Seza Mis Horuz (S.M.H:) (1956) ©2017 Onur Vakfı
Görüşen Kişi: Devim GECE (D.G:)
S.C: Ankara’ya geldikten sonra bir süre orada kaldım. Daha sonra, iki yıllıkta biz kadınlar olarak direnişi başlattık, direniş başlatınca bizi Mamak’a göndeririz diye tehdit ettiler çünkü o dönem gerçekten Mamak bayağı zulüm kalelerinden biriydi. Biz de direndik çünkü o dönemlerde tekrar cezaevinden şubeye alıyorlardı, birileri yakalandığı zaman ya da üzerinde bir ifade olduğu zaman tekrar işkenceye alıyorlardı. Bir arkadaşımız o gün böyle alınınca biz kadınlar olarak itiraz ettik, işte işkenceye hayır, ölüme hayır, işte arkadaşımızı işkenceye götürüyorsunuz diye isyan ettik. Tabi bu isyanı beklemiyorlardı cezaevi idaresi, şey yaptı, bizi aşağıya indirdi, aşağıda kalorifer dairesi var, 60 kadar kadını, bunlar elebaş, elebaşlığı yaptılar diye, itiraz ettiler diye bizi aşağıya indirdiler. Orada bizi gerçekten 1 hafta, 10 gün yoğun işkence yaptılar. İşte dayak attılar, küfrettiler, işte siz burada komutanım diyeceksiniz diye dayattılar. Bayağı yoğun işkence yaptılar, insanlar gerçekten kadınlarımız iyi direndi. Oradan sonra bizi Mamak’a götürdüler. Tabi Mamak, artık orayı kapattılar, bir de o şehrin ortasında olduğu için arada sırada pencereden bağırıyorduk, burada işkence var diye bağırıyorduk falan! Mamak’a götürdüler, Mamak’ta da bir süre kaldım. Tabi Mamak’ta daha özel muameleler yaptılar, daha çok işkence yaptılar.
Görüşmeden Siyasi İlişkiler – Çalışmalar – Gözaltı – Mahkemeler – Cezaevleri ile ilgili bölüm:
Yani o dönemde gerçekten şehir tiyatroları, belediye tiyatroları çok kaliteli tiyatrolar falan yapılıyordu.
……
S.C: “Tabi o arada ben işte hem üniversiteye girdim hem de çalışma, SSK’da şey, sınav yapıldı memur oldum ben, devlet memuru oldum. Aslında ben, puanım çok iyiydi, yani ben okuyacaktım, Ercan ağabeyim liseyi değil, üniversiteyi bitirip eve bakacaktı. Tabi Ercan ağabeyim 4 yılık şeyi 7 yılda bitirmeye başlayınca ben o zaman hani işe de girmek zorundaydım, İstanbul’a geldik ve küçücük bir evde yaşıyoruz, bir ağabeyim var o terzilik yapıyor yani terzilik yamağı, onun parasıyla mümkün değil. Onun için ben hani işe girmem gerektiğini düşündüm, sınava girdim, SSK’da memur oldum yani hem de okula başladım İktisat Fakültesi’ne başladım. O arada işte şey, nedir, daha sonra devrimcilikle tanıştım. …..
SSK’da, 73’de SSK’da görevli olarak başladım. Oradaki şeyim tabi ki ilk dönem İstanbul’a yeni gelişim yani küçücük bir yerden, küçücük bir yerden devasa bir kente gelmenin getirdiği bir şaşkınlık, tedirginlik yaşıyordum, yani büyük bir iş yerine de girmiştim falan, oraya uyum sağlamak çabam vardı.
…….
M.T. ile tanıştım. Şu anda avukatlık yapıyor. Tabi beni ilk defa siyasetle bağlantı kurduran arkadaşım oydu. O tabi daha önce de örgütlüydü, devrimci bir arkadaştı. İşte beni anlatmaya çalıştı, dünyadan, Türkiye’den, düzenden anlatmaya çalıştı.
D.G: Nerede tanıştınız M.T. arkadaşla?
S.H: İşyerinde.
D.G: İşyerinde.
S.H: İşyerinde, evet o da orada memurdu, ben de şey yapıyordum orada, o aynı zamanda da hukukta okuyordu, yani hem çalışıyordu hem de hukukta okuyordu. İşte o bana gerçekten ilk devrimciliği o anlatmaya başladı. Tabi ben daha önce hani onunla tanışıncaya kadar o, o dönemlerde CHP’nin bayağı şeyi vardı, Karaoğlan rüzgârı vardı, mitingleri falan vardı. Tabi ben böyle bir arayış içerisindeydim sürekli, ne oluyor, ne bitiyor, büyük kent var…
D.G: Sene kaçtı, kaç yaşındaydınız?
S.H: O zaman yani 19’a girmiştim, yani çünkü liseyi bitirir bitirmez şey yaptım, 18-19, tabi 18’de zaten işe giriliyor, yani 18’i bitirdikten sonra, 18-19 yaşlarındaydım. Tabi ilk dönemlerde CHP’ye sempati duydum, hani gerçekten bir rüzgâr, işte toprak köylünün, işte toprak işleyenin bilmem… hani sloganları vardı o dönemde ve genelde emekçilerden yana bir rüzgar estiriyordu. Ben işte hani daha yoksullardan, emekçilerden, çalışanlardan yana yüreğim attığı için, diyordu ha bu geldiği zaman iyi olacak, halkın durumu iyi olacak falan diye. Mesela bazen işyerinden kaçar onun mitinglerine falan giderdim, katılırdım da yani yakın yerlerde olduğu zaman katılırdım, böyle bir ilk çok kısa bir CHP’ye ilgim oldu. Daha sonra işte arkadaşım benimle ilgilenmeye başlayınca, tabi o daha sosyalizm ve devrimi, devrimciliği anlatmaya başladı, işte bunların kurtuluş olmadığını, yani söylediklerinle, söyledikleriyle yaptıklarının farklı olduğunu anlatmaya başladı. Tabi bu daha çok aklıma yatmaya başladı, onunla daha çok ilgilenmeye başladım, onun anlattıklarıyla daha çok ilgilenmeye başladım ve o arada ya Tüm-Der’di ya Mem-Der’di şu anda anımsamakta zorlanıyorum ama Tüm-Der olabilirdi, memurlarla ilgili dernek oluşturuldu.
Tabi ben o dönemde gerçekten hızlı bir şekilde mücadeleye atılıyordum, işte sabah işe geliyordum, iş dışında hemen bir yerlere gidiyorduk ve eve, yani saat 12’de, 1’de eve dönüyordum yani öyle koşturma içerisindeydik. O dönemde mesela sosyal, sosyal diyorum… sosyal faaliyet olarak en sevdiğim, en çok yaptığımız şeylerden biri de, birlikte tiyatrolara gitmekti. Yani o dönemde gerçekten şehir tiyatroları, belediye tiyatroları çok kaliteli tiyatrolar falan yapılıyordu. Hani bir de toplu aldığımız için, birçoğumuz da hani öğrenci falan olduğumuz için daha ucuz ücretlerle tiyatrolara girerdik.
D.G: Hangi oyunlara giderdiniz?
S.H: Mesela o dönemden aklımda kalan, ilk gittiğim mesela Genco Erkal’ın şeydi, Kerem Gibi, tek başına oynayacak demişlerdi, tek başına canlandıracak falan. Ben de, ya dedim ya tek başına nasıl izleyeceğiz, yani ne kadar etkin olacak falan diye öyle endişeyle gitmiştim yani ama gerçekten oradan büyülenerek çıktım. Yani iki saat boyunca tek başına yani nasıl bir performans gösterdi, nasıl yürekten Nazım’ın şiirlerini okudu falan, böyle çok etkilenmiştim yani, çok çok. Ondan sonra Genco Erkal’ın bütün oyunlarına falan gitmeye çalışıyordum. Mesela [1]Alpagut Olayı diye bir şey vardı herhalde onu mu ya da başkalarını mı, maden işçilerinin direnişini anlatan bir şeydi, onu hatırlıyorum. Davul ve şeydi, bir şeydi galiba, Düğün diye bir şey Haşmet Zeybek’in vardı, Zengin Mutfağı vardı mesela, Zengin Mutfağı da orada işte emekçi, çalışanların ev sahiplerine karşı mücadelesi, faşistlerin onlara karşı kötü davranışı falan… Yani gerçekten sosyal, politik tiyatrolar vardı ve o dönemler o tiyatroları bir örgütlenme aracı olarak algılıyorduk onu ve birçok insanı götürebiliyorduk, mahalleden götürebiliyorduk, öğrenciler olarak gidiyorduk, memurlar olarak gidiyorduk, yani bunlar çok yoğun olarak yaptığımız şeylerdi o dönemde. Benim faaliyetlerim, mesela öğrenciliğim pek olmadı, hatta hiç olmadı diyebilirim, çünkü ben çalışıyordum, bir aylık, yıllık, şeyim vardı, iznim vardı ve onu genelde vizelerde kullanıyordum, yani imtihanlara girmek için şey yapıyordum, düzenli derse gidemiyordum, çünkü çalışıyordum vaktim de yoktu. Onun için benim öğrenciliğim, öğrencilik hayatım pek yok gibi diye düşünüyorum. Oradan bir arkadaşım vardı, hala da görüştüğüm ve J. diye bir arkadaşım vardı, o düzenli okula gidiyordu ve çok fedakâr, çalışkan bir arkadaştı, emekçi bir ailenin kızıydı, babası emekçiydi, yani işçiydi, kooperatifte oturuyordu, bize yakın da bir yerde. O hep şey yapardı, sen işte emekçisin, çalışıyorsun ailene bakıyorsun, ben okula gidiyorum, onun için hani bütün dersleri iyi takip ediyordu, her gün gelip bana anlatıyordu fırsat buldukça, beraber ders çalışıyorduk, gerçekten çok özverili bir arkadaşımdı. Ve ben 4 yılda bitirdim, dönem de kaybetmeden, her sınava girdim.
Tabi çok yüksek puanlarla şey yapmadım ama önemli olan üniversiteyi bitirme dedim yani çünkü o koşullarda hani çok yüksek puanı düşünmenin de bir şey, hükmü yoktu yani, çünkü çok fazla uğraşı alanım vardı falan ama 4 yılda ben bitirdim. Onun için hani şeye karşı, üniversiteye karşı sadece aklımda kalan bir J. kalmış, hala dostluğumuz var, çok yakın arkadaşlığımız var. Diyorum ki yani hani somut olarak seni gösterebilirim üniversiteye girdiğime (gülüyor) dair, bir de elimde bir diploma var, başka da bir üniversite hayatım, arkadaşlarım, çevrem fazla da yok.
D.G: Hocalarınız?
S.H: Hocalar vardı tabi, hocalar aklımızda kalıyordu, yani takip ediyordum. Mesela hatta bir tanesini öldürdüler o dönemde, [2]Cahit Tütengil’di galiba o zaman öldürdüler, faşistler onu öldürdüler. Mesela o dönemde şunu hatırlıyorum, yani ara sıra istisna da olsa derse gidiyordum, kocaman amfiler falan vardı o dönemde. Mesela genelde sağcılar bir tarafta otururlardı, solcular bir tarafta otururlardı ve hani tabi bölümümüzde aktif bir bölüm olduğu için hani ekonomi, politik, siyaset olduğu için hani daha çok tartışmalar falan olabiliyordu, yani konuşulabiliyordu o dönemlerde. Mesela o dönemde hatırladığım bir istatistikçi vardı ve gerçekten kâbus gibiydi, benim de herkes için, yani onun dersinden geçmek için göbeğimiz çatlıyordu, çok cimri bir not vericiliği falan vardı, aklımda kalan hocalardan biri o olmuştu. Savaş, bir de Savaş Akat diye biri vardı, o hangi derse giriyordu bilmiyorum da ama şeydi yani, okul da hareketliydi. Düşünsene, tartışılıyordu, konuşuluyordu vesaire yapılıyordu yani politika hayatın her alanındaydı. Ama mesela hep şeylere katılırdım yani öğrenci mitinglerine katılırdım ve gerçekten çok kalabalıktı, yani mesela bir şey protesto edildiği zaman ya da bir ölümlere itiraz edildiği zaman ki o dönemlerde öğrencilerden de ölenler oluyordu, şu oluyordu bu oluyordu. Yani mesela şeyin, nedir, mitingin bir kısmı şey değildi, Unkapanı’ndaydı ya da Taksim’deydi ucu, bir de işte İstanbul Üniversitesi’nin oradaydı, yani çok uzun bir kortejler falan olurdu. Her şey kitleseldi yani nerede bir eylem yapılacak olsaydı orada bir kitlesellik vardı yani memurlarda olsun, öğrencilerde olsun, mahalle, mahalle şeylerinde olsun, eylemliliklerinde özellikle işçiler tabi, daha çok işçiler ve şeyler, öğrenciler kitleseldi, orada bir kitlesellik vardı yani. Tabi o beni şey yapıyordu, çok coşturuyordu yani. Hep diyordum ki, hani kafası çalışan, okuyan, aydın yürekli insanlar, emekçiler, işçiler, öğrenciler bu işe omuz veriyorlarsa bu düzen değişiyor diyordum!
Hep öyle, bu düzen değişir yani, bu kadar iyi insanlar itiraz ediyorsa, mücadele ediyorsa bu düzen değişir diye hep o coşkuyu, o şeyi yaşıyorduk yani, eminim başka arkadaşlarım da bunu yaşıyordu. Yani okulla bağlantım genelde böyle oldu, pek öğrencilik yaşadım sayılmaz yani öğrenci havası yaşamadım. Onun için şöyle bir içimde ukde de kaldı, hala yapıyorum bazen, işte gece rüyalarımda şey yapıyorum, çalışıyorum, sınava girip üniversiteye gireceğim hani üniversiteye gireyim hani üniversiteyi okuyayım, bir üniversiteli olma şeyi yaşamadım yani. Oysa o dönem çok güzel, çok bizim için çok güzel bir şeydi, havalı bir şeydi üniversite ki üniversitede okumak o kadar kolay değildi, hele de kadınların sayısı çok çok azdı yani o dönemde, şimdi tabi ki daha o, hem olanaklar hem okullar fazlalaştı. Yani hiç şey, üniversitede üniversite öğrencilik olarak hayatımı sürdüremedim. Onun için böyle rüyalarımda hani çaba gösteriyorum, hani sınava girmeye çalışıyorum işte kazanmaya çalışıyorum, üniversiteyi okuyayım falan filan… Ondan sonra diyorum ki ya ben, ya ben okumuşum, ben üniversite bitirmişim niye çabalıyorum falan diye… Demek ki şey düşünüyorum, dönüp baktığımda hani, bilinçaltımda hani üniversiteli olamamanın bir şeyi var herhalde, bir arzusu var, öyle bir şey.
D.G: Evet.
S.H: Evet yani çalışmalarımız genelde buydu.
D.G: Peki, yani siz gençlik içerisinde oldunuz, işçi sendikalarına gittiniz, derneklerde, sokaklarda oldunuz ve çeşitli toplumsal sınıf katmanları ve kurumlar içerisinde üniversite yıllarınızda çalışma hayatınız içerisinde faaliyet gösterdiniz. Ben o zaman yavaş yavaş sohbetimize başlayabiliriz bu politik sürece dair. Örneğin işte bu harekette pozisyonlar, üyelik ve konumlar arası ilişkileri konuşabiliriz. Harekete nasıl üye olunurdu? Üyelik statüsü nasıl gelişiyordu? Üyelik öncesi bir süreç var mıydı?
S.H: Tabi ki vardı, yani hani bir, genelde hani sempatizan, ileri sempatizan ve parti üyesi olarak şey olurdu, nedir, bir sıralama vardı, süreci kavrama, geliştirmek kendini, ikna etmek işte örgütün seni takdir etmesi vesaire, yani böyle bir süreç vardı. Tabi ben sempatizan olarak başladım, hızlı bir şekilde böyle başladım. Başlar başlamaz da hani, orada o dönemde sempatizanın da belli bir sorumluluğu ve disiplini vardı yani.
Gerçekten mesela mitinglere katılma, işte okuma birimlerinin olması, daha sonra işte çeşitli eylemlerde yer alma noktasında bir, bir sempatizanlık süreci vardı. Tabi daha, bilinç arttıkça daha örgütlenme arttıkça, örgütlenme seviyesi arttıkça o zaman ileri sempatizan düzeyinde oluyordu, o zaman diyelim ki sen de senden daha geri durumda olanlar yani kitle ilişkisi dediğimiz, ha ilk düzey kitle ilişkisi! Yani şu ya da bu şekilde seninle örgütle bağlantılı olan, sempati duyan, çevresinde olanlar kitle ilişkisi, yani o siyaseti şu ya da bu şekilde tanıyan insanlar, onların çeşitli demokratik eylemlerine katılan kişiler kitle ilişkisi. Hani bizim kitlemiz buydu, mesela diyelim ki Partizan kitlesi denirdi bunlara, ondan sonra o kitlelerin içerisinde çalışmalar yaptığın zaman sempatizan oluyordu, bir kat daha yukarı çıkıyordu, yani sempatizan düzeyinde, o mutlaka mesela dergi okur, dergi dağıtır, vesaire oluyor. Daha sonra da ileri sempatizan, daha çok yani örgütü bilen, anlayan, ilkelerini takip eden, ona uymaya çalışan, politik ve pratik seviyesini geliştiren insanlar da ileri sempatizan olarak değerlendirilirdi ve bir tık yukarı da parti üyesi olarak yorumlanırdı, böyle bir süreç oluyordu. Şimdi ben hızlı bir şekilde gerçekten çok hevesliydim, her şeye çok ilgiliydim, teorik olarak kendimi geliştirmek için çok okuyordum, tartışmalara katılıyordum böyle hani yutar gibi izlemeye çalışıyordum insanları ve bana bu büyük bir güç veriyordu, yani her gelişme bana bir güç veriyordu.
D.G: Neler okurdunuz, ne gibi tartışmaların içerisinde bulunurdunuz?
S.H: Yani şimdi o dönemlerde tabi hep Sosyalizmin Alfabesi’nden başlardık, birçoğumuz…
D.G: Ne gibi tartışmalar ve okumalar?
S.H: He, esas olarak mesela ilk Sosyalizmin Alfabesi’nden başlardık, yani sosyalizmi öğrenmek… başlardık. Daha sonra Diyalektik Materyalizm, incecik bir kitap vardı, diyalektik düşünme, onların yolu yöntemini… her örgütlemeye meyil ettiğin insanlarla ilk yapılan şeyler bunlar oluyordu.
Onun dışında tabi dergiler, sol dergiler okuyorduk ve bolca roman okuma şeyi vardı o dönemde ve gerçekten o romanlar bizi çok etkiliyordu yani onlardan çok keyif alıyorduk, güç buluyorduk, anlamaya çalışıyorduk. Okuma şeyi gerçekten o dönemde yani benim ya da çevremdeki arkadaşlarda böyle bir şey vardı, heyecan vardı, okuyorduk yani, tartışmalara katılıyorduk. Siyasetler arası tartışmalar oluyordu, işte farklı politikalardan dolayı hani kim ne diyor, ne demiyor onlarla ilgili siyasetler kendi arasında tartışmalar falan yapılıyordu, bunlara katılıyorduk, yani genelde bunları yapıyorduk o dönemde.
D.G: Peki ben isterseniz sorduğum soruyu hatırlatayım, yani harekete nasıl üye olunurdu, üyelik statüsü nasıl gelişirdi?
S.H: Evet, şimdi onu tekrar dönersek hani dediğim gibi kitle ilişkisi, sempatizan, ileri sempatizan, parti üyesi statüsü vardı. Onlar aşama aşama… Yani kişinin teori ve pratik olarak sürekli takip etmenin gerektiği düşünülüyordu, çünkü ikisi birbirini tamamlayan şeylerdi. Ama mesela herkeste bunu ne kadar takip edebilirdi, o tabi tartışmalı, yani herkes hem teorik olarak hem pratik olarak ne kadar gelişti? O tartışmalı. Çünkü bazıları daha çok işte pratiğe önem veriyordu, bazıları daha çok okumaya önem veriyordu, oysa hayat ikisini birlikte, yani güçlü olabilmek için, hayatı yorumlamak, mücadeleyi geliştirmek, daha kapsamlı düşünebilmek için ikisinin mutlaka birbirini besleyerek ve paralel gitmesi gerekiyordu. Ama o hengâmede bu, herkes için bu olamıyordu, çünkü gerçekten o dönemde damgasını vuran şeyler genelde pratiklerdi ve çünkü hayat çok hızlı akıp gidiyordu, her tarafta eylemlilikler, etkinlikler, grevler vesaire olduğu için hani onlara yetişme, onları örgütleme, onlara katılma vesaire yaşamın büyük zamanını alıyordu. O açıdan sanırım okumaya hevesli insanlar pratiğe hevesi olanlar kadar sayısı yoktu, yani biraz daha özel, biraz daha ilgi isteyen bir şeydi. Böyle bir politik süreç vardı.
