Serdar Can (S.C:) ©2017 Onur Vakfı
Görüşen Kişi: Devim GECE (D.G:)

S.C: 1981’in hemen sonlarına doğru mahkememiz başladı 84’de de sonuçlandı. Mahkemeye giderken Diyarbakır cezaevinde sabah 5, 5 buçuk insanlar koğuşlarından alınır cezaevinin ana koridoruna toplanır.

Ana koridorunda ismi okunan tutuklunun baba ismi seslenmesi söylenir bu şekilde bir sayım yapılır ondan sonra her tutuklunun arkadan eli kelepçelenir. Sonra her tutuklu öndekinin sırtına başını koymak suretiyle ve kollarının altından en arkadakiyle en öndekini bağlayacak şekilde kollarının altından geçen bir zincirle bağlanır. Bu şekilde çocukların oynadığı tren trencilik gibi revolara istif edilmeye başlanırdı.

Revolar dediğimiz bildiğiniz yarı kamyonet tipi arkası tamamen kapalı sac taşıma araçları şimdiki kargo araçları gibi düşünün. Bunun içerisine yaklaşık 45-50 kişi dolar bir tane de gardiyan. Tabi Diyarbakır’ın sıcağını bilmeseniz de duymuşsunuzdur yazları 45-50 dereceleri bulur ama dışarıda 45-50 derece olan bir sıcaklığın metal bir kutu içerisinde ve 45-50 kişinin vücut sıcaklığını düşünürseniz sıcaklığın hangi hadde geldiğini en azından tahmin edebilirsiniz diye şey yapıyorum. Biz aylarca demiyorum yıllarca bu şekilde mahkemelere gittik ve dönüş zulmümüz hep gene bu şekilde oldu. Mahkemelerde durum farklı mı? Yani mahkeme salonuna giriyorsunuz kelepçeleriniz zincirleriniz çözülüyor ve şu şekilde elleriniz dizlerinizin üzerinde oturuyorsunuz. Ne kafa çevirme ne birine bakma ne biriyle konuşma e mahkeme heyetleri de görüyor sizin bu durumunuzu bile bile isteye isteye mahkemesiyle her şeyiyle pozisyonunuzu bile bile göz yumularak o şekilde bir yargılama ve tutuklama süreci. Ve yargılama tutuklama gerçekten bir komedi, gerçekten bir komedi yani nerdeyse örgütle alakası olmayan bir insanı idamla yargılama pozisyonuna getirmişler.

Söylediğiniz önemli şeylerin bir kısmı tutanaklara geçmiyor, tutanaklar herhangi bir teyp kaydı ya da benzeri bir kayıtla olmuyor. Orada sizin söylediğinizi hâkim tekrar sekretere yaz kızım şunu dedi diye belki sizin söylemediğiniz ya da söylediğiniz ama onun yarım bırakarak aktardığı şekilde tutanaklara geçiyor.

Görüşmeden Siyasi İlişkiler – Çalışmalar – Gözaltı – Mahkemeler – Cezaevleri ile ilgili bölüm:

Partizanla tanışınca üyeliğin diğer hareketlere oranla çok daha zor bir aşamadan geçtiğini gördüm.

D.G: Ne oldu o taşınma yani Diyarbakır’da neler oldu? Artık bu politik sürece yavaş yavaş girelim istiyorum.

S.C:  1979 yılının bahar aylarıydı,  annem ve kardeşlerim ile birlikte Diyarbakır’a döndük. Yüksekokul okuyan bir abim orada kaldı.

Diyarbakır’a geldiğimizde Sur tabir edilen eski yerleşim yeri olan bir mahalleye yerleştik. Burada annem  babamın 2’inci evliliği için artık bir çeşit teslimiyet kararı almıştı. Babamın diğer eşinden 3 tane çocuğu vardı annem bu 3 çocuğu diğer eşiyle beraber aynı eve getirmesini istedi. Böylece iki eşli olarak babamla aynı evde aynı mahallede  yaşamaya devam ettik. O ikinci eşin çocukları benim annemin çocuklarıymış gibi nüfusuna kaydedildi, veraset işlemlerinde mağdur olmasınlar diye.

Bu süre içerisinde ben İGD’lilerle ilişki içerisindeydim. Diyarbakır’daki gençlik derneklerine de gidip geliyordum. İGD ile tam organik bir ilişki içerisinde değildim. Daha yeni gelmiştim, babamın kuyumcu dükkânında da belli saatler de çalışıyordum. Belirteyim ki, Sur muhitinde İGD’liler hemen hemen hiç yok gibiydi. Partizan, Kawa, Halkın Kurtuluşu, Aydınlık vardı, PKK taraftarları  çok azdı.  Bu  siyasi yapıların taraftarları insanlarla kahvelerde şurada burada parklarda yavaş yavaş tanışmaya başladım ve Partizancılarla temasım bu şekilde oldu.

Partizancılarla temas kurduğumda biraz tedirgindim. Çünkü Ankara’da İGD içerisindeyken bir arkadaşımızın onlar tarafından öldürüldüğünü duymuş ve onun tedirginliği içindeydim. Onlar için, Tehlikeli insanlar diye bir tırnak açmıştım. Konuşurken beni siyasal anlamda abandone eden şeyler söylüyorlardı yani o ana kadar işte Kemalizm’e, Mustafa Kemal’e bir ilericilik  yüklemiş  bir siyasetten geliyorum.  Türkiye’nin ekonomik yapısı konusunda 3-5 bir şeyler öğrenmişim.

Partizan’ın  Kemalizm ve Türkiye’nin sosyo ekonomik yapısı konusundaki görüşlerini ve düşünce tarzı beni çok etkilemişti. İbrahim Kaypakkaya hakkında daha önceden böyle üstün körü bir bilgim vardı. Ama İbrahim’in görüşlerini asıl  savunanların Partizancılar olduğunu yeni öğreniyordum.

Onlarla siyasi sohbetlerim, birkaç ay sürdü.. Bu iki önemli mesele beni yeniden kitaplara yöneltti. Yeniden okumaya-araştırmaya başladım.  Birkaç ay içerisinde o ana kadar savunduğum şeylerin yanlış olduğunu asıl doğru görüşlerin Partizancılar tarafından savunulduğunu kabul ederek onlarla bir şekilde organik bağ içerisine girdim.

D.G: Evet peki yani ben burada şeyi sormak isterim yani bu hareketteki pozisyonlar üyelik kurumlar arasındaki ilişkiler bunlara dair sormak isterim. Örneğin harekete nasıl üye olunurdu? Yani bir üyelik statüsü var mıydı? Nasıl gelişirdi? Üyelik öncesi bir süreç var mıydı? Buraları konuşabiliriz.

S.C… Evet.. Bir yapının programatik düzeydeki ilkeleri ve  savunduğu görüşlerdir önemli olan.  Bunları kavramaktır bunları özümseyebilmektir. Onları Türkiye’nin şartlarıyla ne kadar uyumlu ne kadar uyumsuz olduğunu kendince kanaat getirmektir. Böyle bir aşamada üyelik kimsenin aklından geçen problem değildir çünkü yeni tanıştığınız yeni ilişkide olduğunuz bir yapıya giriyorsunuz ve daha henüz programatik anlamda tam kavramamışsınız ve o süreç sizde okuma araştırma kavramayı öncelik alır.  Çünkü 1-2 noktada ikna oluyorsunuz ama hala aklınızda bir sürü sorun vardır.

Türkiye devriminin yolu vardır, örgütlenme sorunları vardır. Bu konularda aklınızda bir sürü problem vardır. İlk etapta yani benim için önemli olan sosyo ekonomik yapı konusunda ikna olduktan sonra diğer konularla ilgili kendimi geliştirmeye ve araştırmaya başladım ve üyelikle ilgili herhangi bir takıntım ya da problemim olmadı. O süreç içerisinde tüzüğünü de okuyarak onları da öğrenmiş oldum. Nasıl üye olunuyor? Ne aşamalardan geçiliyor? Üyelik başvurusu nasıl yapılıyor?

Kendimi hazır hissetmediğim için böyle bir talepte de bulunmadım.

Zaten yani bir örgütle tanışıp 3-5 ay içerisinde hemen üyelik başvurusunda bulunmayı da  o zaman kendime yakıştıramıyordum. Çünkü yani  üyeliğin öyle kolay şey olmadığını biliyordum. Partizanla tanışınca üyeliğin diğer hareketlere oranla çok daha zor bir aşamadan geçtiğini gördüm. Yani diğer hareketlere oranla çok daha ince eleyen sık dokuyan bir anlayışı vardı Partizanın.  Onun için bunları da göz önüne alarak üyelik talebinde bulunmadım.  Zamanı geldiğinde arkadaşlarım değerlendirir, diye düşündüm.

D.G: Evet peki hareket üyelerinin profili nasıldı? Yani etnik kökeni toplumsal sınıfı yöresi vb. gibi özellikleri neydi sizce buyurunuz.

S.C… Şimdi üye olan insanlar, o bizim üstümüzdeki komite değil de onların bağlı olduğu insanlar olduğunu  tahmin ediyordum,  o zaman ki bakış açımla.

Sınıfsal ya da etnik kökenlerine ait o kombinasyonda örgütlenme anlayışı içerisinde öğrenmemiz ve tespit etmemiz mümkün değildi. Yani birçok arkadaşımızın şuralı ya da buralı olduğunu ya da şu bu etnik kökenli olduğunu çok çok çok sonraları cezaevine düştüğümüz zaman artık hani kimliklerimiz açığa çıktığı zaman öğrenebildik. Profesyonel çalışma içerisinde ne etnik kimlikleri ne de sınıfsal karakterleri ile ilgili, iş hayatında ki pozisyonlarıyla ilgili hiçbir şey bilemiyorduk. Ama, parti üyesi olarak hissettiğim bütün insanlarda o zaman örnek bir yan görüyordum.

 Diyarbakır’a gelip faaliyet yürütmüş o anlamda benim örnek almadığım hiç kimse hemen hemen yok gibiydi. Yani o süreç içerisinde Cafer Cangöz’le tanışmışımdır Müslüm Elma ile tanışmışımdır.

D.G: 70 sonlarından bahsediyoruz değil mi?

S.C… Evet.  A.H.A. ile tanışmışımdır İ.E.  ile tanışmışımdır işte Ş.A. ’la tanışmışımdır. Bizim bağlı bulunduğumuz komitelerin daha üstünde olan insanlar olarak tahmin ettiğimiz ve gördüğümüz. Gerçekten de hepsinde de mutlaka ve mutlaka örnek aldığım kendime idol olarak seçtiğim yanları mutlaka olmuştur. Hiçbirinde istisnasız ciddi anlamda hiçbir olumsuz davranış hareket ve yahut tavır sezmedim yani.

1979’un başından 1981’in ilk ayında yakalanana kadar bu yoldaşlarımı hiçbirinde en ufak bir eksiklik yanlışlık ne politik anlamda ne tavır ve davranış olarak kesinlikle görmedim ve her zaman bize örnek kişilik olarak karşımızda durdular.

D.G: Evet peki ben az önceki soruya bağlı olarak yeni bir soru sormak isterim hareket içerisinde etnik ya da dini aidiyetler kimlikler açıkça belirtile biliniyor muydu? Bu konuda hiç sorunlar yaşandı mı?

S.C… Hiçbir sorun yaşandığını hatırlamıyorum ve öyle bir belirleme de yapılmıyordu yani şöyle yapılmıyordu derken. Biz Diyarbakır yerel örgütlenmesi içerisinde zaten hepimiz birbirimizi 3 aşağı 5 yukarı tanıyan insanlarız hem etnik hem dinsel kimliğimizi biliyoruz yani soydan gelen. O konuda o insanlarla bir problem yaşamamız söz konusu değil ancak dışarıdan gelen insanlarla bunu yaşarsak yaşardık yani biz suniydik Kürt’tük işte Alevilerin deyimiyle şafiydik hepimiz öyleydik. Belki dışarıdan gelen arkadaşlarımızın birçoğu suni değildi şafi değildi belki Kürt’te değildiler ama kesinlikle  hissettirilmedi bize ne dinsel anlamda ne etnik olarak.

Bazen diyelim ki o 2 arkadaş bir araya geldiğinde Zazaca bir kelime konuşuyorlardı aralarında hissediyorduk biz daha çok Kırmanc lehçesini konuştuğumuz için Zaza lehçesi olduğunu hissediyorduk ama Zaza lehçesi çok yaygın konuşulan bir lehçe. Yani Diyarbakır’ın da 3te 1i Zazaca konuşur e Urfa Siverek, Elazığ’ın bir kısmı Malatya Tunceli. Tahmin edemiyorduk nereli olduğunu belki tahmin edebilen arkadaşlar vardı ama ben şahsen arkadaşların şey olarak memleket olarak nereli olduklarını ya da mezhep olarak hangi mezhepten olduklarını ne hissettim ne tahmin edebildim.

D.G: Evet peki hareket ya da parti diyelim kadınların konumu nasıldı hareket içerisinde yani kadınlar hiyerarşik basamaklarda hangi konuma kadar gelebiliyordu? Buna dair bir bilginiz bir gözleminiz bir tanıklığınız varsa onu da konuşalım.

S.C… Şunu söyleyebilirim Diyarbakır örgütlenmesi içerisinde hemen hemen hiçbir kadın yoktu. Hiçbir yoldaşımızın kız kardeşi ya da ablası hareketle bağıntılı değildi. Diyarbakır örgütlenmesi tamamen bir erkek örgütlenmesiydi. Zaten dava dosyasına da baktığımız zaman bu gerçek görülüyor.  153 kişilik dava dosyasında bir kadın arkadaşımız, Cahide Karakaş diye bir yoldaşımız var. O’nun dışında profesyonel olarak çalışmaya gelen yoldaşlarımızın eşleri var. Yerel örgütlenmede hiçbir kadın yok.

D.G: Evet o zaman diğer sorumu geçiyorum hani tırnak içerisinde önemli pozisyona gelmiş kadınlar varsa bunlar kimlerdir sorusunu es geçiyorum az önceki soruya bağlantılı olarak. Peki şöyle bir şey sormak isterim yani yine biraz bağlantılı bir soru ama sizin bulunduğunuz dönemde ve yerde hareketinizin yüzde kaçını kadınlar oluşturuyordu sorusu var.

S.C… Yok, sıfır.

D.G: Evet.

S.C… Yani Diyarbakır örgütlenmesinde gerçekten örgütlü anlamda tek bir kadın bulunmuyordu.

D.G: Peki taraftar  kadınlar var mıydı?

S.C… Hiç yoktu.

D.G: Evet peki parti içi demokrasi nasıldı? Yani anti demokratik uygulamalarla hiç karşılaştınız mı? Ya da buna dair tanık olduğunuz bir olay, an oldu mu? Parti içerisinde anti demokratik uygulamalar diyelim.

S.C… Parti içi iki çizgi mücadelesiyle, parti içi demokrasiyi iyice bilince çıkarıp kavradıktan sonra  bulunduğum yapıya bir kez daha hayranlık duymaya başlıyordum. Çünkü daha önce başka bir yapının içerisinden geldiğim için diğer yapıda daha bürokratik şeyler hissediyordum. Diğer yapıda bir yere ulaşabilmek için arada başka yerlere başvurmak zorunda olduğum hissettiriliyordu. Daha kesin çizgiler vardı. Ama bu hareket içerisinde,  bir problem varsa ve çözülmüyorsa, en üst organa kadar çıkabileceğimi hissediyordum ve bu beni rahatlatıyordu.

 Zaten iki çizgi mücadelesinin ne olduğunu parti içerisinde iki farklı görüşün birbiriyle çatışmasının birbiriyle savaşmasının ne olduğunu bilince çıkardığım zaman bunun parti içi demokrasi olmadan olamayacağını yani bir hareket kendi içerisinde iki çizgi mücadelesinin meşruluğunu savunuyorsa parti içi demokrasiyi hayata geçirmeden bunu uygulaması mümkün değildir. O anlamda bunları öğrenince, bunları yaşayınca hayranlığım daha da artıyordu.

 Uğradığım haksızlıklar vardır mesela benim bağlı bulunduğum bir komite beni bir alanda görevlendirmiştir. Ben görevli olarak o alana gitmişimdir.  2 yada  3 ay orada görev yaptıktan sonra, beni oraya gönderen komite, beni toplantıya çağırmıştır.  Ben o çalıştığım alandan, toplantı yerine  bir gün sonra gelebilmişimdir. Ama, bir gün önce toplantıda hakkımda ilginç çok ilginç bir karar alınmış olduğunu öğrendim. Benim bırakıp kaçtığıma dair bir karar…  Beni şaşırtan, şoke eden, beni hayretlere düşüren bir kararla karşılaştım.

Bunca zaman içerisinde, birlikte olduğum insanlar,  mücadele anlayışlarını bildiğim insanlar,  yargısız infazlar konusunda bir sürü laf yapan insanlar,  nasıl kendi yoldaşları hakkında böyle yargısız bir infazı yapabiliyorlar. Benim  çalıştığım alan çok uzak bir alan, çok meşakkatli bir yolda yolculuk yapmak zorunda olduğum için geciktim.  Yani benim koşullarımı hesaba katmadan,  uygun olmayan yöntemlerle bir şeyler yollamışlar ve onlardan dolayı bulunduğum alanda başım belaya girmiş, bir gün gecikmek zorunda kalmışım. Gecikme nedeniyle,  hakkımda kaçtı kararı çıkarılması beni şaşırtan beni hayal kırıklığına uğratan bir haksızlık. Tabi bu durum daha sonra ki bir genel toplantı da değerlendirilmiş ve örgüt olarak bana özeleştirisi yapılmıştır. Ama başıma gelen önemli bir haksızlık olarak aklımın bir tarafında her zaman duruyor.

GERİLLA FAALİYETİ

Yaklaşık dağa çıkan sayımız o zaman 30’un üzerindeydi. Tabi 30 kişi 35 kişi bir arada bulunmuyorduk.  8’er 10’ar gruplar halinde faaliyet alanları belirledik,  değişik bölgelere dağıldık. Bu çalışma içerisindeyken aramıza Yılmaz Güney’in cezaevinde kazandığı bir adi suçlu da gelip katıldı.

D.G: Adli suçlu.

