte otobüs yolculuklarıyla gidip geliyorsunuz, yani büyük zorluklar içerisinde şey yapıyorduk biz, gidip geliyorduk. Özellikle biz şey yaptığımız zamanlar, mesela o şey çalışmalarını, katılım çalışmalarını TÖB-DER çok mükemmel yönetiyordu, hepsi yoğun oluyordu yani bütün geceler yoğun oluyordu ve çok iyi ilgi görüyorduk. Ancak bizim teknik olarak çok büyük eksikliklerimiz vardı o dönemde. Mesela biz şeyde işte, çoğu zaman camilerin şeyleriyle, cihazlarıyla geceleri yapardık. Caminin, gidin işte falan camiden cihazını getirip kurarlardı, biz onunla yapardık. İhsani bana takılırdı, diyordu, sen bizim teknik adamımızsın. Mesela diyelim ki biz şey yapacağız, işte mikrofon var sehpası yok! Sehpayı giderdim marangozda işte ona bir sehpa yaptırırdık, bilmem iplerle bağlardık, çok büyük teknik zorluklar vardı.
Yolculuklarımız çok neşeli geçiyordu yani biz o grupla beraber gittiğimizde, çevre ile sohbetler, tanıyanlar çıkar o şeyin içerisinde, özellikle İhsani ile Şah Turna o dönem çok tanınan simalardı, otobüste çok neşeli, şen şakrak geçerdi yolculuklar. Gittiğimiz yerlerde çok ilgi görürdük, hep en çok ailelerde kalırdık, mesela şimdiki insanlar gidiyor otellerde kalıyorlar, biz özellikle hiç otel şey yapmazdık, ailelerin evlerinde kalırdık, gittiğimiz her ailenin evinde yoğun bir şekilde etrafımızı insanlar sarardı, yani geceler çok muhteşem geçerdi, çok ilgi görüyorduk. Ona dair yani söyleyeceklerim benim…
D.G: Peki, bu gecelerde ve bu yolculuklarda sonuçta yeni insanlarla tanıştınız, yeni ilişkiler de sağladınız. O insanlarla hiç mektuplaşır mıydınız? Yani görüşmeyi nasıl sürdürdünüz mü, nasıl sürdürdünüz?
H.E: Yani onu şey yaparken…
D.G: Yeni arkadaşlıklarınız çünkü.
H.E: O, o dönemde zaten şey değil telefon bile yok, ilişkisi kurmak çok zor. Mektuplaşma çok az olurdu, yani ancak ikinci sefer gittiğiniz zaman işte tanıdığınız bir yer varsa, yok gelin siz buraya, siz zaten ona gidersiniz. Böyle şey olurdu yani iletişim çok zayıftı o dönemde. En iyi iletişim mektuptu, çok az mektuplaşırdık, yani vardı mektuplaştığımız arkadaşlarımız, olurdu. Şimdiki gibi iletişim yoktu.
D.G: O, o dönemde siz bireysel olarak bu müzik faaliyetini yürütüyordunuz değil mi yani, bir… ya da örgütsel olarak mı?
H.E: Bireysel, o dönemde bireyseldi, o 12 Mart’ta işte o benim dediğim TÖB-DER döneminde bireyseldi, bireyseldi.
D.G: Evet ama yine Kaypakkaya’ya dönük de bir sem…
H.E: Yani şimdi ben elbette İbrahim Kaypakkaya’ya da şey yapıyoruz, yani İbrahim Kaypakkaya’dan birisi bahsettiği zaman ister istemez de siz de hemen katılıyorsunuz, şey yapıyorsunuz, ilgi duyuyorsunuz şeye, onun düşüncelerine falan ilgi duyuyorsunuz, elbette vardı. Yalnız o dönemde yine biz şey yapıyorduk, işte biz, İhsani’nin ismini koyduğu bir şey, Dev-Oz diye bir gruptuk biz, Devrimci Ozanlar Grubu. O, o zaman işte her yaptığımız konserde mutlaka şeylerde haberi olurdu yani, işte ya Yeni Ortam Gazetesi’nde ya Cumhuriyet Gazetesi’nde mutlaka haber olurdu.
D.G: Kimler vardı Dev-Oz grubunuzda?
H.E: Dev-Oz’da benim şimdi, bak o şimdi şeydi, güneydoğuda dedim ya işte Şah Turna, İhsani, ben, Yamani, zaman zaman Ali Sağlam diye bir arkadaşımız vardı, o vardı. Yani o Dev-Oz grubunun içerisine gelen insan, her gelen, değişik insanlar mesela Ozan Ferhat bir dönem vardı, yani o her dönem gelen insan orada Dev-Oz’dan sayılırdı.
Fakat en çok biz, Şah Turna, Abuzer, İhsani, Yamani ve ben o güneydoğu, Akdeniz ve doğu Anadolu bölgesini şey yaptık.
D.G: Sizin adınız neydi o zaman, gene aynı adı mı kullanıyordunuz?
H.E: Devrimci Ozanlar Grubu olarak kullanıyorduk.
D.G: Yok yani sizi nasıl takdim ederlerdi?
H.E: İsim, tabi o dönemde değişik değişik, öyle bir şey oluyordu ki, bazen işte diyelim ki bizim her gittiğimiz, her yaptığımız şeyde bir soruşturma oluyordu, soruşturmaya uğruyorduk. Diyelim ki ben çıkıyordum bir yerde işte Haydar olarak çıkıyorsam, başka bir yerde Aşık bilmem kim olarak çıkıyordum, ben yani belli şey yapıyordum, fakat ismini hiç değiştirmeden İhsani ile Şah Turna olurdu, ben zaman zaman ismimi değiştirmek zorunda kalıyordum. O dönemde mesela siz DGM’lerden bahsettiniz, işte İstanbul’da, şey İstanbul diyorum, Türkiye’de 5 tane Devlet Güvenlik Mahkemesi vardı, benim hakkımda 3 tanesinde dava açıldı, Devlet Güvenlik Mahkemesi’nde yargılandım, komünizm propagandası yapmaktan.
D.G: Peki bunlar hep aynı isimlerle mi, örneğin yani Haydar Erdoğdu…
H.E: Haydar Erdoğan olarak.
D.G: Şey, Haydar Erdoğan olarak.