İşte nihayetinde böyle yani sempatizan, artık ileri sempatizan artık birçok şeyi bilen, partiye çok yakın olan, demokratik merkeziyetçi ilkelerini kabul eden, hani partinin düşüncelerinin doğrultusunda faaliyet yürüten, onun düşüncelerini savunan bir kişi olması gerekiyordu. Yani hem pratik hem teorik olarak gelişmesi gerekiyordu: Ondan sonra da parti üyesi, parti disiplinini, ilkesini, kurallarını bilen, artık profesyonel devrimcilik yapacak kapasitede olan insanların olması gerektiği noktasında bir anlayış vardı. Ama tabi bu her zaman hani teoride yazdığımız kadar, kadarıyla pratikte aynı olmayabiliyordu. Yani diyelim ki, her parti üyesi aynı birikim, teorik ve pratik birikimi kendinde taşımayabiliyordu. Bunu değerlendiren insanlar da aynı düzeyde olmayabiliyordu yani ve parti de herkesi aynı düzeyde takip etmeyebiliyordu yani. Çünkü şeyden de bunu sonra fark ettik, 80’lerde bir sürü insan cezaevine düştü, parti üyesi insanlardan bir kısmının düzeyinin üyelik kıstaslarına uygun olmadığı görüldü. Ama o dönemde de dediğim gibi hızlı, çok hızlı bir şey olduğu için, süreç olduğu için bunun da fazla ayrımında olunamıyordu! Yani zaten geri dönüp baktığımda, o dönemin o hızlılığından kaynaklanan kimi şeylerin eksik olduğunu, yapılmadığını bugün çok daha yakın görebiliyoruz ama o dönemde bunu bu kadar görmek pek mümkün olmuyordu. Yani herkes militan bir şekilde bir faaliyetin içinde olmak gerektiğini düşünüyordu.
D.G: Peki, harekete içerisinde konumlar arasında bir hiyerarşik ilişki var mıydı yani ast-üst ilişkisi gibi? Varsa, bunu belirleyen ölçütler yani kriterler neydi? Örneğin hareket içinde bulunma süreleri, alınan sorumluluklar ve benzeri gibi süreçler bir kriter miydi, böyle şeylere bakılır mıydı?
S.H: Tabi yani süreci belli ölçüde hani takip ediliyordu, dediğim gibi yani pratik ve teorik olarak gelişme düzeyi nedir, hangi eylemlere katılabiliyor, nasıl katılabiliyor? Kitle ilişkisi nasıldır? Kendisini nasıl geliştirebiliyor? Yani bunları takip ediliyordu, daha doğrusu takip edilmeye çalışılıyordu, şimdi herkes için gerçekten mümkün olmuyordu, takip edilmeye çalışılıyordu, yani disiplinli olması, fedakârlık olması, davranışları,
Gerçekten o dönemde şeye de önem veriliyordu, ben mesela bir, diyelim bir Partizancı prototipi vardı, yani halka karşı nasıl davranacak, kendi ilişkilerimiz nasıl olacak vesaire, yani bir hani devrimciysek bunun bir layıkıyla onu yaşatmamız gerekir diye bir şey vardı. Hatta mesela biz, ben hani ilk örgütlendiğimde şu söylenmişti, mesela özellikle sigara içilmemesi gerektiğini ama içenler de çok vardı, hani şuydu, bu beden sadece bize ait değil, topluma, halkımıza da aittir, bunu hırpalamamamız lazım, yıpratmamamız lazım, bedenimizi sağlam tutmamız lazım yani halka daha yararlı olmak için! Hani böyle bir şey, disiplin anlatılıyordu bize. Hani bu süreçten geçtikten sonra işte konumlamalar oluyordu. Yani mesela, ileri sempatizan olduktan sonra bir 6 aylık bir süreçte takip ediliyordu. Yani, hem teorik hem pratik olarak hem disiplin olarak, davranış olarak gelişimleri takip ediliyordu, çeşitli görevler veriliyordu, hani oradan da başarılı geçince örgüt üyeliği onaylanıyordu ve örgütlü üye oluyordu yani parti üyesi olarak kabul ediliyordu yani, böyle bir süreç işliyordu. Mesela ben kendi açımdan gelişmeye çok açıktım, okuyordum ve çok disiplinliydim. Gerçekten hani o dönemde bir, görev insanı diye bir şey vardı, tabir vardı, hani nerede görev varsa onu yapmak, çünkü sana bir görev verilmişse bu partinin istediği bir görevdir ve halkın yararına bir görevdir diye. Görev insanı olarak hep böyle şekillenmeye çalışıyordum kendi açımdan yani. O açıdan bana mesela sorumlum parti üyeliği olarak talepte bulun, dediği zaman, ben o zaman yok dedim, daha çok erken yani…
D.G: Sorumlunuz kimdi?
S.H: Sorumlumuz o dönemde işte M. T. Adlı arkadaşımdı, yani SSK’da beni örgütleyen arkadaşımdı. Ben o zaman hatırlıyorum şey demiştim, yani daha erken yani, çünkü benim mesela okuduğum kitaplarda falan ya da kendi hayalimde yani parti üyesi çok üstün bir görev… okuyorduk, yani diğer komünist parti örgütlerini, onların yaşayışları, onların pratiklerini falan onlara ait kitaplar okuduğumuz zaman, hani parti üyesi benim için çok, çok daha üstün bir şey!
Yani her şeyiyle, her şeyiyle donanımlı olması gerekir, pratik olarak, teorik olarak, kişilik olarak donanımlı olması gerekir diye düşünüyordum. Hatta mesela ben hep şey düşünüyordum, hani bizim merkez komitesindeki yoldaşlarımız nasıl insanlar? Herhalde çok muazzam insanlar? Ve bazen böyle Lenin’i düşünüyordum, mesela sekreterimiz mutlaka Lenin’e yakın bir insandır falan, yani çünkü komünist partisi ve hep o diğer komünist partilerinin şeyleriyle düşünüyordum. O dönemde ben henüz erken diye bir itiraz etmiştim. Ama arkadaşım, sen gerçekten disiplinlisin, fedakârsın, dürüstsün, çalışkansın hani yapabileceğin bir şeydir diye önermişti, o zaman kabul etmiştim, daha sonra işte parti üyesi olmuştum yani.
D.G: Evet. Peki, hareket içerisinde üyelerin profili nasıldı, yani etnik kökeni, toplumsal sınıfı, yöresi ve benzeri gibi özellikleri neydi sizce?
S.H: Yani benim çevremden örneklersem, o dönemde aktif olanların çoğu ya öğrenciydi yani daha hayatı anlayan, tanıyan, aydın bir bakışla bakanlardı ya da gerçekte işçilerdi. Yani İstanbul açısından diyorum, onlar daha çok yani üretimi, işçi sınıfını bilen insanlardı. Tabi semtte çalışan arkadaşlardan da mutlaka üyeler vardı, örgütlenenler vardı ama daha çok hani mücadeleye azmi olan, heves eden, gözü kara insanlar şey yapıyordu. Sınıf olarak da yani öğrenciler, ailelerin den dolayı ekonomik olarak daha farklı olabiliyordu, ama genelde yoksul ve orta düzey insanlardı bizim çevremizde olanlar.
D.G: Etnik köken ve yöre gibi ayrımlar…
S.H: Etnik köken olarak, tabi daha çok mesela Kürt illerinden, Kürdistan’dan daha çok insanlar vardı, yani Alevilerden daha çok vardı. Yani kendince geçmişte belli bir muhalif olan yerlerden olan insanlar vardı ama mesela öğrenciler de daha karmaydı, çünkü o okul ortamı, yani üniversiteli olma ortamı insanları ilgili hale getiriyordu yani. Her şehirden insanlar vardı yani, her şehirden öğrenciler ilgi gösterebiliyordu.
D.G: Hareket içerisinde etnik ya da dini aidiyetler ve kimlikler açıkça belirtilebiliniyor muydu? Bu konuda hiç sorunlar yaşandı mı, yaşadınız mı?
S.H: Ya aslında o dönemde hiç dikkate alınmıyordu. Mesela hani tabi Aleviler ve Kürtler daha çoktu ama Alevilik ve Kürtlük üzerinden gidilen bir şey yoktu yani gerçekten ve o dönemde sürekli sınıf mücadelesi dillendiriliyordu, yani kurtuluşumuz sınıf mücadelesiyle olacak, devrimle olacaktır. Yani en klişe, en çok tekrarladığımız şey buydu, çünkü sınıf mücadelesi olduğu zaman hani ezenlere karşı ezilenlerin mücadelesi belirleyicidir diyorduk. Tabi burada, tabi şey olarak, çoğunluk Kürt kökenli arkadaşlar vardı ama onlar pek, özellikle bizim harekette pek dillendirmiyordu, bizde sadece Kürt olduğunu biliyorduk o kadar! Hani ya da diyelim ki o Kürtlere yapılan zulümleri, katliamları anlatırdı ama bir Kürtlük davası… çünkü genelde sınıf mücadelesiyle, devrim mücadelesiyle her sorun çözümlenecek. Yani o dönem hani ulusların kendi kaderini tayin hakkı da bununla daha kolay olacaktır. Düşünce buydu.
D.G: Peki, hareket ya da parti içerisinde diyelim kadınların konumu nasıldı? Kadınlar hiyerarşik basamaklarda hangi konuma kadar gelebiliyordu?
S.H: Yani tabi o dönemlerde kadınların katılması erkekler kadar olmuyordu. Yani çok doğaldır, çünkü kadınların yıllarca yaşadıkları bir şekillenme var, hayata dair cinsiyet işbölümü var, hayata kadın ya da erkek bakış açısı var… Erkeklerin katılımı çok daha fazlaydı ama kadınlar da katılan kadınlar olarak gerçekten çok daha hızlı gelişiyordu, onu gözlemliyordum. Yani mücadeleye katılan kadınlar çok daha hızlı gelişiyorlardı, çünkü çok daha heves ediyorlardı, çünkü mesela kendimden de yola çıkarak anlatırsam, yani geçmişteki kadınlar daha… kapalı yaşıyorlar, daha sıradan yaşayabilir ya da annesinin kaderini taşırken, sen devrimci olduğun zaman daha özgürlüğü anlıyorsun, hayata daha çok müdahil oluyorsun, yani o devrimcilik sana özellik, güzellik ve özgürlük kattığı için daha çok heves ediyorsun, daha çok bir şey öğrenmek istiyorsun ve daha çok gelişmek istiyorsun.
Yani kadınların sayısı azdı ama gelişmeleri daha iyiydi. Hatta mesela gözaltında bir arkadaş vardı, eşiyle beraber içerideydi. Kadın daha hızlı geliştiği için adamın psikolojisi bile bozulmuştu yani benim karım benden daha üstte nasıl gidebilir, nasıl gelişebilir türü bir psikoloji içersine girmişti yani, kıskançlık içine girmişti. Şubede o daha çok çözüldü, kız, kadın direndi yani, bunun, bu tür şeyler de olabiliyordu.
D.G: Peki, yani hiyerarşik olarak yüksek…
S.H: Tabi ki hani hem sayı olarak az olduğumuz için, hani yükselme mutlaka oluyordu ama eminim erkeklerin sayısı daha fazlaydı, yüksek kademelere geçmede erkeklerin sayısı daha fazlaydı. Tabi öyle ha deyince de o erkek egemen ideoloji yenilmiyor yani, onun da mutlaka etkisi vardır yani kadın-erkek eşitliği, ona bakış açısı vesaire, yani sınıflı bir toplumdaydık, ondan azade değildik yani. Mesela ben kendi açımdan sürekli bir eşitlikten yana, yani devrimcinin kadını erkeği olmaz teorisiyle geliştim ve kendimi öyle şekillendirmeye çalıştım. Yani teoride öyle söylenir, yani devrimcinin kadını erkeği olmaz, devrimcidir ve ona göre konumlandırılması gerekir diye ama tabi hayatın yükleri, iş bölümü vesaire, toplumsal kıskaç, bunların hepsi bir araya geldiği zaman kadınların kendini geliştirmesi ya da bir yerlere gelmesi daha engelli ve zorlu oluyordu.
D.G: Peki sizin bulunduğunuz dönemde yine sizce hareketin yüzde kaçta kaçını kadınlar oluşturuyordu?
S.H: Valla kadın sayısı %30 ya vardı ya yoktu diye düşünüyorum, çünkü etrafımda çok arkadaş vardı yani.
D.G: Parti içi demokrasi nasıldı peki, yani antidemokratik uygulamalarla hiç karşılaştınız mı ya da böyle şeylere hiç tanık oldunuz mu parti içerisinde?
S.H: Ya aslında tabi ki, yani aslında teorik olarak şunu söylüyorduk, yani demokratik merkeziyetçilik diye bir şey var, yani tartışılır, konuşulur, farklı düşünceler konuşulur tartışılır, ondan sonra da çoğunluk ya da parti ne karar almışsa ona uygun davranılır diye teorik olarak bunu savunuyorduk ama…
Tabi zaman zaman hani kariyeri ya da birikimi fazla olan insanların daha çok baskın olduğu bir hava olabiliyordu, yani ken… onunla mücadelede sıkıntı olabiliyordu, yani hem kariyer olarak üstte, hem de belli birimi olduğu için daha alttaki insanlar onun mücadelesini vermekte zorlanabiliyordu, mesela kabullenme durumu olabiliyordu. Ama teorik olarak hep o savunuldu, yani demokratik merkeziyetçilik sanunuldu, ama pratikte farklı şeyler oluyordu o dönemde.
D.G: Yani 70 ile 80 arası ne oldu mesela o farklı şeyler, antidemokratik uygulamalar varsa bunlar nelerdir sizin tanık olduğunuz?
S.H: Ya ben böyle kendi şeyimde, çapımda gördüğüm zaman çok fazla gözlemlemiyordum herhalde ya da hissetmiyordu, yani tek tek şeyler mutlaka vardır, olmuştur… Ama ben böyle nasıl, çok şey, böyle idealist bir devrimci şeyim vardı aklımda yani, yani devrimciler dürüst olur, sözünün eri olur, adaletli olur ve kimseye yanlış yapmaz, hele de yoldaşına hiç yanlış yapmaz duygusuyla yani böyle bir şekillenmeyle kendimi koruyordum. O açıdan da hani çok fazla yanlışlıkları görme noktasında zayıf tuttum kendimi sanırım, yani gözlemleme noktasında zayıf tuttuğumu düşünüyorum yani. Ama daha sonra, tabi cezaevine girdikten sonra bir sürü insanda bir sürü şeyler gözlemledik. Bir de şeyin de etkisi var diye düşünüyorum, yani illegal mücadelenin. Şimdi demokratik mücadelede herkesin kendi yaşadığı yer belli, kendi yaptığı belli, yani kimliğini yaşıyor vesaire, yani gözlemleyebiliyorsun yaptıklarını, yaşadıklarını vesaire, daha şey olabiliyorsun. Ama illegal yaşamda şimdi neyi ne kadar, kimin nerede, ne yaptığını, nasıl pratik sergilediğini, neler yaptığını herkes için bilmek mümkün olmadığı için sanırım orada daha fazla bir şey oluyordu, antidemokratik şeyler olabiliyordu. Çünkü öbür tarafta yani en azından tartışılabiliyordu, konuşulabiliyordu, diğer insanlar müdahil olabiliyordu.
D.G: Evet. 1976 dönemi öncesinden ben bir iki soru sorayım istiyorum. Yani bu dönemle ilgili işte bu… Aydınlık Sosyalist Dergisi, işte 14.sayısından itibaren ikiye bölündü PDA ve ASD olarak devam etti, ayrıldı. İşte PDA-Proleter Devrimci Aydınlık, İşçi Köylü Gazetesi, Devrim Dergisi, bu gibi dergilerden hangilerini okurdunuz, hangilerinden etkilenirdiniz? Okur muydunuz böyle dergileri, yayın organlarını 76 öncesinde?
S.H: Ben daha çok 75 itibariyle ilgili oldum. Yani hemen hemen her şeyi okumaya çalışıyorduk, dergileri, diğer siyasetlerin dergilerini de okuyorduk. Şunun için okuyorduk, yani onları hem tanımak, hem onlara cevap vermek açısından, yani onlar ne savunuyor, biz ne savunuyoruz türünden, bu tür şeyler vardı, okumalar vardı yani. Çünkü dönem dönem siyasetler arası tartışmalar, konuşmalar, pratikler oluyordu, okuyorduk yani okuma durumu oluyordu. Şey noktasını ben söyleyeyim, 76’da bir ayrılık yaşandı, ben o zamanlar yeniydim zaten, bu Halkın Birliği ve Partizan olarak bir ayrılık oldu, onlar TKPML hareketi olarak devam ettiler, daha sonra işte diğeri de TKPML devam etti. Ben de ilk defa bir ayrılığa şahit olmuştum, yani ben gerçekten yüreğimde bir yara olmuştu, çünkü her iki taraftan da çok sevdiğim arkadaşlarım vardı. Yani ayrılmadan önce mesela işyerindeki sorumlum vardı, bir tane de başka bir alanda galiba çalışıyordum, orada da bir kadın arkadaşım vardı o da sorumlumdu.
D.G: Kimdi o kadın arkadaşınız?
S.H: Şu anda ismini hiç hatırlamıyorum ama gerçekten benim idolümdü, yani hala hatırlıyorum çok güzel ve yeşil gözleri vardı, çok çalışkan, disiplinli bir arkadaştı, fedakar bir arkadaştı yani yürekli bir arkadaştı. Mesela ben o arkadaşa hayrandım, kadın arkadaşıma. illegalite durumu da vardı yani o anda, çünkü hatırlamıyorum ismini, aklımda kalmamış. Mesela o gelip anlatıyordu, işte bu ayrılığa dair şeyler anlatıyordu sürekli, sonra öbür arkadaşım anlatıyordu, sürekli bana gelip gidenler vardı, her iki taraftan sürekli bana gelmeye, geldiler yani ikna etmeye, onlara taraf olmaya.
Hepsi hani, bizden olursan daha mücadelesi daha iyi olacaktır, daha doğru olacaktır falan diye. Tabi ben üzülüyordum yani şey, çünkü çok hani ayrılacak kadar teorik birikim de çok fazla değildi, hani bunu çok ciddi bir şey olarak da algılayamıyordum, yani bu ayrılma beni gerçekten çok üzmüştü. Daha sonra tabi , tavrımı Partizan’dan yana koydum. Genelde şu şekillenme hep bizde olmuştur, hani İbrahim’e sempati duymakla başladığımız için, hani diğer arkadaşlar da işte İbrahim’in düşüncelerini yadsıyorlar türü ya da partiyi inkâr ediyorlar türü propagandası oldu. Onlar da genel olarak ne diyorlardı? Hani henüz parti değil hareketiz, partileşmek için daha sürece ihtiyacımız var falan diyorlardı. Partizancı arkadaşlar da, biz partiyiz, ilkemiz var ama süreçte gelişeceğiz, kolumuz kanadımız güçlenecek falan diyordu. Hani o zaman Partizan’ı şey yapmıştım. Mesela şöyle bir anı da hatırlıyorum, o dönemde gerçekten sorumlumuz, sorumlularımıza ya da bizden daha iyi mücadele eden, daha profesyonel mücadele edenlere karşı yani kendi adıma mesela korkunç derecede saygı duyuyordum, seviyordum, yani onlar daha çok emek veriyorlar, daha çok riski alıyorlar. Mesela hatırlıyorum, iş yerinde diyelim ki yemekte işte bir meyve vermiş, onu saklıyordum, gittiğim zaman sorumluma vereyim, o daha az yeme şansı oluyor yani koşuşturmaktan, belki cebinde para yoktur ya da bir giysi falan olduğu zaman en çok onu düşünürdüm, hani götüreyim ona vereyim, onların koşulları zor falan diye. Hani böyle bir mücadele edene karşı saygı duymak, ona değer vermek sanırım birçok insanda vardı yani sadece bende değildi. Yani devrime verilen emekle değeri artan insan… Kim ne kadar çok değer veriyorsa, emek veriyorsa devrime, o kadar değerliydi bizim için ve o kadar da sorumluluk alması gereken insanlar onlardı diye düşünüyorduk. Ama daha sonra baktık ki hani sorumlulukta, sorumlu olup da aynı değeri taşımayan insanlar var yani, varmış.
D.G: Peki, sormak isterim, yani 15-16 Haziran 1970 İşçi Direnişini hatırlıyor musunuz, buna tanık oldunuz mu? Bununla ilgili neler biliyorsunuz, neler duydunuz?
S.H: Ya tabi yok içinde tam olmadım ama tabi duydum, gerçekten işçi sınıfının en görkemli, en devasa direnişiydi, akın akın işçilerin yürüyüşe gittiği, miting yaptığı, mücadele ettiği bir şeydi ve bizim için bir efsaneydi ve bir umut ışığıydı! Yani bizi motive eden bir şeydi.
D.G: 12 Mart Muhtırası olarak bilinen işte bu 12 Mart Darbesini nasıl yaşadınız? Çevreniz nasıl karşıladı bu darbeyi? İşte Erim hükümetleri, sıkıyönetimin kaldırılmasıyla birlikte kurulan bu DGM’ler 1973’de, yani Ecevit-Erbakan hükümeti diyelim, buralara dair neler söylemek istersiniz bu 12 Mart?