S.C… Adli suçlu olarak cezaevine girmiş ama cezaevinde devrimci olmuş Yılmaz Güney’le tanışmış ondan etkilenmiş ve gelip gerilla faaliyetine katıldı bu arkadaşımızda.

D.G: Yılmaz Güney bu arkadaşı doğrudan TKP/ML hareketine mi yönlendirmiş?

S.C… Evet doğrudan git kaldığın bölgede TİKKO’cularla temas kur onlarla faaliyetini yürüt demiş. Bu  arkadaşla ilgili  ilginç bir anımız var,  onu da anlatmak isterim.

S.C… Bir gün bir köyün bostanlarına yakın bir yere kamp yapmış oturuyorduk. Akşam vaktiydi. Bu arkadaş bostanlığın içine girdi ve bir salatalık yiyerek aramıza döndü. Elinde salatalığı yerken siyasi sorumlu olan arkadaş dedi ki;  Yoldaş, o hıyarı aldın da sahibinden izin aldın mı?  Biz halkımızın malını onlardan izinsiz tüketmemeliyiz. Arkadaş,  önce bir şaşırdı.  Nasıl yani, dedi.  Siyasi sorumlu tekrar,  o salatalık bizim değil köylünün malı. Köylünün haberi var mı? Arkadaş, biraz da saf ve köylü bir arkadaştı.  Biraz durdu,  “yav ben burada canımı onlar için vereceğim, onlar bir hıyarı benden esirgeyecek mi?” dedi.

İllegal faaliyetlerimiz içerisinde daha çok şehir çalışmaları ön plandaydı. Kırsal alana şehirde çalışma imkânı olmayan hukuki durumundan dolayı illegal duruma düşen arkadaşlarımızı yolluyorduk. Ama asıl faaliyetimiz asıl çalışma alanlarımız şehir ve kent merkezleriydi. Burada kendi içimizdeki eğitim çalışmalarının dışında çok da fazla kitlesel bir faaliyette bulunduğumuzu hatırlamıyorum.

Askeri komitelerin düzenlediği sansasyonel silahlı eylemler sanki bize yeterli bir örgütlenme anlayışı gibi geliyordu. Yani kitlelerden kopuk gruptuk ve kitleler belki işkencecileri ya da  cezaevlerinde mahkûmlara işkence ile yaklaşan gardiyanları, cezaevleri müdürlerini vurduğumuz zaman bize sempati ile bakıyorlardı. Ama o anlamda da bir örgütlenmeye girebildiğimizi hatırlamıyorum. Sansasyonel eylemler gözlerimizi kamaştırıyordu belki o gençlik ateşinin verdiği heyecanla. Kim daha çok sansasyonel eylem yaparsa sanki en iyi devrimci örgüt oymuş gibi geliyordu bize. Ve sansasyonel eylemler yapmak konusunda da işte diyelim Diyarbakır’da Kawa ile yarışıyorduk. Bizim kadar olmasa da bize yakın en güçlü örgüt Kawa idi. Kawa ile yarışır haldeydik. Onlar bir işkenceci polis vurduğu zaman, bizim iki tane vurmamız lazım gelirmiş gibi bir hissiyat içerisindeydik.

 Yani devrimci faaliyetin asıl en doruk noktasının  bu tür eylemler olduğunu düşünüyorduk. Mesela, partimizin programını elimize alıp okuduğumuz zaman,  gerilla savaşının esas olduğunu, kırlarda örgütlenmenin esas olduğunu belirtiyordu,  ama sanki bunun henüz zamanının gelmediğini düşünüyorduk.

 Yani sanki daha zamanı varmış gibi…  bir anlayış içerisindeydik. Yani kırsal örgütlenme esas diyoruz ama bakıyoruz ki biz sadece şehirde mücadele edebilecek hukuki pozisyonu olmayan insanları kırsal alana yolluyoruz. Şehrin ihtiyaçları hep 1nci planda tutulurdu. Yani kâğıt üzerinde başka şeyler söylüyorduk pratik de tam tersini yapıyorduk ve tam tersini yaparken de dediğim gibi hani devrimci örgütlenmenin doruk noktasının bazı cezalandırmalar olduğunu düşünerek davranıyorduk. Öyle bir örgütlenme anlayışımız vardı kesinlikle kitlelerle bağımız olduğunu düşünmüyorum.

Kırsal alana geçtikten sonra kırsal alanda da köy köy dolaşıp devletin faşist bir devlet olduğu onun yerine halkın kendi demokrasisini tesis eden bir yeni yönetim kuracağımızı ve bunu onlarla birlikte yapacağımızı ve onların aynı zamanda gelip bu halk demokrasisinin yönetici olacakları yönünde propagandalar yapıyorduk. Ama, 1981’in ocağına kadar ki faaliyet bölgelerimiz içerisinde köylülerden bize bir katılım olmadı. Tamamen şehirlerde örgütlenmiş yoldaşlarımızın dağlara intikali ile o örgütlenmeleri oluşturmuştuk. Belki 12 Eylül’ün o zor koşullarından dolayı öyle gerekiyordu yani halk çekingen davranıyordu ama kitlesel anlamda ne şehirlerde ne kırlarda kitlelerle buluştuğumuzu düşünmüyorum.

D.G: Evet peki şunu da merak ediyorum. Şimdi hareketiniz komünizmi savunan bir hareket kendinizi Diyarbakır köylülerine Lice, Hazro, Kulp köylülerine nasıl ifade ediyordunuz? Yani bunlardan açık açık onlara bahsediyor muydunuz? Neydi yani o tanışma o köylüleri kendinizi yani bu anlamıyla onlar komünizmi duyunca ne hissediyorlar? Ne düşünüyorlar? Nasıl tepki veriyorlardı?

S.C… İsim zikretmeden önce yani komünistiz demeden önce aslında nasıl yaşamamız gerekiyor? Nasıl yaşamalıyız? En demokratik en hak güden yönetim biçimi nasıldır? Nasıl olmalıdır? Üretim ve paylaşım nasıl olmalıdır? Hem kırlarda hem kentlerde bunun üzerinden propagandalarımızı yapıyor ve işte komünistlerin bunu savunduğunu belirtiyorduk. Komünist olduğumuzu hiçbir zaman gizlemedik. Hiçbir zaman da komünist olduğumuz için  tepki ile karşılaşmadık. Ama önce ne istediğimizi,  nasıl yaşanması gerektiğini, nasıl bir düzen olması gerektiği  üzerine sohbetimize başlıyor,  onların da sohbete katılımıyla sohbet gelişiyordu ve biz komünistlerin mevcut  yaşam tarzını ret edip anlattığımız gibi  bir dünya istediğimiz konusunda çoğunlukla onlarla buluşuyorduk.

Belki biz silahlı külahlı adamlar olduğumuz için mecburi olarak bizimle bir düşüncede buluşuyorlardı ama  faaliyet içerisinde olan bizler bunu  hissederdik.  Yani hiçbir zaman bizim sırtımızdaki silahtan korkup da evet haklısınız diyebileceklerini düşünmüyorum. Çünkü kendince çok sapkın fikirleri olan köylüler de vardı. Yani açıkça savundukları açıkça dile getirdikleri çok sapkın düşünceleri de  vardı. Yani korkan insanlar onları da dile getiremez. Ama hiçbir zaman komünist olduğumuzu gizlemedik.  Komünist olduğumuzu, Partimizin TKP/ML olduğunu, ordumuzun TİKKO olduğunu,  bizim TİKKO silahlı güçleri olduğumuzu söyledik ve o şekilde savunduk.

Ama din tartışmasına girmemeye özen gösteriyorduk. Din tartışmasına mümkün olduğunca mahal vermemeye çalışıyorduk. Din söz konusu gündeme geldiği zaman onun kişinin şahsi bir tasarrufu olduğunu, Kişinin kendisinin dinsel inancının olması ya da olmamasının toplumsal yaşamdaki pozisyonumuzu belirlemek yada belirlememekle  alakası olmadığını, onun için o tartışmaların bizim alanımızla ilgisi bulunmadığından dolayı mümkün olduğunca kısa yoldan keserek din tartışmalarını kapatıyorduk.

D.G: Peki hiç kadınlarla genç kızlarla kendi akranlarınız olan diğer kız ya da kadınlarla hiç konuşuyor muydunuz? Görüşüyor muydunuz? Özellikle kadınları merak ettim ya o köylerde.

S.C… Evet şimdi o konuda en açık olan Diyarbakır’ın Lice köylüleriydi. Mesela yani Hazro ya da Hani’ye oranla biz Lice’nin kırsalında kadınlarla çok daha rahat bir temas sağlayabiliyorduk. Tabi bu bizim adımlarımızla değil de daha çok Liceli kadın ve kızların adımlarıyla oluyordu. Şimdi normalde geceleyin bir köye girdiğiniz zaman bir kapıyı çaldığınız zaman içeriden kim o sesi gelir siz tanrı misafiri olduğunuzu söylersiniz. Bizim şeyimiz oydu tanrı misafiriyiz açıp baktığı zaman ha arkadaşlarmış ya da talebelermiş o zaman devrimcilere biraz talebe şeyi sıfatı kullanılırdı.

Normalde bayan yalnızsa evde erkek yoksa mesela Hani ve Hazro köylüleri belirtirdi yani ‘zılamtunne ya da meremi ne male’ yani evde erkek yok ya da erkeklerimiz evde değildir dediği zaman yani içeri almak istemiyor. Onu hoşgörüyle karşılayıp başka bir tarafa yönelirdik ama Lice’de böyle değildi. Lice’de bir çok defa hiç erkeğin olmadığı evlerde misafir edildik ve Lice’nin kadını bir farklıydı kızları bir farklıydı yani tek bir 18 yaşındaki genç kızın bile bizim bütün gerilla grubumuzu eve aldığını hatırlıyorum. Evet mesela şimdi tütüncülüğü ile meşhur köylerdir Licok ve Halhal diyorlar o köylerde coğrafi ortamlardan kışın çok zor durumda kaldığımız bir gece bir genç kız evin kapısını açarak bizleri içeri almıştır. Veya herhangi bir köye gidip propaganda yaptığımız zaman Lice köylülerinin kadınlarının propagandaya dahil olduklarını gözlemledik ve onlarla sohbetimiz içerisinde onlarla da tartışmalara girebiliyorduk. Ama Hani ve Hazro köylerinde böyle bir şey görmedik Siverek köyleri de dâhil.  Siverek kırsalında da çünkü ben faaliyet de bulundum. Siverek kırsalında da kadınlarla o anlamda bir temasa giremiyorsunuz kesinlikle.

… Evet yani bölgenin dinsel taassuplarından dolayı kadınlarla yeterli anlamda buluşulduğu söylenilemez zaten gene bölgenin geleneklerini dikkate almak zorundaydık. Yani girdiğiniz köye işte kadınlar gelsin biz kadınlarla da sohbet edelim teklifini yapamazsınız ancak kadınlardan katılım olursa siz sohbetinizi devam ettirebilirsiniz. Kesinlikle evin erkeklerinden bağımsız olarak sizin gidip kadınlarla o anlamda bir temasa girmeniz söz konusu değil ne müsaade edilir ne doğru karşılanır ve hatta tepki ile karşılaşırsınız o konuda.

D.G: Peki hiç askeri alanda kamulaştırmanız oldu mu? Kırsalda bir kamulaştırma eylemi askeri malzeme ve teçhizat konusunda.

S.C… Hiç olmadı çünkü gerilla faaliyetlerimiz döneminde bir yani nasıl anlatayım. Bir şey vardı bir saldırı anlayışından çok bir savunma anlayışı hâkimdi o zamanlar. Yani saldırı anlayışımız mümkün olduğu kadar o zaman ki sorumlularımız ve yöneticilerimiz tarafından engellenir ve kısıtlanır pozisyondaydı. 12 Eylülden sonra savunma pozisyonumuzu korumamız lazımdı belki akşam saatlerinde yani öğleden sonraki saatlerde saat 2-3 o civarlarda askeri bir hareketlilikle karşılaşırsak onlara yönelik bir eylem içerisine girebiliriz fikrimiz vardı ama saat 2-3’den önce öğlen ya da sabah saatlerinde kesinlikle böyle bir pozisyona girmememiz konusunda arkadaşlarımız tarafından uyarılıyor ve telkin ediliyorduk. O anlamda da herhangi bir kamulaştırma eylemini gerçekleştirmedik kırsal alanda bulunduğumuz sürece.

D.G: Peki kırsal alanda kışlar nasıl geçiyordu? Yani kışa hazırlık nasıl oluyordu? Kışın eğitim çalışmalarınız nasıl geçiyordu? Yani kente göre kentten farklı olarak neler okurdunuz? Ne gibi tartışmalarınız olurdu? Mesela gıda sorununu nasıl giderirdiniz? Gerçekten yani beslenebiliyor muydunuz? Evet, barınak dönemleri yani barınağı hazırlamak kış sürecini geçirme nasıl olurdu?

S.C… Evet şimdi Siverek kırsalında kaldığım zaman, oradaki pratiğimiz ile, Siverek kırsalının sığınak yapmaya elverişli olmadığını gördük. Siverek arazisi volkanik bir arazi Karacadağ’ın etekleridir. Sivereğin arazisinde herhangi bir yeri 1 metre kazmak ve 1 metreden sonra aynı doğrultuda gitmek mümkün değildir. Siverek’teki araziye sığınak yapabilmek için gerillanın teçhizatı kesinlikle yeterli değildir. Siverek yani şöyle söyleyeyim bir metre karelik alan toprak varsa onun yanında 3 metrekare alan kayalık vardır 1 metrekare toprak alana girip de 40 cm 50 cm aşağıya indiğin zaman kesinlikle gene dibinden kaya çıkar. Yani Sivereğin coğrafyasında sığınak kazamadık çok denedik onlarca sığınağa başladık ve hepsini yarım metrede 45 cm de bitirmek zorunda kaldık çünkü mümkün değil.

Tabi bu kazdığımız sığınaklara sonradan başka yedek malzemelerimizi gizleyerek orada onları bir depo halinde kullandık. Ama Siverek kırsalında kış da yaz da en iyi barınma noktaları yalçın kayalıkların olduğu noktalardır. Savaşmaya da uygundur gizlenmeye de uygundur barınmaya da uygundur yani herhangi bir kayanın duldasında zaten bütün gerillaların mutlaka ve mutlaka bir sırt çantası ve şeyi vardır. Ne derler o içinde uyku tulumu kayalığın yönüne veya yöresine göre soğuğu ve rüzgârı aldığı yöne göre herhangi bir duldasında gizlenip ve orada yaşayabilirsiniz, sabaha kadar barınabilirsiniz. Siverek arazisinde sığınak kazmak mümkün olmadı.

… Gıda ve beslenme sorunu da kesinlikle oradaki halkın gıda ve beslenmesinden farklı bir yönelim içerisinde bulunmamız mümkün değildi. O türlü ihtiyaçlarımızı halktan karşıladığımız için halk köylü orada ne yiyorsa onu yemek zorundaydık.

… Tabi yemek şöyle bir defa o kırsalda sebze bulmak mümkün değildir hele kışın zaten Kürdistan’da hiç bulamazsın. Bazı bölgelerde ekmek çökelekse 3 öğün yemek.   Siverek bölgesindeyse neredeyse yemek bulgur ve sac ekmeğidir. Bulgur ve sac ekmeği ve onun yanında kahvaltılık peynir vs. şeyler yiyebilirdik ha bu hani sığınak olarak kazmaya başlayıp da sığınak olmadığını görünce kamufle ettiğimiz o yarım metrelik 45 cm’lik çukurlara kuryelerimiz aracılığıyla şehirlerden bazen konserveler getirtir işte 10 tane 15 tane konserveyi bir yerde 10-15 taneyi bir yerde saklayarak dönüşümlü olarak diyelim ki. Yani kışında Siverek’te hiçbir zaman sabit bir yerde durmadık çünkü herhangi bir sığınak kazamadığımız için sürekli dolaşır halde olduk bütün kış boyunca.

 O döngü içerisinde bize en yakın olan yerimizde bir konserve alıp köye birkaç gün uğramadığımız zaman konservelerle idare ederdik ama mutlaka kışta olsa köylerle temas halindeydik ve yiyeceğimizi oradan karşılıyorduk.

D.G: Diyarbakır kırsalında kış geçirdiniz mi?

S.C… Tabi Diyarbakır kırsalında kış Siverek kırsalına oranla çok daha rahat geçiyordu çünkü Diyarbakır kırsalında sığınak kazmak mümkündü. Hem sığınaklar hem de doğal sığınaklar Siverek arazisine oranla çok daha yoğun ve fazladır. Diyarbakır kırsalında sığınak faaliyetimizde işte bu aylardan başlardık Temmuz aylarından mesela Temmuz aylarında bir gerilla birliğinin en az en az 2 ya da 3 ayrı sığınağı olmak zorundadır diye bir programımız vardı. Yani 2 ya da 3 sığınak hazırlardık ama bunu bütün gerilla birliği o 12 kişiysek veya 10 kişiysek 8 kişiysek hepsi birden yapmazdık. Gruplara ayrılır 3 kişi bir bölgede 4 kişi başka bir yerde ve 3 kişi diyelim başka bir yerde sığınak hazırlardı ama hiçbirinin birbirinden haberi de olmazdı.

Her sığınak ayrı ayrı dururdu. Sığınağa girme zamanı gelince,  askeri komutan ve siyasi komiser hangi sığınakta kalacağımıza dair  ortak fikir birliğine varırdı,  o sığınağa gider kalırdık. Sığınakları kullandığımız zaman da, her gün ya da her 2 günde bir ya da her 3 günde bir mutlaka köylülerle temas ederdik. Yani sığınak bizim gece gelip barındığımız yer olurdu, hiçbir zaman gündüzümüzü oralarda geçirmezdik. Sığınakları, çok stratejik yerlere yapardık.  En azından bir askeri birliğin işte sabah çıktığı zaman öğlene doğru akşama doğru varabileceği bir noktaya yapılırdı.

Dersimde gerillacılık yapmış yoldaşlarımızdan öğreniyoruz onların biraz daha farklı. Orada kış çok daha çetin temas çok daha zor köylülerle aylarca sığınaktan çıkmadıkları oluyor ama bizde öyle bir şey söz konusu değildi. Bizde bütün dağlar sığınaktır zaten.