H.E: Haydar Erdoğan olarak. İzmir Güvenlik Mahkemesi dava açtı bana, Ankara Devlet Güvenlik Mahkemesi açtı, Adana Devlet Güvenlik Mahkemesi açtı. Aslında onlar şey, büyük bir şey, işte biraz önce şeyi konuştuk ya, Ecevit-Erbakan hükümeti, o dönemde şey oldu, işte Devlet Güvenlik Mahkemesi’nden açılan davalar çoğu orada takipsizliğe uğradı gitti yani.
D.G: Evet. Peki bu Dev-Oz grubunda yani Devrimci Ozanlar grubunda eserler nasıl üretilirdi? Örneğin kolektif üretim var mıydı? Mesela şu olur muydu, yani müzisyenler, ozanlar arasında birtakım kıskançlıklar, çekememezlikler hiç olur muydu? Ya da siz bir söz yazdığınızda, bir diğer ozan arkadaşınız; ya bu ne güzelmiş, bunu da ben okuyayım yani böyle alışverişleriniz oluyor muydu? Biraz daha böyle o sizin müzik dünyanıza girmek istiyorum hani.
H.E: Ya şimdi o dönemde elbette ben mesela benim en çok etkilendiğim insanlardan bir tanesi İhsani’ydi, ikincisi de yani Nesimi Çimen’di, ben ikisinden de etkilenmişimdir. O dönemde böyle şeyler elbette bazı insanların arasında oluyordu ama o bizim Devrimci Ozanlar dediğimiz grubun arasında böyle bir şey yoktu.
D.G: Sizin dışınızda başka bir grup da var mıydı?
H.E: Ya bizim dışımızda grup yoktu ama birey, bireyler vardı. Mesela işte o dönemde Feyzullah Çınar’lar, Âşık Daimi’ler, Âşık Nesimi’ler, efendime söyleyeyim Mahzuni Şerif’ler, buna benzer bir sürü şey vardı, Kul Ahmet’ler falan bunlar şeydi tabi, büyük ustalardı, çok iyi ustalardı. Bunlar şey yapmazdı, onu bilmiyorum, elbette birilerinin arasında bir, bireysel olarak şeyler var. Fakat bizim o Devrimci Ozanlar, kendimize devrimci dediğimiz için devrimcilik yani böyle bir kıskançlığın olması, yani birbirini çekememezliğin olması çok ayıp bir şey sayılırdı.
Birisi çok iyi bir türkü yaptığı zaman, güzel bir türkü yaptığı zaman da ötekiler tarafından da böyle şevkle karşılanırdı; ne kadar güzel olmuş! Eğer eleştirilecek bir yeri varsa, bilen bilmeyene böyle usturuplu bir şekilde anlatırdı, yani öyle bir şey olmazdı, o dönemde bizim aramızda böyle bir çekememezlik, falan olmazdı.
D.G: Peki, Devrimci Ozanlar Grubu ilk kuruluş tarihi nedir? ve siz başından beri midir içindeydiniz, yani kurucularından bir tanesi misiniz?
H.E: Hayır kurucu değil, yani şimdi o bir, Devrimci Ozanlar derken sade bir kuruluş değil yani, resmi kuruluş değildir. Âşık İhsani’nin kendisine şey yaptığı, devrimci ozanlar şeyini Dev-Oz diyerek şey yaptı, lanse etti, insanlar böyle baktılar, yani bir kuruluş değildi sadece İhsani’nin kendi düşüncesinden ürettiği ve taktığı bir isimdi, her gelen insan da, bu da Devrimci Ozanlar Grubu’ndadır. Hatta onunla ilgili şey de vardır, onun bir Ozan Dolu Anadolu diye bir kitabı vardır, o bütün devrimci ozanların hep şeylerini de oraya almış.
D.G: Hangi yayınevinden çıktığını hatırlıyor musunuz? Yani şu an ulaşmak istesek ulaşabilir miyiz o kitaba?
H.E: Ulaşılır, Berfin Yayınevi var Cağaloğlu’nda, en son baskısı oradan çıkma.
D.G: Peki Devrimci Ozanlar Grubu’nun içerisinde birtakım insanlar var, siz de onlardan bir tanesiniz, peki dışında olan insanlar neden dışında kaldılar? Onlara hiç böyle bir çağrı yaptınız mı, lütfen siz de gelin, ortak hareket edelim? Yani tüm ozanları bir çatı altına toplayacak bir girişiminiz, bir çabanız hiç oldu mu? Ya da ilişkiniz neydi o bireysel olarak şey yapan… yani…
H.E: Şimdi yine ben bir şey yapayım, etkilediğim insanların bir tanesiyle, Nesimi’nin bir sözüyle şey yapayım oraya bir başlayayım. Şimdi Nesimi bize o dönemde şey yapıyordu, böyle biraz daha radikal davranan işte diyelim ki İhsani gibi, Şah Turna gibi daha böyle şey yapan insanlarla, işte onun çevresinde olan insanlarla ilişkim bitse de şimdi, diyordu şey, çığırtkan ozanlar, samimi ozanlar. Çığırtkan ozanlar o dönemde radikal olan insanlar, yani işte o şeyin içerisinde Âşık Emekçisi vardı, Haydar Erdoğan’ı vardı, İhsani’si vardı, Şah Turna’sı vardı, yani buna, buna çığırtkan diyordu. Samimi derken işte Mahzuni, Feyzullah Çınar’ı, işte Muhlis Akarsu’yu, bu, bu tür insanları, Âşık Daimi’yi, bunlar, samimi diyordu.
O çelişki, bizim çelişkilerimiz, o insanların arasındaki o çelişki oydu, biraz daha radikal olmak, biraz daha böyle ılımlı hareket etmek. Biz o dönemde mesela diyelim ki biz 12 Mart’ı yeriyoruz, işte Deniz’leri övüyoruz, İbrahim’lere türküler yapıyoruz, Mahir’leri övüyoruz, şey yapıyoruz, onlar böyle bir şey yapmıyorlardı, genel anlamda demokratik sözler söylüyorlardı, biraz daha ılımlıydı, biz daha radikal davranıyorduk. Onun için bize çığırtkan ozanlar diyordu!
D.G: Peki sizden hiç biriniz eleştiriyor muydunuz? Yani şunu sormak isterim burada, yani şu soruyu hiç doğrudan Muhlis Akarsu’ya sordunuz mu, kardeşim bak bunlar bunlar özel günler, biz böyle yaklaşıyoruz, siz neden bu konuda liberalsiniz ya da kayıtsız kalıyorsunuz gibi birbirinize doğrudan eleştiriler hiç yaptınız mı?