S.H: Ben orayı çok hani bilinçli ve katılımcı bir sürecim olmadı 12 Mart dönemine ama daha sonraki katılımlarda anlatımlar vardı, arkadaşlarımızın yorumlaması vardı, öğretisi vardı, 12 Mart öyle. Ama mesela genel olarak 12 Mart’ta devletin daha çok, özellikle lider konumunda olan insanları yok etmeye çabaladığını, yaptığını ve bunun gerçekten yeni yeni gelişmeye başlayan devrimci mücadeleyi sekteye uğradığını, çok değerli insanların yok edildiğini, bunun sınıf mücadelesinde kayıp, büyük kayıp olduğu noktasında konuşmalarımız, değerlendirmelerimiz, okumalarımız vardı yani 12 Mart’la ilgili. Tabi, daha sonra da sıkıyönetimin esas olarak halka yönelik, devrimci mücadeleye yönelik, muhalefete yönelik bir şey olduğunu, darbelerin böyle olduğunu, böyle geliştiğini, egemenlerin buna ihtiyaç duyduklarını, mücadeleyi engellemek için bu tür yollara başvurduklarını algılamaya başladık. Daha sonra da, ondan sonra da gerçekten bir darbeler ülkesi oldu ülkemiz, sonuçta daha çok da 80 Darbesini yaşadık, daha yoğun yaşadım yani içindeydim darbenin, 80 darbesinin.
D.G: Evet, peki DGM’leri hatırlıyor musunuz?
S.H: DGM’leri hatırlıyorum.
Mesela bayağı işçi sınıfı mücadelesi vardı, mitingler çok yoğundu, DGM’lerin kaldırılması sağlandı o dönem, o mücadeleyle. Ve hep şu sloganı atıyorduk mitinglerde: DGM’yi ezdik sıra MES’de diye. Yani DGM’yi kaldırdık, o zaman kaldırdılar, tabi yerine sıkıyönetim mahkemelerini mi getirdi ne, yani aslında benzer şeyleri getirdiler. Yani hep öyle oldu zaten, bir şeyleri geri alıyorlar, daha sonra daha beterini getiriyor sistem yani böyle bir şey. Ama sonuçta sen mücadeleyle onu kaldırdığın için bir motivasyon yaratmıştı mücadele eden sınıflar açısından, o zaman DİSK ve TKP’ydi sanırım örgütlü olan… ama her muhalif kesim de destek vermişti mücadeleye.
D.G: DGM’lere karşı özel olarak ne gibi kampanyalar yürütüldü ve siz hangi kampanyaların içerisinde oldunuz?
S.H: Ya genelde işte hani DGM’ler kaldırılsın diye, çeşitli imzalar kampanyaları, bir çok miting, çeşitli gösteriler vardı ve ben mesela, koşullarım olduğu müddetçe genelde mitinglere katılırdım. O zaman mitingler gerçekten çok iyiydi ve ortaktı yani, her kesimden insanlar katılırdı, yani mahalleden katılırdı, öğrenciler katılırdı ve herkesin kendi pankartı vardı ve bir, renkli bir şeydi yani güzellikti yani ve genelde ortak da olduğu için daha güçlü oluyordu, daha… Mesela çok büyük büyük mitinglere hep şahit olmuşumdur, hep o çoğunluk bana büyük güç vermiştir, birçok insana da güç vermiştir. Daha sonra işte öğrenciler ayrı yaptı, işçiler ayrı yaptı, bilmem başkası ayrı yaptı, herkes kendi içinde bir şeyler yapmaya başlayınca güçler… Şu anda mesela bakıyorsun öyle yani herkes kendi içinde. Yani tabi 12 Eylül’den sonra epey şey değişti yani, yani model değişti, yönetim değişti, algılayış değişti! Ama eskiden o ortaklığı ben hep hatırlarım yani.
D.G: Peki, 1974 Kıbrıs Harekâtı’nı sorayım.
S.H: Ha evet.
D.G: Ne söylemek istersiniz?
S.H: Yani şu aklımda kalmıştı. O dönem bir ikramiyemizi Kıbrıs için devlet kesti. Kıbrıs hareketi diyorlardı o zaman, Kıbrıs hareketi mi, çıkartması mı diyorlardı ne, bizim maaşımızı kestiler ona vermek için falan. Tabi biz hem ona çok tepki duyduk hem de biz Kıbrıs işgali olarak değerlendirdik o zaman.
Kıbrıs’a bağımsızlığının olması gerektiğini, oraya gidişin işgal olduğunu, Türkiye’nin buna hakkı olmadığını belirtiyor, Kıbrıs işgaline karşı çıkmıştık, hatırlıyorum, böyle hatırlıyorum.
D.G: Yani bireysel olarak düşünceleriniz nelerdi? Çünkü yani ulusalcı bir şey vardı orada yani hareketiniz içerisinde, çevrenizde sempatizanlardan olsun hiç işte Karaoğlan keza, böyle ilgi duyan, sempatiyle karşılayan oldu mu? Fikir ayrılıklarınız oldu mu bu konuda?
S.H: Ya hareket içerisinde ben hatırlamıyorum, çünkü biz hani, hani CHP’yi mahkûm ederek bu siyaseti benimsedik! Ve tabanımız da buna gerçekten ilgi duyuyordu, CHP’nin kurtuluş olmadığı noktasında ilgi duyuyordu, yani devrimci bir tarz düzen partilerinden kopuşla olur diye düşündüğümüz için, o açıdan mesela Kıbrıs’a gidişin işgal olduğunu genelde söylüyorduk, Kıbrıs işgal edildi diye algılanıyordu çevremde de.
D.G: Peki, yine o dönemlerde işte birtakım işçi direnişleri vardı, Aliağa olsun, Aliağa ve İpraş Rafinerileri olsun, Ereğli Demir Çelik olsun, Türk Demirdöküm, Sungurlar, Pirelli, Goodyear, Tofaş, Renault, Profilo gibi. Bu grevler içerisinde hiç bulundunuz mu, hiçbir tanıklığınız oldu mu? Ne söylemek isterseniz bu grevlere dair?
S.H: İstanbul’da olduğum…
D.G: Hareketiniz?
S.H: İstanbul’da… yani hareketimizin olduğu her yerde grev ve direnişler ile mutlaka iletişim olurdu. Mesela İzmir’deki direnişte, Tariş direnişinde arkadaşlarımız oradaki direnişin önderliğini yaptılar, onunla ilgili idam cezaları aldılar falan. Yani o dönemde…
D.G: Kimdi o arkadaşlar? İdam alanlar ve katılanlar?
S.H: Şu anda Celal Pelük aklımda kalmış, yani o oradaki direnişe katılan arkadaş, şu anda aklımda o kalmış ama vardır, tarihimize baktığımız zaman o dönemi değerlendiren kitaplar da vardır, o direnişe katılan arkadaşlar da vardı. Hani Celal’le mektuplaştığım için, bir de şeyleri olduğu için, diyalogum olduğu için aklımda o kalmış ama araştırıldığı zaman özellikle Tariş Direnişi’nde bayağı etkin bir faaliyet yürütüldüğünü okuduk, duyduk, vesaire. Ben İstanbul’da olduğum için, bir de hani 8 saat çalışıyordum, memurdum, her zaman her yere gidişim olmuyordu ama hafta sonları olan grevlere mutlaka, merkezi olarak karar gereği, destek için mutlaka katılalım deniyordu.
Yani bir grup olmasa da öbür grup mutlaka katılıyordu, yani çünkü sınıf mücadelesinin önemli olduğunu düşünüyorduk, katılıyorduk. Ben niye hatırlıyorum, bir arkadaşım vardı, o da örgütlüydü , memur olarak bizdeydi, daha sonra oradan ayrıldı, Demirdöküm’deydi galiba Alibeyköy’de, o da büyük bir fabrikaydı, orada sendikacı olmuştu, oradaki direnişe katılmıştı. Biz de onun vasıtasıyla bilgiler alıyorduk, ona omuz vermek için ya da oradaki direnişe omuz vermek için Demirdöküm’e katıldığımızı, onun direnişlerine katıldığımı hatırlıyorum yani. O dönemlerde demokratik hak eylemleri gerçekten çok fazlaydı yani, zaten 12 Eylül de biraz onun için geldi yani, neredeyse 300-350 bin kişi grevdeydi yani çeşitli yerlerde Türkiye’de, bir sınıf mücadelesi, bir talep vardı ve gerçekten belli haklar da kazanılıyordu. Mesela 8 saatlik işi, işte diyelim ki sosyal haklar, ikramiye vesaire yani bunları kazandıkça insanlar… Yani sendikaların bir anlamı, bir değeri vardı, daha militan sendikalar falan vardı, yani gerçekten çok daha yürekli mücadele eden, oradaki arkadaşların da mücadelesi vardı. Birtakım kazanımlar oluyordu, tabi bu kazanımlar işçi sınıfını motive ediyordu yani, daha çok hak alma, daha çok örgütlü olma, sendikalı olmanın daha olumlu olduğu yayılıyordu. Ve sendika yönetimleri bu kadar şey değildi yani o özellikle 12 Eylül’den sonra gerçekten sendika yönetimi tam bir bürokrasinin batağına saplandı, sınıfla bağı koptu. Yani orada mesela sınıfsal sorunların tartışıldığı, sendikalarda sınıf eğitimi vardı, sınıf nedir? Üretimdeki yerimiz nedir? Ama 12 Eylül’den sonra gerçekten sınıf bilinci kazandırma ya da bunun eğitimini yapma o kadar zayıfladı ki! Yani grevden greve ya da sözleşmeden sözleşmeye biraz hareketlenmeye başladılar yani, o da tabi şey olmadı, güçlü kazanımlar olmadı yani.
D.G: Peki Demirdöküm’deki o grevler nasıl geçiyordu, biraz bahseder misiniz o, katıldığınız o grev? Yanınızda kimler vardı, hangi arkadaşlarınızla katıldınız? O alanda neler oldu ya da o günlerde, bahsedebilirsiniz.
S.H: Yani o dönemlerde genelde diğer alanlarda birlikte olduğumuz, tanıdığımız arkadaşlar, katılıyordu.
İlla da tanımaya gerek yok, bir direniş herkesi topyekûn bir araya getiriyordu, aynı yürek çırpıntısını yaşayabiliyordun orada ve gerçekten o dönemde daha militan bir hava vardı, artı, paylaşım da daha çoktu. Mesela diyelim ki şey, o dönemde grev, dayanışma, dayanışma fonu diye bir şey vardı sendikalarda. Yani herkes kendi grevi için bir fon ayırır, ayrıca dayanışma fonu diye bir şey vardı her sendikada yani. Diyelim ki başka bir sendikanın grevi varsa, sorunu varsa, onunla dayanışma diye bir de fon vardı, sadece kendi grevini destekleme değil, çünkü grev sürecince hani işsizlik, yoksulluk, açlık insanların kapısını çalıyordu, hani onlara belli bir ücret verme, ihtiyaçlarını giderme gibi; bu tabi direnişi de daha sürekli kılıyordu! Çünkü hani grev sürecinde asgari de olsa kirasını ödüyor ya da karnını doyurabiliyordu, bu direnişi daha uzun soluklu olabiliyordu yani daha güçlü kılıyordu. Artı, dayanışma grevleri vardı. Ama 12 Eylül’den sonra bunlar gerçekten tepetaklak edildi yani hem dayanışma fonunu ortadan kaldırdılar, hem sendikaların içerisini boşalttılar hem sendika yönetimleri tam bir bürokrat oldular, yani çok acı oldu yani ve bunun acısını şimdi yaşıyoruz.
D.G: Evet. Peki, şimdi bazı dernekler vardı o dönem yani öğrenci dernekleri ve yöre dernekleri gibi. Şimdi ADYÖD-Ankara Demokratik Yüksek Öğrenim Öğrenci Derneği 1974’de, İYÖKD vardı İstanbul Yüksek Öğrenim Kültür Derneği, 74’de kuruldu, 75 yılında sıkıyönetim tarafından kapatıldı. İşte İYÖD- İstanbul Yüksek Öğrenim Derneği 75’de kuruldu, İYÖKD kapatılınca yerine kuruldu. DGD-Devrimci Gençlik Derneği, Genç Hukukçular Derneği.
Bunun yanı sıra işte örneğin 74-75’li yıllarda Tunceli Yurt Yaptırma ve Yaşatma Derneği, Bingöllüler Derneği, Adıyamanlılar ve Vartolular Derneği gibi yöresel dernekler de vardı. Hiç bu öğrenci dernekleriyle, yöresel dernekler içerisinde bulundunuz mu? Faaliyet yürüttünüz mü? Eğer bir varlığınız varsa bahseder misiniz?
S.H: Yani ben şey olarak, direkt aktif olarak hani üyesi olarak çalışmadım ama özellikle yanılmıyorsam Devrimci Gençlik Derneği’nin şeyine katılıyordum, Aksaray’daydı, onun derneklerinin işte panellerine, toplantılarına ya da mitinglerine falan katılıyordum, DGD şeyinde bir çabam oluyordu ve gerçekten o dönemde daha böyle aktif, daha militan, daha… Mesela tıklım tıklım oluyordu, küçücük bir dernekti tıklım tıklım doluyordu ve her türlü sorun tartışılıyordu, sınıfın sorunu tartışılıyordu, diğer sorunlar tartışılıyordu, bir şey vardı yani hava vardı. Ben dediğim gibi, çalıştığım için çok fazla da zamanım olmuyordu yani günde 8 saat çalışıyordum. DGD’yi hatırlıyorum . O zaman Devrimci Maden, yer altı maden sendikası mı vardı yani şu anda yani öyle bir şeydi…
D.G: Maden İş.
S.H: Ya da… Maden İş ya da Devrimci Maden İş…
D.G: Devrimci Maden İş, evet.
S.H: Ha evet, o mesela çok, en militan sendikalardan biriydi, müthiş bir fedakârlık, müthiş bir çaba gösteriyorlardı yani.
D.G: Peki, ben DGD’ye dönmek isterim bu arada, DGD içerisinde kimler vardı, arkadaşlarınız kimdi, ne gibi konular konuşulurdu?
S.H: Şimdi gerçekten oraya dair pek aklımda kimse kalmada diye düşünüyorum. Tüm-Der’de, Tüm-Der’de aklımda kim kaldı? H.H.A. diye, sonra Diyarbakır Cezaevinde yattı, ölüm orucuna girdi, şu anda yurtdışında. O arkadaş vardı, çok ajitatif bir arkadaştı, bilgili bir arkadaştı, ben mesela ilk devrimcilerden tanıdığım insanlardan biri oydu.
Hem konuşması çok etkiliydi hem de çok güzel saz çalardı söylerdi, sesi de çok güzeldi ve ben hep onu böyle hayranlıkla hatırlarım yani sanırım DGD’de de vardı, Devrimci Gençlik… yani genelde böyle tanıdığımız arkadaşlarla derneklere, sendikalara beraber böyle dolaşırdık. Ama herkesin esas çalıştığı yer vardı, yani destek verdiği, gözettiği kurumlar falan vardı, böyle bir pratik var gibi geliyordu bana o dönemde.
D.G: Peki, 1976 ve sonrasına ilişkin biraz konuşalım. Bu MC hükümetleri işte kontrgerilla ve paramiliter güçlerin okullarda işte fabrika ve sokaklardaki saldırıları. İşte 78-79 Ecevit hükümeti döneminde Maraş’taki keza yine o döneme yani o süreç içerisinde Çorum, Sivas, Malatya gibi Alevi katliamları oldu. Bu gibi paramiliter güçlerin saldırılarına hiç maruz kaldınız mı, tanıklıklarınız var mı işte kontrgerilla saldırılarına? İşte Maraş, Çorum, Sivas, Malatya gibi Alevi katliamlarından sonra bireysel olarak olsun, çevreniz olsun ve hareketiniz olsun neler yaptı, nasıl değerlendirdi? Biraz bu saldırıları konuşalım ve bu katliamları.
S.H: Evet yani o süreçte gerçekten dediğim gibi gelişen bir sınıf mücadelesi de vardı, birçok yerlerde insanlar aydınlanmıştı, mücadele ediyordu ve inanıyorum ki bu katliamların arka planında da o vardı, yani bu gelişmeye set çekmek içindi bu katliamlar. Özellikle mesela Maraş katliamı gerçekten hepimizi çok derinden sarsmıştı yani çok büyük bir katliamdı, yani çoluk çocuk demeden hepsini boğazladılar. Ve tabi toplumda hem korku yarattı hem de büyük bir öfke yarattı yani bu katliamlar. Ve o dönemde hatırlıyorum çok büyük protesto mitingleri yapıldı ama tabi bir taraftan da korku, özellikle daha geri kesimde korku, yani kitlenin gözünü korkutmak içindi.
Hani Osmanlının bir geleneği var ya sallandır üç beş kişiyi bak bakalım ne olur diye….
Tabi kitlede daha bir korku oldu yani onu hissedebiliyordun, yani daha önceden böyle kapısını çaldığında, seni coşkuyla karşılayan insanlar, omuz vermek isteyen insanlar biraz daha tedirgin oldular, yani bize de gelir mi bir zarar gelir mi diye tedirginlik olmaya başladı o dönemden sonra. Ama itirazlar da devam etti. Yani ikili bir şey oldu, hem katliamlar oldu hem de bunlara itirazlar, protestolar oldu, böyle bir süreç oldu. Ama tabi şey, giderek bu kitlesel katliamın ötesinde devlet, yaşamın her alanında sivil faşistleri öne sürdü. Mesela öğrencilere, işçilere, mahalle ve gecekondu örgütlenmelerine yönelik saldırılar oldu. Hatırlıyorum o dönemde gerçekten neredeyse gün, her gün olmasa da gün aşırı cenaze kaldırdık. Yani şu ya da bu insanımız, şu ya da bu siyasetten fark etmez, şu ya da bu meslekten insanlar faşistler tarafından öldürüldü. Yani böyle sürekli cenaze törenleriyle zamanımız geçmeye başladı bu dönemde. Tabi bu şeyi de beraberinde getirdi. Mahalle ya da diğer alanlarda da işte işçiler de vesaire askeri savunma birimleri oluşturdu, hani faşistlerin saldırılarına karşı kendilerini savunma için. Sınıf mücadelesi, sınıfın örgütlenmesi biraz daha tali duruma düştü! Çünkü gerçekten can güvenliği diye halkın güvenliği vs… Tabi bu devletin uyguladığı bilinçli bir politika olduğu o zaman da biliniyordu, bu kadar derin bilinmiyordu ama 12 Eylül’le birlikte bu çok daha açığa çıktı, yani devletin bir politikasıydı sivil faşistleri üzerimize salıp onlarla uğraşmayı sağlamayarak, 12 Eylül’ün taşlarını da döşedi; işte sağ-sol çatışması var, can güvenliği yok, insanlar ölüyor. İnsanlarda tabi bu psikoloji oldu, habire gençler ölüyor yani sağ ya da soldan, tabi daha çok soldan ölüyordu.
Ve… bu durum insanlarda bir korku yaratmaya başladı, can güvenliği korkusu… ve oradan itibaren hem kitlesel katliamlar, faşistlerin saldırıları sıkıyönetimin ardından 12 Eylül darbesini döşedi ve 12 Eylül’ü de bunun üzerine inşa etmeye çalıştılar.
D.G: Peki, bu Maraş Katliamı’na ve diğer katliamlara dönük hareketiniz ne yaptı, bu durumu nasıl karşıladı? Nasıl değerlendirdi bu katliamları?
S.H: Yani aslında tabi şey yani katliamlara karşı gerçekten her yerde bir protesto gösterileri yaptı, lanetleme gösterileri yaptı, işte daha çok mesela semt koruma şeyleri yapılması gerektiği tartışmaları oldu. Semtlerin savunması, mahalle savunması tartışıldı, ona yönelik çeşitli örgütlemeler yapıldı ama tabi ki yeterli değildi, güç yetmiyordu, çünkü devletin saldırısı çok daha komplikeydi, çok daha her yan, her yerdeydi. Yani senin hem sayısal olarak hem ekonomik güç olarak her şeyi karşılamak mümkün değildi yani, belli yerleri karşıladığın zaman bir yerler açık kalıyordu. Ama bir şey vardı, bir değerlendirme, devletin işte yani bunu darbenin ön bir hazırlığı olduğu, bunun için getirdiğini, halkı yıldırmak istediğini, bunun tartışmaları yapılıyordu yani bunu hedeflediği söyleniyordu. Ama o günün yoğunluğu, o günün sorumlulukları, o günün senin üzerinde yıkdığı yükten dolayı her şeyi böyle neredeyse yarım yamalak yapma şeyi oluyordu, yani yetemiyordu yani yetiştiremiyordun….
D.G: Peki, 1976 1 Mayıs’ı ve 1977 1 Mayıs Katliamı işte o direnişler, 1976 ve 77’yi konuşalım istiyorum hani 76’da neredeydiniz? Alanda neler oldu?
76’yı konuştuktan sonra 1977 alanı ve o katliamı konuşabiliriz, isterseniz bir aradan sonra konuşmaya devam edebiliriz, isterseniz ara vermeden!
S.H: Tamam yok konuşurum yani sen yorulmadıysan ben devam edebilirim.
D.G: Yok ben sormak istedim.
S.H: Tamam. Şimdi yani 76’ya mutlaka katılmışımdır ama nedense 76 bende flu kalmış, çok fazla anımsamıyorum ama 77 çok net… çünkü içindeydim o dönemde. Gerçekten Türkiye tarihinin görüp göreceği en muhteşem mitingdi o zaman, 500 bin kişi alana geldi diyor şarkısı da var ya, yani gerçekten müthiş bir mitingdi. Her taraftan, her taraftan insanlar Taksim’e doğru akmaya başladılar yani, herkes örgütlü, disiplinli, pankartıyla akın akın gitmeye başlamıştı, çok büyük bir şeydi ve müthiş bir coşku vermişti o 1 Mayıs 77 deki kalabalık…. ….