D.G: Yaban hayatla orada nasıl yani hayvanlarla yaban hayvanlarıyla karşılaşıyor muydunuz? İşte kurt olsun ayı olsun yılan olsun akrep olsun vb. gibi bunun zorluklarını hiç yaşadınız mı? Hayvanlarla neydi ilişkiniz?

S.C… Yani yılanla karşılaşmamak mümkün değil Kürdistan dağlarında. Bizim coğrafyamızda ayı olmazda kurt sürüleriyle karşılaştık. Hem sürü hem tek tek kurt sürüleriyle karşılaştık. Çakal sürüleriyle karşılaştık belki tilki sürüleridir çakalla karıştırıyoruzdur gece vakti filan. Ya yaban, Kürdistan’ın yabanda yaşayan hayvanın insana saldırması mümkün değildir yani insanın zaten soyunu tükettiği hayvan ırkı insanı gördüğü zaman azrailini görmüş gibi zaten kaçıyor… Kurtları görüyorduk ama seni gördüğü zaman zaten kaçıyor, yani sana saldırması söz konusu değildi.

…Bizim köpeklere oranla çok daha iri kurtlar diyelim 2 metre belki biraz abartılı olur ama köpeklere oranla çok daha iri kurtlarla karşılaştığımız zaman bile kurt seni gördüğü zaman bile kaçacak delik arıyor. Ha belki tek olsan belki yürürken aksaklığını bir tarafında bir aksaklık olduğunu hissettirsen hayvana belki sana pusu atacaktır ama biz gerilla birliğiyiz yani ne tek yürüyoruz ne de öyle bir aksaklığımız var.

D.G: Hiç hayvan avladınız mı? Geyik olsun tavşan olsun yani beslenmek için yaban hayvanları hiç avladığınız zamanlar oldu mu?

S.C… Tilki avladık tilkiyi yedik tavşan yedik kurt vurduk kurdu yemek istedik ama etinin kokusu bütün hepimizin midesini bulandırdı. Kurdun eti acayip derecede pis kokuyor yani acayip derecede. Yani hani bu koku kalbinden gelmez dedik onu söktük onu yiyelim bari dedik ondan bile koku geliyor kurt yiyemedik yani yemek istedik ama etinin kokusu midemizi kaldırdı ama onun dışında küçük hayvanlar kirpidir, kaplumbağadır, tosbağadır onları affetmiyorduk.

D.G: Tilki yenile bilinir bir hayvan mı yoksa sizin o dönem zorda kaldığınız için tükettiğiniz bir besin kaynağı mı oldu? Ne oldu?

S.C… Şimdi hiçbir hayvanın yenilemez olacağı fikrinde değiliz düşünce yapımız öyle. Herşeyi yiyebiliriz kurbağayı da bacaklarını yedik yani öte tarafından yenilecek bir şey bulamadığımız için bacaklarını yedik ama tilki zaten yöre halkı tarafından tüketilen bir hayvandır. Şafii’ler tilki yer yani Sünnilerin Hanefi mezhebi yemez ama Şafiiler yer.

… Ha rahatsız eden hayvanda şimdi gördükleri zaman kaçıyor dedik ya onu belirteyim. Bizi en çok rahatsız eden hayvanda tilkiydi evet gelir yanına ekmeğini yemeğini gördüğü an kapıp kaçan kesinlikle tilkidir ve gece uyuduğunuz zaman iki tane nöbetçi olmasına rağmen iki nöbetçinin arasından sızıp gelip gerillanın başucundaki sırt çantasından ekmeği ya da yenilecek herhangi bir şeyi kapıp kaçabilecek kadar cesur hayvandır.

… Tabi en çok gerillayı rahatsız eden Kürdistan coğrafyasında tilkidir yani daha doğrusu Diyarbakır coğrafyasında. Kesinlikle yiyecek taşıdığınız zaman onun kokusunu kilometrelerce uzaktan alıyorlar ve mutlaka ve mutlaka geceleyin yanınızdadır hissediyorsunuz. Yani nöbettesiniz evet tilki var ama nerede ve bir yerde bakıyorsunuz şeye yaklaşmış sırt çantasına onu açmaya çalışıyor. Tabi sizin onu gördüğünüzü hissettiği an kaybolmasıyla aynı.

D.G: Peki yılanda gördüm dediniz yılanlara dair bir şey söylemek ister misiniz?

S.C… Yılan aynı kurt gibi yani insanı gördüğü zaman kaçan bir hayvandır. Yılanla ancak yürüyüş halindeyken bazen de metruk tek terk edilmiş köylerde köylerin odalarında karşılaşırız. Bazen terk edilmiş su kuyuları vardır içinde bir karış su vardır ve bizim o 6-7 metrelik kuyuya girmemiz gerekiyor girdiğimiz zaman orada taşın kenarında yılanı görüyorsunuz yani tabancanızı çıkarıyorsunuz. Her gerillanın bir tabancası da vardır tabancanızı çıkarıyorsunuz ama biliyorsunuz orada sıkacağınız kurşun yılandan çok dönüp size gelecektir ama gene de her ihtimale karşı tabanca elinizde yılana bakarak mataranıza suyunuzu dolduruyorsunuz çünkü o suya kesin ihtiyacınız var. O suyu almadan tekrar geri çıkamazsınız.

Saldırı olarak yılanlardan herhangi bir saldırı görmedik şöyle 30 cm’lik bir yılan hariç. Bir defa 30 cm’lik bir küçük yılan bizi 7 kişiyi 8 kişiyi kovalar halede getirdi. Hepimizi kovaladı, en son onu öldürmek zorunda kaldık. Çünkü nice nice yılanlar bizi gördüğü zaman kaçıp delik bulup saklanmaya ya da işte tıslayarak bizim uzaklaşmamızı hissettirmek isteyen yılanlar… Ama 30 cm’lik küçük bir yılan 7-8 kişiyi kovalamıştır onu da gördüm.

Sorun Çözme- Müdahale

D.G: Diyarbakır’da genelevine dönük bir çalışmanız olduğundan bahsettiniz bu neydi? Nedir bu çalışmalar.

S.C… Şimdi bizim Diyarbakır’da gençlik içerisindeki örgütlenmelerimiz aynı zamanda gençliğin o lümpen kesimi içerisinde de vardı bunlarda doğal olarak bir isyan özelliği vardır. Diyarbakır’ın lumpen gençliğinden bahsediyorum. Esrarkeştir, soyguncudur, kavgacıdır. Soyduğu adamın cebinde para yoksa kendi cebinden çıkarıp para verecek kadar babacandır.  Diyarbakır’da böyle bir lumpen gelenek ve yapı da vardı.

Biz bunların içerisinde de örgütsel faaliyet yürütüyorduk onlardan kazandığımız arkadaşlarda vardı. Gene onların içerisinde olan ama oradan koparmaya çalıştığımız bir arkadaş bir gün bir öneriyle geldi bize hatırlıyorum 79 yılıydı galiba. Genelevinde çalışan bir bayan buradan kurtulmak istiyormuş ama kendini kurtaramıyormuş ona nasıl yardımcı olabiliriz diye. Biz bu arkadaşın aracılığıyla o bayanla ilişki kurduk. Kesinlikle kurtulmak istediğini ama genelevinde çalışmanın koşulu olarak bunlara yüklü miktarlarda senetler imzalattırıldığını bu senetlere karşılık kendilerinin bu hizmeti vermeleri gerektiğini. Bu senetlerin genelevinin giriş odasında bulunduğunu mamaların kasalarında olduğunu işte senetlerin 5-10 parça olduğunu bunlar paralarını biriktirdikçe bu senetlerden bir taneyi alıp yırtıyorlarmış. Senedi bitenler ister ayrılıp gidiyormuş ister çalışmaya devam ediyormuş diye.

Bu lumpen arkadaşlar tarafından oradan bir bayanın oradan kurtarılmak istendiği yönünde bir talep geldi. Biz onu değerlendirirken bunu nasıl yapacağız onun askeri yönünü bir kabataslak hesaplayıp şey yaptık da sonradan kurtardık, senet menet işini de hallettik de sonra ne olacak? Bu kadın ne yapacak? Evlenebileceği insanlar olabilir mi? Olamaz mı? diye o yönlü bir araştırma içerisine girdik. Bu araştırma içerisindeyken gene o kadın tarafından ayrıca bir kişinin bir bayanın daha olduğu onunda bu ortamdan kurtulmak istediği haberi geldi bize.

Biz onunla da ilgili bir çalışmanın içine girdik işte yalnız yaşayan taraftar var mı? Ya da evlenmemiş taraftarlarımızı böyle bir şey olursa onlarla evlenip bir aile ortamı kurup kuramayacaklarını öğrendik. Evlenme taliplilerini bulduk sonra askeri anlamda projemizi netleştirdik. Yani genelevini basacaktık o mamaların kasalarını açtıracaktık.

S.C…  Bu patroniçelerin kasalarında bulunan senetleri çıkaracaktık senetlerin hepsini yıkıp yakıp parçaladıktan sonra istediğimiz o bizimle gelmek isteyen oradan ayrılmak isteyen 2 bayanı alacak diğerlerine de isteyen istediği yere gidebilir bu andan itibaren özgürsünüz diye açıklama yapıp terk edecektik.

Bu eylemin alt yapısıyla ilgili çalışmalarımız sırasında kendilerinden bize gün vermelerini istedik. Hangi gün ve hangi saatlerin uygun olacağı konusunda bize bir enformasyon çalışması yapmalarını istedik.Uygun günlerle ilgili çalışma geldiği zaman, bunların bu şeye kalkışmaktan vazgeçtikleri haberi geldi. Şimdi onlar vaz geçmişse bizim elimiz kolumuz bağlanmış oluyordu yani ne amaçla gideceğiz ve kimi oradan zorla çıkaracağız. Hâlbuki evlenme adayları bile belirlenmişti bunlarla yani onlarla şifahen de olsa görüştürülmüştü evlenebilecekleri onlarla bir aile kurabilecekleri söylenmişti.

Kısa bir süre sonra gene talep geldi gene biz ciddi şekilde hazırlandık tamam onlar ilk defa korktular çekindiler ama şimdi demek ki kararlılar diye. Tekrar bir talep geldi oradan kurtarılmak istenmelerini belirten tekrar bizim ciddi adımlar attığımızı gördükleri zaman tekrar vazgeçtiler. Onlar, 2nci defa vazgeçtikten sonra, biz artık o konuyu kapattık. Kendi aramızda halkın söylediği gibi “o…..sözüne güven olmaz” lafını söyleyip gülerek bu konuyu kapattık. Yani iki defa ciddi anlamda bizi harekete geçirdiler,  biz onlarla ilgili bir sürü ciddi çalışma yaptık. Evlenecekleri adama kadar bulduk , ama iki defa da kendileri vazgeçtiler. O sayfayı öylece kapattık.

 Örgütümüzün o zaman orada bulunan yöneticisinin şöyle bir değerlendirme yaptığını hatırlıyorum. Bunlar da beden emekçileridir. Onları da emekçiler sınıfından ayrı tutmamak lazım, gibi değerlendirmeleri vardı, yoldaşımızın. O zaman için bu değerlendirme bana doğru gelmişti, ama şimdi beden emekçileri midir değil midir biraz tartışmalı bence.

D.G: Bunu o zaman söyleyen yoldaşınız kimdir?

S.C… A.H.A.

HALK NE DİYOR :

D.G: Peki bu yapmış olduğunuz eylemler sonucunda Diyarbakır merkezde olsun ilçeleri ve köyleri olsun kasabaları olsun yani hareketiniz nasıl karşılanırdı? Toplum içerisinde popüler bir örgüt müydü? İnsanlar hareketinizi merak ederler miydi? Çünkü siz illegal faaliyet yürütüyorsunuz ama toplum içerisindeki konuşmalara belki tanıklık ediyorsunuzdur belki duyuyorsunuzdur yani TKP/ML hareketi sizin döneminizde Diyarbakır’da ne uyandırdı? Diyarbakır halkı nasıl konuşurdu hareketinizi nasıl değerlendirirdi? Bir gizemli tarafı var mıydı? İnsanlar merak ediyorlar mıydı? Eylemlerinizi onaylayan sohbetlerde bulunuyorlar mıydı? İnsanlar da bir coşku yarattı mı?

S.C… Şimdi dönem itibariyle o devrimci durum dediğimiz durumun en yüksek olduğu dönemdir. Yani o yönetilenlerin eskisi gibi yönetilmediğini hissettiği,  yönetenlerin eskisi gibi yönetemediği ve kitlelerin kendiliğinden eylemlerinin ha geldi ha gelecek olduğu yıllar olduğu için Diyarbakır halkında genel anlamda bütün devrimcilere  sempati ile bir yaklaşım mevcuttu.

Bize özellikle şöyle söyleyebilirim. Diyarbakır’ın Sur denen bölgesinde örgütleniyorduk ve Sur bölgesinde yaklaşık bugün 250 bin kişi oturuyorsa o günde 100 bine yakın insan oturuyordu. Diyebilirim size orada kapısını çalıp da işte biz TİKKO’cuyuz saklanmamız gerekiyor ya da sizin evin damından başka yerlere gitmemiz gerekiyor deyip de bizi ret eden ya da ret edebilecek bir kimse olduğunu asla düşünmüyorum. Yani hiç Diyarbakır’la alakası olmayan Diyarbakır eğitim enstitüsün de okumaya gelmiş batılı yoldaşlarla sonradan karşılaştığım zaman bile aynı şeyi onların ağzından duyuyorum. Birçok arkadaşın başı dara düşmüş, herhangi bir kapıyı çalıp polisin peşinde olduğunu ve saklanmak ihtiyacı olduğunu söylemiş ve ev tarafından saklanmıştır.

 Mesela bir yoldaşımızın bir ev baskınında pijama ile kaçtığını, taksi çevirdiğini, taksiciye durumun böyle böyle olduğunu, polisten kaçtığını söylemiş. Bunun üzerine taksici o arkadaşımızı alıp evine götürmüş, onu giydirmiş,  birde ayrıca yol parası verip göndermiştir. Yani Diyarbakır halkının genel anlamda bütün devrimcilere yaklaşımı samimi ve sıcaktı. Birde Diyarbakır Sur dediğimiz yerleşim yerleri birbirine bitişik nizamdadır. Sokaklarının her 20-30 metresinde bir ve de 100 metresinde bir örtü dediğimiz iki damı birbirine bağlayan yani üstüne çıktığınız zaman Sur ’un bir ucundan diğer ucuna yere basmadan gidebileceğiniz bir yapıya sahipti. Yani orada herhangi bir kapıyı çalıp evin içinde saklanma veya evin üstünden başka yerlere ulaşmak istediğiniz zaman kesinlikle hem coğrafi olarak mümkündü hem de halkın desteği bakımından sonuna kadar kapılar bize açıktı.

Bizim özelde yaptığımız eylemliliklerin halk üzerindeki etkilerini sokak konuşmalarında pazardaki konuşmalarda kahvehanelerdeki konuşmalarda kulak misafiri olarak duyabiliyorduk. Diyarbakır halkında zaten sanki önceden var olan bir anti-militarist şey vardır kimlik vardır. Yani polise karşı işkencecilere karşı bir hınç ve kin zaten mevcuttur.  TKP/ML’nin eylemleri de genellikle işkenceci polislere yönelik eylemlerdi. İşkenceci cezaevi müdürlerine, gardiyanlarına  yönelik eylemlerdi ve bu eylemler hakkında sürekli sempati ile konuşulduğunu sempati ile bahsedildiğini duymuşuz ve görmüşüzdür.

 Yani o anlamda halk sempati ile bakıyordu. A ma örgütlenme olarak onlarla kucaklaşabilme konusunda bizim eksikliklerimiz vardı. Biz sanki o kitle faaliyetleri konusunda biraz kısırdık. Kısır bir döngü içerisindeydik yani bir türlü binlerle buluşamadık yüzlerle kaldık. Aslında amacımız binlerle on binlerle bütünleşmek olmalıydı. Ama biz  o dönemde ancak  yüzlerle kalabildik.

ÇATIŞMA KAYIPLAR YAKALANMA

D.G: Bir çatışmadan bahsettiniz yaralı kurtulduğunuz bir çatışma ve yoldaşlarınız hayatını kaybetti o çatışmada. O çatışma nerede oldu? Nasıl oldu? Biraz bahseder misiniz?

5in 3ü 25:03

S.C… O çatışma 1981 24 Ocak Hazro kırsalında oldu. Çatışma sabah 5 buçuk 6 saatlerinde başladı 7 buçuk 8 gibi sona erdi. Çatışmada ben yaralı olarak ele geçirildim, Haydar Arslan ve İhsan Parçacı adlı yoldaşlarımız orada toprağa düştüler, şehit oldular.

 Bizim yöre köylüleri içerisinde daha önce Süleyman Demirel’inde koruma görevini yapmış bir polis memuru vardı.  Bu polis memurunun  aynı zamanda bölge ajanı ve ihbarcısı olduğunu tespit etmiştik. Biz bu adamı, avlanmaya yani normal yabani hayvan avına çıktığı bir dönem bir kırsalda tespit ettik. Yanımızda köylülerde vardı, ayrıca  birkaç çoban arkadaşta vardı. Gidip Adamı imha etmemiz gerektiğini konuştuk köylülere de anlattık. Ayaklarımıza kapanır gibi oldular. Böyle bir şey yaparsanız bizi mahvederler. Burası bizim köy ve ajanın bulunduğu yer bizim köye ait bir mezradır. Şimdi gidip onu orada öldürürseniz kesinlikle istihbaratı bizim verdiğimizi söylerler ve bizi tutuklarlar.

 Buna rağmen,  ben o zaman hatırlıyorum kesinlikle gidip eylemi yapmamız gerektiğini düşünüyordum. O  adamı cezalandırmamız gerektiğini düşünüyordum. Ama o zaman birliğimizin siyasi komiseri olan Haydar Arslan ve yardımcısı İhsan Parçacı beraberce oy birliğiyle, hayır o eylemi bugün burada yapmayacağız, kararı aldılar. Bizde uymak zorunda kaldık. Bu adamın daha sonra köy muhtarlarını örgütlediği ve bizim kaldığımız yerinde oraya yakın olan köy muhtarı tarafından ihbar edildiğini öğrendik. Yani o adamın bölgedeki faaliyetleri sonucunda biz imha edilmiş olduk.