H.E: Ya doğrudan eleştiri yani ben doğrudan eleştirdiğimizi söyleyemeyiz ama işte belli bir mesafe vardı ve onlar bizden biraz daha şeydi. Ben onu bir başka bir şey yine bir anekdotla anlatayım. Biz Ankara’da bir örgütlenme, ozanlar arasında bir örgütlenmeden bahsedeyim, Ozanlar Derneği diye bir dernek kuruldu, onun başkanlığını Müslim Dalkılıç diye bir arkadaş yapıyordu. O dönemde işte yönetimde Feyzullah Çınar falan vardı. Biz, ben, Mehmet Koç, Abuzer Karakoç ve Şah Turna biz bir gün gittik derneğe üye olmak için. Biz dedik işte derneğe üye olmaya geldik. Bize ne dediler biliyor musunuz o dönem? Dedilerki siz komünistsiniz! Biz komünistleri buraya üye yapmayacağız dedi! Direkt bunu Feyzullah Çınar’ın ağzından duydum ben. Müslim Dalkılıç da başkanıydı. Biz çıktık. Feyzullah Çınar şöyle; benim bütün liderim, bütün Allah’ım Atatürk’tür dedi! Arkasında asılıydı Atatürk’ün resmi, işte Mustafa Kemal’in, benim Allah’ım budur dedi, ben dedi komünistleri buraya kesinlikle üye yapmam dedi, siz buraya zarar getirirsiniz deyince biz terk etmek zorunda kaldık, bir daha da uğramadık. Yani o şeyi anlatmak açısından, o seviyeyi koruyan insanları. Tabi Feyzullah Çınar biraz daha böyle Alevi bağnazıydı, Müslim Dalkılıç da o seviyede birisiydi. Tabi Mahzuni bunlara göre biraz daha iyi idi, çok güzel türküleri de var ama onun yanında işte o sağcı yanı olan, özellikle dini bağnazlığı olan türküleri de çok. Mesela İhsani’de bir karakter var işçi sınıfı, zaten onu öldüğü zaman işçi sınıfının ozanıdır, onu öldüğü zaman onu Yaşar Kemal; Türkiye’de tanıdığım ilk, tek işçi sınıfı ozanıdır, İhsani için şey yapıyor, diyelim işte Şah Turna’da belli bir duruş var.
Emekçi’de belli bir duruş var, kişiliği bellidir. Ama Mahzuni öyle değildir, Mahzuni gâh ulusalcıdır, gâh bağnaz Alevidir, gâh devrimci komünisttir, işte dağılır ordular, kalkar mahkeme, insanlar kavgasız kaldığı zaman der… biraz önce Kıbrıs meselesini konuştuk bir… öteki bölümde. Kıbrıs meselesi hakikaten işte biz göğsü kıllı Mehmet’in torunlarıyız, yürüyün Kıbrıs’a, şeye… kahramanlar Kıbrıs üzerine, diyordu. Yani böyle çelişkili şeyler yazıyordu. Onun için işte o, o benim dediğim grup ozanların arasında böyle çelişkiler vardı yani o, onun için o Dev-Oz’a niye gelmediler, belli bir seviye vardı, onun için de işte o şey, mesele de öyle yürüdü gitti ta 12 Eylül’e kadar.
D.G: Peki, Devrimci Ozanlar’da hiç Alevilik temalı türküler oluyor muydu, yani Aleviliğe dokunan türküler ve eserler hiç yapılıyor muydu, konserlerde bu tarz içerikte deyişler, duazlar ya da her neyse söyleniyor muydu, söylüyor muydunuz?
H.E: Çok, çok nadir söyleniyordu, çok nadir söyleniyordu. Hep böyle işte sosyalizmi vurgulayan, faşizmi vurgulayan yani böyle emeği, sermayeyi, sömürüyü vurgulayan türküler söyleniyordu hep. Çok az söylenirdi o deyişler, belki de birileri istek yaptığı zaman söylenirdi. O, öyle bir şeyi de vardı yani, niteliği vardı.
D.G: Peki, Devrimci Ozanlar kendi dönemlerinde hiç, örnek veriyorum, yani Kürtçe olabilir, Kurmanci yani Zazaki olabilir ya da farklı dillerde hiç türküler yaptılar mı? Bunları konserlerde söylediler mi, söyleyebildiler mi?
H.E: Şimdi o dönemde mes… şey yapıyordu, belki abartılı olacak ama belki Türkiye’de ilk Dersimce bir türküyü Abuzer Karakoç Tepebaşı Gazinosu’nda söylemişti, “Prode” (vur) diye bir türkü. Fakat ondan sonrasını ben… Kürtçe öğrendiğim türküler mesela şeyin… nedir… Kürt ozanı, Kürt şairi… bilinen, şimdi hatırlayamadım, söyleyeceğim. Ondan şey yaptım işte Hernapeş, Dro ez Bımıri meybahari daha sonra da Dersim’de öğrendiğim, Dersim’de gezdiğim kendi öğrendiğim Dengbej türküleri, belki o dönemde en çok söyleyen, Şivan’dan sonra en çok söyleyen kişi benim.
D.G: Kaç senesiydi, hangi yıldı?
H.E: 1974-75-76 o dönemde.
D.G: Evet bir yemek arasından sonra görüşmemize devam ediyoruz. Işıktan kaynaklı perdelerimizi çektik, bundan sonra bu şekilde devam edeceğiz, ışık devalılığımızı koruyabilmek için. Haydar ağabey, en son ozanlarda kaldık, Dev-Oz, Devrimci Ozanlar konusunda. Tabi Aleviliğe dair birtakım türküler yani az da olsa konser alanlarında bir iki türkü söylediğinizden bahsettiniz.
H.E: Söylüyorduk, evet.
D.G: Ben burada şeyi de sormak isterim. Devrimci Ozanlar kolektifi neyin ihtiyacı olarak çıktı? Bir kişinin önderliğinde bu ortaya koyuldu ama bu ne kadar sürdü, ne kadar devam edebildi, neyin ihtiyacıydı? Ve gerçekten kitlede bir karşılığı oldu mu yani bu Devrimci Ozanlar Grubu’nun eserleri, ürettikleri kitleyi ne kadar politize etti?