Yani gerçekten bilinçli yapılan bir katliam oldu. O dönemde devrimciler ve sosyal faşistler dediğimiz gruplar vardı. Daha çok Sovyet yanlısı olan, DİSK’te örgütlenmiş insanlar vardı. İşte onlar da hani özellikle diğer devrimcilere, hani bize de mesela Maocu Bozkurt diyorlardı yani Mao sempatizanları, Mao’yu savunanları alana koymayacağız diye sürekli bir propaganda yapmaya başladılar! O zaman DİSK’in örgütlenmesi çok fazlaydı yani. Tabi, diğer devrimciler, hayır, 1 Mayıs hepimizin hakkıdır biz de alanda olacağız diye! Yani 1 mayıs’tan önce bu tür tartışmalar yükselmişti. Ve katılındı, ama devlet de bu tartışmaları malzeme ederek büyük bir katliama neden oldu.
Ben mesela, biz sanırım Şişli’den geliyorduk, müthiş bir kitle vardı böyle disiplinli, yani uygun adımla yürüyen, düzenli, onlarca, yüzlerce pankartla, sloganlarla, marşlarla öyle bir nümayiş, o kadar güzel bir şeydi ki böyle, çok keyif alıyordun… hani sadece 1 Mayıs alanını değil de sanki ülkeyi zapt edeceksin bu hani kızıl bayrağı dikeceksin gibi duygu yaratıyordu bende öyle bir duygu yaratıyordu, çok güzeldi. Trampetleri vardı insanların, işte davul zurnaları vardı, çok disiplinliydi herkes böyle katılımı vardı. Tam böyle şeye gelirken hani 1 Mayıs’a yani kortejin önü tam alana girerken birden bir patlama oldu, ses bombasıydı, ben to dönemde ilk defa böyle bir şeyle karşılaşıyordum ve ben dahil herkes başını aşağıya eğdi yani taranıyoruz, bombalanıyoruz telaşıyla, paniğiyle böyle başımızı eğdik falan. Ben merakla kafamı kaldırmak istedim ne oluyor, ne bitiyor falan diye, çok hızlı kaldırdım böyle, sonra hala insanlar böyle durduğu için eyvah dedim herkes öldü mü? Öyle bir duyguya, herkesi öldürdüler diye düşündüm yani, o, onun ses bombası olduğunu sonradan öğrendim yani ben gerçek bir bomba olduğunu düşündüm. Tabi o arada şeyden taramalar oldu, yani sular idaresi vardı oradan insanları, (daha sonra tabi açığa çıktı, orada şeyler, sıralanmıştı yani polislerin, özel timlerin orada yerleştiği daha sonra tespit oldu.) taradılar. Büyük izdiham oldu. yani çok kalabalıktı, insanlar birbirlerini ezerek gitmeye çalıştılar, artı, o arada da panzer falan sürdüler kitlenin üzerine ve birçok, sanırım 36 kişi yanılmıyorsam ya da 40 kişi şu anda aklımda kalmamış olabilir, insan orada yaşamını yitirdi yani büyük bir katliamdı. Yani ben de mesela zar zor kendimi… herkes bir yere kaçarak hayatını kurtarmaya çalıştı o dönemde, başka ara sokaklarda bir yere falan gitmiştim, ayakkabımın bir tanesi orada kalmıştı, yalınayakla koştum böyle koşarak, her tarafım ıslanmış, berelenmiş falan böyle heyecanla koştum eve geldim.
Gelir gelmez de şey, hemen hızlıca kapıyı açıp banyoya girdim annem görmesin, yani o halimle görmesin korkar diye. Sonra işte çıktım tabi televizyona kilitlendik, ne oldu ne bitti? Kim öldü, kim kaldı diye! Büyük bir katliamdı, gerçekten o bir kırılma yarattı, toplumda bir kırılma yarattı gerçekten! Yani ondan sonra da 1 Mayıs’lar gerçekten hem devletin korkusu oldu yani bir daha böyle bir kitle olmaması için baskılara başladılar ve ondan sonra ben bir daha asla böyle görkemli bir 1 Mayıs görmedim! Ve her 1 Mayıs’ta mutlaka saldırdılar, yani s saldırılmayan 1 Mayıs yaşamadım neredeyse.
D.G: Evet, peki nasıl hazırlandınız, o ilk yürüyüş kolu nasıldı, ne gibi sloganlar atıldı? Kitlenizin sayısını hatırlıyor musunuz, o coşkuyu? Yanınızdaki arkadaşlarınız kimlerdi? Ne düşünüyordunuz, kaygılarınız neydi, bir öngörünüz var mıydı? O katliam anı yaşanırken birbirinizi yani nasıl denetleyebildiniz mi, kitlenizi nasıl çıkardınız? Olay alanını hemen terk mi ettiniz yoksa orada bir gözlem oldu mu? Karşılıklı çatışma oldu mu devletle?
S.H: Şimdi gerçekten herkes coşkulu hazırlandı. Alana sokacağız sokmayacağız tartışmaları vardı. Hani her şeye rağmen alana girilecek yani bu herkesin hakkıydı. Bunda herkes kararlıydı yani ama devletin hani bu kadar katliamı düşünülmüyordu! Yani gerçekten hani orada hani bizi engellerlerse biz de çatışarak yani çünkü herkesin sopaları falan vardı ya da herkes kol kola giriş direnerek oraya mutlaka girilirdi, hani büyük bir engel olunmayacağı düşünüldü, hani tamam sokmayacağız etmeyeceğiz diyorlar ama buna gücü yetmezdi, çünkü herkesin bir gücü vardı orada yani kimse kimseyi engelleyecek diye bir şey olmazdı, hani oraya mutlaka girilecekti. Ve hani bir katliam olacağı duygusuyla kimse oraya gitmedi, büyük bir coşkuyla gidildi, disiplinle gidildi ve herkesin kitlesi çok fazlaydı, gerçekten 500 bin muhalif insan- aktivist oradaydı. Herkesin kitlesi gerçekten çoktu. Mahallelerden, işçilerden, öğrencilerden, kamu emekçilerinden herkes kendi disipliniyle, kendi pankartıyla oraya katıldı yani katılım çok yoğundu ve çok yönlüydü yani, bizim de kitlemiz çoktu yani.
D.G: Pankartlarınızda neler yazıyordu?
S.H: Ya… genelde işçi sınıfıyla ilgili direnişlerin, mücadelesinin yükseldiği bir dönem, bu vurgulanıyordu. Sahipleniyordu ve partiyle ilgili sloganlar. Sloganların daha çok hani pankart ile değil, sözle dile getiriliyordu.
D.G: Sözle.
S.H: Sözle. En çok neyi atardık? Patron-Ağa devletini yıkacağız!
D.G: Halk iktidarını…
S.H: Halk iktidarını kuracağız! Bu slogan gerçekten baştan sonra kadar en çok, çok coşkuyla, çok keyifle yaptığımız bir slogandı, çünkü ağa-patron devletini yıkacağız lafı var ya, yani o kadar dolu bir slogan ki, , yani bunu yıktığın zaman bütün dünya güzelleşecek, bütün ülke güzelleşecek yani! En çok mesela baştan sona kadar bu söyleniyordu. Aslında mesela daha çok şey olması gerekirdi, sınıfla ilgili olması gerekiyordu ama hani ben genelde hep bu aklımda kalmış ve genelde duygu da buydu yani bu slogan vardı. Onun dışında da herkes kendi yöresine, kendi örgütlenmesine dair talepleri mutlaka pankartlara taşımıştır. Ve 1 Mayıs İşçi Emekçinin Bayramıdır, işte mücadele günüdür, Yaşasın 1 Mayıs vesaire gibi 1 Mayıs’la ilgili sloganlar atılıyordu.
D.G: Sosyal faşistlerden kast ettiğiniz kimlerdir, hangi yapılar?
S.H: Genelde TKP, DİSK ve İGD’de örgütlenen insanlardı, onlar hani o dönemde Sovyetler’in sosyalist olduğunu ve lider olduğunu, sosyalizmi temsil ettiğini söylüyorlardı. O dönemde de hani Sovyetler’in artık sosyalizmden vazgeçtiğini, sosyal emperyalist bir ülke olarak devam ettiği noktasında bir tartışmalar vardı, hani bu gibi bir yoğunluk vardı yani.
D.G: Evet. Peki siz tam alana girerken mi alan tarandı?
S.H: Evet, Kemal Türkler konuşma yapıyordu.
D.G: Türkler.
S.H: Türkler.Devasa bir pankart vardı, gerçekten devasa bir pankart vardı, hani zincirlerini kıran bir işçi…
D.G: Meşhur, fotoğrafları da var.
S.H: Evet meşhur, onun önünde tam konuşma yaparken yani biz onu duyuyorduk, yani bayağı yaklaşmıştık Taksim Meydanı’na, tam meydana girerken ses duymaya başladık, bomba sesleri duymaya başladık. İşte o arada demin anlattığım gibi…
D.G: Devletle karşılıklı bir çatışma oldu mu?
S.H: Ben ona şahit olmadım, ondan sonra bir kısmımız ara sokaklardan kaçmaya çalıştık, çünkü neyin ne olduğunu tam bilmiyordun, yani ne oluyor? Nereden ne olacağını tam bilmiyordun ama sanırım şey vardı yani, savunma noktasında mutlaka bir askeri ya da kitleyi koruyan arkadaşlarımız vardı yani, bir şey olduğu zaman neler yapacağız, neler edeceğiz diye…. ama ben kendi adıma bulunduğum yerden mitinge katılmıştık, öyle bomba olunca da, bombalama olunca da yanımızda kim varsa onunla, J. dediğim arkadaşım vardı işte o aklımda kalmış. Biz de hani oradan nasıl canımızı kurtarabiliriz diye kaçmaya çalıştık. Ama tabi en çok da mesela Kazancı Yokuşu var , o yöne kaçanlar daha çok ezildiler, yaşamlarını yitirdiler. Biz daha çok diğer taraftaydık, Şişli tarafına gittik yani Harbiye tarafında ara sokaklardan koşup ayrıldık.
Daha sonra, ara sokaklarda devlet güçleriyle çatışan arkadaşlarımız vardı yani grup grup kademe kademe dağıldılar.
D.G: Evet bir yemek arasından sonra görüşmemize devam ediyoruz. Ben sorularımla devam etmek isterim Seza abla. Yine o dönemde yani 76 ve sonrası diyelim, 75-80 arası işte Kızılyol,-İstanbul Bölgesi, Devrimci Komünist- İzmir Bölgesi, Kurtuluş Yolu- Kızıler Grubu, MZ hizbi (*) olarak da adlandırılan grubun yayın organı. Proleter Birlik- HB grubu, Komünist-Merkez Yayın organı, işte İşçi Köylü illegal bir yayın organı galiba… Partizan dergisi. Bu gazete ve dergilerden hangisi elinize geçerdi, hangilerini okurdunuz?
S.H: Hemen hemen hepsinin elimize geçme şansı oluyordu, yani İstanbul o bakımdan gerçekten daha üretkendi ve iletebiliyordu bize o tür yayınları okuyabiliyorduk. Şu anda isimlerini söylediğin işte o özellikle Halkın Birliği döneminde bir ayrışmada olan dergi vardı, polemikçi yazılarını falan hatırlıyorum. İşçi gazetesini hatırlıyorum, komünist dergisini hatırlıyorum, yani yayın ve okuma noktasında İstanbul gerçekten şanslıydı, bize ve bu açıdan da eğitimimiz daha iyi oluyordu yani takip edebiliyorduk.
D.G: Ne gibi yazılar vardı hatırlıyor musunuz, sizi etkileyen yazılar mesela nelerdi, hangi yazıları daha çok takip ederdiniz? Oralara yazı yazmak gibi bir durumunuz oldu mu o yayın organlarına?
S.H: Yazma durumum pek olmadı yani o düzeyde henüz değildim. o dönemde, yani genelde legal ortamda çıkan gazeteler çeşitli haberleri, sınıf mücadelesi ile ilgili haberler ya da eğitimle ilgili haberler oluyordu, öğrenciler, emekçiler ya da mahalle çalışmaları ile ilgili. Komünist daha çok teorik merkezi bir yayındı, illegaldi, o daha siyaset yoğunluklu oluyordu, daha doğrusu partinin siyasetini anlatan yazılar oluyordu, onları oradan okuyorduk. O dönemlerde gerçekten daha yoğun ayınlar, yazışmalar, tartışmalar vardı.
D.G: Evet. Peki, yine o dönemde Halkın Gücü gazetesi vardı, bu gazeteyi hiç duydunuz mu? Bu gazeteyle ilgili neler biliyorsunuz, biraz bahsediniz.
S.H: Evet duydum onu.
Hatırladığım kadarıyla birçok yerde işte yazılaması yapılmıştı, tanıtımı yapılmıştı. …Onu hatırlıyorum ama yayınlanacağı duyulduğunda oldukça güçlü bir heyecan yaratmıştı.
D.G: Neden hayatını sürdüremediğin sebeplerini?
S.H: O şu anda pek hatırlamıyorum…
D.G: Peki. Yine kendi döneminiz içerisinde hareketinizin yani partinizin emekçiler içindeki çalışmaları nasıldı, meslek kuruluşlarıyla olan ilişkiler neydi? Ne düzeydeydi? Bu konular hakkında bilginiz var mı? İşte dernek olur, sendika olur, fabrika olur, mahalle olur, gençlik olur, öğretmen kuruluşları olur, sizler bu gibi yerlerde biraz faaliyet yürüttünüz aynı anda hem dernek hem sendika hem fabrikalarda, bu konulara dair birazcık sohbet edelim istiyorum. Şunları hatırlatmak isterim, Devrimci Maden İş, Bank-Sen, Has İş, İleri Maden İş, Kardeş Elektrik Grevi ve Otosan grevi mesela, bunları hiç yani… bu sendikalarda ve bu grevlerde hiç bulundunuz mu?
S.H: Özellikle İleri Maden İş gerçekten o dönemin daha militan sendikacılığıydı, eylemlilikleri daha çok oluyordu, grevleri daha çok oluyordu, sanırım onunla daha fazla bir diyalogumuz vardı, onun şeylerine, etkinliklerine, eylemliliklerine katılma noktasında. Bank-Sen’de hatırladığım kadarıyla etkin bir sendikaydı o dönemde. Genel olarak sendikalar o dönemde şimdiye kıyasladığımız zaman daha etkindi yani daha çok mücadele edebiliyorlardı mücadele edenler daha çok tabi dikkatimizi çekiyordu. Bu sadece bizim dikkatimizi çeken bir şey değildi, genel olarak devrimci muhalefetin ilgi noktasındaydı ve destek verdikleri şeylerdi. O militan sendikacılıklarda vardı, etkimiz vardı, hemen hemen birçoğunda etkimiz oluyordu. Ama ben direkt onlarla bir faaliyet yürütmedim ama etkinliklerine katılıyor ve talip ediyorduk.
D.G: Evet. Bu Kardeş Elektrik grevini falan?
S.H: Onu hiç hatırlamadım, hiç şu anda anımsayamıyorum yani.
D.G: Otosan grevi?
S.H: Otosan’ı duymuştum ama diğerini şu anda hatırlamadım bile yani.
D.G: Evet, peki yani okullarda ve diğer yerlerde, sendikaların dışında çalışma alanlarındaki…
S.H: Ben okullarda yani öğrencilik arasında olmadım, dediğim gibi genelde memur sendikasında şey, derneğindeydim kendi mesleğimden dolayı memur olduğum için orada, Tüm Der’di memur sendikasıyla ilgili, onunla ilgili çalışmalarımız vardı ve etkin bir çalışmaydı, gerçekten memurların en politize olduğu dönemlerdi. Hatta mesela o dönemlerde Pol Bir, Pol-Der diye bir polislerin bile derneği vardı, yani toplumun her kesiminde hani dernekleşme, örgütlenme ve hak arama mücadelesi vardı. Ha TÖB-DER vardı, mesela TÖB-DER de bayağı etkindi, o dönemin en önemli derneklerinden biriydi öğretmenler derneği, onlar da aktifti.
D.G: Kimler vardı TÖB-DER’de hatırlıyor musunuz?
S.H: Yani isim olarak pek hatırlamıyorum ya, ama etkin olduğunu biliyorum, Aksaray’da bir yerleri vardı, uzun süre de kaldı orada. Yani ve birçok insanın uğrak yeri olabiliyordu yani.
D.G: Evet. Peki, bu 1976 ve 78 yılları, işte yılı sonrasında diyelim hareket içerisinde bölünmeler işte görülüyor, bu bölünmelerde 1976 tasfiyeci KK olarak nitelendirilen yani Koordinasyon Kurulu, bu ve GKK olarak bilinen, 1980’de Geçici Koordinasyon Kurulu. Keza sonrasında 1981 Bolşevik ayrılığı da var. Bu gibi bölünmeler ve ayrılmalar sizi nasıl etkiledi, ne gibi etkileri oldu? İlişkide olduğunuz sınıf ve toplumsal kesimler arasında ne gibi sonuçlara neden oldu, tanıklığınız nedir?
S.H: Ben esas olarak daha önceden anlattım, 76’daki sanırım, oradaki ayrılığa tanık oldum.
Yani o zaman işte safımı belirledim o tartışmalarda. Diğer şeylerde sadece duyumlarım oldu, direkt bir iletişim olmadı yani içinde bulunma durumum söz konusu olmadı, GKK olsun işte Bolşevik Partizan olsun onlarda pek şeyim olmadı. Ama genelde onlar mesela özellikle GKK ölü doğmuş bir bebek gibi oldu, o dönem böyle bir ayrılık oldu, çok sekter bir çıkış oldu, sonra da kendini tasfiye ettiler onlar. Bolşevik Partizan’da bir çıkış yaptı ama o da fazla ilgi odağı haline gelmedi. Tabi her bölünme gerçekten aynı zamanda da bir yara almadır diye düşünüyorum. ….Ve hani devrimcilerin ayrışmaları olarak algılandığı için pek de sempatik olmuyordu. Ama örgütlü olanlar, bulunduğu yerden ideolojik mücadele olarak algılıyordu. Ama toplum açısından daha sonraki süreçlerde de görüyoruz ki, pek de iç açıcı olmuyor yani.
D.G: Yani GKK’ya dair sizin içinizdeki etkileşimler nasıl oldu? Bir şeyler işte duyduk falan dediniz, sizin yoldaşlarınız içerisinde GKK’ya gidenler oldu mu, olmadı mı?
S.H: Ben 80 Ekim’inde tutuklandım cezaevindeydim, yani daha çok orada duyumlarım oldu ama onun sekter bir çıkış olduğunu, sol görünüp özünde sağa kaydığını ve çok yanlış eylemler yaptığını daha sonra cezaevine girdikleri zaman da görebildik… Biraz da hani bizim gelenekte gerilla olmak ya da silahlı mücadele her zaman bir sempatiyle karşılandığı için, militan gibi çıkışlar taraftar topluyor, daha sonra gidişat doğru olmayınca, yanlış şeyler yapınca insanlar kopuş yapabiliyorlar yani.
…
D.G: Peki, bu Halkın Birliği ayrılığına değinmiştiniz daha önce.
S.H: Değinmiştim.
D.G: Bu KK olarak tasfiye edilen grup galiba.
S.H: Evet, evet.
D.G: Yanlışsam düzeltin lütfen. Şey, buna dair söylemek istediğiniz şeyler var mı?
S.H: Ya orada daha çok şeyi gözlemledim yani.. daha çok politik şeyler, siyasi şeyler tartışılıyordu. Hani diyelim işte sosyoekonomik yapıyı tartışma, işte halk savaşını tartışma, Türkiye gerçeğini, parti gerçeğini tartışma daha düzeyli, daha çok ideolojik araştırma, siyasi araştırmaya yönelik bir şeyler, yaklaşımlar olabiliyordu, iki tarafta da olabiliyordu. Ama diğer GKK olsun, Bolşevik’te olsun onu pek yakaladığımızı düşünmüyorum yani. Bu MZ Hizbi nide duymuştum, ama şu anda aklımda bir şey kalmadı onunla ilgili.
D.G: Peki, ben şimdi genel olarak illegal hayatınızı sormak isterim. Yani illegal yaşam nasıl sürüyordu, nasıl ilerliyordu? Bu illegal hayat içerisinde neler yapıyordunuz? Karşınıza çıkan engeller neydi, bunları nasıl aşıyordunuz? Sizi etkileyen olaylar, başınızdan geçen çarpıcı olaylar nelerdi? Bunlara değinmek isterseniz buyurunuz, yani illegal hayat konuşalım, bir genelleme yapıyorum ama siz tabi…
S.H: Anladım. Şimdi benim çok fazla illegal yaşamım olmadı, çünkü 79 yılına kadar SSK’da çalıştım, o açıdan daha çok demokratik alanda aktivitem oluyordu; sendikalarda, derneklerde, mahallelerde demokratik düzeyde çalışmalarım oluyordu. Tabi onun arka tarafında başka bir örgütlenmede daha farklı, belli bir komitede yer alabiliyordun ama faaliyet olarak demokratik ve legal ortamdaydı. 79’un ortalarında örgüt Kürdistan’a gideceksin dedi, orada faaliyet yürüteceksin dedi. Ben o zaman gerçekten hani görev insanı olma bilinciyle, tamam dedim!