Bizim birliğimiz daha kalabalıktı bir gece önce ayrılmıştık ve gene bizim grubumuz içinde iki arkadaşı aynı gece şehire yollamıştık. Sadece 3 kişiydik. Ben Haydar Arslan ve İhsan Parçacı sabah saat 5- 5 buçuk sularında üçümüzde uyanıktık zaten. Yani gün ağarmış mıydı ağarmamış mıydı, iyi hatırlayamıyorum. Ama üçümüzün de uyanık olduğunu hatırlıyorum. İhsan arkadaş dedi ki bir ses duydum, sizde duydunuz mu? Bir doğal mağaradaydık. Ben duyamadım.  Haydar kalktı evet dedi duydum, konuşma sesleri geliyor sanki. Hepimiz silahımızı kaptığımız gibi o konuşma sesinin geldiği yere doğru yöneldik.  Bir baktık ki,  alabildiğine kalabalık asker, polis, sivil karışımı bir grup bize doğru geliyor. Aramızda en fazla  20-25 metre kadar bir mesafe var.

İşte askeri tecrübesizlik. Yani biz herhangi bir gerilla kampına gitmiş orada gerilla eğitimi görmüş bir birlik değildik ve yahut kırda herhangi bir çatışmaya girmiş o çatışmanın tecrübesini yaşıyan bir birlik de değildik.

Öyle bir durumda e bize öğretilen komutanın dediğidir komutanın yaptığını uygulamaktır. Çok iyi hatırlıyorum biz en doruktayız gelenler nispeten bize yakın bir seviye de ama bizden aşağıdalar, bizim pozisyonumuz çok uygun. Yani olduğumuz yerde durup karşılık vermemiz gerektiğini ısrar ettim. Arkadaşlardan “kaçacağız” kararı çıktı. Kararı hemen uyguladılar, bende arkalarından gitmiş oldum Ama yani hatalı bir karardı. En yüksek noktada  bir yerdesin, aşağı doğru kaçıyorsun. Onlarda, aşağıdan yukarıya doğru çıkıyor yani zaten aranda bir şey yok. Aşağıya indiğin zaman yeniden yukarı çıkma şansın yok.

Aşağıya indik derenin yatağına vadiye. Yani dağın üstünden derenin yatağına iner inmez yukarıdan silah cayırtısı geldi ve dere yatağına siper edinip yattık. En arkada benim işte önümde Haydar onun önünde İhsan dere yatağını  siper etmişiz. Ama dere yatağının sol cenahına tırmanıp kaçmamız lazım yani dere yatağında kaçabileceğimiz bir yer yok. Onlar zirvede biz çukurda kalmış oluyoruz.

D.G: Hazro’nun hangi köyü ya da hangi bölgesi bu çatışma olduğu.

S.C… Kırmataş denilen bir köy o köyün arkasında bulunan biraz coğrafi olarak savaşmaya uygun bir yer. Haydar yoldaşımız İhsan’a dedi ki biz seni koruyacağız,  sen o ağacın arkasına geçmeye çalış. Biz kalkıp silahla ateşe başlıyoruz. İhsan koşuyor oraya.  Sonra bir iki dakika sonra onların cayırtısı başlıyor onların cayırtısından sonra tekrar biz başlıyoruz işte 5 metre Haydar gidiyor…. O sırada İhsan’dan bir axx sesi duyduk, hatta askerlerin bağrışmalarını da duyuyoruz. Komutanım vurduk onu.  Vuruldu birisi… diye.

Sesleniyoruz İhsan’dan bir inleme sesi geliyor. Ama  bize net cevap veremiyor. Çünkü belden yukarı bir yerde yara almış. İhsan’dan o anlamda umudu kesince aynı taktikle biz ilerlemeye çalışıyoruz. Aynı taktikle ilerlerken Haydar’dan bir daha hiç ses çıkmadı. Tek başıma kalıyorum. Yani Haydar’ın sadece parkasını görebiliyorum o sırada bir helikopter sesi duydum bu bizim gideceğimiz cenah tarafından yani kaçmak istediğimiz taraftan helikopter sesi yaklaşıyor. Bir taraftan oradaki kayalara ateş ediyorum hem helikopterin yaklaşmasını istemiyorum hem de orada da sanki birileri varmış onlara karşılık veriyormuş hissi uyandırmak istiyorum.

Bir taraftan kalkıp o bütün askeri birliği tarayıp çöküyorum ama belki yarım saat belki bir saat sonra benim yalnız kaldığımı hepsi çok iyi anladı. Çünkü tek bir silah, silah sesi aynı ve aynı zamanda kalkıyor ateş ediyor sonra çöküyor. Kurtuluşun olmadığı bir noktadayım.

D.G: O kadar merminiz var mıydı yanınızda.

S.C… Şimdi mermimiz 150-200 civarı ama biz çatışırken, kalkıp bir şarjörümüzü boşaltmıyoruz. Yani onun askeri yöntemleri var yani tırttırt deyip 5-8 tane sıktığınız zaman herşeyi oturtabiliyorsunuz. Ondan sonra eğer destekçi arkadaşlarınız varsa,  mesela siz sıkmazsınız gözlem yapıp yer tespit edersiniz sonra ikinci bir kalkışta tespit ettiğiniz hedefleri imha etmeye çalışırsınız. O yöntemle çatışıyorum ama o süre içerisinde benden kanlar boşalıyor ama herhangi bir ağrı, acı, sızı, şu, bu hissetmiyorum. Yani kafamdan 3-4 yerden kan geliyor ama ellerimle yokluyorum kafamı şuramı buramı her yerim sağlam ellerim kan ama bir şey yok. Bacağımda yanma hissediyorum bir kan hissediyorum ama böyle hani zorlayacak ölümcül düzeyde bir şey yok. O çatışma esnasında ben kafama 3-4 yerden şarapnel parçası,  taşa çarpıp dönen mermi parçaları yada taş parçalarıyla yaralanmışım. Bacağımda 2-3 tane sıyrık var ama öyle ciddi bir ölümcül bir yaralanma yok.

Bu şekilde sabah şuan hatırlamıyorum ya 7 buçuk ya 8 buçuk yani bir buçuktu ama ya 7 buçuğa ya 8 buçuğa kadar ben tek başıma çatıştım ve mermilerim artık sona gelmişti. Son mermiyi kendime sıkmayı düşünüyorum onu tasarlarken bir yandan da şeyi düşünüyorum, son mermiyi kafama sıkmayıp da şu yan boşluğuma sıkayım yaralı olarak, yani ciddi yaralı olarak ellerine geçeyim.  Tedavi süreçlerinde  belki yeniden kaçma imkanı bulurum. Onun hesaplarını yapıyorum.

Sonuçta o şekilde bir yakalanmada belki işkencede çok daha zor durumda kalabileceğimi düşünüyorum. Sonuç olarak son mermiyi kendime sıkmadım, gene onlara sıktım ve artık sadece onlar ateş ediyordu ben çökmüş derenin yatağında gizleniyordum sadece. İyice sesler bağırtılar yaklaşmaya yani artık aramızda 10 metre 15 metre kalmış kaçamazsın, artık kaçacağın hiçbir delik yok vs. bağrışlarında da bulunuyorlar. Köylüler gibi başımıza puşiyi sarardık. O  zaman puşimi silahın ucuna takıp teslim bayrağı olarak salladım. Sallar sallamaz hemen çık çık çık diye sesler geldi. Çıktım.  işte elini başının üstüne koy, elimi başımın üstüne koydum. Dere yatağından çık, çıktım. İşte arkanı dön, döndüm. Diz çök, diz çöktüm. Uzan yere,  uzandım. Ondan sonra gelip üstümü başımı arayıp, alıp yukarı doğru çıkardılar.

YOLDAŞLAR HAKKINDA :

D.G: Peki ben diğer soruya geçmeden önce özel bir soru sormak istiyorum. Diyarbakır’da Siverek’te Diyarbakır kırsalında hiç Cafer Cangöz’le birlikte çalıştınız mı?  Eğer olduysanız biraz Cafer Cangöz’ü anlatır mısınız? Neler yaşadınız beraber.

S.C… Cafer Cangöz’le bir buçuk yıl kadar şehir yaşamında birlikte çalıştım, cezaevinde de 5-6 yıl kadar beraber kaldık. Cafer diğer bütün yoldaşlarımdan bütün arkadaşlarımdan farklı özelliği olarak diyeyim çok daha sıcak ve samimiydi benim için. Cafer her zaman güler yüzlü bir arkadaşımızdı ve her zaman hangi meseleye yaklaşırsa yaklaşsın pozitif yaklaşma özelliğine sahipti mutlaka hangi şey olursa olsun onu olumlu yanlarından değerlendirmeyi esas alıyordu. Bizdeki kod ismi Cafer’in Goşto idi Goşto Kürtçe et, etçi demektir. Cafer biraz midesine düşkün bir arkadaştı. Midesine düşkün bir arkadaş derken mesela bir lokantaya gidip karnını doyurmak istediği zaman orada işte o halkın parasıdır (kamu gideri) dediğimiz para ile ödeme yapılacağından dolayı,  çorba parası yanına birde başka bir yemek parası vermesin diye iki tabak ekmek bitirirdi. İki tabak Diyarbakır’da çorbanın yanına mutlaka yeşillik gelir iki tabak yeşillik gelirdi. Yani karnını doyurmak için ama fazla da para harcamamak için ekmeğe ve yeşilliğe e talim ederdi. Tabi imkânlarımız olduğu zaman Cafer’i mutlaka tıka basa yedirme doyurma gibi bir şeyimizde vardı. Esprili olarak onun adı bizde hep “Goşto” olarak kalmıştır.

Son dönemlerde artık 12 Eylül geldiği zaman hiç alakası olamayacak şekilde-ki o zaman mesela şu kontrgerilla Yeşil meşil yoktu ortada biz kod adını yeşile çevirmiştik Cafer’in. Daha sonradan bu kontrgerilla işi olunca bu Yeşil denilen kontrgerilla adam çıkınca Mahmut bilmem ne biz cezaevinde bile artık Yeşil meşil kullanmadık Yeşili attık çöpe. Bizim Cafer hep “Goşto” olarak kaldı. Daha sonra öğrendim ki Özkan kod ismini kullanmış.

Nasıl bir arkadaştı mesela hani diğer sorumlular içerisinde benim çalıştığım bölgede mesela bir arkadaşımızı sosyal faşistler öldürmüş yanındaki arkadaş da 16 mermi yemişti ama ölmemişti ama onun bakımıyla sürekli ilgileniyorduk çünkü 24 saat başında beklemek zorundasın çünkü deprenemez halde hastanede. Mesela hiçbir sorumlu arkadaşım gece gelip o arkadaşın başında nöbet tutmamıştır. Belki illegalite şartlarından dolayı tutmadılar şey yapmadılar ama Cafer’in çok gece gelip arkadaşın başında sabaha kadar refakatçi olarak kaldığını hatırlıyorum. E herhangi bir duvar yazılaması eylemine çıkıyorduk mesela Cafer’in hiç kimseden farklı davranmadığını yani içimizden bizden biri olduğunu hissettirircesine o eylemlerdeki rahatlığı şeyi fedakârlığı hep sürekli gözlerimizin önündedir.

Zaten işkencehanedeki tavırlarını anlatmama gerek yok.Çünkü Cafer birkaç defa durduk yerde polis tarafından gözaltına alındı. Birkaç defa ve bu alındığı dönemlerde mesela diyelim ki 45 günlük bir süreyse gözaltı süresi 45’inci güne kadar gözaltında yani işkencehanede tutulurdu. Bazen 90 gün işte tamam bırakıyoruz seni diye bir şey imzalatıyorlar eşyalarını al diye ha bu yeniden yakalama tutanağı diye bir 2’inci 45 gün daha gözaltında bırakıyorlar. Cafer’in bu yakalanmaları hep bizim kafamızda soru işareti olarak kalmıştır. Cafer’in yakalanmaları boşuna değildi. Hiçbir şey yok ortada hiç kimse yakalanmıyor Cafer yakalanıyor. Cafer gibi birkaç arkadaş daha. O bizi o anlamda örgütsel faaliyet içerisine daha iyi gözlemleme daha iyi dikkatli gözlemleme sonucunu doğurdu ve bir iki ufak şey yakaladıktan sonra biz o fare kurdu dediğimiz şeylerin peşine düştük ve sonuçta yıllar sonra Cafer’in yakalanmalarının basit polis aramaları olmadığını aksine sızmış ufak tefek ajanlar tarafından verildiğini tespit ettik.

 Cafer bir gün gene beni çağırdı dedi ki Serdar bak. Serdar deyişime bakmayın o zaman sürekli kod isim kullanıyoruz. İki kişi göstereceğim sana bu ikisi de Tuncelili bunlar beni tanıyorlar ve sürekli benim çevremde dolaşıp benimle ilişki kurmaya çalışıyorlar. Bunları ben memleketten Kurtuluşçu olarak biliyordum ama çok tehlikeli gibi görünüyorlar bana, şunları sana bir göstereyim de onları takibe al ne yapıyorlar? Ne ediyorlar? Kiminle görüşüyorlar? Filan diye orta boylu tıknaz iki tane kıvırcık saçlı vatandaş gösterdi bana. Ben yerelin militanı olduğum için Diyarbakır’ın her tarafını bilirim yani bilmediğim sokak delik yok o anlamda.

 Bu iki adamı takibe aldım bu iki adam bir başka adamla görüşmelerini tespit ettim. Bu başka adamı 25 yıl 30 yıl sonra Hüdapar kurulduğu zaman Hüdaparın geçici genel başkanı gibi bir şey olduğunu gördüm avukat bir adam. Şimdi avukat olmuş o zamanlar değildi ama o insanları takibim bir 15-20 gün sonra fark edildi ondan sonra biz takibi bıraktık zaten örgütlenme gereği başka bölgelere de dağılma durumundaydık o öyle kapandı gitti.

Cafer’in işkencehanedeki direnişinin işkencelerde sembol haline geldiğini de gene biz yakalandığımız zaman  polislerin, işkencecilerin  ağzından  duyduk ve öğrendik. Herhangi bir konuda, sorulan bir soruda diretip cevap vermediğimiz ya da farklı cevap verdiğimiz zaman polis tarafından bize “Caferleşme lan gene Caferleşiyorsun” gibi şeyler söylendiğinde Cafer’in onlar üzerinde nasıl bir etki bıraktığını öğrendik. Sadece örgütsel anlamda biz değil Diyarbakır cezaevinden mesela on binlerce insan gelip geçmiştir inanın istisnasız birçoğu işkencehanelerdeki sorgulamalarda Cafer’in ismini duymuşlardır. Caferleşme diye kendilerine takınıldığı olmuştur ve cezaevinde de özel bir şeyle saygıyla anılan bir arkadaşımızdı.

D.G: Ben Cafer’e dair şunu da sormak isterim yani tabi bazen duyuyoruz dışarıda çevrede bir Siverek konuşması varmış galiba.…Siverek’te kaç kişi vardı? Bu ne konuşmasıydı? Bu konuşmayı Cafer Cangöz mü yaptı gerçekten siz orada mıydınız?

S.C… Hayır ben orada değildim. Ben arkadaşlardan duyup öğrendiğim kadarıyla o konuşmaya katılan arkadaşlarla daha sonra aynı görüşmeleri yaptığımızda size daha net bilgiler verirler. Galiba 1977 olacak hangi vesileyle toplanılmış bilmiyorum ama yaklaşık 15 bin kişiye yapılan konuşma.

D.G: Bu doğru bir rakam mı o dönem için.

S.C… Tabi tabi.

D.G: Gerçekten mi?

S.C… Tabi tabi en az 15 bin kişiye yapılan bir konuşma vardır ve bu konuşma Cafer Cangöz tarafından yapılmıştır miting alanında.

… Caferle ilgili kayda geçsin diye gene anlatmak istediğim bir şey var bu kardelen operasyonuyla ilgili bir şey söylemek istiyorum. Caferle birebir görüşmemde kendisine bizzat meseleyi sordum çok acı çeker bir halde yani suratından belli olur bir halde yaklaşımın yönelimin çok yanlış olduğu teşhir edilmesi gerektiği ve hesabının sorulması gerektiğini söyledi bana bizzat kendi ağzından.

 Ne olursa olsun yaklaşım onlara yaklaşım düşmanca bir yaklaşım olmuştur asla tasvip etmememiz gereken bir yaklaşım yöntemiyle sorgulamışlardır ve açıkçası işkence yapmışlardır adamlara diye bunun hesabının sorulması lazım bu böyle kalmamalıdır diye düşüncesini acılı bir şekilde belirttiğine şahidim. Şahıslar hakkında ki fikrine gelince mesela kendisinin özel olarak anlattığı şeylerden biliyorum zaten onun üzerine çıkmış ajan ihtimalleri ve ajanların sorgulanması. Başından geçen bir iki olayı anlattıktan sonra bende o ana kadar tereddütlerim olmasına rağmen Laz Nihat’ın kesinlikle ve kesinlikle bir devlet ajanı olduğuna inandım ama yaklaşımı çok ciddi şekilde eleştiriyordu. Bize yakışmayan düşman tavrıyla yoldaşlarımızı veya şüpheli olan insanları sorgulayamayız. Ajan bile olsalar o şekilde bir sorgulama kesinlikle mahkûm edilmelidir (kastetiği, sorgulama sırasında uygulanan işkencedir) özeleştiri yapılmalıdır yapanlardan hesap sorulmalıdır diye özellikle vurguladı.

AYRILIKLAR :

D.G: 1980-81 GKK ayrılığını sormak isterim. GKK ayrılığı sizde hareketinizde ve sizinle ilişkide olan o toplumsal kesimde tabakada etkisi ne oldu? Biraz bahseder misiniz?