H.E: Yani o şeyde bakarsak zaten o dönemde kitlenin en çok buluştuğu yerler bizim yaptığımız gecelerdi yani, en yoğun buluştuğu yerler, ortaklaşa yürüttükleri, yani hangi siyasi düşünce olursa olsun oraya ilgi duyan insanların ilişki kurdukları yer, sık sık olan konserlerdi, sık sık olan o etkinliklerdi. Burada o şeyin etkisi nedir? Yani 1970’deki o, o şeyden sonra, 12 Mart’ın getirdiği baskı döneminde bir çıkıştı, ona tepki olarak gelişti zaten. Daha öncesi de var elbette şey değildir yani, daha önce de muhalif ozanlar çıkmıştır ama burada doruk noktasına ulaştı. Yani o şeyin, yani o 12 Mart döneminin baskı şeyine tepki olarak gelişti. Şeyde de, kitlede de çok iyi bir karşılık buldu ve o dönemdeki o muhalif gücü de yani doruk noktasına ulaştırdı, diyebilirim ozanlığın büyük bir etkisi vardı o şeyde, o yaptığım konserlerde ve sürekli yani her yerde o konserler oluyordu. O öyle bir ihtiyaç mıydı bilmiyorum ama büyük bir karşılık gördü, kitle çünkü çok acayip destek veriyordu o gecelere. Yani işte o dönemde, artık o son dönemlerde yapılan gecelerde öyle, zaten öyle bir geceler çok az geceler oluyor, konserler çok az oluyor, yani orada ben 12 Eylül’den sonra pek öyle az şey gördüm, işte o…
konserler falan oluyor Zülfü Livaneli’nin yaptığı, bazı grupların yaptığı konserler, onları bir tarafa koyuyorum ama onun dışındaki o kapalı spor salonlarında, kapalı alanlarda, sinema salonlarında yapılan geceler acayip iyi oluyordu ve son dönemlerde o kadar iyi olmuyor, çünkü kitlede çok iyi bir karşılığı vardı.
Onu ben şey yapayım, oradaki mücadeleye büyük bir katkısının olduğunu düşünüyorum. Fakat işte 12 Eylül onu belli bir yere getirdi, değişikliğe uğrattı, şimdi o kadar değil.
D.G: Peki Devrimci Ozanlar hiç para kazandılar mı?
H.E: Devrimci Ozanlar para kazanamadılar, hepsi yoksulluk içinde yaşıyordu. Mesela ben bir şey, biz burada Abuzer Karakoç ile şey yapmıştık o dönemde, o dönemde bu Devrimci Ozanlar grubunda öyle veya böyle hem katılmış veyahut da yanında şey yapan, ilişkisi olan insanlardan 13 insan içeride, tutuklanmıştı, türkülerden tutuklanmıştı. Biz Abuzer Karakoç ile o zaman Pir Sultan gecesi düzenledik bütün şeylerin katkısıyla, bütün derneklerin katkısıyla. O insanların avukat parasını vermek, işte onun cezaevindeki harçlıklarını göndermek, belki ailelerine bir, ufacık bir yardım yapabilmek için, yani öyle bir dayanışma da vardı, böyle güzel bir dayanışma duygusu da vardı. Para kazanamadılar, hepsi, hepsi de aşağı yukarı sefalet içinde yaşıyorlardı, yoksulluk içinde yaşıyorlardı, benim dediğim insanların bir tanesinin cebinde belki zaman zaman harçlıkları olmuyordu.
D.G: Peki sizin ve arkadaşlarınızın aileleri size ne diyordu bu konuda, yani para kazanamıyorsunuz, sürekli kendinizden veriyorsunuz, zaman ayırıyorsunuz, anne ve babanızın ve kardeşlerinizin ve arkadaşlarınızın ve akrabalarınızın yapmış olduğu bu müzik faaliyetinde, bu Devrimci Ozanlığa bakış açısı neydi, destek görüyor muydunuz?
H.E: Ben kendi adıma söyleyeyim, benim ailemden destek görüyordum, çünkü benim ailem dedim ya temelden beri böyle demokrat, çok doğru bir yolda olduğunu ama çok yoksul bir ailedir. Ben de kendi kendime zaman zaman diyordum ki, yani ben aileme destek çıkamıyorum, keşke destek çıkabilsem diyordum ama benim ailem bana tepki duymuyordu, yaptığım işin doğru olduğunu söylüyorlardı. Ama keşke de para kazansaydım da onlara da yardımcı olabilseydim yani, yani hep içimde bu duyguyla yaşadım, bu yoksulluk, zaman zaman harçlıksız parasız yaşadım yani.
D.G: Peki Devrimci Ozanlar’ın hiç kaseti oldu mu, kaset çıkardılar mı?
H.E: Devrimci Ozanlar’ın elbette o dönemde kasetleri oldu, 45’lik plaklar döneminin sonuydu, zaman zaman işte kaset de yapılmaya başladı, oluyordu tabi. Benim gittiğim, mesela en yaygın olanı İhsani’ydi, İhsani’nin kasetleri de vardı, Şah Turna’nınki de vardı, işte Abuzer Karakoç’un vardı, benim o dönemde yaptığım 1975’te bir kaset yaptım, o da Türkiye’de yayınlanmadı.
D.G: Aa neden?
H.E: Burada ben, bir şey vardı, bir… Karadenizli birinin, bir insanın, neydi o şeyin ismini hatırlayamıyorum şimdi, bir müzik şirketi vardı.
O, benim kasetimi yaptı, ben orada o zaman işte Kürtçe iki üç tane şey okumuştum, biraz daha radikal şeyler okumuştum. Türkiye’de yayınlayamadı, yurtdışına götürdü Almanya’da bir firmaya verdi. Firma orada Almanya’da yayınladı. Benim, o dönemde benimde tek kasetim oldu, 1975’de benim okuduğum bir kaseti de ancak ben 98’de dinleyebildim. (gülüyor) 28 sene sonra bir tanesi Almanya’dan buraya getirdi ben dinledim.
D.G: Peki o kaset hala sizde duruyor mu?
H.E: Var, var, bende var.
D.G: İstersek ulaşabiliriz yani.
H.E: İsterseniz şeydi, internette de ulaşabilirsiniz, internette var.
D.G: Aa güzel, buna bakalım biz. Adı nedir kasetin?
H.E: Adı, adı, o ya şimdiki adı kasetin adı yok, Haydar Erdoğan diye girerseniz Almanya’da yayınlanmış…
D.G: Şarkılar çıkıyor.