Yani işte ayrılacaksın dediği zaman işten arkadaşlar, gideceksin dedikleri zaman ben ertesi gün işten ayrıldım. Yani böylesi bir radikal karar alabiliyorduk ve hani bize görev düşmüşse hani yaşayacağım, ne olacak, ayrılsam ne olur, ailem ne olur vesaire bunu pek sorgulamadan yani tabi ki bunun bir etkisi olacaktı, üzülmesi olacaktı ama eğer ben bu sorumluluğu almışsam hani görev verildiği zaman da bunu almam gerekiyor, çünkü böyle eğitim almıştık. Yani herkes istediğini yapıp istediğini yapmadığı zaman bu faaliyet nasıl başarılı olabilirdi? Yani sonuçta, ben ertesi günü işten, işte haber vermeden bile hani istifa bile etmeden çektim gittim yani. Aileme de işte ben evleneceğim, beni merak etmeyin, uygun bir zamanda sizi arayacağım deyip ayrıldım İstanbul’dan . Sonra bir arkadaşla nikah yaptık, tabi o arkadaşın kamufle olması açısından da esas olarak bu görev, hani o arkadaşla Kürdistan’a gidecektik, o arkadaşın kamufle olması temelinde.
D.G: Kimdi o arkadaşınız?
S.H: Ali Yavuz Çengeloğlu, onunla nikâh yaptık. İlk Elazığa gittik, Elazığ’da görev yapacaktık . Benim işte esas illegal mücadelem orada başladı, oraya gittik. Orada aslında gerçekten çok fazla hazırlık yapmadan ya da sağını solunu fazla düşünmeden hani görev olursa gideceğiz gibiydi. Oraya gittik mesela, bir yatağımız vardı, bir de perdemiz falan vardı, yatacak bir yatak, başka da bir şey yoktu yani. Bir, daha önceden bir ev kiralanmış, 1+1 kiralanmış, perdemizi taktık, kapanmış oldu, bir tane de yatağımız var o kadar. Sonra, oraya gittikten sonra ilk gün işte Ali Yavuz’un işi vardı gitmesi gerekiyordu. Bana, sen burada kal dedi, 1hafta idare edersin, ben gidip geleceğim. hatta 1hafta değil 3-4 güne gidip döneceğim dedi. tabi o zaman adını görevini bilmiyordum daha doğrusu, ismini biliyordum çünkü resmi nikah yapmıştık, görevini bilmiyordum, konumunu bilmiyordum. İşte ben işim var gidip geleceğim dedi ve beni oraya bıraktı. Tabi yanımda para yok, eşya yok, hani yiyecek şeyler falan yok. Var olanları 2-3 gün kullandım, daha sonra sokağa çıkmak gerekecek, yani hiçbir yere de çıkmamışım, beni oraya bıraktı ve gitti arkadaş!
Yani başka bir şeyim yok yani ilişkim, bilgim falan yok, kaldığım yerin adresini bile bilmiyorum. İşte arkadaş gitti, yani bir hafta oldu gelmedi! Şimdi ne yiyeceğimi bilemiyorum, çaresizlik hissediyorum, hatta mesela karşımda bir komşu vardı, gecekondu bir evdi, pencereden gözlemliyordum, 3 tane küçük çocuğu vardı, bir de eşi vardı, eşi sarhoştu, ona şiddet uyguluyordu, böyle bir gözlemliyordum oradan. Şimdi baktım yiyecek bir şey de bulamuyorum, hani bekliyorum gelecek birlikte bir şeyler alacağız , Ali Yavuz’u bekliyorum. O da gelmeyince, bazen böyle pencereden bakıyordum, tam onlar böyle sofraya oturdukları zaman, tabi eşi de yoktu genelde, yoksul bir sofraydı, çocukları falan. Ben işte hani su almak işte hani yeni taşındık, buzdolabımız yok, hani su, soğuk suya ihtiyacım var deyip tam yemek yiyecekleri zaman oraya gidiyordum, hani buyur gel yemek ye derse hiç olmazsa bir öğünü oradan geçiririm, biraz daha devam, açlığa tahammül ederim diye. O da tabi gerçekten yoksullar her zaman paylaşımcıdır, yani işte buyur otur sen de! Yok yok derdim! Yok, yok, yok olmaz, işte sofra üzerine gelmişsin, mutlaka ye derdi! İşte orada bir iki gün de öyle orada geçirdim. Baktım olacak gibi değil dedim şey yapayım, yani sokağa çıkayım bir gaz ocağı, aygaz alayım bir tane, işte demlik falan alayım, biraz da makarna pirinç alayım hani yaşamımı idame ettireyim yani Ali Yavuz gelene kadar. bir de yolu da bilmiyorum, böyle giderken daha karanlık falan değildi, işte bazı şeyleri gözlemleyerek gittim, yani bir yere giderim, tekrar aynı gözlemleyerek geri gelirim diye düşündüm, bir şeyler alıp geri dönerim falan diye. İşte merkezi bir yere gittim alışveriş yapıp döneceğim, tam o arada silahlar patladı böyle, bir çatışmanın ortasına girdim, tabi ben şey içinde, tedirginlik içindeyim oradan ayrılayım, çünkü orada bir yakalansam, nesin, necisin, ne olacak! Hiçbir şey yok yani ne diyeceğimi de bilmiyorum. Tabi oradan hızla ayrıldım ara sokakları falan bulmaya, girmeye çalıştım, uzaklaşmaya çalıştım. Tabi uzaklaştıkça da adresten uzaklaşmışım! İşte karanlık oldu, artık görmekte daha zorlandım, daha çok zorlandım, hani kime, birilerine bir şey sorsam nereye gideceğimi bilmiyorum, sokağı bilmiyorum, mahalleyi bilmiyorum ama işte heyecan içinde yürüye yürüye, oraya buraya baka baka neyse en sonunda bir işaret buldum, yani şurayı hatırlıyorum dedim ve oradan gelip eve geldim yani, böyle bir macera yaşadım orada.
Tabi ondan sonra işte Ali Yavuz geldi, biraz daha yaşamımız da oturdu. Tabi o dönemde şey vardı, böyle şey, nedir, hani acaba burada yerleşen polis midir, mit midir, it midir böyle toplum birbirini sürekli gözetliyordu yani tanıdık olsun olmasın böyle. Şimdi bizim de perdemiz, gerçekten ilk defa bir perdemiz vardı, kalın bir perdeydi yani dışarıyı hiç göstermiyordu falan. Şimdi orada bir şey dolaşmış, işte buraya yerleşenler, sivil polisler, mahalleye yerleşmişler, işte bak, hatta kurşun geçirmez perdeleri var (gülüyor), böyle bir efsane, şehir efsanesi, hâlbuki içeri görünmesin diye yani başka bir şey yoktu yani, tül perdemiz yoktu bile yani. Yani ne kadar hazırlıksız, yani donanımsız gidiyoruz yani onu anlatmaya çalışıyorum, çok daha derli toplu gitmemiz gerekiyordu yani en azından bir bağlantılarla, yani ne bileyim ben, bir şey olduğu zaman şöyle olacak, böyle olacak yani bir ön hazırlık yapmamız gerekiyor. Neyse, Ali Yavuz geldi, daha sonra işte orada birkaç Partizancı arkadaşlarla buluştuk , bizi tanıyınca o sözler geri alındı. İşte orada biraz faaliyet yürüttük… illegal mücadelem esas olarak orada oldu. Orada da genelde şeyden başladık yani semt örgütlenmesinde, genelde yoksul, gecekondu semtlerinde örgütlenme en çok oralarda oluyordu. Fevzi Çakmak mahallesiydi…
D.G: Mahallesi.
S.H: Tabi orada semt sorumlusu olarak beni görevlendirdi arkadaşlar, orada faaliyet yürütüyordum işte bildiri dağıtıyorduk, mahallelerde konuşuyorduk, işte önemli günlerde gösteri falan yapılıyordu, bu tür faaliyetler yapıyorduk. Şimdi mesela orada gözlemim şu olmuştu, bendim, 3 tane de erkek arkadaştı.
D.G: Kimdi o erkek arkadaşlar?
S.H: Şimdi bu arkadaşlardan bir tanesi N.K.’tı hatırladığım kadarıyla, biri de E.M. du galiba, bunlarla görüşüyorum, şu anda N.K. yeni tabi cezaevinden çıktı, o, o dönemde oradaydı ve gerçekten daha lise öğrencisiydi o ama çok militandı, mesela bir ara tutuklanmıştı, öğrenci eylemlerinden dolayı tutuklanmıştı, tek kelime falan söylememişti ve çok işkence yapmışlardı. Hatta ona küçük İbrahim diye sözler dolaşmıştı daha sonraki süreçte, yani ondan sonraki süreçte.
Başka birkaç arkadaş daha vardı ama ben mesela orada şeydim, oranın sorumlusu olarak faaliyet yürütüyordum. Bir keresinde bir arkadaşım, hangisi şu anda tam bilmiyorum da, böyle her toplantıda böyle üzgün asık surat duruyor, yani katılımcı olmuyor. Diğer arkadaşlarla konuşuyoruz, sohbet ediyoruz, tartışıyoruz, bir şeyler öğrenmeye çalışıyoruz, eğitim yapıyoruz, o böyle somurtkan duruyor, keyifsiz oluyor. Ben, bu arkadaşın derdi ne, niye böyle yapıyor diye sordum. Yok bir şey demişlerdi. Sonra baktım devam ediyor, tekrar ya dedim bir şey mi var, yanlış giden bir şey mi var, bir derdi mi var? Sonra arkadaşın biri demişti ki, o seni içine sindiremedi, yani kadından sorumlu mu olur yani…
Kendine yedirememiş yani hiç böyle hani kadının sorumlu düzeyde olacağını algılayamıyor yani. Hani çünkü o dönemde kadın arkadaşların da sayısı azdı, herhalde. Ya demiştim, tabi üzülmüştüm buna yani hani biz devrimciyiz, yani kadını erkeği olmaz, kim daha birikimli olmuşsa, kim daha pratikse onu, ona verirler yani sen ya da öbürü olmaz diye böyle bir şey yapmıştık ama öyle bir tepkiyle karşılaşmıştım yani. Ben de mesela hani onlardan biri gibiydim, hayatım boyunca öyle üstenci bir tavra girmedim. Hani onlarla birlikte mesela bildiri dağıtıyorum, onlarla birlikte işte yazılama varsa gidiyorum, birlikte faaliyet yürütüyoruz ama buna rağmen hala işte kadın olmamdan dolayı bir kırgınlık yaşamışlardı yani. Bu tabi şeyi de gösteriyor, yani o dönemdeki yani bilinç düzeyimiz de biraz demek ki onun göstergesi. Bir de mücadele daha yeniydi ya da kadınların bu tür şeylerde aktif ve sorumlu düzeyde olması çok da yaygın olmadığı için belki de… Daha sonra tabi ki kadınlar daha da çoğaldı, daha etkin yerlerde oldular. Orada işte biz bir süre beraber kaldık işte beraber mücadele ettik, daha çok Ali Yavuz Dersim’e gidip gelebiliyordu, merkez komitesindeydi, ben çok sonra öğrendim tabi yani tutuklandıktan sonra, ben onun görevini falan bilmiyordum. Hatta ben mesela merkez komitesindeki yoldaşlar nasıl olur, nasıl insanlardır falan böyle hayal kurarken, yanımda olan bir arkadaşım merkez komitesindeymiş.
O daha çok Dersim tarafına toplantılara falan gidiyordu. Ben de birkaç kez işte kuryelik yaptım, yani onların belgelerini falan taşımak için onlarla beraber gittim. Daha çok işte İstanbul-Kürdistan arası genelde kuryelik görevini üstlenmiştim o zaman. Hatta mesela bir keresinde İstanbul’dan bir sürü dokümanlar almıştım, illegal dokümanlar ve para vardı yanımda. İşte oradan Elazığ’a gelecektim, o bir de kıştı, işte araba da biraz geç geldi falan. Ben tabi gün ışığında geleceğim, oradan da yolumu bulacağım gideceğim vesaire. Tabi araba çok geç geldi otogara. Yani gecenin 11-12’sinde mi otogara geldik. Tabi otogarda da kalmak istemedim, hani orada kalmayayım çünkü dikkat çeker diye. O dönemde de kadın olarak yani gerçekten o saatlerde sokakta olanlar ya fahişedir ya teröristtir yani böyle bir algı vardı, yani riskliydi. O açıdan ben mesela hani geç de olsa gideyim dedim, kaldığım yere gideyim diye düşündüm. Tabi tedirginim. O dönemlerde çok aramalar da var, yol kesmeleri var, yani polislerin bayağı denetimi var. Tabi hızlı hızlı geleceğim yere gittim, yani dedim ne edip edip gideyim dedim. Tabi yolda şeyler benim önümü kestiler, bekçiler, o zaman bekçiler de vardı yani sokakların güvenliği için dolaşan bekçiler falan da vardı. İşte nereden geliyorsun, kimsin, nesin diye …. tabi her şeyi üzerime monte etmişim. Nereden gelip nereye gidiyorsun diye, kimsin sen dedi? Karakola gideceğiz dedi, yakama yapıştı hadi karakola gideceğiz, orada ifade vereceksin nesin, kimsin diye. Ben de tabi gerçekten bir cesaret bulup şey yaptım, dedim, böyle davranmak zorunda değilsiniz, yani hakkınız yok, ben okumuş tahsilli bir insanım, arabam gecikti, ben evime gidiyorum hani bana böyle davranamazsınız diye… Yok, yok, hep fahişe şeyiyle yaklaşıyorlar o saatte sokakta oldum diye, işte karakola götüreceğiz falan diye. Ben de yok dedim, yani buna hakkınız yok dedim, bak yaka ismini, şeyini, numaranızı aldım sizden davacı olacağım, vatandaşı rahatsız ediyorsunuz, taciz ediyorsunuz buna hakkınız yok, bu memlekette özgürlük var, ben geç kalmışım ve evime gidiyorum diye!
Tabi yaşlı olan, yok gideceğiz diyor. Genç olanı biraz daha tedirgin, ya boş ver bırakalım diye. Neyse öyle bir diyalogdan sonra, tartışmadan sonra beni bıraktılar! Ama yani götürselerdi gerçekten bir facia, yani hem belgeler üzerimde hem para var vesaire… Böyle bir şeyimiz oldu, zorluğumuz oldu. Ya tabi o dönemde illegal şey gerçekten zordu, özellikle gece geç saatlerde bir şeyler yapabilmek çok riskli şeylerdi. Orada bir, biraz faaliyet yürüttük. Oradan sonra işte Erzincan’a geçti, Erzincan’da bu defa ihtiyaç duyuldu, orada faaliyet yürütecektik, orada da gene semt örgütlenmelerinde esas olarak yapıyordum, kimi zaman işte şey, meslek örgütünden arkadaşlarınız vardı, onlara şey yapıyorduk, çalışmalar falan yapıyorduk.
D.G: Erzincan’da kimler vardı?
S.H: Erzincan’da şu anda hatırladığım, 3 kız kardeş vardı, hatta onun iki tanesi kanserden öldü, bir tanesi yaşıyor, çalışıyorlardı, öğrenci ve meslekleri vardı çalışıyorlardı. Bir de mahallede H. diye sempatizan bir arkadaşım vardı, şu anda aklımda kalan. Şimdi… beni orada da bir eve götürdüler, bir sempatizanın evine götürdüler, işte burada biraz kal, yeni bir düzenleme yapıldığı zaman görev ya da diyalogun olacak insanları belirleyeceğiz dediler. Orada kim vardı? Veysel Uyar diye bir yoldaşımız vardı sonra şehit düştü, kokum derdik ona, çok efendi, çok çalışkan bir arkadaştı, çok sevecen biriydi. Beni o eve götürdü, bir hafta sonra gelip alacağız. Şimdi bir hafta falan oldu, tabi o dönemde böyle hep bir şeyler yapabilmek istiyoruz yani oturmak bize zül geliyordu yani o kadar yoğun bir faaliyet yürütmek istiyorduk ki, yani her şey her zamanımız dolu olsun diye. Yani bir hafta baktım gelen giden yok yani iş yapamazsın, sadece H. adlı bir sempatizan arkadaş ile sohbet ediyoruz vesaire, başka da bir şey yok ben öyle oturuyorum. Sonra dedim ki yani böyle oturmanın anlamı yok, nasıl olsa burada faaliyet yürüteceğim, hani en azından buradaki kadın çalışması için bir şey yapalım, kadınlarla sohbet edelim ya bir eğitime başlarız yahut tanışmış oluruz falan diye. Bunu yapmaya başladım, bu biraz kendi inisiyatifimle oldu falan, sonra o arkadaşa dedim yani senin de faaliyette olduğun yerlerde en azından kadınlarla görüşme yapalım, semt çalışması, kadın çalışması falan yaparız diye.
Şimdi o arkadaş tamam dedi, tabi bir de orada siması belli olduğu için hani yan yana da gitmek illegal açısından kötü, doğru bir şey değil diye önden gitti, ben de arkada onu takip ederek gittim falan. Bir semte gittik işte orada kadınlarla buluştuk, sohbet ettik, neler yapabileceğimiz, burada neler yapıldığını falan sohbet ettik sonra geri döndük. Geri dönerken işte gene arkadaş önde gidiyor, ben arkadan geliyorum hani onun yanında görünmeyeyim, çünkü o daha çok tanınmış, oranın yerel polisleri tarafından bilinen biri. Öyle o önde ben arkada giderken bir de baktım önümde polis ekibi durdu, işte kimsin yani nesin necisin diye araştırmaya başladılar, yani kimliğini göster dedi kimliğimi gösterdim. E tabi çok tedirgin oldum ne yapacağımı bilemedim. Hep şey dedim yani… Bir de kimliğim kendime aitti ve o dönemde aranmadığımı biliyorum yani herhangi bir aranma, çünkü İstanbul’dan gelmişim buralarda yeniyim, kimse de bilmez falan diye, elimde de kimlik var, hani bir şey söyler, gene de paçayı kurtarırım diye. İşte bir senaryo uydurdum hemen kafamdan, işte burada bir arkadaşım var dedim ona geldim, yeni geldim, İstanbul’dan yeni geldim, otogarın oralardaydı böyle, geçen bir yerdeydi. İşte ona gideceğim dedim, işte kocamla kavga ettim, biraz kafamı dinlemek için o arkadaşıma gideceğim. Bir şey uydurdum yani kafada, Ayşe diye bir isim uydurdum, hani bu şeylerle anlatımla geçiştirebilirim diye düşündüm. Tamam dedi, o zaman arkadaşına gidelim dedi. tabi arkadaş falan yok. İşte bir Aslanlı Mahallesi diye bir yer var, aklımda bir o mahalle adı kalmış… Dedim ki, Aslanlı Mahallesi’nde dedim. Sonra işte götürdüler, işte yani hatırlar mısın, görür müsün, işte orayı gösteriyorlar yok o değil, bu yok… yani çünkü gerçek bir kimlik, şey yok, yani isim yok. Sonra işte muhtara götürdüler işte burada Ayşe bilmem… bir de soy isim söylemiştim ama aklımda sadece Ayşe kalmış şu anda. Böyle biri var mı? Muhtar dedi ki, yok dedi buralarda böyle bir şey hatırlamıyorum. Sonra yani arkadaşın burada yok ne yapacaksın? Ben de dedim, bulamadım geri döneceğim . Sonra beni bir otele götürdüler, resmen kilidini de kendileri aldılar yani otele koydular, işte burada kal, seni yarın gelip göreceğiz burada.
Zaten kilitlediler de, oradakilere tembih ettiler. Orada kaldım, sabah geldiler işte ne yapacaksın? Ben işte dedim gideceğim yani, döneceğim, aileme döneceğim yani arkadaşımı bulamadım. Neyse otogara geldiler, otobüse bindim ben. Tabi şeyi biliyordum, yani bir gözetmen var yanımda yani sürekli takip eden birileri vardı yani onu hissediyordum. Sonra tabi İstanbul’a döndüm öyle. Tabi arkadaşlar birden, hani birden yok olmuşum, yani giderken yolda yok olmuşum, tabi arkadaşlar çok üzülmüşler, paniklemişler, bunun başına bir şey geldi diye. Hatta o dönemlerde biri öldü cesedi falan atılmış diye beni düşünmüşler, böyle birdenbire ortadan yok oldum. Tabi ben bir hafta, İstanbul’a döndüm, kaldım, ailemde kaldım. Sonra geri döndüm, tekrar Erzincan’a geri döndüm. İşte arkadaşların birine uğradım böyle, ben buradayım, böyle bir olay yaşadım diye. İşte biraz orada faaliyet yürüttük, o zaman da yani darbenin ayak sesleri yaklaşmaya başlamıştı zaten, 80 süreciydi. Orada semt faaliyeti yürüttük, diğer örgütleme faaliyetine katıldım. Sanırım II. Konferans’ın toplantısı olacaktı Dersim’de, işte onun gene kuryeliğini falan yaptım, belgeler falan taşıdım, götürdüm. Oralardan dönerken, 80, 30 Ekim’di galiba ya da başka bir toplantısı için, merkez komitesi toplantısı için yani ciddi bir toplantı için götürmüştüm şeyleri. Dönüşte arabayı durdurdular, arkadaşlarla beraber bir yere kadar gelmiştik, ondan sonra ayrılmıştık, ben tek binmiştim otobüse…. tam Elazığ’a girerken jandarma durdurdu arabayı, direkt bana geldi yani. Muhtemelen bir ihbardır yani bu arabada böyle şüpheli biri var, diye… ihbar böyle gırla gidiyordu yani ortalıkta. Yani hem sivil polisler vardı, hem esnaflardan muhbirler vardı vesaire vardı. İşte beni arabadan indirdiler .