S.C… GKK ayrılığı bize yansıdığı zaman parti kitlemize parti çevremize bulunduğumuz bölge açısından yansıdı diyemem sadece örgütlü sempatizan ve kadrolar arasında konuşuldu tartışıldı. İlk olarak 80’nin sonlarıydı galiba bildiri geldi ve bu bildiriyi arkadaşlarımız ve İstanbul’da bir grubun ayrıldığını mevcut yapıyı pasifizmle suçladığını vs. söyledi bizde bildiriyi o zaman ki aklımızla okuduk. 3 aşağı 5 yukarı bize bilgi veren yoldaşlarımızın anlattığı şeylerdi.

Ayrılığın İstanbul örgütlenmesine çok büyük darbe vurduğu gene yoldaşlarımız tarafından belirtildiği için bir acı bir burukluk hissettik ister istemez. Ne olursa olsun insan şey gibi zannediyor yani bir uzvunu kaybetmiş gibi hissediyor bir uzvunu kullanamaz hale gelmiş gibi hissediyor bu anlamda bütün ayrılıklar o burukluğu ve ezikliği yaratıyor. Ama arada bir ideolojik ciddi bir ideolojik ayrım olmadığını da o zaman ki bakış açımızla görüyorduk tartışırken de arkadaşlarımız arasında hissediyorduk. Biraz sol bir bakış açısıyla bir ayrılma yaşanmıştı ama bunu daha çok örgütlü çevremiz içerisiyle konuştuk tartıştık o anlamda örgütsel bir etkisi olmadı bizim bölgeye ama çevremize kitlemize pek yaymadık. Bizim çalıştığımız bölgede katılan olmadı. Biz sadece bir buruklukla olayı dışarıdan seyreder gibi bir pozisyondaydık.

…………

S.C… Kaypakkaya dair ve Partizana dair Maocu bir örgüt olarak ilk şey bize İGD tarafından bize lanse edildi ve gene Ankara’da bir yerde Serdar Özgerçin diye bir İGD’linin bu Maocular tarafından bu Kaypakkayacılar tarafından öldürüldüğünü. Bunların ajan provokatör bir örgüt olduğu vs şeklinde şeyler enformasyon almıştık.

Maoculuğu ben o zamanlar solun içerisinde bir hareket olarak değerlendirmiyordum. Yani İGD’liyken  İGD’lilerin bana verdiği klişe bilgi çerçevesinde, solun içerisine dışardan sokulmuş bir ajan provokatör kimlik o şekilde baktım. Serdar Özgerçin’in Partizan taraftarları tarafından öldürüldüğünü de öğrendikten sonra öyle bir kinle hınçla onlara karşı şey besledim.

D.G: Serdar dediğiniz arkadaş nerede öldürülmüş? Ankara’da mı?

S.C… Ankara’da öldürülmüş evet yani bizim çalıştığımız alanda değil de bir başka alanda söylemelere göre o zaman ki işte Maocu Partizancılar tarafından öldürülmüş diye. Ben sonradan Partizancılar tarafından öyle bir doğrulama görmedim. Partizancı’ların hatayla da olsa yaptıkları birkaç özeleştiriyi okudum başkalarına yönelik saldırılarında ama Serdar Özgerçin’le ilgili bir şeye Partizancılar da rastlamadım bir özeleştiriye ya da doğruluğuna ilişkin… ama TKP’liler iddia ediyordu. Serdar Özgerçin Partizancılar tarafından öldürüldü diye.

D.G: Peki 1980 öncesi yaygın olan bu sol içi çatışmalardan hiç zarar gördünüz mü?Hareketinizin bu çatışmalardaki tarafı konumu neydi?  Ya da hareketinizin bu çatışmalara olan bakış açısı neydi diyebilirim belirgin bir tavrı var mıydı? Sizi doğrudan etkileyen bir sol içi çatışma şiddet oldu mu hiç bunlar karşısında ne düşündünüz ne hissettiniz?

S.C… Sol içi çatışmalar konusunda Partizanla ilişkiye geçtikten sonra Partizanın yaklaşımını bu tür olaylara yaklaşımını yakından görüp öğrendikten sonra hayranlık duydum. Çünkü Partizan kesinlikle sol içi çatışmalara girmeme, karşı herhangi bir taraftan saldırı olsa bile cevap vermeme, önce diyalog ve ikna yöntemlerini, ikili veya toplu görüşme yöntemlerini esas alması gerektiğini en başından sonuna kadar yoldaşlarımız bize telkin ediyorlardı ve bizde yaklaşımın bu olması gerektiği konusunda ikna oluyor ve aynı zamanda hareketimizin bu yaklaşımına hayranlık duyuyorduk. Bizim bölgede Kürt örgütlenmeleri içerisinde o zaman sosyal faşist dediğimiz devlet yanlısı DDKD çok güçlü ve kitlesel örgütlenme ağına sahipti.

D.G: DDKD’yi açar mısınız? Açılımı nedir?

S.C… Devrimci Demokrat Kültür Derneği sonradan illegal bir parti olarak PPKK olarak çıktılar.

Aslında PKK, PPKK’nin kendileri olduğunu ama ismin onlar tarafından önceden çalınıp kullanıldığını iddia ediyorlar. Partiye Peşenge Karkere Kurdistan yani Kurdistan İlerici İşçiler Partisi diye çevrilebilir.

Bunlarla örgütlenme alanlarımızda birçok defa karşı karşıya geldik,öğrenci gençlik içinde  çatışmalar yaşandı, ufak tefek.Ama ciddi saldırıları da oldu,  1978’de Siverek’te Ramazan Can adlı yoldaşımızı öldürdüler. Ramazan Can yoldaşımız ben tanımadım ama örgütlü ve militan bir arkadaşımızmış ve bunu Siverek içinde bir şekilde pusuya düşüp öldürüyorlar. Çünkü Siverek örgütlenmemiz onların gözüne batacak kadar ileri bir düzeydeydi.

1979 veya 80’e geldiğimizde Viranşehir’de Aziz Gözetmen, Mehmet Beyhan ve Remzi Şanlıoğlu adlı 3 yoldaşımızı Viranşehir’in ortasında pusuya düşürdüler. Aziz Gözetmen yoldaşımız orada şehit oldu Mehmet Beyhan yoldaşımız 16 mermi yedi ama kurtuldu. Remzi Şanlıoğlu ise oradan yara almadan kurtuldu. Bu 3 yoldaşımızı da öldürmek için pusu attılar ve birini öldürdüler biri de ölümün eşiğinden döndü çünkü yaklaşık 20 gün 25 gün yoğun bakımda  ve aylarca hastanede kalmak zorunda kaldı.

D.G: Şuan hayatta mı?

S.C… Daha sonra işkencehanede öldürüldü. Mehmet Beyhan Urfa işkencehanesinde 1980 ya da 81’in başı 80 sonu 81’in başı muhtemel orada işkenceler sırasında o eski yaraları açılmış ve o şekilde öldürülmüştür yoldaşımızda işkencehanede. DDKD’nin dışında,  ciddi anlamda silahlı eylem anlamında veya kast suikast anlamında  hiçbir örgütle aramızda problem olmamıştır ve bizimde bu DDKD’ye yönelik hiçbir silahlı eylemimiz ve yahut tehditvari bir yaklaşımımız olmamıştır.

Kendileriyle daha sonra uzun yıllar sonra cezaevinde bazı liderleriyle konuşup tartışmalarımızda böyle utançtan yüzlerini eğdiklerini hatırlıyoruz. Cezaevindeki tavrımızı görün dediğimizde ya bize silah sıkıyordunuz şimdi bak düşman bizi almış işkenceye, siz kenarda bekliyorsunuz. Bakın bizim direnişimiz olmasa siz bu bu haklardan yararlanamazsınız düşmanın korktuğu siz miymişsiniz? Biz miymişiz? Peki, nasıl yoldaşlarımızı kurşunladınız öldürdünüz? Dediğimizde birçoğunun gerçekten başını eğdiğini hatırlıyorum ve samimi olan birçoğunun da biz çok büyük yanlışlar yaptık yaptığımıza da devrimcilik yaptık diyemiyoruz dediğini bu anlamda özeleştiri verdiklerini de biliyoruz.

Siverek çatışmalarında bir defa PKK ile karşı karşıya gelinmiştir. PKK’nin silahlı kadroları biraz daha lümpen karakterli kadrolar mesela bahsettiğim olay bizim Müslüm yoldaşın o zaman Siverek’te olduğu bir dönem. Müslüm Elma’nın. 10-15 kişi ile bir sokakta karşılaşınca bizimkilere silah doğrultuyorlar. Müslüm de başta olmak üzere, onlarda silahlarını çekiyorlar. Birbirlerine silahlar doğrultulmuş halde,  PKK’liler, hayrola diyor sizin ne işiniz var burada? Arkadaşlar, Sizin ne işiniz var diyorlar?  Ağalara karşı silahlı bir mücadele içindeyseniz bizde burada ağalara karşı silahlı bir mücadele içindeyiz!.. PKK’lılar,  e diyor sizin ne hakkınız var burada biz burada kan döktük, diyorlar. Müslüm’de diyor ki, siz kan döktünüz de biz karpuz suyu mu döktük, bizde kan döküyoruz.

Bir itişme kakışma oluyor,  ama bizzat bir silahlı müdahale yok. Gene cezaevinde PKK’liler tarafından bunun özeleştirisi yapılmıştır onu da hatırlıyorum.

Diğer örgütler bakımından Kawa güçlü bir örgüttü o zaman bizim Diyarbakır’da faaliyette bulunduğumuz dönemde. Kawa ile çok daha samimi ve dostaneydi ilişkilerimiz çünkü hemen hemen çalışma mahallemizde aynıydı.Onlarda Sur’da örgütleniyordu bizde yani örgütlüydük. Ve birçok yerde karşılaşıyorduk birçok yerde siyasi sohbetleri yine Kawacılarla yapıyorduk, Kawacılarla iki defa kitlesel anlamda siyasi seminerlerle karşı karşıya geldik o zaman çok gündem de olan iki çizgi mücadelesi Mao Zedung tartışması ve milli mesele konularında. Mesela milli mesele konularında da bizim konuşmacımız Cafer’di. İki çizgi ve Mao Zedung konusunda da peygamber denilen bir arkadaş gelmişti o, o semineri vermişti. Kawacılarla çok daha samimi ve dostane ilişkilerimiz vardı zaten içimizdeki birçok arkadaş Kawadan bize geçmiştir onların içindeki birçok arkadaş daha önce bizdeyken oraya geçmiştir öyle bir içli dışlı olma halimiz vardı hiçbir zaman silahlı bir karşı karşıya geliş ve yahut olumsuzluk söz konusu olmadı.

 PKK çıktığı zaman Sur’da tutunamadı, Diyarbakır’ın aydın çevresi içinde de tutunamadı. PKK örgütlenmesi Diyarbakır merkezde Sur’da ve aydın örgütlenmesi içerisinde en geri durumdaydı. PKK Bağlar muhiti dediğimiz yani sonradan köyden göçenlerin gelip oluşturduğu yerleşimler içerisinde örgütlendi ve orada gelişmeye başladı, gene aynı muhitlerde kendileri gibi örgütlenen ve gelişen KUK hareketiyle birbirlerine girdiler. Onların çatışmaları da çok can yaktı yani 3-5 değil onlarca devrimci ikişer taraftan kurşunlandı öldürüldü KUK ile çok ciddi çatışma içerisine girmişlerdi.

12 EYLÜL FAŞİST ASKERİ DARBESİ

Darbeye Karşı Hazırlık

D.G:  Hareketinizin darbeye karşı bir hazırlığı var mıydı? Yani darbenin olabileceğini ön görüyor muydunuz? Bu hiç konuşuluyor muydu kendi aranızda ve darbenin sizde ki yansımaları ne oldu bireysel olarak ve hareket olarak….

S.C… 3 ay 4 ay önceden zaten ciddi anlamda kamuoyunun da gündemindeydi askeri darbe ve hareketimiz tarafından da bekleniyordu ve hazırlık çalışmaları yapılıyordu. O günkü şartlarda o hazırlık çalışmaları bizim için uygun ve yeterli çalışmalar olarak görünüyordu. Tabi şimdi değerlendirmemiz çok daha farklı 3 – 4 ay öncesinden artık ağır malzemelerimizin ( teksir makineleri dahil)  gizlenme ve özellikle saklanma pozisyonları gündeme gelmişti. Küçük silahlarımızın dışındaki büyük silahlarımızın yavaş yavaş kırsal alanlara aktarılma pozisyonu gündeme gelmişti. Şehir içinde parti demirbaşı diye bildiğimiz diyebileceğimiz ağır alet edevat bakımından ne varsa çok daha sağlıklı ve güvenli yerlere aktarılmaya başlanmıştı ve bir top yekûn dağa çıkma politikası konuşuluyordu.

Merkezi düzeyde durum neydi? Nasıl ele alınıyordu? Çok iyi bilemiyorum o gün ki örgütsel pozisyonumuzdan dolayı ama bölgedeki arkadaşlarımız bizim top yekûn şehirleri terk edip dağlara göçeceğimiz ve mücadelemize orada devam edeceğimiz konusunda telkinlere  3-4 ay önceden başlamıştı. Bu anlamda da hem örgütlülüğümüzü hem de gerekecek malzememizi  bu karara göre tamamlamaya çalışıyorduk.

D.G: Evet darbeye karşı böyle bir hazırlık oldu ve siz kırsala çekildiğiniz için çok etkilenmediniz galiba.

S.C… Evet.

İŞKENCE

D.G: Gözaltı, gözaltındaki o sorgu süreci o işkenceler ve mahkemeler ve tutukluluk hali nasıldı?. 1981’in sonuna kadar bu süreçten bahseder misiniz? Özellikle gözaltı işkenceler ve o mahkemelere gidiş gelişler avukat savunmaları ailenizin sizi ziyareti ve tabi ki o hapishanedeki o koşullar yani fiziki koşullar.

S.C… Evet işkence kırsalda yakalandığım için  yaklaşık bir saat yürüyerek götürüldüm. Benim yaralanmam daha öncede bahsettiğim gibi ciddi bir kurşun yaralanması değildi, başımdan 3-4 yerden şarapnel parçaları ile yaralanmıştım. Bir ay sonra bile, başımdan taş parçası çıkardığımı bile hatırlıyorum. Şarapnel yaralanmaları ve bacaklarımda kurşun sıyrıkları vardı. Yani yürümeme ve koşmama engel bir durum söz konusu değildi. Sadece her tarafımdan kan akıyordu.

Bir saat kadar bir yürüyüşten sonra resmi araçlara bindirildim ve bana işkence aracın içinden başladı. Kaba dayak ve silah kabzasıyla vurma vb. dayaklar şehre kadar devam etti. Tabi arabaya biner binmez gözüm bağlandı.  Şehre gelir gelmez işkencehaneye alındım ve işkencehanede yan yana sıralarda oturmuş onlarca adam olduğunu hissedebiliyorsunuz işte birilerini çağırıp götürüyorlar ve inanılmaz bağrışlar çağırışlar sesler geliyor tekrar dönüyorlar başka birilerini alıyorlar.

İlk gün elektrik, falaka vb. işkenceye alınmadım. İkinci gün alındım.  Diyarbakır’da kendileri tarafından faillerini bulamadıkları, çözemedikleri bir takım silahlı eylemlerden benim sorumlu olduğumu söylüyorlardı.

D.G: Ondan önce bir şey soracağım. Tedaviniz yapıldı mı?

S.C… Hiçbir şey yapılmadı.  Sadece arabada başımdan çok kan aktığı için yeri silmek için kullandıkları bir havlu vardı o havluyu verdiler o havluyla başımı tuttum,  kan kendi kendine durdu. Tedavi vs. yapılmadı.

İşkencehanede elektrik ve falaka askısında ağzımdan  en ufak bir şey çıkarsa, onun benim zaafım olduğunu düşüneceklerinden dolayı, fiili işkence yapılırken hiçbir şey söylemedim.

S.C… Evet o daha önce yayınlanan parti içi yazımız  vardı. İşkencehanelerde kızıl direnme ruhunu zenginleştirelim geliştirelim diye onu okumuştum. Oradan bazı paragraflar aklımdaydı. Ağır işkence yöntemleri uygulandığı zamanlar ağzımdan çıkacak en ufak bir şey olursa peşimi bırakmayacaklarını ve oradan sürekli üzerime geleceklerini tahmin ettiğim için ne elektrik askılarında ne falaka vb. şeylerde, örgütsel anlamda  hiçbir şey söylemedim.

Daha sonra o zaman ki küçük aklımla, bir iki olayı üstlenmeliyim ama arkadaşlarıma zarar vermeden bir iki isim vermeliyim diye kendimce bir kurgu yaptım. O zaman ki pozisyonum ruh halim kişiliğim öyle bir şeye girmemi bana söylüyordu. Bir silahlı eyleme katıldığımı,  silahlı eylemde birlikte olduğum arkadaşlarımın,  şuan yaşamayan şehit arkadaşlar olduğunu,  bir kişiyi de  tanımadığımı belirterek  bir silahlı eylemi üstlendim. Tabi işkenceler durmuyor sürekli meçhul olan olayları size yıkmaya ve sizin üzerinizden yapılan eylemleri açığa çıkarmaya çalışıyorlar.

Bu kadar örgütsel faaliyet içerisinde bulunmuşum bu kadar eyleme katılmışım vs. falan filan derken isimde vermem gerekli olduğunu düşündüm ama nasıl isim verebilirim. Gene o zaman ki o küçük burjuva kişiliğim mantığım içerisinde en alt düzeyde işte sadece bir bildiri dağıtan ya da duvara yazı yazmış birkaç isim vermeyi kendimce uygun gördüm. Bu şekilde onlara işte çözüldüm her şeyimi anlattım bütün bildiklerim budur görüntüsü vermek istiyordum. Kendi çizdiğim kurguya göre hareket ettim sonuna kadar da öyle devam etti. İşkencehanede geçen o 25-30 günlük süre içerisinde ne elektrik askılarında ne falakalarda başka hiçbir şey söylemedim.

Örgüte zararı dokunulamayağını bildiğim, bir-iki sempatizan arkadaşın adını verdim, bildiğim budur, dedim ve o  şekilde sorgu sürecimiz tamamlandı ve cezaevine götürüldüm.

Cezaevine geldiğim zaman….