H.E: Evet çıkıyor.
D.G: Türküler. Peki şeyi sormak isterim, yani o dönem devrimci ozanlık yapıyorsunuz, türküler, deyişler, halk türküleri üretiyorsunuz ve bunu kitlelerle buluşturuyorsunuz. Tabi biraz alakasız bir soru olacak ama hiç gündeminize girdi mi bu konu merak ediyorum. Yani bu şarkıların, şey bu türkülerin hukuksal bir karşılığı, bir telif hakkı gibi bir şeyi hiç o dönemde düşündünüz mü, dillendirdiniz mi? Yani bu eser evet kitlelere mal olmuş eserdir ama bunun da söz yazarı, müziği bana aittir, böyle bir telif hakkı gibi bir şey hiç gündeminizde oldu mu, hiç konuştunuz mu?
H.E: Hayır, o, o dönem zaten böyle bir yasa da yoktu, telif hakkı diye bir şey de yoktu bizim okuduğumuz dönemlerde. Yani siz işte A kişisinin eserini beğeniyorsunuz, B kişisi okuyabilir, C kişisi okuyabilir ve bu konuda kimse de bir şey yapamıyordu yani, neticede böyle bir hak da yok, hukuki bir şey de yoktu, zemin de yoktu. Biz de zaten onu şey yaparken bizim şöyle bir duygumuz vardı, biz yaptığımız şeyde, biz halkın derdini dillendiriyoruz, yani onu bir ihtiyaçtır, biz halk için bir şey yapıyoruz, bunun karşılığı olmamalıdır diyoruz. Yani ama şey yapıyorlardı, mesela ben o dediğim o benim okuduğum kaseti, Mehmet Koç şeye gidecekti, Mehmet Koç yurtdışına gitmesi gerekiyordu, o zaman parasını denkleştiremedik. O Harika Plak dediğim plak beni şey yaptı, beni çağırdı şey yaptı, dedi ki, sen okuyabilirsin bana, o zaman 1500 lira karşılığında ben o şeyi okudum, onu da Mehmet Koç’a harçlık olsun diye verdim. Yani biz ortaklaşa şey yaptık, arkadaşlar dayanıştık, Mehmet Koç yurtdışına gidip…
bir geceye katılacaktı, biz Mehmet Koç’u o şekilde onun harçlığı olsun diye gönderdik. Ondan sonrasında zaten onun şeyi olmadı, yurtdışında Uzelli Plak şirketi var, o Harika Plak ona satmıştı, Almanya’da çok iyi yayıldı, Akif gelip şey yapıyordu işte anlatıyordu, her tarafta dinlenen iyi bir kaset olduğunu söylüyorlardı.
Profesyonel değil, o zaman amatörce yaptığım bir şeydi ama onun kitlede karşılığı bayağı oldu, ben de 28 sene sonra dinledim işte öyle yani. Biz onu şey yapıyorduk, halk için bir şey yapıyoruz, halk için yapılan şeyin de parasal karşılığı olmaz diye düşünüyorduk. Bir başkası da olsa biz hiçbir şey yapmıyorduk, bizi sevindiriyordu daha doğrusu. Yani biz, bizim yaptığım türküyü halkta karşılığını bulunca daha iyi bir duyguya kapılıyorduk, iyi bir şey yapmışız diye şey yapıyorduk biz, kendi kendimize pay çıkarıyorduk.
D.G: Peki yani konser alanlarında doğrudan bir kitleyle bağ var, arada kasetler de oluyor. Radyolara çıkıyor muydunuz, o dönemlerde radyolara konuk olmak, şarkı, türküler söylemek gibi şeyler var mıydı?
H.E: Radyo, televizyonda tekel var bizim dediğimiz dönemde, TRT’nin dışında başka ne televizyon var ne radyo var!
D.G: Bundan hiç istifade edemediniz o zaman?
H.E: Yok, hiç istifade edemedim, yani bizim şeylerimiz bırakın, biz konserlerde söylediğimiz zaman bizim hakkımızda hemen soruşturmalar açılıyordu, kaldı ki TRT’nin radyosuna çıkıp söyleyeceksin! Mümkün değildi. Ama şöyle bir karşılığı vardı, o zaman işte TKP’nin dışarıda yaptığı yayınlar vardı mesela radyolar vardı, Budapeşte Radyosu, Bizim Radyo, Sofya Radyosu, böyle radyolar vardı, zaman zaman onlardan dinliyorduk biz yaptığımız şeyleri. Ben mesela şeylerimi bir radyoda ilk olarak Sofya Radyosu’nda dinledim yaptığım türküyü, Sofya Radyosu’nda dinledim.
D.G: Kaç yılıydı hatırlıyor musunuz?
H.E: Yani işte…
D.G: Yine 75-76.
H.E: O dönemde. Yani Sofya Radyosu’nda ben ilk olarak kendimi dinledim.
D.G: Çok ilginç.
H.E: Yani o dönemde TRT’de radyoda, televizyonda şey yapmak mümkün değildi.
D.G: Yine o dönemde tabi kitleler önündesiniz, insanlar sizleri beğeniyorlar ve alkışlıyorlar, yani bir tezahürat da var, şarkılarınıza türkülerinize eşlik ediyorlar. Bu durum yani kuşkusuz egonuzu okşuyordur ama yani egonuzu nasıl kontrol ettiniz siz ve arkadaşlarınız? Yani beğenilme, bu her yerde kabul görme, insanlarda bir hayranlık uyandırma hissi sizde hiç böyle bir rehavete yol açtı mı? Bunu nasıl kontrol ediyordunuz, bunun ölçütü neydi yani? Ego’yu nasıl kontrol ediyordunuz onu merak ettim.
H.E: Açık, açık söyleyeyim yani ben o böyle aşırı ilgi duyduğum zaman, böyle çok iyi bir alkış aldığım zaman terliyordum, ben bu kadar iyi miyim diye? Bir tanesi beni övgüyle… ben hala da öyleyim, yani bir tanesi bana benim türkümü beğendiği zaman, benim söylediğim, yaptığım bir şeyi beğendiği zaman, övmeye başladığı zaman bende böyle bir şeylik olur, tedirginlik olur. Ben… o beni rahatsız ediyor, rahat etme yerine böyle işte egomu tatmin etme yerine beni rahatsız eder: Acaba ben bu insanların yaptığı şeye layık mıyım, değil miyim, diye bir duygu var bende? Ben hala, bu yaşa gelmişim halen öyleyim.