Sonra işte jandarma beni ablukaya aldı, işte polise telefon etti, şüpheli birini yakaladık gelin alın diye. Tabi ben o zaman üzerimde şey vardı, notlar falan vardı, baktım iş ciddiye geliyor, küçücüktü, o zaman küçük küçük notlar böyle taşırdık. Baktım ciddi yani teslim edecekler onlar gelmeden onu alıp yutmaya çalıştım, yırtıp yutmaya çalıştım, yarısını yuttum yarısı da parçalandı uçtu falan. Tabi hemen üstüme hücum ettiler, bulmaya çalıştılar parçaları falan sonra tabi orada yakalanmış oldum. 80 Eylül’de cunta geldi, Ekim’de ben tutuklanmış oldum.
D.G: Elazığ’da.
S.H: Elazığ’da, Elazığ’da.
D.G: Dersim’e gittiniz mi?
S.H: Dersim’e gittim tabi iki kez gittim, hani kurye olarak gidiyordum, orada… aklımda bir tavuk köyü var ?
D.G: Hozat’ta Tavuklu köyü.
S.H: Ha işte orada faaliyet yürütmek için değil ama kuryelik için gitmiştim.
D.G: O zaman gerilla var mıydı Dersim’de 80’de sizin gittiğiniz zamanlarda?
S.H: Muhtemelen vardı yani ben onlarla şey yapmadım ama vardı yani, hı hı vardı. Hatta mesela şöyle bir anım oldu. Bize bir kurye verdiler işte toplantı için bir yerlere gidilecekti, o bizi aldı götürdü, götürdü artık günlerce yürüdük böyle perişan olduk, geceler yürüyoruz falan. Sonra dolaşmışız dolaşmışız tam tekrar aynı yere gelmişiz, bir de toplantı var, herkes bizi bekliyor, bir şey yani müthiş bir gerilim yaşadık. Sonra hani daha iyi bilen bir rehber verdiler bize, hani onunla tekrar koştur, koştur, koştur yani hızlandırılmış bir toplantıya gittim… gittik, yani gerçekten çok perişan olmuştuk o zaman çok çok yoruldum, gerçekten böyle hani yamaçlardan falan gidiyoruz, artık böyle diyorum ki şuraya kadar gözümü kapayayım, birazcık gözümün acısı gitsin sonra açarım diye ama hep korkarak yani ne zaman uçurumdan gideceğiz falan diye, böyle bir şey olmuştu yani böyle bir süreç yaşamıştık orada.
D.G: Evet.
S.H: Dersim’de diyalogumuz genelde öyle gidip gelme temelinde, faaliyet temelinde olmadı ama birkaç kez gittik. Erzincan’da da onları yaşadık. Sonra da işte 80’de Elazığ’a giderken gözaltına alındım.
D.G: O sürece tekrar geleceğiz. Dersim’e dair ek söylemek istediğiniz şeyler varsa alayım, sonra sorularımla…
S.H: Yo Dersim’e ilişkin pek şeyim yok yani… fazla da anılarım yok yani.
D.G: Evet, peki, 1980 öncesi bu yaygın olan sol içi çatışmalardan hiç zarar gördünüz mü? Hareketinizin bu çatışmalara dair bakış açısı neydi, hiç taraf oldu mu? Hareketinizin belli bir tavrı var mıydı bu sol içi çatışmalara dönük? Sizi etkileyen bir sol içi çatışma, şiddet yaşandı mı? Bunlar karşısında ne düşündünüz, ne hissettiniz?
S.H: Ya şimdi böyle somut beni hedef eden, hedef alan bir şeyle karşılaşmadım, yani şiddetle karşılaşmadım. Ama o dönemde gerçekten sol arasında çatışmalar falan vardı. Hani, genel olarak algı yani savunu şuydu, çelişkiler dostlar arası çelişkidir ve bunlar şiddetle çözülmemesi gerekir, yani teorik olarak savunulan buydu. Yani devrimciler arasında halk safında olanlar arasındaki çelişkinin şiddetle çözülmemesi gerektiği söz konusuydu, ama pratikte tabi birebir buna uygun olmadığı açıktı yani. Çeşitli sol hareketler arasında, dönem dönem şiddet uygulandığı durumlar olabiliyordu. Mesela özellikle İGD’lilerle Halkın Kurtuluşu arasında vardı bu çelişki, hatırladığım kadarıyla. Hani bizde de mutlaka bir şey olmuştur da aklımda fazla bir şey kalmadı, somut bir şey kalmadı aklımda ama vardı, çok yani rahatsız edici bir şeydi gerçekten, halk arasındaki bir çelişkinin böyle şiddete dönüşmesi toplumda da hoşnutluk sağlamıyordu.
….
Yerele verilen inisyatifler sonucu yer yer hatalı eylemler yapılmıştır.
D.G: Hangi bölgedeydi?
S.H: Gene Kürdistan tarafında bir yerlerdeydi galiba Dersim’de olabilir, bir öğretmendi. Yani kimi böyle yanlışlıklar oluyordu. Daha sonra, yerellere inisiyatif vermenin doğru olmadığı üzerine tartışmalar yaşandı, inisyatifi tümüyle merkez üzerine aldı…
D.G: Okey o zaman ben diğer soruma geçebilirim. Az önceki tarihler arasında işte bu 75-80 arasında diyelim, başka hangi siyasi hareketler vardı? Örneğin Halkın Birliği- HB, Halkın Kurtuluşu -HK, Halkın Yolu – HY, TSİP-Türkiye Sosyalist İşçi Partisi, az önce değindiniz İGD yani İlerici Gençler Derneği, Aydınlık, Kurtuluş, Dev-Yol ve benzeri gibi. Bu gibi siyasal hareketlerle ilişkileriniz nasıldı? Bu hareketlerin çıkardığı yayın organlarını hatırlıyor musunuz? Bu yayınları takip eder miydiniz? Bu siyasal hareketlerle merkezi ya da yerel düzeyde ne gibi ilişkileriniz ve ittifaklarınız oldu, nasıl oldu? Ortak kampanyalar ve benzeri gibi şeyler oldu mu? Kısaca, iktidara karşı mücadele eden diğer sol kesimlerle ilişkiler nasıldı?
S.H: Yani hatırladığım kadarıyla genelde bu o zaman halkın sülalesi deniyordi (gülümsüyor): Halkın Yolu, Halkın Kurtuluşu, işte Halkın Gücü, Halkın Birliği, biri daha vardı, 5 gruptuk yani.
Bu arkadaşlarla zaman zaman ortak işler yapıyorduk ve belli bir dostluğumuz vardı, yakınlığımız vardı, mahallede dayanışma içerisinde bulunuyorduk, tanıyorduk birbirimizi, etkinliklerimize giderdik demokratik anlamda, legal şeylerde, bunlardan haberimiz olurdu yani bir dayanışma içersinde oluyorduk.
Mesela İGD, İKD (İlerici Kadınlar Derneği) TKP ile birlikte hareket ediyorlardı. Bunlar da genelde Rus, Sovyet yanlısı olduğu için hani bizim daha çok sosyal faşist dediğimiz gruplar da olduğu için onlarla ortak eylemler hatırlamıyorum.
D.G: Peki. İstanbul’da 1 Mayıs Mahallesi, Gazi Mahallesi, Gülsuyu Mahallesi ve benzeri gibi mahalleler vardı. Ankara’da ise işte 18 Mayıs Mahallesi gibi. Bu gibi mahalleler halkın konut ihtiyacını karşılamaya dönük yapılan yerleşim yerleriydi, işte solun da keza müdahil olduğu, örgütlendiği, örgütleme yaptığı ve mahallenin kuruluşunda emeği olan şeylerdi hani yerlerdi bu gibi mahalleler. Bu yerleşim yerlerinin oluşmasında bireysel katkınız oldu mu hiç, olduysa nasıl oldu? Hareketinizin bu yerlerdeki çalışmalarıyla ilgili bilgileriniz, gözlemleriniz nelerdir?
S.H: Evet oldu. O dönemde gecekondu yapımı halkla bütünleşmenin ya da kaynaşmanın da bir aracıydı. Çünkü gerçekten İstanbul’a çok göç vardı, bir sürü insan gelmişti burada iş için, aş için, barınma için ihtiyacı olan çok geniş kesim vardı ve gecekondu, bir örgütlenme, bir mücadele alanı gibi görünüyordu. Ben mesela şey hatırlıyorum, 1 Mayıs’ı hatırlıyorum, oraya genelde gidiyorduk. Yani başka arkadaşlar başka semtlere falan da gidiyorlardı. Orada hani gecekondu yapma ve en çok ihtiyacı olan insanlara yardımcı olmak, bu evleri yapmak. Tabi oranın hamallığında çalışıyorduk ve çok mutlu da oluyorduk. Yani çünkü zor durumda, çaresiz durumda insanlara bir güç vermek, bir omuz vermek, onların hayata bağlanmasını sağlamak, onları örgütlemek hani zayıf yanlarımızı güçlendirme algılıyordu, dayanışma olarak algılanıyordu ve bu tür şeylere kendi açımızdan keyifle yapıyorduk yani. Bir de gençliğimiz vardı, enerjimiz vardı, ideolojik olarak inancımız vardı, gerçekten çok enerji vererek, güç harcayarak bu tür çalışmalara katılıyorduk. Tabi daha sonra yardımlaşma içinde olduğumuz insanlarda ne kadar dönüşüm sağladık tartışılır bir şey. Ona yardımcı olduğun için senle beraber oluyor ama ideolojik olarak, bilinç olarak ne kadar değişiyor, o çok daha farklı düzlemde değerlendirilmesi gereken bir konu.
D.G: Yani başınızdan geçen böyle bu konut yapımı sırasında olumlu olumsuz şeyler nelerdir, daha spesifik olarak bahsedebilirsiniz. Hangi semte gitmiştiniz?
S.H: İşte dediğim gibi 1 Mayıs Mahallesi’ne gitmiştim. Öyle aklımda kalan olumsuz bir şey kalmadı. Yani genelde herkes genç ve dinamiktik hepimiz, orada bir an önce barınma koşullarını sağlayıp insanların orada yerleşmesini, orada da sınıf mücadelesini daha hızlı, daha aktif katılmanın yolu nasıl olabilir onlarla beraber, bunun hesabını yapıyorduk, bunları yapıyorduk.
D.G: Kimler vardı 1 Mayıs Mahallesi’nde sizle beraber?
S.H: 1 Mayıs’ta dediğim gibi H.H.A. aklımda kalmış, muhtemelen Y. da vardı. Aradan çok zaman geçtiği için, ben de çok kısa süre çalıştım, çünkü hani benim esas işim o değildi. Ben hani her şeyi de bir merak ediyordum hani bir, benim de bir tuzum olsun diye gidiyordum, hani mahallede de kalmadığım için yani ihtiyaç olduğu zaman destek için gidiyordum. Örgütlenmesinde görev almıyordum, sadece işte omuz vermek için gidiyordum.
D.G: Gerçekten bir gecede yapılıyor muydu o kondular?
S.H: Onu pek hatırlamıyorum da, yok öyle bir günde yapılacak şey değildi yani..
D.G: Peki yani bu yerleşim yerleriyle ilgili olarak diğer sol siyasal yapılarla ilişkiler oldu mu hiç, ortak hareket etme, kararları birlikte alma ya da uzlaşılmayan konular?
S.H: Onu ya mutlaka birlikte çalışma olmuştur. Çünkü oralarda çalışma yapan sadece biz değildik, diğer siyasetler de vardı, muhtemelen ortak şeyler, yapılmıştır muhtemelen çelişkiler de vardır. Belki oralarda daha yoğun, daha uzun süreli çalışan arkadaşların gözlemleri ya da hafızalarında kalan çok daha canlı şeyler vardır, hani bununla ilgili sanırım bir kitap da yayınlandı 1 Mayıs’ın tarihçesiyle ilgili, orada çok daha somut bilgiler vardır ama benim öyle aklımda kalan şeyler olmadı.
D.G: Peki, bir sorum var onu da sorayım. Yani İstanbul 1 Mayıs Mahallesi’nin adı daha sonra Mustafa Kemal Mahallesi olarak değiştirildi. Bu değişiklik bir tesadüf müdür yoksa mahallenin kuruluşunda katkısı olan hareketinizin Mustafa Kemal hakkındaki değerlendirmelerinin bir etkisi midir, sonucu mudur, bu konu hakkında ne düşünürsünüz?
S.H: Muhtemelen bilinçli seçilen bir addır. Çünkü oraya devrimcilerin damgası vurulmuştu, 1 Mayıs Mahallesi olarak yüreklerde yer edinmişti, yani burjuvazi de en çok kendisini hedef aldığın, itiraz ettiğin yerlerde bu tür isimleri koyar. Bu ismin seçilmesinde, Kemalizmin reddine dair politikanın etkisi vardır.
D.G: Peki. İzmir’de Tariş Direnişi ve Dersim’de Deşt Toprak işgali, bu direniş ve işgal sırasında hareketinizin çalışması nedir, neler olmuştur? Yaşananlar ve birey olarak tanıklıklarınız var mıdır bu Tariş Direnişi ve Deşt Toprak işgali?
S.H: Yani birey olarak tanıklığım yok ama duymuşluğum var. Özellikle Deşt’teki işgal insanlarda çok daha büyük bir sempati yaratmıştı, hani orada sanki kızıl bir üs elde edilmiş gibi bir duyguydu, bir şeydi, bir direnişti, bir kendini orada var etme noktasında bir duygu yaratmıştı… etkisi bayağı sonra çoğalmıştı.
D.G: Peki Tariş Direnişine ve Deşt Toprak İşgali’ne katılan yoldaşlarınız var mıdır, kimlerdir?
S.H: Deşt’i hatırlamadım yani, yani söylense hatırlarım, şu anda isimler de aklımda kalmadı. İşte dediğim Tariş’te bir Celal Pelük aklımda kaldı. Başka arkadaşlar da duymuştum ama şimdi unuttum.
D.G: Evet kaydımız devam ediyor. Şeyi artık biraz konuşalım istiyorum, 12 Eylül Darbesi’ne doğru yani hareketinizin darbeye karşı bir hazırlığı var mıydı? Darbenin sizdeki yansımaları ne oldu?
S.H: Ya aslında bu kitlesel katliamlar ya da tek tek katliamlar darbenin ayak sesleridir, yani darbe yapılmasının zeminin yaratmak için bunları yapıyorlar türü bir teorik açılımlar yapılıyordu bu herkes tarafından, bütün sol tarafından eminim bunlar yapılıyordu, çünkü gidişat ona doğruydu. Yani sürekli memleket krizde, memleket kardeş savaşında, memleketin durumu budur hani buna bir disiplin, bir otorite gelmesi lazım, bir askeri müdahale olması lazım el altından sürekli bu kitle tabanına ya da kamuoyuna söyleniyordu yani bir darbe gelecektir, söyleniyordu. Ama mesela bu teorik açılıma rağmen, buna nasıl bir örgütlenmeyle cevap verecektiniz noktasına çok fazla kafa yorulmuyordu, yani ona karşı bir pratik çalışma fazla yoktu. Sadece hani, daha dikkatli olalım, daha disiplinli olalım türü şeyler vardı ama yazılı ya da bunun takibini gerektiren bir denetleme zayıftı yani… Hani bir de mademki darbe gelecek, seni yok etmeye geliyor hedefi bu, yani senin şahsında toplumu sindirmeye çalışıyor, hani o zaman yok olmamak için neler yapılması gerekir? Hani daha farklı taktikler düşünülebilinir, yapılabilinirdi. Bunu yeterince yapmadığımızı, özellikle cuntayla beraber anladık. Çünkü gerçekten 12 Eylül oldu, 13 Eylül’de yüzlerce, binlerce insanı birden gözaltına aldılar! Yani demek ki önceden bunun hazırlığını da yapmışlar. Özellikle mesela demokratik alandaki insanların hemen hemen birçoğunu aldılar, sendikalarda, derneklerde, mahallede görünürde olan insanları ertesi günü, daha ertesi günü hepsini toparladılar. Devletin büyük bir hazırlığı vardı, ama bizde ona uygun bir geri çekilme ya da örgütlenme yoktu. Çünkü genelde şu oluyordu hani, yani cunta gelecekse de biz savaşımızdan asla vazgeçmeyeceğiz yani asla geri adım atmayacağız.
Yani mücadeleden mi vazgeçeceğiz, yani biz mücadele edeceğiz! Yani mücadele evet mücadele etmek gerekli ama tedbir almak da gerekliydi, bu konuda ciddiyetle politika üretemediğimizi düşünüyorum, bu hani gözaltılar, tutuklamalar, öldürmeler de bunun bir göstergesi oldu, bunu görüyorum, şimdi buradan görüyorum yani.
D.G: Peki gelelim sizin bu gözaltı ve tutukluluk sürecinize, değindiniz zaten Elazığ’da bir gözaltı olduğunu, nasıl geliştiğini de anlattınız. Artık gözaltına alındıktan sonra bu gözaltında yaşadıklarınız, efendime söyleyeyim, sorgu süreleri, nerede ve bu sırada neler yaşadığınız? Tanık olduğunuz işkence, infaz ve benzeri gibi olaylar nelerdir? Ya da sizi birebir etkileyen önemli tanıklıklar? İşte bu yargılama safhası olsun, hangi dava dosyasından yargılandınız?
D.G: Yani bu… Hatta sorumu toparlayarak tekrardan ifade edeyim. Yani bu gözaltı, tutukluluk ve hükümlülük süreçlerinizi konuşalım. İşte gözaltındayken o sorgu süreleri neler… şey, ne kadardır, neler yaşadığınız bu sırada? İşkence, infaz ve benzeri gibi olaylar hiç oldu mu, tanıklıklarınız nelerdir? İşte yargılama safhasında hangi dava dosyasından yargılandınız, dava dosyanızın adı neydi? Dava arkadaşlarınız kimlerdi? İşte mahkeme safhası, duruşmalar, duruşmalara gidiş gelişler, mahkeme heyetinin tavrı, aileyle olan ilişkiniz bu süreçte, avukatınız ve avukat savunmaları, avukat görüşleri… Yani bu yargılama safhasında nelere tanık oldunuz bunlara değinebiliriz. Ama öncelikle bu gözaltı, bu işkenceler, sorgu zamanları.
S.H: Şimdi ben Kığı’dan Elazığ’a doğru yol alıyordum, arkadaşlardan ayrılmıştık bir yerden, sonra otobüse bindim Elazığ’a doğru gidiyordum. Yolda otobüsü durdurdular ve bana geldiler kimliğini göster diye. İşte ben kimliğimi verdim, aşağıya indirdiler. Bana yönelik bir şey olduğunu anladım, çünkü orada 30-40 kişi vardı bana geldiler. Sonra aşağıya indim, polise telefon ettiler, emniyete telefon ettiler, jandarma beni gözaltına almıştı, şüpheli bir şahıs gözaltına aldık, gelip alın diye.
Demin de anlatmıştım bunu geçeyim. İşte o arada üzerimde şey vardı, notlar vardı, onu imha etmeye çalıştım, beni hemen abluka altına aldılar. Sonra işte gelen polis ekibine verdiler beni. Tabi ben orada şey düşünüyorum hep, nedir, kimliğim elimde hani aranır durumda olmadığımı düşünüyorum, yani bu kimlikteyim, işte şuradan alıp şuraya gidiyorum diye kafamda bir senaryo var, işte şuradan gelip şuraya gidiyorum diyeceğim ve mesele kapanacak diye düşünüyorum. Sonra beni emniyete götürdüler.
D.G: Elazığ emniyetine?
S.H: Elazığ muhtemelen emniyetti çünkü ondan sonra başka bir yere taşıdılar beni. Sonra işte beni alır almaz hemen sorgulamaya aldılar, ben de işte onlara şuradan gelip şuraya gidiyorum dedim. Sonra beni alıp başka bir yere götürdüler. Giderken gördüm, yani orada şey yazıyordu, bölge trafik müdürlüğü diye, tabi Elazığ’ın dışında 1800 Evler diye bir yer yani, dışarıda baktığın zaman trafik bölge müdürlüğü ama içeri işkencehane yani. Hatta altında da şey vardı, jandarma vardı, yani MİT ve jandarma birlikte sorgu yapıyordu, altta onlar vardı, yukarıda da onların şeyi vardı. İşte beni ilk sorguya aldılar. Tabi ben ilk şeyde çok şaşırdım yani… adım şu, buradan gelip buraya gidiyorum dedim, hani en azından bir araştıracaklar soruşturacaklar sonra devam edecekler ve ilk gözaltı pratiğimdi. Daha önce hiç gözaltına alınmamıştım. Artı, nedir, yani diğer ülkelere ait şeyler okumuştum yani gözaltında şu olur bu olur vesaire ama hani insanın kendinin yaşaması çok daha farklı bir şey. Şimdi beni aldılar hemen, sorgu odasına aldılar, işte soyunmaya, üzerimdeki her şeyi aldılar. İç çamaşırlarım kaldı. Hemen böyle şey, yani bir terörize ediyorlar seni o anda, ilk aldıkları zaman hemen şunu yapıyorlar, hani 5 silah 5 insan teslim edeceksin, 5 silah 5 adam vereceksin, tamam mı? hemen böyle bir muamele yapıyorlar, çünkü gerçekten o panikte o şiddetle ilk anda bir şeyler alabilirse onlar için büyük bir başarı, çünkü hemen o ifadelerden yola çıkıp operasyona başlıyorlar, yani başka insanları toparlamaya başlıyorlar.