İşte orada Diyarbakır cezaevine bir parantez açmak lazım. Diyarbakır cezaevi bilinen hiçbir cezaeviyle benzeşmez bir cezaevi…Şimdi cezaevine girdiğiniz zaman sizde şu hâkimdir. Orada sizden önce yakalanmış yoldaşlarınız var, diğer hareketlerden bir sürü insan var.

DİYARBAKIR 5 NOLU CEZAEVİ VE İŞKENCE

D.G: Kaç yılında girdiniz Diyarbakır.

S.C… Tam 81 Şubat. Bir sürü devrimci var onlar hangi pozisyondaysa girer girmez sizde onların pozisyonunu üstlenmek kabullenmek durumundasınız çünkü. Ruhumuzdan bir şey kaybetmemiştik ama  yıpranmıştık. Kendimizce basit hafif çözülmeler belki bizi biraz yıpratmıştı ama, kişiliğimizden ya da devrimci ruhumuzdan çok bir şey kaybettiğimizi düşünmüyordum.

Girer girmez hoş geldin dayaklarıyla karşılanıyoruz. O  bir gelenektir zaten Türkiye cezaevlerinde hoş geldin dayakları. Hoş geldin dayaklarından sonra hücrelere koydular bizi. Burada işte belli kurallar vardır, bu kurallara uyacaksınız. Kurallara uymazsanız işte burada Allah yok peygamberde izine çıkmıştır. Burada Haydar (ağaç sopaların üzerinde Haydar yazardı) sorumludur.  Bizde,  bizi koğuşlara götürün,  arkadaşlarımız  ne yapıyorsa, bizde onları yapacağız, diye cevap verdik.

Sonradan öğrendiğimize göre zaten biz girdiğimiz zaman o binlerce tutuklu içinde 8 ya da 9 kişi direniyormuş, onun dışında topyekûn bir teslim olma hali var. Teslim olma derken işte asker karşısında  esas duruş gösterilecek,   yemek yemeden önce yemek duası okunacak, İstiklal marşı okunacak ona katılacaksın.

Bizleri, 3’er 5’er 10’ar kişi şeklinde koğuşlara dağıttılar.  Girdiğimiz koğuşlarda mevcut 40-50-60 kişi civarında. Direniş adına hiçbir şey yok. Sadece kurallara uyan insanlar var. Ama, hala devrimci olduğunu iddia eden insanlar var.

Bu süreçte, teslimiyetin herhangi bir noktada durması ya da sonuçlanmasının  söz konusu olmadığını gözlemledik.  İstiklal marşını okuduktan sonra andımızı okumayı gündeme getiriyorlar, andımızı okuyorsunuz,  Çanakkale marşını, onu okudunuz,  Eskişehir marşını okuyacaksınız. Yani duran bir şey yok sürekliliği olan bir politika uyguluyorlar.  Yüzbaşı Esat Oktay Yıldıran periyodik olarak cezaevi hopörlerinden konuşmalar yapıyor. Konuşmalarda kurallara uymayan bir sinek dahi olmadığını söylüyor ve kurallara uyulduğu sürece bir problem olmayacağını anlatıyor. vs. vs.

Bize verilen mesaj,  en ileri düzeyde olan insanların dahi teslim olduğuna dair bir mesajdır..

D.G: Bunlar manipülasyon mu yoksa gerçek mi?

S.C… Gerçek. Şimdi dediğim gibi duran ya da bir yerde noktalanan bir uygulama yok. Önce bir koğuş sorumlusu seçiyorlar. Koğuş sorumlusu kapı mazgalı her açıldığı zaman “emret komutanım” diye bağırarak o tarafa doğru koşmak zorunda. Aradan 10 gün geçiyor diyorlar ki bundan sonra kapı mazgalı açıldığı zaman bütün koğuş emret komutanım diyerek kapıya doğru koşacak.

İşte diyelim 10 gün öncesi, yemek karavanası alınacak  ya da koridor yıkanacak  vs gibi bu işlerden dolayı,  gardiyan kapıyı açıp 3 kişi dışarı gelsin dediği zaman koğuş sorumlusu 3 kişiyi görevlendirip dışarıya çıkarırken. 15-20 gün sonra o kural değişiyor. kapı mazgalı açıldığında, koğuş kapıya doğru koşacaktır,  gardiyan onların içinden 2 kişiyi 3 kişiyi seçip dışarıya alacaktır.

Yada,  havalandırmaya çıkıldığı zaman bu askeri marşlar yürüyüş şeklinde okunmaya başlanacaktır. Aradan 3 gün geçiyor,  havalandırmaya çıkmadan öncede, cezaevinde koğuşta kaldığınız sürece de, koğuşun içerisinde gruplar halinde marşlar ayakta okunacaktır. Böyle böyle böyle…  tabi işkenceden bahsetmiyorum yani hiçbir tutuklunun istisnasız hiçbirinin elleri kolları buradan dirseklerine kadar bu renkte değil… tamamen mosmor. Hergün en az iki ya da üç posta sıra dayağı yeniliyor. İki  ya da üç posta dışarıya çıkıp ta herhangi bir şeyi içeriye getirmek için görevlendirilen arkadaşların dayak yemeden içeri girmeleri mümkün değil. Morartılar şöyle söyleyeyim yani şu ellerinize kollarınıza darbe yediğiniz zaman ilk gün o yediğiniz yerler morarır ertesi gün morartılar yavaş yavaş yukarıya doğru çıkmaya başlar. E sürekli zaten morartı halinde olduğu için belli bir dönem sonra omuzlarımıza kadar  mosmor olduğunu görüyoruz.

İlk etapta işte tuzla muzla ya da şunla bunla ya da revirden alınan işte bir lasonil adlı  kremle iyileştirmeye çalışıyorduk ama sonra baktık ki bu yöntemle bu işin iyileşeceği mümkün değil çünkü bir yara iyileşmeden önce günde iki defa üç defa aynı yere darbe yiyorsanız mümkün değil iyileşmesi ve artık tuz vs şu bu hiçbir şey kullanmadık zaten kollarımız vücudumuzun değişik yerleri mosmor bir haldeydi. İlk bir ay bir buçuk ay sivil elbiselerimizi giyerken,  bir- bir buçuk ay sonra dediler ki;  dışardan lacivert eşofmanlar ve yakut benzeri renkte eşofmanlar isteyeceksiniz, herkes eşofmanla olacak. Ve hepimiz eşofman giymeye başladık.

 Mahkeme öncesinde, avukat görüşmeleri yapmak gerekir. Avukat görüşmelerine gidip gelirken yine aynı bir asker gibi esas duruşa geçiyorsunuz ve yürüyüş halinde gidiyorsunuz.  Avukatla görüşürken gene başınızda gardiyanınız bekliyor, avukatla mahkemenin aşamaları konusunda ya da suçlamalar konusunda bir şeyler konuşuyorsunuz ondan sonra dönüyorsunuz. Tabi her gidiş ya da her dönüş mutlaka işkenceyle sonuçlanıyor yani o koğuş kapısından dışarı çıkıp da içeriye işkence görmeden giren insan yok gibi.

Bu sürede biz, içeride de komünal yapımızı kurduk. Yani ekonomik anlamda sıkıntılı olan arkadaşlarımız vardır aile durumları çok iyi olmayan arkadaşlarımız vardır. Gelen yemekler istisnasız derecede sağlıksız ve kötü yemekler. Günde kişi başına bir yuvarlak ekmek (askeri tahin denilen)  veriliyor. O ekmeğin bir miktarını sabah yiyorsunuz, bir miktarını öğlen,  bir miktarını akşam yiyorsunuz. Bazen ekmek yetmiyor denilerek iki kişiye bir ekmek veriliyor.  Bu yemek ve ekmek kısıtlılığında,  komünal yaşam bir zorunluluk oluyor. Çünkü gelen yemekle birinin karnının doyması mümkün değil. Kantinden alacağınız ekstra gıda malzemeleriyle o boşluğu doldurmaya çalışıyorsunuz. Kantinde de zeytin bisküvi salça süt reçel vs. şeyler var. E artık bir noktaya geldik ki  ailelerimizin bize getirdiği paralar, kantinden alabileceğimiz  o gıda ihtiyaçlarını bile karşılamıyor. Bilinçli bir politika, yemekleri kötü ekmeği az vs. verilmesi. Amaç, kantinden alış veriş yapmaya zorlamak ve kazanç elde etmektir.

 Bu konuyla ilgili geçen yıllarda Kenan Evren’in yargılanması mahkemesine katıldım. Mahkeme heyetine, 1980-83 arası Diyarbakır cezaevinde müdürlük yapan Esat Oktay Yıldıran ve Ali Osman Aydın’ın mal varlığının araştırılması istedim.  Bence burada ayrıca müthiş bir ekonomik yolsuzluk vardı ve bundan da en çok faydalananlar kesinlikle o cezaevinin işkenceci müdürleriydi. Bu talebim tutanaklara geçti, ama, gördük ki göz boyamak için açılmış bir davadır. İktidar, solun ve demokrat kesimin destek ve sempatisine ihtiyaç duyduğu için mizansen şeklinde bir dava açıldı, dava sonucunda ben onu gördüm.

D.G: Hala hayattalar mı onlar.

S.C… Esat Oktay Yıldırın Yıldıran,  İstanbul Kısıklı’da bir otobüsün içinde  PKK’liler tarafından öldürüldü.  Ali Osman Aydın hala hayatta.

Diyarbakır cezaevine dönersek,  20 yaşındaki askerlerin inisiyatifine bırakılan bir işkence merkeziydi. 20 yaşındaki asker kendi hayal gücüyle ürettiği bütün işkence yöntemlerini Diyarbakır cezaevinde  tutuklular  üzerinde uyguladı.

Yani akla hayale gelmedik işkenceler  uygulandı. Mesela, insanların cinsel organlarına ip bağlayıp çekmek ya da iki kişinin cinsel organına aynı ipi bağlayarak onları farklı yönlere doğru koşturmak. Falaka… makata cop sokma. Bir baba oğulu koğuştan dışarı çıkararak, oğlunun makatına sokup çıkardıkları copu, babanın ağzına sokarak yalattılar ve babanın makatına soktukları copu oğulun ağzına sokarak yalattılar.

Yine, havalandırma da fosseptik çukuru açtılar. Tutukluları teker teker fosseptik çukuruna sokup çıkardılar.

 Bu uygulamalara direnen yada isteksiz görünenler oldumu, bunlara inanılmaz başka işkenceler uygulanırdı. Yani işkencede artık sınır yoktu.

İstiklal marşını okuyacaksınız, andımızı okuyacaksınız la başlayan uygulamalar, geceleyin uyurken esas duruşta uyuyacaksınıza kadar gelmiştir. Geceleyin uyurken sağa sola dönmek yok kafayı  çevirme yok esas duruşta eller yanda o şekilde uyunacak. Gece sabaha kadar ikişerli saatlerle tutuklular ikişer ya da üçer kişi olarak nöbetler tutacak. Basbayağı askeri nöbetler. Sabah kahvaltı yaptıktan sonra havalandırma eğitimi olacak. Havalandırmada askeri nizamda yürüyüş olacak ve marşlar söylenecek.  İçeri giriyorsunuz öğlen yemeğine kadar olan yarım saat bir saatlik sürede gene içeride yerinde sayarak askeri yürüyüş yapılacak ve marşlar söylenecek.

İşkence artık 19-20 yaşındaki gardiyanların inisiyatifine verilmişti. Bu askerlerin neler yapabileceğini   düşünün. Bir hamam sefası vardı mesela cezaevinin bir hamamı vardır haftada bir gün ya da 15 günde bir gün gün…. “Koğuş soyun don katıyla hamama gideceğiz”  diye… Herkes don katında yürüyüş kolunda hamama gider. Cezaevinin hamamından içeriye girersiniz daha bir tas su dökmeden “koğuş yıkanma bitmiştir, yürüyüş koluna gir,  geriye dön marş marş”.

 Gelirsiniz koridora “yat”  “ıslak vücutlarla yerlere yat sürün” “dön yerleri yala” ardından üzerimize  köpekleri saldırtma uygulaması başlardı.  Cezaevinin içinde birde bu Alman kurt köpekleri var birkaç tane kendilerince de isim takıyorlar onları üzerimize saldırtarak, korku yaratma bir başka uygulama idi…

Akıl almaz bir maddi ve psikolojik işkence vardı. Bu sırada tabi koğuştan çıkardıkları üç beş kişiyi ispiyoncu olarak kullanma çalışmaları vardı.  Amaçları, tutuklular içeride neler yapıyor, içeride neler oluyor, kim siyasi bir örgütlenme yapıyor? İçeride komün var mı? Yok mu? bunları öğrenmek.

Her gün bakıyorsunuz üç  kişinin ismi okunur, gelin bakalım dışarıya içeride komün varmış. Evet,  var. Bu arkadaşımızın babası işçi benim ailem hafta da bana 1000 lira getiriyorsa bununki iki ayda üç ayda bir 1000 lira getiremiyor. Gelen yemekle doymuyoruz ne yapıyoruz?Kantinden alıyoruz. Aldıklarımı,  arkadaşımla paylaşıyorum. Komün dediğim bu, bu mu diyor komün evet bu. Yok diyor,  komün başka bir şey, komün  komünist demektir.

Sen şimdi bir insan olarak ve yahut bir Müslüman olarak bir arkadaşın yanında aç kaldığı zaman senin onun önünde bir şey yemen mümkün mü? diyoruz

Yok diyor e bizimki de bu işte. Yok diyor, komün komünist demek. Bu  bahane edilerek inanılmaz işkenceleri yapılıyordu. İçeride siyasi konuşmalar ister istemez bazen oluyor. Bu konuşmalar,  ispiyoncular tarafından hemen dışarıya yansıtılıyor.  Ardından yine işkenceler yapılıyordu.

D.G: Peki siz yani kırda çatışmada yakalanıp içeriye getirildiniz diğer tutsaklara farklı olarak böyle bir özeliniz olsa gerek. Bu özelinizden bu olaydan dolayı içeride size özel olarak bir saygı sizi popüler popüleştirme şeyi oldu mu? Yani insanlar işte afiş yaparken yazılama yaparken gözaltına alınabilirler alınıyordurlar ama siz bir çatışmada sağ yakalandınız. Yani bunun ayrıcalığını hiç gördünüz mü içeride size nasıl yaklaştılar? Hem içeride ki tutsaklar hem oradaki işte gardiyan ve idaresi bu konudan dolayı.

S.C… İddianameler yazılana kadar içerideki tutuklunun hangi gerekçeden dolayı tutuklandığı hangi eylemlerden dolayı sorumlu tutulduğu bilinmiyordu. Cezaevi idaresi de bilmiyordu.

Benim yüzüme karşı olmasa da, içerideki arkadaşların bana karşı saygılı duruşlarını hissediyordum. Orada ne bileyim herhangi bir çatışmada yakalanmaktan ya da yaralı yakalanmaktan ziyade, biraz da işkencedeki tavrınızla ilgiliydi.

İşkencedeki tavrımın da tam bir çözülme olmadığını bildikler için,  bir dışlanma ya da bir saygısızlık durumuyla karşılaşmadım. O konuda tamamen çözülmüş veya ne bileyim işte kabul edilemeyecek düzeyde çözülmüş arkadaşlara da yaklaşım bir dışlama ya da öteleme yaklaşımı değildi. Her zaman bir yeniden kazanma politikası uygulanıyordu.

Biraz önce Cafer’den bahsederken bahsetmiştim. İşkencedeki tavrı ile  sembol olan arkadaşımızdı.  Müslüm Elma’da keza öyle. Yani Müslüm Elma’da poliste “elektrik barajı” unvanını almış gelmiş bir yoldaşımızdı. Müslüm Elma’nın bir özelliği de ayrıca şudur hiçbir şekilde hiçbir acıya “axx” veya “off” la karşılık vermemesiyle bilinir. Mesela Müslüm Elma’nın günlerce polis tarafından hiçbir şey sorulmadan sadece bir defa “axx” de diye işkence yapıldığı gene cezaevinde anlatılırdı. Yani polis artık onun ağzından bir şey almayı ya da bir şeyler öğrenmeyi bir yana bırakmış sadece bir “axx” de bir “off” demesi için uğraşmıştır. “ axx” ve “off” demeden direnen yoldaşlarımız vardı,  bunlar sembol olan yoldaşlarımızdı.

E tabi onların isimlerinin cezaevlerinde konuşulması onların fısıltı halinde de olsa onlardan övgüyle söz edilmesi bizleri gururlandırıyordu e bizlere moral veriyordu, bizleri yeniden, yeniden eğitiyordu.  Yoldaşlarımızın direnişleri bütün cezaevinde bütün siyasi hareketler içerisinde örnek  davranışlar olarak kalmıştır.

D.G: Evet peki hiç şöyle şeyler oldu mu acaba. Bu özellikle Diyarbakır hapishanesi için söylüyorum bunu soracağım. Diyarbakır hapishanesinden çıktıktan sonra intihar eden, yaşamına son veren siyasi tutsaklar oldu mu? Böyle şeyler hiç duydunuz mu?

S.C…İnanılmaz derecede, inanılmaz derecede. Siverekli bayan yoldaşımız Cahide Karakaş cezaevinde Esat Oktay Yıldıran ve PKK itirafçılarından birinin (Tuncelili bir itirafçı) tecavüzüne uğruyor. Bir duruşmada bir şeyler söylemek istiyorum, diyerek söz istedi. Mahkeme Heyeti, söz verdi. Ayağa kalktı. Böyle önümde durduğu için dün gibi aklımda.. ayağa kalktı,  bir şeyler söylemek istiyor, söyleyemedi. Birden  elleri bacakları titremeye başladı,  sonra oturup hüngür hüngür ağladı. Mahkeme heyeti, konuşmayacak mısın, diye sorunca,  başıyla hayır dedi.

Bizim bu tecavüz olayından haberimiz yoktu, o zamanlar. Bu yoldaşımız çıktıktan 1 buçuk yıl sonra İstanbul’da kendisini asarak intihar etti.

Ramazan Kılavuz adlı yoldaşımız gene Diyarbakır cezaevi sürecini sonuna kadar yaşamış olan bir yoldaşımız. Cezaevinden  çıktıktan sonra ülkede kalmamaya karar verdi ve bir şekilde yurt dışına çıktı. Yurt dışında birkaç yıl sonra ilaç kullanarak intihar etti.