D.G: Peki diğer arkadaşlarınız da sizin gibi miydi ortalama?
H.E: Yani genellikle, genellikle öyleydi, genellikle öyleydi, yani işte o dönemde yani kendisine devrimci diyen insanlar zaten eğer böyle değillerse devrimci değiller zaten, bana göre öyledir, benim kişisel düşüncem bu. Yani siz şey yapıyorsanız, sizi bir tanesi… Ben şimdi beni eleştiren daha çok kişi… mesela diyelim ki ben bir şey söylediğim zaman, eğer bir türkü söylüyor saz çalıyorsam şurasını eksik yaptın, şurasını doğru yaptın ama şurasını da eksik yaptın, dediği zaman benim hoşuma gidiyor! Beni övmeye başladığında ben kuşku duyuyorum, acaba diyorum ya bu niye bakmadı böyle, hiç mi bir şey tarafım yok! beni böyle şey yapmak, yani kitlelerde…
Bir süre önce, bir toplantıda benim Kızıldere eserimi bir anne söyleyince nasıl bir duygu seli yaşadığımı anlatamam
Kızıldere Kızıldere
On yerinde yara bere
Mahir yoldaşı vurdular
Haber ver gittiğin yere…
(duygulandı)
D.G: O türkü size mi ait?
H.E: Bana ait, ben o, o, onu bir annenin ağzında şey olarak dinledim ve hıçkıra hıçkıra ağladım, benim, millet hep bana baktı, kim olduğumu da bilmiyorlardı. Yani böyle bir şey de var. Elbette siz onur, onur duyuyorsunuz ama o sizin böyle işte çok doğru şeyler yapıyorum felan deme şeyine de getirmemeli. Ben yani yıllarca sonra bir annenin ağzında, özellikle defalarca onu bir sürü sanatçının ağzında dinledim ben ama onu Emekçi kasete okudu ilk olarak. Ben onu şey yapınca, o annenin ağzında duyunca… yani o duygumu hiç anlatamıyorum, hıçkıra hıçkıra ağladım böyle salonda. Bir annenin çıkıp yani böyle sizin yaptığınız bir şeyin bir kitlede böyle bir karşılığı olunca elbette onur duyuyorsunuz ama bu… yani o başka yerlere taşınmamalı.
D.G: Evet. Peki yani sizin daha önce yani o yıllarda yaptığınız ve günümüze kadar kitlelere ulaşan böyle hangi eserleriniz var, biraz bahseder misiniz? Mesela hatırlatır mısınız bize daha doğrusu?
H.E: Şimdi ben… şey vardı mesela bu 12 Eylül’den sonra, özellikle tabi arkadaşlar bana anlatıyorlar bunu, şey yapanlar, tutuklananlar, işkence görenler.
Dayan yürek dayan, dayanacak zamandır, diye bir eserim var benim, onu yine Emekçi okudu, Emre Saltık okudu, Şahin Aydın okudu, Yadigâr Altay okudu, bir sürü arkadaş onların kasetlerini yaptılar, işte Emre Saltık’ın bir kasetine isim olarak şey yaptı, klipi yapıldı o türkünün, o dayan yürek dayan, dayanacak zamandır, o da benimdir. Ben o, o dönemde bayağı arkadaşlar söylüyorlar yani biz hep işkencehanelerde, hep şeylerde dayan yürek dayan, dayanacak zamandır, bize büyük destek oluyordu. Zaman zaman bir sürü arkadaşın ağzından bunu duydum bizim o döneme, yani çok işkencede söylediğimiz türkülerden birisiydi (duygulandı), diyorlardı. Onun dışında şimdi benim aklıma gelecek başka… Kürtçe Bin name velat diye bir böyle bir şey var, birçok Dersimli arkadaş onu Dersimceye çevirdi, okudular. O türkü kitleden çok iyi bir karşılık buldu, şimdi benim aklımda olan bunlar.
D.G: Kızıldere, az önce bahsettiğiniz eser de.
H.E: Evet.
D.G: O da. Peki, bu eserleriniz içerisinde sizi en çok etkileyen eseriniz hangisi oldu yani sizde özel bir yanı olan, kuşkusuz hepsi özeldir ama hani bir tanesi vardır ya belki biraz daha biriciktir, böyle bir eseriniz var mı? Varsa bunu okuyabilirsiniz yani, bahsedebilirsiniz.
H.E: Yani benim işte şey yaptığım, benim en çok şey yaptığım, etkileyen eserim benim o Dayan yürek dayan, dayanacak zamandır. Ben onun bir çıkış yerini de size söyleyeyim, bazen nasıl, nasıl çıkar böyle insanlar şey yapıyorlar. Biz Emekçi’yle şeyde, bu Küçükyalı’da bir küçük bir evde oturuyorduk, beraber şey yapıyorduk. Ben, Garip Şahin, Emekçi, biz sinemaya gittik, bir yazlık sinema vardı Küçükyalı’da.
D.G: Hangi filme girdiniz?
H.E: Filmin ismi şey… Deprem diye bir film, zannederim Deprem’di, Türkan Şoray’la… Bilal İnci kötü rolde, işte Türkan Şoray da o kız şeyi, Deprem’di zannederim herhalde. Biz şeye gittik şimdi orada bir şey, bir sahnesi var, belli bir bölümü, Türkan Şoray’a tuz yediriyorlar, elini bağlıyorlar, bir şey söyletmek mi istiyordu ne yapıyordu o, o kadar aklımda kalmadı. Türkan Şoray da sürekli dayanıyor yani o, onun dediğini yapmamak için, tuz yediriyor, su vermiyorlar. Orada benim kafama, dayan yürek dayan dayanacak zamandır, dedim. Film 1,5 saatlik bir filmdi, ben sinemada filmi bıraktım, şey, çıkıncaya kadar dayan yürek dayanacak zamandır şiirini bitirdim eve gittim, Garip Şahin’le Emekçi’ye dedim ki, gelin dedim, ben dedim sinemada bir şiir yazdım, ne diyeceksiniz! Eksikliği var mı diye şey yaptım, hep öyle yapardım yazdığımız şeyleri.
Ben de özel bir yeri var dayan yürek, ondan sonra da işte kitlede böyle bir karşılık buldu, epeyce sanatçı tarafından da okundu, o benim için özeldir.