Yani sen direndiğin zaman, zaman kazandığın zaman şunu da biliyorlar, yani diğer insanlar hani birden ortadan kaybolduğum için tedbir alacaklar, sağa sola gidecekler yani şey olacaklar, onun için böyle ilk şeylerde, nedir, nerede kalıyorsun, silahlar nerede ve 5 tane isim vereceksin falan diye… Ve ilk anda çok yüklendiler yani ben gerçekten bir şaşırdım yani, böyle hemen beni soydular, çarmıha gerdiler, böyle kollarımdan direklere falan bağladılar. İşte parmaktan, elimden elektrik vermeye başladılar. Ben böyle bir şaşırdım yani ne oluyor ne bitiyor? Yani sorgu bekliyorum biraz daha, önce bir sorgu, hani oturup biraz daha hani neredesin, örgütlü müsün, kimi tanıyorsun, böyle bir sorgu bekliyorum. Beni hemen böyle yaptılar… Şimdi gerçekten çok komik bir şey oldu, algılamakta zorlandım ilk başta, şimdi yani bir insanın bu kadar birden dehşete, işkenceye uğrayacağını düşünemiyorum yani. Böyle askıdayım falan, insanlık bekliyorum ya da, ne bileyim ben ne bekliyorum bilmiyorum! Ben de onlara dedim ki, lütfen beni indirir misiniz dedim! (gülmekle ağlamak arasında bir gülüş) Yani gerçekten şey yani, işkencede lütfen beni indirir misiniz? Yani ben bir, insani bir şey algılamaya çalışıyorum falan. Tabi şey, orada hepsi bir kahkahayı patlattılar; ya hanımefendiyi indirelim falan diye kahkahayı patlatınca sonra o anda şey geldi aklıma, yani Seza kendine gel, neredesin, bil yani! Bir cehennemin içindesin falan. Tabi sonra kendime geldim, yani bunlar bana çok yoğun işkence edecekler diye kendimi kendi içimde güçlendirmeye çalıştım. Yani, yani nerede olduğumu artık o, o kahkahalarla anladım. Yani burada bir insanlık yok, burada hak hukuk yok yani, öyle aklıma geldi. Ondan sonra tabi çok yoğun işkence yapmaya başladılar, gerçekten çok çok yoğun işkence yaptılar orada. İşte elektrik verdiler, falaka, o dönem en çok elektrik ve falaka işkencesi yapıyorlardı ve sopa ile meydan dayağı atıyorlardı. Ben mesela orada böyle hani isim ver, isim ver falan deyince, hep böyle şey düşündüm, biz bu davaya inanarak girdik, yani kimse bizi zorlamadı ve insanlar bize yardımcı oldu, biz onlarla birlikte faaliyet yürüttük. O açıdan hani çözülmek bana çok şey, zül geldi yani böyle bir de o işkenceyi görünce, hani bana yapılan her şeyi söylediğim her insana yapacaklar diye böyle orada birden şey bağırdım, ben işkenceci değilim diye, böyle bağırdım yani, ben işkenceci değilim!
Ondan sonra, orospu ne diyorsun dediler, sen ne diyorsun? Sanki böyle hani söyleyeceğim her insan benim gibi aynı zulme tabi olacak ve de ben onun işkencecisi olacağım, yani kimi söylersem onun işkencecisi ben olacağım duygusuyla o lafı böyle söyledim, sonra kendimi kilitledim, ondan sonra yani hiçbir sorularına cevap vermedim. Ama tabi şey, çok işkence yaptılar gerçekten, orada yani ölenin öldüğüyle kaldığı yerdi orası… 1800 evler! Ve beni mesela tek yerde tuttular, tek hücreye koydular ve 25 gün tek başıma kaldım orada. İlk gün mesela ilk, daha ilk seansta, ilk işkencede kolumun biri tutmaz oldu yani şeyden, askıdan dolayı, kullanamıyordum, elimi indirdikten sonra elimi kullanamıyordum, böyle bir herhalde sinirlerimde bir harabiyet falan oldu. Ondan sonra işte hücrede tek başıma kaldım, her gün aldılar tekrar götürdüler, tekrar getirdiler, hani kim, nereye geldin, kiminlesin diye soruları sormaya başladılar. Ben mesela orada ilk şeyde böyle şey, çizik atıyordum, nedir, duvara hani kaçıncı gündür takip edeyim diye. 20 günden sonra artık şeyi de attım, yani çizik atmayı da boş verdim. Mesela orada şey duygusu yaşıyordum yani 7/24 orada işkence vardı, 7/24, gerçekten insanlar çığlık çığlığaydı.
D.G: Sizin dışınızda başka kimse var mıydı?
S.H: Tabi çok vardı, yani ben hücredeydim, koca bir alan yani koca bir alan, altta var, yukarıda var, hücreler falan var, yani her an işkence, çığlık sesleri geliyordu yani ya sana yapılıyor ya da başkalarına yapılıyor ve sen onun o çığlıklarını duyuyorsun yani. Hatta mesela o dönemlerde böyle grup halinde çocukları getiriyorlardı ortaokul çocuklarını, lise çocuklarını, pankart asmışlar işte hadi toplayıp getiriyorlar orada terörize ediyorlar, dövüyorlar, küfrediyorlar falan. Çocukların çığlıkları, ağabey yapma etme diyenler, yani çocuk artık yani çocuk bunlar yani ama toplayıp getiriyorlardı. Ya da mesela şey getiriyorlardı, o dönemde çok yaygındı, aileleri rehin getiriyorlardı, gerçekten hani 12 Eylül’ün ilk dönemi olduğu için hani evlatlarına ulaşmaları için, çocuklara, gençlere ulaşmaları için yaşlı anneleri babaları, dayıları, amcaları toplayıp getiriyorlardı, yani nerede çocuğun bize teslim et falan diye.
D.G: İşkence mi yapıyorlardı ailelere?
S.H: Tabi ki, tabi ki yani onları resmen rehin alıp da işkence görüyordu, çocuğun nerede, diye.
Tabi onlar çok ağırdı, bana, özellikle yaşlılar ve çocuklar beni çok etkiledi, onların sesleri beni çok etkiliyordu gerçekten. Gerçekten çok üzülüyordum, çok acı çekiyordum yani bu masum insanlar yani, çocuk, diğeri çocuk, öbürü de yaşlı yani anne baba, yani evladı, hem vermek istemez hem de bilmez yani, e illegal mücadele kim ne kadar bilecek yani? Yani onlara bu kadar işkence yapmak …yani devletin gerçek kimliğini orada gördüm yani, gerçekten hissettim, yaşadım. İşte orada sürekli işkence yaptılar, hatta mesela köyden genç kızlar falan getiriyorlardı, insanları getiriyorlardı, çok topluyorlardı, o zaman köylerde falan faaliyetler de vardı, oradaki insanları da toplamaya çalışıyorlardı. İşte ben mesela işkencedeyken oradaki kızlara, kadınlara beni gösteriyorlardı, bak işte siz de bir şey söylemezseniz bunun haline düşersiniz diye gösteriyorlardı ona, bunları da yapıyorlardı. Bir keresinde işte yanıma, hücreme bir yaşlı kadın geldi ama biliyordum yani onlar örgütleyerek yollamış devlet onu yanıma. İşte ağzımdan laf almak için, işte benim oğlum da Tikko yani sizden, çok iyi bir insan falan, diye laf almaya çalışıyor. Ben de ona anneciğim dedim, benim Tikko’yla bir ilişkim yok yani sen bunları söyleme, doğru da değil, hani bu senin de fikrin değil falan diye ona yakınlık gösterince böyle ağladı, ben ne yapayım kızım bana böyle söylediler hani git bununla konuş diye, böyle bir şey. Birçok insan vardı yani gerçekten yanımızda çok işkence… Mesela ne oluyordu? Yani mesela zincirler, yani sesler geliyor, yani ayak sesi geliyor, biliyorsun ki birilerini alacaklar, ya beni alacaklar ya yandaki hücreyi alacaklar, yani öyle bir duygu ki yani seni alsalar da için yanıyor, yani yandakini alsalar da! Hani, hani bu kez beni almayacaklar diye hafif bir şey, rahatlama duygusu geçiyor içinden ama aynı zamanda da acı çekiyorsun, yani bak onu götürecekler! Tamam beni götürmediler ama yanımdakini götürecekler falan diye sürekli bir acı içerisindesin! Gerçekten… bu çok ağır… gerçekten çok yoğun işkence yapıyorlardı… mesela her tarafım mosmor olmuştu benim, yani ayaklarım mesela falaka gerçekten çok fazlaydı eskiden, çok, daha sonra bunu fazla yapmadılar, falakalar çok fazlaydı. Mesela orada bir tane Ahmet diye bir gardiyan vardı yani getirip götürme işlerine bakıyordu falan. O, kimse olmadığı zaman gecenin bir saatinde böyle beni şeyde dolaştırıyordu, nedir, tuzlu suda dolaştırıyordu, hani ayağın kangren olmasın diye.
Hep mesela ilk dönemlerde, bacım yani bir iki şey söyle ne olur, öldürecekler seni, bir iki söyle, her şeyi değil de bir iki şeyi söyle seni öldürecekler falan diye, o da çok canı yanıyordu. Sonra işte ben dedim ben kimseyi tanımıyorum, bilmiyorum, söyleyeceğim bir şeyim de yok. Bir süre sonra o da dedi ki, tamam bacım bu kadar direndiysen bundan sonra da diren falan demeye başladı ama şey yapıyordu yani… Bir keresinde mesela sürekli beni böyle işkenceyle terörize ediyordu yani, bir tane adam vardı, kafayı takmıştı bana yani oranın komiseriydi. Bir de şey, o dönemde gerçekten hani kadınların direnişi o feodal erkek devlet nezdinde çok daha sıkıntı oluyordu, gerçekten hani şey var ya, hep diyordu burada işte kaç babayiğit çözüldü yani erkekler çözüldü, sen mi bir eksik etekle sen mi direneceksin falan diye! Sanki benim her direnişim onlara bir küfürdü, bir hakaretti falan diye daha çok didişiyorlardı benimle mesela. Hatta mesela orada demişti biri, söylemişler işte o komiser de, bunu çözmezsem bıyığımı keseceğim diye, yani bu tabi polislerin kendi arasındaki sohbetlerden benim kulağıma geliyor. Onun için çok ağır işkence yapıyorlardı gerçekten. Bir keresinde mesela kendileri çok dolu olduğu için, çünkü çok insan geliyor gidiyor, geliyor gidiyor, herkesi topluyorlar. Kendilerinin zamanı olmadığı için Ahmet’e söylediler, Ahmet’e, götür buna elektrik ver diye. Şimdi Ahmet’le ben aynı odada kaldım yani, tabi gözümü bağlıyorlar, her zaman göz bağlıdır yani, hücreden çıktığın an gözünü bağlıyorlar. Şimdi Ahmet şey yaptı, Ahmet ağabey diyordum, ha ona, bana elektrik vermeye çalışıyor tamam mı, görev vermişler ya hani, o da yapmasa onu cezalandıracaklar falan. Bana da yapmaya kıyamıyor falan. İşte bağladı, elime bağladı elektriği, ne olur dedi bağır, bağır yani, acı çek yani duysunlar, şimdi sen bağırmasan gelecekler bakacaklar ya da şey, onlar kötü yapacaklar ya da bana bağlayacaklar bu elektriği falan. Şimdi tabi şey, ben hani komiğime gidiyor yani bir senaryo gibi oluyor (gülümsüyor). Hani bağırma yerine bana gülme geliyor, içimden gülmek geçiyor falan! O da habire bağır diyor yani bağırmaya çalış falan diyor, öyle bir şeyimiz oldu.
D.G: Bu gardiyan Ahmet demokrat bir insan mıydı?
S.H: Hayır yani demokratlığını bilmiyorum ama yani kadın olarak bana yapılanlara üzülüyordu yani, mutlaka şeyi vardır, bir demokrat ya da insan bir yanı vardır ama… Mesela daha sonra benim kolumu kırdılar, işkencede kolumu kırdılar ama ona imza attırmışlar, ben de hala işkence belgesi var, işte doktor ve onun adı var görevli diye, merdivenden düştü kolunu kırdı diye onun altına koymuş!
Ama orada bana yani acıdığı için kendi içinde üzüldüğü için yardımcı oluyordu, yani öyle bir şeyimiz de oldu, yani onunla öyle bir maceramız falan oldu. Tabi en son şey yaptılar, bir ay sonra yani birinci aya giriyorduk, bu defa geldiler, yani grup olarak tekrar geldiler gecenin bir saatinde. İşte o komiser de böyle, getirin bunu, bu orospuyu getirin demişti bana, onlara demişler, işte o gecenin bir yarısında getirdiler. Daha önce bir erkek geldi, bir polis daha geldi yani. O, onları çağırmadan önce bir tane polis geldi, yani benimle son bir konuşma yapacağını söyledi, bak dedi bir karar aldılar, ya biraz konuşursun ya da bir şeyler söylersin ya da bugün seni öldürmeyi düşünüyorlar. Hatta gözümü açtı böyle tombalak yüzlü bir polisti. İşte ben üzülüyorum, senin yaşında bir kızım var, yani bir iki şey söyle, öldürecekler, kararlılar falan. Ben de o zaman ona demiştim, yani mademki bir parça vicdanın var, insanlığın var o zaman çekip öldürürsün beni, bu işkenceye niye, niye tanıklık ediyorsunuz? Demiştim. Neyse ondan sonra yani ekip olarak geldiler. Yani muhtemelen o şey yapan polis komiseri de başlarındaydı, çünkü o artık böyle içmişti artık leş gibi içki de kokuyordu falan, işte böyle; ya bugün söylersin ya ölürsün! Yani böyle bir hırsla geldi. Hatta gözümdeki bağı açtılar. İşte… gör bizi, senden korkmuyoruz, ya bugün konuşacaksın, bu kağıdı imzalayacaksın ya da öleceksin, falan diye! Şimdi ben orada böyle ikili, üçlü duygular falan yaşadım, mesela hani şey lafı bana bir güç verdi orada, hani senden korkmuyoruz lafı, bu bana gerçekten manevi bir güç verdi. Ya dedim… bir de bir ay olmuş artık iyice dökülmüşüm, her tarafım yara bere içerisinde, güçten düşmüşüm, yani zaten minyon tipli biriydim, yani fiziki olarak da bir şeyim kalmamış, gücüm de kalmamış yani ama hala senden korkmuyorum diyorlar, senden korkmuyoruz falan! Benim tabi şey, esas olarak korktuğu ben değilim, yani benim arkamdaki ideolojik düşüncedir ya da örgüttür yani korktuğu odur falan diye, o bana bir güç vermişti, böyle bir duygu vardı. Bir de hani gözümü açtıkları zaman ikili bir duygu yaşadım, o döneme kadar hep şeydi yani gözü kapalı işkence ediyorlardı.
Şimdi ikisinin de handikabı var yani hem avantajı hem de dezavantajı var, şimdi mesela kapalıyken hani ne göreceğin, neyle karşılaşacağını bilmediğin için her şey sana bir merak ve endişe korkusu oluyor, hani bundan sonra ne yapacaklar, ne edecekler, gözüm kapalı ya yani nereden ne darbe yiyeceksin bilemiyorsun böyle bir göz kapalıyken böyle bir duygu içerisindeydim. Açıkken de, hani ne yapacağını somut olarak (gülüyor) görüyorsun, o, o bile, o da bir başka bir dehşet yani, gerçekten öyle bir duyguydu. Ondan sonra beni ortaya aldılar gene falaka, birlikte meydan dayağı attılar. Mesela ilk şey, kocaman bir sopayla, adam kocaman bir değnek almış kafama vurmaya çalıştı. Ben hemen kafamı korumaya çalıştım hani beyin kanamasına karşı refleks olarak hemen kolumu kaldırdım başımı koruyayım diye, tam böyle sesini işittim çat diye kolumu kırdılar yani böyle kolumun kırıldığını yani sesinden bile hissettim yani. Ondan sonra gene hızlarını almadılar beni tuvalete götürdüler ki o zaman Kasım sonuna geliyordu, Kasım sonuna geliyordu soğuktu, soğuk suyu üstüme sıktılar, tabi insanın her tarafı titriyor, donacak gibi hissediyorsun. Sonra işte hadi ya imzala ya şey, öleceksin gene aynı teraneyi… Ben de işte artık orada böyle artık çok hırslandım, yani dedim iki kolumu da aldınız, yani biri zaten tutmuyordu, öbürü de kırıldı, dedim iki kolumu aldınız bir de imza mı istiyorsunuz benden dedim! Yani onlara daha çok öfke duydum. Sonra tekrar işkenceye devam ettiler. O gün gerçekten ilk defa bir insan vücudunun gerçekten çok sağlam olduğunu, yani, hani bayılmak istiyorsun bayılmıyorsun yani böyle bir şey ama o… o seansta, o zaman böyle kendimden geçtiğimi hissettiğim oldu. Sonra baktım şey yani bayılmışım. Sonra işte benim üstümü giydirmişler. Beni bu defa hücrede tutmadılar, şeye indirdiler, kadınların olduğu altta, jandarmanın olduğu daha çok işkenceden sonra insanları orada topluyorlar. Oradan da başka yerlere götürüyorlar falan. Kadınların olduğu bir koğuşa götürdüler falan. Ben tabi uyandığımda böyle kadınlar yanımda ağlıyor yani bu öldü ölecek diye, hani her tarafım yara bere içinde.
Öyle kırık dökük beni orada bıraktılar. Kolumun kırık olduğu o kadar açık ki yani dışarıdan bile belli, oradaki kadınlar işte kartonla falan sarıyorlar, bir şeyler yapmaya çalışıyorlar. İşte oradaki jandarmaya, bunu hastaneye götürün bu ölecek, bunu götürün falan diye kadınlar baskı yapıyor. Bir tane uzman çavuş vardı, bunun kırığı falan yok, kırık olsa acıdan çığlık çığlığa olur bunun bir şeyi yok, dedi…
Daha sonra yukarıda tabi habire işkence yapıyorlardı, sesler geliyordu. Bir ara bir genç erkek sesi, yapmayın, vurmayın diye bağıran bir ses, duyduk. Demek ki duvara çarpıyorlar…. sesler falan geliyor, çığlık çığlığa sesler…. sonra bir sessizlik… Gencin sesi kesildi, bir daha sesini duymadık! Yukarıda telaşlı koşuşturmalar, seslerini alıyoruz yani ayak seslerini duyuyoruz. Bu çocuğu öldürdüler, diye düşündük. Gerçekten de öldürmüşler o gün, işkencede öldürmüşler.
Ondan sonra işte üçüncü gün beni doktora götürdüler, hani kadınlar da ısrarlı olunca. O çocuğun ölümünden sonra beni tekrar işkenceye almadılar, doktora götürdüler. Elazığ Devlet Hastanesi’ne götürdüler işte. Orada bir ayımı doldurmuştum. Tabi oradaki doktorlar ve hemşireler gerçekten çok insani davrandılar, bir doktor vardı eşi de hemşireydi, işte beni o halde görünce, yani bu kadar da olmaz, bu kadar zalimlik olmaz diye söylendi. Halimi gördüler. Saçlarım uzundu, artık birbirine karışmış, bitlenmiş, her tarafım mosmor, yani vücudumda kararmamış hiçbir yer kalmamıştı. Benim saçımı kestiler, vücudumu sildiler, bana yeni elbiseler falan getirdiler. O günün koşullarda 1,5 ay iş göremez raporu vermişlerdi. 1,5 aylık, o raporum kayda geçti böylece. Uzun süre burada tedavi görmen gerekir demişlerdi ve gerçekten çok kötü bir şekilde oraya götürülmüştüm.
Tabi orada başımda her gün bir başka bayan polis bekliyordu.
D.G: 1,5 ay kaldınız mı o hastanede?
S.H: Hastanede 1,5 ay kalmadım, yok, doktorlar uzun süre tedavi görmen gerekir, dediler ama beni tekrar geri götürecekler, çünkü herhangi bir kağıda imza atmamıştım, benden bir imza almadan beni yaşatmayacaklar, benim kafamda düşüncem buydu.…
D.G: Ne imzası o, ne imzalatmak istiyorlar?