Viranşehir’de sosyal faşistler tarafından kurulan pusuda şehit olan Aziz Gözetmen yaralı olan Mehmet Beyhan sonradan Urfa işkencehanesinde öldürülen birde kurtulan bir arkadaş olduğunu söylemiştim Remzi Şanlıoğlu.

Bu yoldaşımızda Diyarbakır cezaevinden çıktıktan sonra yurt dışına kaçmak zorunda kaldı, yurt dışında kafasına silah sıkarak intihar etti.

    Gene Diyarbakır cezaevinde bu süreci bütün detaylarıyla yaşamış maruz kalmış yoldaşlarımızdan Haydar Söylemez ( Tunceliliydi ve Siverek’te faaliyet yürütüyordu)  yoldaşımızın da intihar ettiğini öğrendim.

D.G: Bu bahsettikleriniz hep sizin kendi hareketiniz içerisinde olanlar değil mi?

S.C… Tabi bu bahsettiklerim hepsi Partizan militanlarıydı yani birçok silahlı eyleme katılmış,  örgütsel olarak iyi bir konuma gelmiş parti üyesi düzeyinde insanlardı ve sadece bizim örgütümüzden bu kadar insan intihar etti. 150  kişi yargılanıyordu.  Diğer siyasi yapılar, binlerce kişi gözaltın alınmış,tutuklanmıştı.   O binlerce kişi içinde kaç kişi yaşamına son verdi, bilmiyoruz.

D.G: Duyuyor muydunuz böyle şeyler olduğunu.

S.C… İnanılmaz çok duyuyoruz.  Diğer siyasi yapılardan intihar eden insanların İsimlerini hafızamızda tutamıyoruz, ama kendi yoldaşlarımızın isimleri aklımızda.

YARGILANMA

D.G: Peki ben dava sürecini sormak isterim. Dava dosyanızın adı neydi? Dava arkadaşlarınız kimlerdi o anda yargılama öncesinde ve de yargılama safhasındaki tanıklıklarınız nelerdir? Mahkeme safhası duruşmalar, duruşmalara gidiş gelişler mahkeme heyetinin size olan tavrı yani hareketinize olan tavrı tutumu, ailenizle olan o ilişkiler avukatınız ya da avukatlarınız. Avukat görüşmelerinden biraz bahsettiniz isterseniz açabilirsiniz. Avukatlarınızın savunmaları yani yargılama safhasındaki o tanıklığınız sizi etkileyen olay ya da olaylar nelerdir? Bu yargılama safhasını etraflıca konuşabiliriz.

S.C… 1981 yılının sonlarına doğru mahkeme duruşmaları başladı, 84’de de sonuçlandı.  Duruşma günleri, sabah 5.00-5.30  da insanlar koğuşlarından alınır, cezaevinin ana koridoruna toplanır. Ana koridorunda ismi okunan tutuklunun baba ismi seslenmesi söylenir, bu şekilde bir sayım yapılır. Ardından her tutuklunun arkadan eli kelepçelenir. Sonra her tutuklu öndekinin sırtına başını koymak suretiyle ve kollarının altından en arkadakiyle en öndekini bağlayacak şekilde kollarının altından geçen bir zincirle bağlanır. Bu şekilde revolara istif edilmeye başlanırdı.

Revolar dediğimiz bildiğiniz yarı kamyonet tipi arkası tamamen kapalı sac taşıma araçları şimdiki kargo araçları gibi düşünün. Bunun içerisine bir gardiyanla birlikte yaklaşık 45-50 kişi bindirilir.  Tabi Diyarbakır’ın sıcağını bilmeseniz de duymuşsunuzdur yazları 45-50 dereceleri bulur ama dışarıda 45-50 derece olan bir sıcaklığın metal bir kutu içerisinde ve 45-50 kişinin vücut sıcaklığı ile birlikte  düşünüldüğünde, sıcaklığın  kaç derece olduğunu en azından tahmin edebilirsiniz.

E şimdi biz zaten kafamızı kaldıramayız haldeyiz , herkes bir öndekinin sırtına kafa dayamak zorundadır. Birde aramızda birer asker var bu adam da aynı sıcağı hissediyor. Asker elindeki copla,  kendisi için uygun ortam yaratmak ve ara koridoru kendisi için  açmak çabası içinde, çünkü küçük bir havalandırma deliği var. Belki 15-20 cm demir parmaklı bir havalandırma deliği… kafasını oraya dayayarak nefes almaya çalışıyor yani içeriye gelen bir tutam havayı da kendisi kullanmak istiyor.

Biz, yıllarca bu şekilde mahkemelere gittik ve dönüşteki zulüm hep yine bu şekilde oldu.

Mahkemelerde durum farklı mı? Mahkeme salonuna giriyorsunuz. Kelepçeleriniz, zincirleriniz çözülüyor ve  elleriniz dizlerinizin üzerinde oturuyorsunuz. Ne kafanızı  çevirme, ne birine bakma, ne biriyle konuşma imkanı var. İzin verilmiyor. Mahkeme heyeti  sizin bu durumunuzu görüyor. Ancak, bu zulme hiçbir müdahalesi olmuyor.

Mahkeme duruşmasında söylediğiniz önemli şeylerin bir kısmı tutanaklara geçmiyor.  Orada sizin söylediğinizi hâkim tekrar sekretere yaz kızım, şunu dedi diye belki sizin söylemediğiniz ya da söylediğiniz ama onun yarım bırakarak aktardığı şekilde tutanaklara geçiyor. Mesela ben cezaevinden ayrıca 3 defa daha polis sorgulamasına alındım yani normal bir hukuk düzeni içerisinde bir insanın cezaevinden tekrar polis sorgusuna alınması söz konusu bile değil. Dışarıda biri yakalanıyor bir şeyler söyleniyor haydii gel bakalım Serdar Can hanisen bunlara katılmamıştın, hani bunları yapmamıştın, yeniden sorgulama. Aradan 6 ay geçiyor birileri yakalanıyor haydii gel Serdar Can hani hani sen bu eylemlerde yoktun vb. sorgulamalar…

Mesela en son davamızda İstanbul’dan bir itirafçı dâhil oldu ve bir eylem için benim ve Müslüm’ün ismini söyledi,  bizi sorguya aldılar. İtirafçı yüzümüze karşı beyanını tekrarladı.

Ben zaten bu eylemden yargılanıyorum. Ama, eylemde birlikte olduğum arkadaşların yerine ölen yoldaşlarımın isimlerini vermiştim. İtirafçı, eylemi ölen arkadaşlar ile değil, örneğin Müslüm ile birlikte yaptığımı açıklıyor.  İşkence de itirafçının itirafını kabul etmek zorunda kalıyorum, ama ifadenin dibine imza atarken işkence diye imza atıyorum.

Mahkeme duruşmasında, benim verdiğim ifade işkence ile alınmıştır, ifade tutanağının altında imza yerimde işkence yazıyor. Hakim bakıyor,  ha olabilir diyor, laf kalabalığına getiriyor ve benim o beyanımı  tutanağa geçirmiyor. Mahkemeler yargılama değil, bir talimatı yerine getiriyor.

 Mahkeme duruşmalarına  gidiş gelişte yaşanan işkencenin yanında,  en acı çektiğimiz durumlardan biri de ailelerle yapılan  haftalık görüşmelerdir.  

S.C… Görüşmelere geçmeden önce önemli gördüğüm için, mahkeme salonlarıyla ilgili bir iki şey daha söylemek istiyorum. Duruşması olan kişi,  sabah saat 5.00- 5.30 da cezaevinin koridoruna çıkarılır,  saat 10:00’a kadar mahkeme salonunda hazır hale getirilir. Saat 10.00-12.00 arasında duruşma devam eder. Saat 12’de mahkeme heyeti kendisi için bir ihtiyaç molası verir diyelim ki saat 13 de duruşma başlar ve saat 16-17 ye kadar devam eder.  Bu süre içinde 10-15 dakika ihtiyaç için zaman verilir.

Sabah 5.00- 5.30 da  koğuşundan alınan tutuklu, tekrar koğuşuna gelene kadar aç kalır. Su dahi içemez. Çünkü, tuvalete gitmesi mümkün değildir. Yıllar süren yargılamalar böyleydi.

Aileler ile görüşmelere gelince görüşmeler ilk başlarda 5’er dakika idi. Cezaevindeki  işkencelerin yoğunlaşmasıyla beraber, bu 5’er dakikalar 4’er dakikaya 3’er dakikaya ının bir başka nedeni de, cezaevinin mevcudu 2000’leri geçmesidir. Yani her koğuşta her yatakta 2 kişi 3 kişi yatardı.  Bitişik nizam yan yana sıralanarak uyumak zorundaydık. Mevcudun artması ile birlikte, aile görüşmeleri 1 dakikaya kadar düştü. Yani Türkiye’nin herhangi bir yerinden gelen aile, orada bir gece kalarak, ertesi gün tutuklusuyla 1 dakika görüşüp, tekrar dönmek zorunda kalıyordu.

Cezaevindeki işkencelere bir başka örnek vermek isterim. Tutuklulara ailelerinden gelen para ile boya ve fırça vb. malzemeler aldırılırdı. Bu boya ve fırçalar ile  yine tutuklulara, cezaevi duvarlarına istisnasız neredeyse 10 cm kare dahi boş kalmayacak şekilde  Atatürk’ün ve Türk büyüklerinin resimleri yaptırılır ve  ırkçı faşist sloganlar yazdırılırdı.  Mesela görüş kabinimizin üstünde ‘Türkçe konuş çok konuş’ yazılmıştı. “Türkçe konuş, çok konuş” sloganı,  taaa 1940’larda uygulanan bir politikanın sloganıdır.   

Görüşe gelen ailelerin çoğu Türkçe bilmiyor, yani fıkra gibi neredeyse… Türkçe bilmeyen aile bireyine, dışarıda “nasılsın, iyimisin oğlum” kelimelerini öğretmişler,  5 dakikalık bir görüşme varsa 5 dakika boyunca  aykı kelimeleri tekrarlayıp duruyor.  Çünkü başka bir şey konuşması mümkün değil. Tutuklu ne konuşursa konuşsun karşıdan verilen cevap bu olurdu. 

 Görüşme sırasında ailemizle ilgili bir şey sorduğumuz zaman gardiyan yanımızda kulağı ağzımızın dibinde tarlada ki mercimeği mi sordun, aileye çn bir diz atıyor, bu demektir ki,  o tarlvb..adaki mercimek için ayrıca içeride sorgulanacaksın, dayak yiyeceksin…. tarladaki mercimekten ne kast ediyorsun? Ne anlamı vardı bunun? Dışarıya mesaj mı veriyorsun? vb. vb.  gibi bir sonuç ile karşılaşırdık.

Ailelerimizin iç parçalayan durumunu görünce,  görüşmeye gelmemelerini ısrarla belirtiyorduk. Tabi bizim ısrarlarımız onları bu isteklerinden alıkoymuyordu, mutlaka her hafta her hafta geliyordular. İlk zamanlarda ailelerimizin önünde işkenceye maruz kalıyorduk. Sonradan yavaş yavaş onu kaldırdılar,  görüşmeden sonra hesabı soruyorlardı. Yani görüşme tutuklu için başlı başına bir işkenceydi ailelerimize görüşmeye gelmeyin mümkün olduğu kadar az gelin derken onlar bizim onları düşündüğümüz için söylediğimizi sanıyorlardı. Hâlbuki her görüşme tutuklu için bir işkenceydi. Görüşmeye gitmek için koğuştan çıkışta dayak, geri dönüşte ve koğuşa girerken  dayak; orada konuşulan herhangi bir şey için dayak;  sürekli işkence, sürekli baskı…bu nedenle görüşmeler olağanüstüydü.

D.G: Peki şimdi avukatlarınıza dair bir şey söylemek ister misiniz? Avukat savunmaları vs.

S.C…Benim ailemin maddi durumu biraz iyi olduğu için 5-6 tane avukat tutmuşlardı.  Avukatların koca 2 yıl 3 yıl boyunca mahkemede savunma adına söyledikleri doğru dürüst hiçbir şeyi hatırlamıyorum. Yani müvekkilim suçsuzdur tahliyesini talep ediyorum bir an önce mağduriyetinin ortadan kaldırılmasını arz ve talep ediyorum. Bundan öte doğru dürüst herhangi bir savunma avukatların yapmadılar.  Ve ben bir duruşmada kalkıp ailemin benim için tuttuğu 5 ya da 6 avukatını hepsini birden ret ettim. Savunmamı kendim yapacağım,  hiçbir avukata ihtiyacım yok çünkü avukatların hiçbir savunmayla ilgili hiçbir fonksiyonu ya da pozisyonu yok.

Gene verilen ifadelerden dolayı cezaevinden  sorguya alındığım bir gün sorguda bir avukatın işkence altında olduğunu gördüm. Niye PKK’lileri savunuyormuş, niye PKK’lilerin davasına giriyormuş,  diye. Avukat işkencehanedeydi. Sorguya cezaevinden alındığım için o an üstümde ne varsa onunla gidebiliyordunuz. Öyle hatırlıyorum bir ince gömlek üstümde… kış aylarıydı o şekilde sorguya alınmıştım. Bu avukatı elektrik askısından indirmişler.

Elektrik askısında ayrıca insanın üzerine su dökerler ki elektrik etkisini vücudun her tarafına yaysın diye. Sırılsıklamdı ve askerlerden biri, üstünde fazla eşyası olan varsa çıkarsın buna versin,  soğuktan titriyor burada. Orada benim dışımdakilerin hepsi dışardan yeni getirilmiş ve  hepsin de parka yada  palto var. Kimse vermek istemedi.   Diyarbakır’ın kışları da meşhurdur, hava çok soğuk.  Kimse vermeyince, ben gömleğimi çıkarıp askere verdim, asker itiraz etti, senin üstünde bir şey yok, diye.. Olsun, dedim, ben en azından ıslak değilim.

Sorgudan, sonra cezaevine geri döndüm 15-20 gün sonra bir gün kapı, mazgal açıldı beni avukat görüşmesine çağırdılar. Gittim baktım o işkencede süveterimi verdiğim avukat Hüseyin Yıldırım. Dedi ki senin davanı devralmak istiyorum bunun için şimdi vekâletnameyi göndereceğim içeriye imzalar mısın lütfen. Dedim ben bütün avukatlarımı ret ettim. Ailemin de böyle bir girişimde bulunmaması lazım. Yok dedi o sorguda verdiğin bir süveteri ben unutamam onun için mutlaka senin davana girmeliyim ben. Bir duruşmaya geldi ondan sonra yurtdışına kaçmak zorunda kaldı. O avukatla da öyle bir anım var.

………

D.G: Cezaevinde günlük yaşam nasıl olurdu? Ortak alanları nasıl kullanırdınız? Yeme içme sorunlarını nasıl çözerdiniz? Komünden bahsettiniz e sıcak su banyo vb. gibi ihtiyaçlar veya parasal sorunlar. Birlikte kaldığınız arkadaşlarla sosyal siyasal ilişkiler nasıldı? Ne gibi ortak kararlar alıyordunuz? Ve hapishanenin o fiziki koşullarına değinebilir misiniz?

S.C…  Diyarbakır cezaevinde radyo yok televizyon yok gazete yok kitap dergi yok. Hiçbir şey yok. Yani dışarıda ne oluyor ne bitiyor dünya da ne oluyor ne bitiyor hiçbir şeyden haberiniz yok.

     Urfa’da bir operasyon sonucu yakalanmalar  olmuş,  üzerime verilen ifade nedeniyle ceaevinden aldılar, yolda polis arabasında radyo açıktı.  Mısır’da Enver Sedat’ın Müslüman kardeşler tarafından öldürüldüğünü duydum.  Yani o haberi ancak polisin radyosundan duyabilecek pozisyondayız. Ondan öte dünya da ne oluyor Türkiye’de ne oluyor,  kesinlikle hiçbir bilgimiz yok,  görüşmecilerimizle zaten o kısa süre içerisinde hal hatır sormanın dışında bunları sorma durumumuz da söz konusu değil. Böyle bir dünya da yaşıyorduk.

Şahıs olarak mesela bu süreci yaşarken neyi düşündüm? Keşke o son mermiyi onlara değil kendime sıksaydım bu yaşanılanları burada yaşamak zorunda kalmasaydım. O son mermiyi kendime sıksaydım ya da hiçbir şey göstermeden, direk ayağa kalkıp kendimi imha ettirseydim… bunun pişmanlığını çok yaşadım o üç yıl boyunca.

Koğuşta herhangi biriyle siyasi bir şey konuşmanızın imkânı yoktu. Yani çok güvendiğiniz biriyle fısıltı şeklinde bir konuşmaya girebilirseniz.  Onun ötesinde öyle yanında birinin duyabileceği şekilde konuşmanız mümkün değildi. Çünkü ertesi gün onun için bir işkence seansına alınabilirdiniz.

Yine,  sabah herkes sakal tıraşı olmak zorundaydı. İçeride jilet olmazdı, dışarıda idi. Jiletler sayılı olarak verilir gene sayılı olarak dışarıya alınırdı. Öyle Ahmet’in Mehmet’in jileti diye yok.  50 tane jilet vardır 50 tane jilet verilir, 50 tane jilet tekrar alınır dışarıya. Ertesi gün 50 jilet tekrar verilir ve tıraştan sonra 50 jilet sayılarak tekrar dışarıya alınır. Jiletle intihardan çekindikleri için sadece tıraş amacıyla veriyorlar.

Sigara mesela…  sigara ilk 1-2 ay serbestti. Sonra günde 10 tane ile sınırlandırıldı ve sigaralar koğuş dışına alındı. Günde 10 tane sigara, bir süre sonra  5 adete düşürüldü, sonra günde 3 adet sigaraya düşürüldü. Sabah öğlen ve akşam bir sigara.  Sonra, günde 1 sigaraya düştü, akşam yemeğinden sonra…. Yani o bir sigarayı ben,  belki bir paket iki paket sigaradan aldığım zevki alarak içiyordum ve hiç bırakamadım. aksine o  yasaktan dolayı olacak, tiryakiliğimin büyüdüğünü ve yükseldiğini hissettim. Gerçekten de bir sigarayı belki 2 paket sigardan alacağım o fizyolojik zevkle eş değer şekilde içiyordum.