D.G: Peki bir dörtlük bir şey okur musunuz, yani bir hatırlatmak anlamında mısralarını böyle?
H.E: İşte…
Dert çoğaldı, zulüm sardı her yanı
Dayan yürek dayan, dayanacak zamandır.
Bak çevrene dostu düşmanı tanı
Dayan yürek dayan, dayanacak zamandır.
İlk baştaki şeyi yani… (duygulandı)
D.G: Peki, ağzınıza sağlık. Peki, şimdi ben burada yani sizin bu müzik alanındaki faaliyetlerinizi konuşmaya devam etmek istiyorum, fakat kısa bir ara verelim bu başlığa, başka sorularla devam edelim, tekrar dönelim buraya, çünkü Garip Şahin ve Emekçi’yi sizinle konuşmak istiyorum. Şimdi 1976 ve sonrasını biraz değinelim, buna dair birkaç sorum olacak. Bu MC hükümetleri döneminde işte kontrgerilla, paramiliter güçlerin okullarda, fabrikalarda, keza sokaklarda birtakım saldırıları oldu. Bu, bu tarz saldırılara hiç yani maruz kaldınız mı, tanık oldunuz mu? Bunu konuşabiliriz.
H.E: Yahu o dönemde o yaşayıp da, özellikle birazcık da böyle mücadelenin içerisinde böyle, öyle veya böyle yanında yöresinde duran insanların zaten bununla karşılaşmaması mümkün değildi. Hatırladığım, ben, Abuzer Karakoç ve iki arkadaşımız,
D.G: Evet.
H.E: Marmara Üniversitesi’nin yerinde Eğitim Fakültesi vardı, bizim orada bir fotoğrafçı arkadaşımız var, biz fotoğrafçıdan çıktık eve gideceğiz, bizim bulunduğumuz ortamda bir silahlı çatışma çıktı, biz Abuzer’le ortasında kaldık.
Onun dışında mitinglerde, bilmem nerede, sokaklarda polis saldırıları, silahlı çatışmaları elbette yani görmeyen insan yoktur. Zaman zaman saldırılara yada polis ile çatışmaların içersinde çok kaldık biz. Yani siz gidiyorsunuz demokratik bir şey yapıyorsunuz, bir bakıyorsunuz birileri bir yerde bir silah atıyor. Mesela en bilinen ve belirgin örneği, 1 Mayıs 77 katliamı… 1 Mayıs’ının içerisindeydik biz, o çatışmanın da içerisindeydik.
D.G: Evet. Yine Ecevit dönemi yani 78-79 yıllarını biraz konuşalım. Bu Maraş, Çorum, Sivas işte Malatya gibi kentlerde Alevi katliamları oldu. Bu katliamlara dönük yani bir tanıklığınız var mı? Ve bu katliamlara dönük neler yapıldı, hareketiniz ne yaptı?
H.E: Yani o dönem o şeylere tanıklık, birebir tanıklığım yok o şeylere karşı ama hep sürekli o yine o olayı yaşayanlardan bizzat dinledim, işte Çorum’u yaşayanlardan, özellikle o Maraş olayını yaşayan insanlardan dinledim, hep böyle basından öğrendiğimiz işte radyodan, televizyondan öğrendiğimiz kadarıyla biliyorum yani ben. Elbette şey işte protestolar olurdu yani işte genelde yapılan protestoların aynısı bu bizim işte ilgi duyduğumuz safta da aynı şeyler oluyordu.
D.G: Evet. Peki bu 1977 seçimlerini hatırlıyor musunuz?
H.E: E elbette hatırlıyorum.
D.G: Evet biraz 77 seçimlerini konuşalım isterseniz, 77’de ne oldu? Örneğin bu Tunceli’de bir bağımsız aday gösterildi.
H.E: Evet.
D.G: Heh, bu, buna dair ne biliyorsunuz, neler konuşuldu? Hareketinizin 77 seçimlerine dönük bakış açısı neydi, nasıl kararlar alındı, sizin fikriniz neydi, neler oldu?
H.E: Yani o dönemde işte seçimleri boykot kararının dışında, Tunceli’de bir aday desteklendi, ama o bir süre sonra aday geri çekildi. Ama, genelde siyasi hareketin düşüncesi boykottan yanaydı.
D.G: Siz de bu fikri katılıyor muydunuz boykot kararına, yoksa?
H.E: Ben katılıyordum, Ve o günün şartlarında ben de boykot doğrudur diyordum yani.
D.G: Peki, yine bu dönemde çıkan bazı yayın organları var işte dergiler, gazeteler, işte bunlardan bazıları Kızılyol İstanbul bölgesi, Devrimci Komünist İzmir bölgesi, keza Kurtuluş Yolu var bu Kızıler grubu olarak geçen. Proleter Birlik var HB grubunun, Komünist var merkez yayın organı malum. İşçi Köylü Gazetesi, Partizan dergisi, bu gazete ve dergilerden hangileri elinize geçiyordu ve hangilerini okuyordunuz?
H.E: Yani en çok okuduğumuz o dönemde işte yaygın olan işte Partizan’dı, Partizan’ı sürekli takip etmek durumundaydık biz, takip ediyorduk. Ama ötekiler de öyle veya böyle elimize bazen geçiyordu, bazen geçmiyordu öteki o sizin saydığınız şeylerden ama en çok yaygın olan Partizan’dı, zaten hareketin ismi de Partizan hareketi olarak anılıyordu.
D.G: Evet. Peki yani bu yayın organlarını okudum, yani Partizan’ı okuyordum dediniz, neler yazılıyordu o dönemde, yani Partizan dergisi Türkiye için ne söylüyordu, dünya için neler söylüyordu? Yani daha çok ne gibi tartışmalar vardı o dönemde, bu yayın organlarında neler yazılıyordu genelde?
H.E: Yani şimdi onu şey yapmak için… Partizan dergisi, öyle bir bakış açısıyla bakmak için biraz da geniş perspektifli bir düşünceye sahip olmak, belli araştırmaya sahip olmak, kaldı ki şey, işte klasikleri okumanız gerekiyor, Marksizm’i, Leninizm’i bilmeniz gerekiyor, Partizan dergisini biraz o şeyden bakarak eleştirebilirsiniz ama bende o şey, yani o kadar eleştirecek şey değil. Fakat ben Partizan dergisini şey yapıyordum, ben diyordum ki yani bu dergi o dönemde bile bu dergi bir halkın okuyacağı bir dergi değil, halkın seviyesine inmiyor.