Cezaevi yönetiminin eline mahkeme tutanakları, iddianemeler geçince, bu tutanaklar ve iddianamelerden hareketle,  itirafçılaştırma kampanyası başladı. Esat Oktay Yıldırın, Yıldıran ve Ali Osman Aydın’ın başında olduğu ekip bir takım insanları koğuşlarından alarak cezaevinin bilinmez bir yere, (gidenlerin ağzından duyduğumuz kadarıyla çamaşırhane dediğimiz bölüme)  götürüp sorguluyor işkence yapıyor ve mahkemede çıkıp itirafçılık yapmaya zorlanıyorlardı. Böylece bir itirafçılar koğuşu oluşturuldu.

Bir süre sonra, cezaevi yönetimi sadece gözlemci olarak kaldı, itirafçılar bir ekip kurdular kimi itirafçı yapabileceklerini  tespit edip onlar işkence ve sorguya başladılar. 

Bu durumda insan bazen intihar etmeyi düşünüyor ama inanıyor musunuz intihar edecek pozisyonunuz yok. Yani herhangi bir elektrik kablosuna ulaşamıyorsunuz bütün ampullerin üzerinde bir demir kafes ve kaynaklı herhangi bir yere çıkmanız 1 metreden 1 buçuk metreden yukarı yüksek bir yere çıkmanız mümkün değil öyle bir yer yok. Kendinizi asabileceğiniz ne bir ip ne bir bez var yani intihar etmek isteyen insanda intihar edemiyordu. Bizi kişiliksizleştirme, kimliğimizi tamamen içini boşaltıp kendimizden utanır hale getirerek boş bir çuval gibi bizi bırakmak. Yani yapılan yöntemin bundan başka mantıklı hiçbir açıklaması yok.

Cezaevinde mesela bir ara 18 yaş altındaki çocukların hepsini topladılar. Bir gün duyduk ki çocuklar koğuşu kurmuşlar ve bu çocuklar koğuşunun başında e İslami bir örgüt adına Diyarbakır uçağını kaçıran 2-3  militan tarafından  bunlara dini eğitim veriyor. O uçağı kaçıranlardan biri şimdi meşhur bir gazetede de meşhur bir isimle köşe yazısı yazıyormuş. (kastedilen kişi Yılmaz Yalçıner’dir. 2021 yılında vefat etti)

Diyarbakır uçağını kaçıranlar İslami bir ideoloji uğruna o uçağı kaçırmışlar. Ama içeride, 12 Eylül faşist Kemalist zihniyetiyle buluşmuşlar, koğuştan bütün çocukları toplatarak çocuklar koğuşu kurmuşlar ve onlara dini eğitim vererek “terbiye” ediyorlar! Sabahtan başlıyorlar, namaza, niyaza, duaya, zikre…. Yukarıda  bahsettiğim, bize dayatılan  80-100 tane marşın nerden bakarsan 50 tanesi onlar tarafından uydurulan ve bize ezberlememiz için gönderilen marşlardır. 

D.G: Evet şimdi bu hapishane sürecine dair tabi anlatmak istediğiniz daha spesifik önemli ve yaşanmışlıklarınız var bunlardan bahsetmek isterseniz bunları dinleyebiliriz eğer anlatmak istemezseniz de ben diğer soruma geçmek isterim. Size bazı isimleri okuyacağım.

S.C… Bir şey daha: bu cezaevinde işkence ile öldürülen tutuklular da var. Örneğin, arkadaşımız Ali Sarıbal işkence sonucu yaşamını yitirdi. 

 Ali Sarıbal adlı arkadaşımızı  Esat Oktay Yıldıran koğuş sorumlusu tayin ediyor. Koğuş sorumlusu demek ispiyonlaştırılacak adaylardan biri demektir.  Koğuşun sorumlusuysa koğuşta ne oluyor? Ne bitiyor? Ne dönüyor? Hepsinin bilgisini dışarıya vermek zorundasın. Ali’nin kaldığı koğuş 100 kişilik bir koğuş.  Ali uzun haftalar boyunca ispiyonculuğa zorlanıyor kabul etmiyor. Her defasında da, kabul etmesi için işkence ediliyor. Böyle bir işkence sonrasında Ali koğuşa getiriliyor, koğuşa girer girmez  düşüyor ve bir daha kalkamıyor ve hastaneye kaldırılırken yolda ölüyor.

Bunun için dava açıldı o zülüm şartlarında bile bende Müslüm’de kalkıp mahkemede arkadaşımız cezaevinde öldürülmüştür, dedik. Bizi  açılan davanın duruşmasına götürdüler, ne gördünüz, sorusunu sordular.  Hiçbir şey görmedik , Ali Sarıbal yoldaşımız  işkenceyle öldürüldü, dedik. Ama bir sonuç çıkmadı.

Gene Siverekli  bir arkadaşımız, Medet Özbadem bu işkencelere dayanamayarak öldü. Cezaevinde öldürülen 2.ci arkadaşımız Medet Özbadem’dir.

BİZDEN KOPARILAN YOLDAŞLAR

D.G: Evet tam buradan bu soruyu sormak için bazı isimler okuyacağım. Bu isimlerden birlikte faaliyet yürüttüğünüz kimler vardır? Varsa sizde iz bırakan kişiler yani kimlerdir? Nasıl bir çalışma tarzınız vardı? Onlarla beraber yaşadığınız olaylar var mı? Bu kişilerin ölüm haberini aldığınızda neler hissettiniz tarzında bir sorum var. İsterseniz isimleri okumaya başlayayım. (liste okundu)

Bu isimler içerisinde birlikte faaliyet yürüttüğünüz kişiler kimlerdir? Varsa sizde iz bırakanlar, bu kişilerin ölüm haberini aldığınızda ne düşündünüz? Ne hissettiniz? Ne yaptınız?

S.C… Haydar Arslan ve İhsan Parçacı. Haydar Arslan ve İhsan Parçacı önceki konuşmalarımızda da bahsettiğim gibi yanımda şehit olan iki yoldaştır. Medet Özbadem’le Ali Sarıbal’da gene az önce bahsettiğim Diyarbakır cezaevinde İşkence ile katledilen yoldaşlarımdır. Burada saydığınız isimlerden Ali Uçarla bir gün beraberliğim olmuştur bu yoldaşım öyle tahmin ediyorum bir eylem, bir görev için Diyarbakır’a gelmişti ve bir gün onunla geçirdim ondan öte bir anımız yok.

 Beraber aynı evi kullandık hatta eve gitmeden önce bir kahvede vakit geçirmemiz gerekiyordu bir tavla oynayalım dedik tavla oynamayı bilmiyorum deyince epey şaşırmıştım nasıl bilmiyorsun? Biz devrimci mücadele Diyarbakır’da hani tavla oynamanın önünde engel değildi mutlaka tavla benzeri oyunlar oynayabiliyorduk, bilmiyorum deyince çok şaşırmıştım. Tabi Diyarbakır’a niçin gelmiş ne amaçla bulunuyor o konuda soru sorma kültürümüzde olmadığı için bir gün beraber kaldık o bir gün beraberlikten sonra bir daha göremedim sadece cezaevindeyken onun öldürüldüğünü öğrendim ve üzüldüm her ölüme üzüldüğüm gibi.

 Ama en çok üzüldüğüm ölümlerden biri Süleyman Cihan’ın ölümüdür o yoldaşın hani partimiz sekreteri olduğunu bilmiyordum, İstanbul’da kendisiyle görüşmüştüm,  çok önemli çok yetkili bir görevde iyi bir yoldaşımız olduğunu tahmin etmiştim…

… Süleyman’la o gün Merter’de herhangi bir işçi lokantasında kuru fasulye yedik biraz sohbet ettik. Benim o gece Yalova’ya gitmem, ertesi gün tekrar onun yanına gelip, ondan bir pusula alıp Diyarbakır’a götürmem gerekiyordu. Ertesi gün için randevulaştık ben ayrıldım ertesi gün geldiğimde gene Merter’de ama farklı bir muhitte yeniden Süleyman’la görüştük.

 Yalova’ya gittiğim gün diğer devrimci gruplarla hemen tanışıp sohbet etmiştim.  Orada da ihtilalci sol örgütler mevcuttu. Bana,  sizin oralarda silah temin etmek kolaydır bize bu konuda yol yardımcı olurmusunuz? Demişlerdi. Bende bilmiyorum bakayım arkadaşlarımla görüşeyim size dönerim diye demiştim. Süleyman’a yoldaş bu adamlar burada silah bulamıyorlar ama bizim oralarda biz rahatça temin edebiliyoruz, satın alabiliyoruz ve çok daha ucuz rakamlarla elde edebiliyoruz. Dedim.

Yoldaş dedi, sen o işlere karışma, birde bu nedenle  başımız ağrımasın,  sen kendi işine bak, dedi. Pusulayı verdi bana ve Diyarbakır’a döndüm, ilgili kişilere verdim.

Süleyman Cihan’ın ölüm haberi de beni en çok etkileyen ölüm haberlerinden biri. Önder bir yoldaşımızın kaybı her zaman ister istemez o. Bütün yoldaşlarımız hakkında mutlaka o üzüntüyü hissederiz, ama Süleyman gibi önder bir yoldaşımızın eksikliği  bizi çok etkilemiştir. Ama etkilemiş derken de Süleyman’ın işkencedeki direnişi de aynı şekilde bizim yaşama isteğimize yaşama sevincimize sevinç katmıştır, diyebilirim. Onun direngenliği o süreçte, bizim moral değerlerden biridir.

D.G: Hayatını kaybeden varsa buyurunuz. Anlattınız zaten birkaç isme değindiniz başka isimlerden de bahsede bilirsiniz kimler vardı?

S.C… Mehmet Ali Elalmış…  Mehmet Ali el Almış 1975-76 o ilk hareket ayrılığı döneminde de örgütümüzün faaliyetlerini yürüten militan yoldaşlarımızdan biriydi. İşkencehanede öldürülen bir yoldaşımıza,  sağlık sorunlarından ölmüştür diye rapor veren bir doktoru cezalandırdığını biliyorum. Diyarbakır cezaevinin müdürlerinden birini cezalandırdığını biliyorum. Gene Diyarbakır sivil cezaevinin baş gardiyanlarından birini cezalandırdığını biliyorum. Militan bir arkadaşımızdı,  çok da eski bir arkadaşımızdır.

Bu 12 Eylül süreci içerisinde yakalanmayan ha pardon yakalanıp bir şey kabul etmediği için direndiği için kısa sürede bırakılan bir arkadaş ve o baskı yıllarında bile örgütle temasını koparmamıştır. Geç temasa geçmiş ve gerilla faaliyetleri için lazım olan lojistiği yurt dışından bizzat kendisi gidip temin edip sınırları aşarak getirir bir görev üstlenmiştir.

S.C… Bir diğer arkadaşımız Hasan Gündüz denilen bir sempatizan arkadaşımızdır. Bu da Diyarbakır vahşetini bizimle beraber yaşamış o vahşeti yaşadıktan sonra çıkmış kendi devrimci demokrat kişiliğinden taviz vermeden bir emekçi olarak Diyarbakır’da hayatını devam ettirirken, Hizbullah’ın on binlerce faili meçhul cinayete imza attığı dönemde Hizbullah tarafından sırf devrimci kişiliği ve çevresinde uyandırdığı sempatiden dolayı öldürülen bir yoldaşımızdır.

Bir diğer yoldaşımız daha önce bahsetmiştim galiba Siverek’teki çatışmalarda öldürülen İbrahim Halil Katar. Orhan Bakır’ın kaçırılma eyleminde bulunduğunu belirtmiştim. Bu yoldaşımız yanlışlıkla  kendi yoldaşlarının silahından çıkan bir mermiyle öldü.

Onun dışında zaman zaman bazı isimler aklımıza geliyor hani burada şuan biraz önce okuduğunuz isimlerin dışında bazı isimler aklımıza geliyor ama doğrusunu isterseniz ancak olayla ilgili sıcak taze bir şey konuşulduğu zaman isim aklımıza gelebiliyor. Yani hepsini birden dökemeyebiliyoruz başka arkadaşlarda olabilir.

D.G: Peki yani bizim unuttuğumuz bu görüşme sırasında görüşmenin tamamı sırasında ve sizin kayda geçmesini istediğiniz başka şeyler varsa onları da alabiliriz eğer yoksa görüşmemiz burada sonlanmış oluyor en azından 70 ile 80 arası, 82’nin başına kadar olan kısmı diyelim.

S.C… Evet ben örgütlü mücadeleye katıldığım dünden bugüne kadar hem ideolojik olarak hem ruhen gönül birliği yaptığım yoldaşların stratejik anlamda ilkesel düzeyde çok önemli eksiklik ve hataları olduğuna asla inanmıyorum ve yaşamım süresince böyle bir şey görmedim. Ve bu 55-60 yıllık yaşam süresi içerisinde dünya da hiçbir eğitim evinin hiçbir öğretim evinin hiçbir okulun veya ekolün veya kliğin Partizan kadar kendi bünyesindeki elemanları eğittiğine şahit olmadım.

Benim geçmişte içinde bulunduğum bu yapı insanları eğitmede insanları ayakları üzerine dikmede ve onların hayata karşı ilkeli duruşunda o kadar önemli o kadar ciddi görevler oynuyor ki o insanlar belli bir süreliğine kopmuş olsalar dahi bu suyu hani çeliğin suyunu aldıkları yapıdan hiçbir zaman gönül bağını koparamıyorlar koparmaları mümkün değil. Çünkü o yapının dışına da düştük cezaevleri de yaşadık da koptuk da küstük de her ne yaşadıysak yaşadık diğer bir sürü siyasetle insanla şunla bunla tanıştık ben gerçekten samimi olarak söylüyorum eğitim konusunda hiçbir yapının Partizan kadar kendi militanlarına kendi kadrolarına önemle yaklaştığını görmedim ve Partizanın yetiştirdiği nitelikte insanları da parmakla sayar derecesinde ancak görebiliyordum diğer yapılarda.

TKP-ML’nin geleneğinde öyle bir eğiticilik vardır belki önderinden gelen bir mirastır bu çünkü yani 22-23 yaşında bir önderin yazdığı yazılara onun düşünce sistematiğine onun programına. Programatiğine bakınca insan öyle bir düşünce sistematiğinin nasıl bir disiplinden geçtiğini az çok tahmin  edebiliyor. Onun bıraktığı bir miras olarak değerlendiriyorum.

Dünyanın en iyi militanları en iyi devrimcileri en fedakâr en yiğit devrimcileri bu hareket bu hareket gibi hareketler tarafından ancak yetiştirilir. Bu hareketin Türkiye konusundaki temel tezleri konusunda yanıldığını asla düşünmüyorum aksine geliştirilmesi gerekir.  Bu ülkede bir gelişme olacaksa,  ancak bu temel ilkeler doğrultusunda bir şeylere varılacağı kanaatimi hiçbir zaman yitirmedim.

Yani bu ülkede Halk Demokrasisi adına Sosyalizm adına bir adım olacaksa biz yaşayalım yaşamayalım görelim görmeyelim mutlaka, mutlaka bu hareketin o adımın içerisinde önemli bir yeri olacaktır. Çünkü bu hareket kadar ülkeyi tanımlayabilen ülkeyi gözlemleyebilen ve ona göre adam yetiştirebilen bir yapı olduğunu veya olabileceğini asla düşünemiyorum.

D.G: Peki en son olarak şu aklıma geldi o yüzden sormak istiyorum. Yakın geçmişte ya da geçmişte vurulduğunuz yere çatışmanın çıktığı yere hiç gittiniz mi? Orayı gördünüz mü? O bölgeyi gezdiniz mi? Orada kendinizle baş başa kaldınız mı hiç? Böyle bir şey oldu mu? Yakalandığınız yere.

S.C… Evet. Hukuki anlamda kimliğimi kullanabilir hale gelmem daha 5-6 yıl oldu.

 2-3 yıl önce Diyarbakır’daki ve çevredeki arkadaşlarımla buluşup önce oradaki arkadaşlarımızın mezarını yaptırmak için bir görev üstlendik kendimize. Mezarı olmayan veya mezarı mezar denilemeyecek halde olan arkadaşlarımız vardı. Kendi aramızda karınca kararınca 3-5 kuruş para toplayıp, arkadaşlarımızın mezarlarını yaptırmaya başladık. Üzerine Partizan ve  sadece isim ve doğum tarihini yazıyorduk.

İhsan yoldaşımın mezarının doğduğu köyde olduğunu öğrendim. Doğduğu köyde bizim çatışma alanımızın 1 buçuk 2 km kadar bir mesafede. O yoldaşımızın mezarını yaptırmaya giderken,  çatışma alanımıza da gittim. Daha uzaktan hayallerim, çatışma günü,  İhsan’ın inlemesi kulağımda çınlamaya başladı. Yaklaştıkça coğrafyanın biraz değişmiş olduğunu gördüm ve büyük üzüntü duydum. Oraya bir taş ocağı açılmış ve taş ocağında işlenen taşların mucuru cürufu kırıntısı bu bizim çatıştığımız uçurumun içine dökülmeye başlanmış. Ve yaklaşık 220 metrelik uçurumu ağzına kadar taş ve kaya parçasıyla doldurmuşlar.

Bizim düşmanla ilk temasımız ve öldüğümüz nokta olduğu gibi taşların kayaların altında kalmış çok üzüldüm Yani bir çevre açısından da kabul edilemeyecek bir durum. O yörede içinde ufak bir şelale gibi suyun sızdığı öyle bir uçurum yok.  Bağlardaki bodur meşe ağaçlarının dışında uzun ağacın olduğu tek yer bu vadi,  hepsi telef olmuş,  hepsinin üstü taş ve kaya mucuru ile doldurulmuş.

Hemen resimler çektim telefonumla. Resimledikten sonra en azından çevre mücadelesine katkım olsun diye bir yazı yazmayı önüme koydum ki, barikat savaşları başladı Diyarbakır’da. Barikat savaşları başlayınca bu gündemin artık ikinci planda kalması gerektiğini düşündüm ve yazmayı erteledim.

Geleneğin Belleği Ana Sayfa