Yani belli bir aydın kesime hitap ediyor. Benim sürekli kafamdaki Partizan bu idi yani ben öyle bakıyordum Partizan’a ama buna rağmen tabi sürekli takip etmek zorunda kalıyorduk. Yani şimdi Partizan dergisini başka bir eleştirmek biraz da şey değildir yani, o günün şartlarında olması gereken bir dergiydi, bayağı da karşılık buluyordu yani. O dönemde belki yani hareketin en Partizan dönemiydi, en yoğun şey olduğu yani doruk noktasına ulaştığı dönem de Partizan dönemiydi, Partizan bayağı karşılık buluyordu ama yine de gençlik ve öğrenci kesimi içerisinde bir karşılığı vardı! Yani köylünün, işçinin, emekçinin şeyine yok diyemem, elbette… vardı ama şey değildi, yani bir köylüye hitap edecek, işte bir işçiye, bir fabrika işçisine hitap edecek bir dergi değildi.
D.G: Peki Partizan dergisi ve diğer yayın organlarında genelde hep böyle politik, ideolojik yazılar mı vardı, hiç kültür sanata, sinemaya, şiire, edebiyata dair yazılar var mıydı?
H.E: O dönemde zaten devrimci güçlerin handikabıdır yani bu, kültür ve şey sanata yani özellikle o bizim bildiğimiz hareketlerimizin kültür ve sanata ayrı yani böyle gen… gen… geniş bir şekilde bakan hiçbir dergi yoktu! Elbette vardı, ufak tefek şeyler oluyordu ama yani böyle kültüre, sanata belki devrimcilerin en eksik taraflarından birisi buydu, bu 1970-80 arasındaki özellikle şeyin, o sanata gerekli önem verilmedi. Ben mesela şey diyordum, ozanlık işte o dönemde sinema ki özellikle tiyatro felan yani o şeye, o, o sanatsal çalışmalara çok fazla önem verilmedi, o dergilerin en büyük eksikleri o dönemde gazetelerin en büyük eksiklikleri de bunlardı. Yani diyelim o işte hâkim sınıfların şeyleri, o gazetelerinde boy boy sanatçıların fotoğrafı çıkar, boy boy işte onların röportajları çıkar bilmem ne çıkar ama siz bu dergilerde, ben bu bildiğim, işte bizim bu bildiğimiz geçmişteki o hangisini şey yaparsanız çok az sanata ve sanatçıya yer veriliyordu. Ben Partizan’da çok fazla da olduğunu şey yapmadım, görmedim yani sanatın fazla şey yapıldığını, yani böyle bir şey görmedim ben. Fakat bir de şöyle bir şey vardı, o dönemde Partizan düşüncesinin içerisindeki şeyine, sanatsal faaliyetlerine bütün sanatçılarda bir ilgi vardı, yani böyle bir sempati vardı. Fakat Partizan dergisi o dönemde, işte o Partizan hareketi o dönemde sanata ve sanatçıya gerekli ilgiyi göstermediği için o şeyin, o potansiyelin hepsi de çarçur oldu. Ben size sayabilirim, yani bütün sanatçılar şey yapıyordu, işte Şah Turna ilgi duyuyordu, Mehmet Koç, Abuzer Karakoç’tu, yani bu ozanlardan, ondan sonra sinemada, tiyatroda bir sürü böyle ilgi duyan insan vardı, sempati duyan insan vardı.
Fakat şey yapamadı yani bunu bir organize edemedi, sanata gerçek eğilimi gösteremedi. Belli bir dönem sonra işte Yılmaz Güney’ler çıktı, Güney dergisi felan vasıtasıyla belli sanatçıları etkiledi, o da Yılmaz’ın işte bireysel şeyiyle yani oldu, onun dışında Partizan sanata fazla eğilim göstermedi.
D.G: Evet, görüşmemizi bitirdik fakat Haydar ağabey bize kısa bir dörtlük okuyacak daha önce yazdığı bir şiirden. İstersen Haydar ağabey sen şiirin öncesinden, hikâyesinden biraz bahset nasıl bir şiir, hangi süreçte ortaya çıktı, sonrasında senden şiiri alalım.
H.E: Yani benim şey olduğum dönemde işte liseyi bırakmıştım gece lisesi o gittiğim dönemdi, Deniz’lerin asıldığı gün beni hayatta en çok etkileyen bir şey oldu. Bu şiiri de ilk olarak size okuyacağım kaydı, hiçbir yerde kayıt yapılmadı.
D.G: Teşekkür ederiz.
H.E: Bunun seslendirmesi de var, ben şey yaptım, soruyu sorarken en çok etkilendiğin şiir dediniz, yani etkilenme olmadan zaten hiç, hiçbir şiir olmaz ama beni en çok etkileyen şiirlerden bir tanesiydi, fakat eksik de hatırlasam iki kıtasını size okuyayım isterseniz.
D.G: Tabi ki.
H.E:
Tan yeri ağarıp şafak sökende
Uyanın üç güneş batıyor bugün
Yetişkin fidanlar meyve dökende
Uyanın üç güneş batıyor bugün
Kocaman denizim gölde duruldu
Kedi pençesiyle aslan vuruldu
İnanın göğsüne sehpa kuruldu
Uyanın üç güneş batıyor bugün
Bunun üçüncü kıtası da var da, üçüncü kıtasını bir türlü hatırlayamadım, herhalde hatırlarım ileride.
D.G: Ağzınıza sağlık Haydar ağabey, çok çok teşekkürler.
H.E: Teşekkür ederim. Sizin de yüreğinize sağlık.
D.G: Rica ederiz ne demek. 15 Nisan 2018, Onur Vakfı’nda Haydar Erdoğan ile yapmış olduğumuz sözlü tarih çalışmasını tamamladık. Sağ olsun Haydar ağabey geldi, uzun da bir görüşme yaptık. Ozanlığa dair konuştuk, devrimci ozanlar, halkın ozanları, biraz bunları bize anlattı. Bunun dışında politik süreçlere de değindik. Tekrar tekrar hoş geldin Haydar ağabey, ağzına ve ayağına sağlık. Artık güncel hayatta görüşmek üzere diyelim.
H.E: Çok teşekkür ederim, sizin de emeğinize sağlık.
D.G: Çok çok teşekkürler.