S.H: Hayır işte, ifade vermemi bekliyorlar ya… ben örgütlüyüm şudur budur,gibi… bir beyan almak istiyorlar. Ben tabi hastanede fazla kalmayacağımı düşünüyordum ama 9 gün kaldım. O sürede, içinde bayan polisler sırayla bana bakıyorlardı. İşte mesela 3 tanesi gerçekten daha demokrattı, yani daha insaniydi. Çünkü iki kolum da çalışmıyordu, yani doğal olarak yemeğimi yiyemiyorum, yedirmeleri gerekiyor yani. Tuvalete götürmek zorundalar, yani böyle bir haldeydim. 3 tanesi iyi davranıyordu, yani görevini yapıyordu, 3 tanesi de gerçekten çok faşistti ve vatan haini, terörist muamelesi yapıyordu, eziyet ediyordu. Mesela yemek yedirirken kaşığı boğazıma sokuyordu yani, komünist, vatan haini, seni de, hani seni de besliyoruz gör falan diye, böyle 9 gün kaldım orada. Orada mesela askerler vardı, erler vardı. Temizlik falan yapıyorlardı, bana çok üzülüyorlardı. Hani yardımcı olmak istiyorlardı böyle, saygılı davranıyorlardı. Bir keresinde biri bir elma vermişti, bana yedirmeleri için. 9 gün sonra polisler geldi, daaha iyi tedavi olman içinseni Ankara’ya götürüyoruz dediler. Ben kendi kendime dedim ki, beni tekrar işkence için götürüyorlar. Dedim ki, beni burada daha iyi tedavi ediyorlar, Ankara’ya gerek, ama beni aldılar. Doktorlar da itiraz etti, bunu buradan almanız doğru değil, daha tedavisi sürüyor , dediler, ama dinlemediler. Beni aldılar oradan, tabi Elazığ da, herhangi bir ifade alamadılar ya da tabi bir gruba dahil edemediler. Kış günü, beni Ankara’ya getirdiler bir ekip, polis ekibiyle Ankara’ya geldik.
Ankara Emniyeti’ne getirdiler, orada DAL diye bir işkence bölümü vardı, işte oraya teslim ettiler. Beni getiren ekip, beni orada tehdit etti; “o…..” dediler eğer burada konuşursan gelir burada seni öldürürüz! O zaman emniyet ekipleri arasında öyle bir rekabetleri vardı, yani Elazığ’da çözülmeyince, DAL biriminde çözülünce, onların itibarları azalır diye böyle bir tehdit savurup gitmişlerdi. Tabi, kolum sarılıydı, alçıdaydı, hastanede yapmışlardı. Onun için Ankara’da beni askıya falan alamadılar.
DAL’da da günlerce ayakta tutuyorlar seni, arkanda da işte ekmek, su, uyku yok, yazılıydı. Seni aç bırakıyorlardı, bir de hani uykun geldiği zaman uyandırıyorlar vs… böyle bir işkence yöntemi de uyguladılar. . Bir süre onu yaptılar, ondan sonra da benden vazgeçtiler, müteferrika diye bir yer var, oraya götürdüler beni. Tabi orada da işkence yapılanlar gidiyor geliyor, sürekli bir sirkülasyon var. Ama orada, daha fazla benimle ilgilenmediler. Orada 1 ay kaldım, yani o işkence ortamında kaldım. Ailemin, gözaltına alındığımdan haberi yoktu. Orada bir polis memuru vardı, muhtemelen Pol-Der’liydi. O zaman daha demokrat polisler vardı. İşkencelerden dolayı rahatsızlığı dikkat çekiyordu. Bizimle diyaloglarından biliyorduk. Onun için müteferrikaya, geri hizmete atmışlardı. Bu polis memuruna, ailemin haberi yok öldüğümden kaldığımdan haberi yok, dedim. O bana yardımcı oldu. Ağabeyime haber vermişti. Ağabeyim gelip orada görmüştü, yani en azından aileden birinin benden haberi oldu, artık durumu takip eder diye bir güvence oluyor senin için. 1 ay da orada kaldım. Oradaki operasyonlar vardı, bizim örgütten insanlara operasyonlar vardı. Tabi oradaki şey, yani dertleri bir şeye katıp oradan yargılamaya çalışmak yani bir örgütsel faaliyetin, bir örgütsel grubun içersine katmak.
D.G: Elazığ’da veya Ankara’da hiç sizinle aynı davadan olan başka arkadaşlarınız oldu mu?
S.H: Elazığ’da…
D.G: İşkencelerde…
S.H: Elazığ’da ben tektim, yani o anda yoktu, başka arkadaşlar hiç rastlamadım, belki erkekler de vardı, belki daha öncesi vardı ama orada yalnız kaldım zaten.
Ama Ankara’ya geldiğimde zaten Ankara bölgesine doğru o dönemde çok yoğun operasyonlar vardı, hani bizim davadan arkadaşlar tabi vardı.
D.G: Kimler vardı?
S.H: Orada işte şey vardı.
A.B. , F.Ç., A.B. vardı… bölge operasyonuydu. Tabi benim onlarla faaliyetim de yoktu, zaten onların benim üzerimde ifadesinin olması mümkün değildi çünkü ben Ankara’da hiç bulunmamıştım. 1 ay orada kaldım ama orada şöyle bir şansımız olmuştu, aileler yiyecek getirebiliyorlardı, bir de hani F.’nin ve de A. Nin babası da sağ bir partidendi, yani oranın ekâbir kesimindendi… O dönemde içeriye yiyecek alabiliyorlardı yani bizim o, o zamanda ve gerçekten kendimi biraz vücut olarak toparlamıştım. Ondan sonra beni İstanbul’a getirdiler, İstanbul 1.şubeye getirdiler, işte orada tekrar işkence yapıldı, hani bir örgüte sokmaya çalıştılar. 1,5 ay da orada kaldım. Aslında mesela 90 gündü o dönem gözaltı şeyi, süreci ama ben 3,5 ay kalmış oldum orada. Orada da işte şey, herhangi bir yere katamadılar.
D.G: 1.şubede İstanbul’daki işkencelerin tonu nasıldı?
S.H: Tabi orada da çok fazlaydı, çok, işkence çok çok fazlaydı yani gerçekten o kadar tıka basa doluydu ki, mesela bizim kadınlar bir hücredeydik ve bir hücrede, küçücük bir hücrede 10 kadındık yani. Bir tane tahta ranza vardı, işte sırayla orada uyuyorduk, dinlenmeye çalışıyorduk. Yani şunu hatırlıyorum, gerçekten nefessizlikten boğuluyorduk, 10 insan küçücük bir hücre. Mesela har… sırayla mazgalın önüne gidip , nefes alıyorduk yani böyle sırayla oturuyorduk, nefes alıp oturuyorduk gerçekten o kadar keskin bir, kötü koku vardı ki, yani tuvaletlerde şurada burada yani nefes alamıyorduk yani çok ağırdı. Mesela tuvalete gidiyorsun, daha donunu kaldırmadan hadi git geri dön diyorlar, çok kalabalık çünkü. Hatta mesela şöyle anonslar da yapıyorlardı, her sabah isim anonsu yapıyorlardı, okuyorlardı yani sayım yapıyorlardı, işte kimler var kimler gitmiş falan diye.
Bazen diyorlardı ki şey, eğer burada isminiz olmazsa ya da kendinizi belirtmezseniz burada kaybolursunuz, burada kalırsınız falan diye anons yapıyorlardı yani sürekli, çünkü toplayıp toplayıp getiriyorlardı, yani özellikle demokratik alanda neredeyse kimse kalmamıştı, yani o kadar doluydu orası yani. Orada da tabi çok işkence yapıyorlardı, çok… Şimdi beni fazla şey yapmadılar, birkaç kez götürdüler ondan sonra benden vazgeçtiler ama benim tabi o ortam bile çok şeydi yani, ağır, travmalı bir ortamdı. Bir de kolum alçıda. Yani şuraya koyamıyorum, buraya koyamıyorum, nereye değse pat diye başlarına, birinin başına değiyor yatamıyorsun, nefes alamıyorsun. Mesela bir tane kadın vardı bizim orada, bir kadın, hamileydi. İşte şey, ona demişler, belli sayıda bize isim vermezsen burada kalacaksın, hamile de olduğu için, çocuğunu kaybedeceksin ya da çocuğun sakat doğacak yani. Tabi kadın onun için çok korkuyordu, yani ilk dönemler direndi, bir şey vermedi, vermek istemedi ama ondan sonra giderek korktu, çocuğum sakat doğacak ne olacak falan diye! Bir gün gitti bir sürü listeye isim yazmış yani şunları şunları tanıyorum, yani nereden ne bulduysa onu yazmış yani ilgili ilgisiz falan. Ben, ben işte çocuğum sakat kalmasın, çocuğumu kurtarmak istiyorum diyordu, hem vicdan yapıyordu…
D.G: Kimdi o kadın?
S.H: Kadını şu anda hatırlamıyorum, başka bir siyasettendi ve kadın çözüldüğü halde, ifadeler verdiği halde onu gene 15-20 gün tuttular, bırakmadılar, yani böyle bir zalim uygulama içersinde idiler yani. O arada sanırım Nihat Erim’di galiba ya da başbakanlardan birine karşı bir eylem yapılmıştı, öldürülmüştü.
D.G: Nihat Erim.
S.H: Ha, ha, ha ha. o gün tabi bizi haşat ettiler hepimizi, çıkarttılar hücreden o kadar çok eziyet ettiler ki yani işkence yaptılar falan. Tabi herkes çok mutluydu yani bir işkenceci yok olmuş diye (gülümsüyor), yani bu kadar insan bu kadar zulüm içindeyken böyle bir eylem gerçekten insanların yüreğine su serpti yani. İşte ondan sonra beni şey yaptılar… orada da evet 1,5 ay kaldım. O eylemden sonra tabi beni tekrar Ankara’ya getirdiler, sonra Ankara’da beni tutukladılar, örgüt üyesi diye tutukladılar, böyle bir şey yaptılar.
Sonra , 2 yıllık bir okul vardı, okula bizi götürdüler. Ookulları hapishane haline getirmişlerdi, Daha sonra Mamak’a götürdüler Mamak’ta kaldım 5-6 ay, sonra Erzincan’a götürdüler, oradaki hani ikametgah orada göründüğü için orada yargılandım, orada örgüt üyeliğinden ceza verdiler.
D.G: Evet yani siz tekrar İstanbul’dan 1.şubeden Ankara’ya gönderildiniz, Ankara’da bir tutuklama oldu, sonra Erzincan’a sevk edildiniz. Ben burada bu yoğun işkencelerden sonra artık bu yargılama safhası nasıl oldu? Dava dosyanız zaten belli işte TİKKO’cu olmakla suçlanıyorsunuz ama tabi varsa özel bir adı ondan da bahsedebilirsiniz, dava dosyanızın adından, dava arkadaşlarınızdan. Yargılama işte süresi, yargılama safhası, mahkemelere gidiş gelişler, duruşmalar, mahkeme heyetinin tavrı, aileyle olan ilişki ve avukatınızın işte görüşleri ve savunmaları, buralara değinebilirsiniz.
S.H: Şimdi Ankara’ya geldikten sonra bir süre orada kaldım. Daha sonra, iki yıllık okulda biz kadınlar olarak direnişi başlattık, direniş başlatınca bizi şeyle tehdit Mamak’a göndeririz diye, Mamak’a göndeririz, çünkü o dönem gerçekten Mamak da, Mamak bayağı zulüm kalelerinden biriydi. Biz de direniş, çünkü o dönemlerde tekrar cezaevinden şeye alıyorlardı, şubeye alıyorlardı, birileri yakalandığı zaman ya da üzerinde bir ifade olduğu zaman tekrar işkenceye alıyorlardı. Bir arkadaşımızı o gün böyle alınca biz kadınlar olarak itiraz ettik, işte işkenceye hayır, ölüme hayır, işte arkadaşımızı işkenceye götürüyorsunuz diye isyan ettik. Tabi bu isyanı beklemiyorlardı cezaevi idaresi, şey yaptı, bizi aşağıya indirdi, aşağıda kalorifer dairesi var, 60 kadar kadını, bunlar elebaş, elebaşlığı yaptılar diye, itiraz ettiler diye bizi aşağıya indirdiler. Orada bize gerçekten 1 hafta, 10 gün yoğun işkence yaptılar. İşte dayak attılar, küfrettiler, işte siz burada komutanım diyeceksiniz diye dayattılar. Bayağı yoğun işkence yaptılar, gerçekten kadınlarımız iyi direndi. Oradan sonra bizi Mamak’a götürdüler. Tabi Mamak, artık orayı kapattılar, bir de o şehrin ortasında olduğu için arada sırada pencereden bağırıyorduk, burada işkence var diye bağırıyorduk falan! Mamak’a götürdüler, Mamak’ta da bir süre kaldım. Tabi Mamak’ta daha özel muameleler yaptılar, daha çok işkence yaptılar, kadınların şeyinde var, kitaplarında var, bizim Mamaklı kadınlarımız bir kitap düzenlediler, Kaktüsler Susuz da Yaşar diye , o süreci anlatan bir kitap var, orada çok daha detaylı şeyler var yani, Mamak Cezaevi’ndeki kadınların direnişi, işkenceler falan.
Oradan sonra bir gün geldiler, seni Erzincan’a götüreceğiz, dediler. Tabi ben hani Erzincan’a gideceğimizi düşünmüyorum yani hiç aklımda da yok, hani beni tekrar işkenceye götürüyorlar diye hepimiz öyle algıladık falan. Tabi şey, yani kadınlar bir taraftan beni yakaladılar tamam mı, hani vermiyoruz arkadaşımızı vermiyoruz diye tutuyorlar falan. Tabi diğer taraftan da asker, o zaman askeri yönetim olduğu için askerler yani koparıp almak istiyorlar hani götüreceğiz , diye! Böyle ben iki arasında çarmıha gerilmiş gibi… (gülüyor) yani şey, bir taraftan arkadaşlarımın sahiplenmesi çok güzel bir şey, bena, güç veriyor, onurlandırıyor ama diğer taraftan da öbürü çekiyor, yani bir taraftan parçalanacağım yani! Neyse sonra askerler diğerlerine de baskı yaparak , dayak atarak beni koparıp aldılar. Tabi orada öğrendim ben şe Erzincan’a geleceğim diye. Erzincan tabi daha sakin bir yer, yani gerçekten Ankara ya da Metris, Diyarbakır, Mamak çok daha farklıydı. Orada hem sayı da azdı, onun için yani kıyaslanamaz diye düşünüyorum diğerlerdeki zulüm yeri ile. Biz mesela orada 9 kadındık yani sadece 9 kadındık. Diğer arkadaşlarımız da vardı. Sonra tabi beni orada şey yaptılar, nedir, Ali Yavuz ve T. adlı bir arkadaşım vardı benden sonra onlar yakalanmışlar, üçümüzün dosyasını birleştirdiler, Oradaki TİKKO davasına dahil ettiler. sanırım 3 kişiydik, sanırım öyle. Yok… sempatizan arkadaşlarımız da vardı, onlar daha az kaldılar ve tahliye oldular yani kadın arkadaşlarım vardı iki tane, üç tane, onlar ilk şeyde tahliye oldular öyle hatırlıyorum, mahkemede. Mahkemede klasik mahkemeler oldu, işte onlar mahkemeye aldılar, biz sorgumuzu verdik, yani ifademizi verdik, ben orada ifademi verdim, işte örgütle bir ilişiğim yok diye. Yargıladılar tabi şey, o zaman 141 /5’ten yargıladılar örgüt üyesi olarak yargıladılar. Mesela o dönemde Ali Yavuz da 141/1 yani örgüt yöneticisi ama mesela orada şey de vardı, mesela silahlı bir eyleme girmemişse 141’den veriyordu, yani bir silahlı eylem olduğu zaman 146/1’den yani idamla yargılanıyordu. Bana örgüt üyesi olarak 4 yıl 2 ay ceza verdiler o dönem, örgüt üyeliği.. ondan sonra tabi 141-142’yi kaldırdılar, yerine 168/1 ve 168/2’yi getirdiler, silahlı çete olarak şey yaptılar yani.
141-142 kaldırılınca, memlekete demokrasi geldi, işte komünizm propagandası bir suç olmaktan çıkmıştır, bu işte faşist İtalya’nın bir maddesiydi kaldırıldı falan dendi. Tabi yerine gelen 168/1 ve 168/2 silahlı çete üyesi olarak yargılandılar insanlar, onlardan biri de ben oldum 84’de. Tabi o zaman mesela o dönemde 4 yıl 2 ay aldım ama 84’de 168/1’den yargılandığım için 20 yıl verdiler. Yani gerçekten cezalar çoğalarak gitti bu Türkiye’de yani. Onun için bir yerde bir iyileşme yapıyor, yerine bir şeyler getiriliyor dediğin zaman hep böyle bir endişeyle, kaygıyla bakmak lazım her konuda, her dalda, her şeyde böyle bir şey var yani, daha kötünün kötüsünü de getirebiliyorlar yani demokrasi adına, bilmem hukuk adına yani! O zaman işte 1,5 yıl falan yattım, sonra işte tahliye oldum.
Avukatım, Aydın Erdoğan’dı, genç bir avukat arkadaştı. Duruşma sırasında, hastaneden alınan raporu dosyaya sunarak, Mahkeme Heyetinden, işkenceciler hakkında suç duyurusunda bulunulmasını talep etti. Mahkeme, bu talebi kabul etti ve Cumhuriyet Başsavcılığı’na suç duyurusunda bulundu. Ancak bu suç duyurusundan bir sonuç çıkmadı. Aksine, avukatım bu nedenle tehdit edilmeye başlandı..
Erbil Tuşalp’ın Bin Tanık diye bir kitabı var, orada benim raporuma da, yaşadıklarıma da yer verilmiştir.
D.G: Evet. Peki, hapishanedeki o fiziki koşullar nasıldı? Yani hapishane yönetiminin uygulamaları, bu uygulamalara karşı tavrınız, tavırlarınız, işte o, ortak hareket etme imkânı var mıydı? Günlük yaşam nasıldı yani hücrede ya da koğuşta? Ortak alanları nasıl kullanırdınız? Yeme içme sorunu nasıl çözülürdü? Sıcak su, banyo ve benzeri gibi ihtiyaçlar, keza çamaşır yıkama gibi ihtiyaçlar nasıl giderilirdi? Parasal sorununuz nasıl halledilirdi? Birlikte kaldığınız arkadaşlarınızla sosyal-siyasal ilişkiler nasıldı, ne gibi ortak kararlar alırdınız?
S.H: Şimdi benim ilk mapusluğum cezaevine çevrilmiş 2 yıllık okul ve onun hemen peşinden Mamak da oldu. 2 yıllıktayken koşulları daha iyiydi. okul yani resmen şehrin ortasında bir yerdeydi. , o dönemde birçok yer hapishaneye çevrilmişti yani, hani Şili’de stadyumlar falan insanlarla doldu ya o darbelerde, askeri yönetimde falan. Orası da bir şey, okuldu yani, 3 katlı bir okuldu. Pencereden dışarı bakıyordun, insanları gözlemliyordun, el sallıyordun vs. Orada koşullar daha iyiydi, yani sıcak suyu vardı, yemek, 3 çeşit yemek falan vardı. Tabi oradaki devletin bakışı şuydu, yani o dönem hepimiz çok yeniydik, gerçekten yüzde doksanımızın ilk gözaltısıydı, ilk mapusluğumuzdu ve orada genelde hep şey yapıyorlardı, işte siz kandırılmış insanlarsınız! İşte devletinize biat edin, yani özeleştiri verin ya da buradan işte çıkın hayatınızı kurun, diye böyle her gün bir şeyle geliyorlardı. Yani senin siyasal kimliğini inkâr eden, bunu kabul etmek istemeyen bir zihniyeti kafalarında da öyle bir şey yerleştirmişler, işte bunlar kandırılmışlar, eşleri, aileleri, ağabeyleri ya da arkadaşları tarafından! Senin siyasi tavrını törpülemek ya da kabul etmemek üzerine bir politikaları vardı, onun için biraz daha göreceli iyi koşulları da, iyi davranıyorlardı. Ama tabi ki biz hani bunu hissediyorduk ve biliyorduk yani biz siyasiyiz, bir dava uğruna buradayız yani bunları kabul etmeyeceğiz diye. O zaman mesela şey, istiklal marşını dayatıyorlardı, istiklal marşını söyleyeceksiniz diye. Mesela orada işte kimimiz söylemiyorduk, kimimiz söyler gibi yapıyorduk, yani tam bir davranış bütünlüğü yoktu, çünkü hepimiz çok yeniydik ve yani mapusaneyi yeni öğrenmeye çalışıyorduk, nasıl bir direniş örgütleyeceğimizi yeni öğrenmeye çalışıyorduk. Farklı sesler oluyordu, yani her siyasetten kadınlar vardı, 200’e yakın kadındı falan. Daha sonra işte şeye geçince, Mamak’a geçince orada çok daha disiplinli olduk, daha ciddi politikalar üretmeye çalıştık, daha çok direniş göstermeye çalıştık. Yani mesela komutanım sözünü asla kabul etmedik…
Mesela, komutanım diyeceksiniz diyorlardı! Komutanım diyene kadar da sana işkence yapıyorlardı, dayak atıyorlardı falan. Hani biz hani asker değiliz, siyasi tutukluyuz, tutsağız, onun için komutanım demeyeceğiz diyorduk ve dayağımızı yiyorduk yani. Mesela o dönem D Bloktaydım ben, kocaman bir koğuş vardı ve tahta ranzalar vardı ve gerçekten koşullarımız çok kötüydü. Mesela döşekler kırpıntılardan oluşuyordu, yani orada yatmak işkencenin öbür adıydı yani eziliyordu her taraf, bir de her tarafımız dökülüyor, her gün dayak yiyoruz falan, o yaralı bereli vücudumuzla yatmaya çalışıyorduk. Şeyler… yemekler gerçekten çok iğrençti yani o kadar kötü yağlar vardı ki böyle simsiyah, ziftle mi yapılıyor diye düşünüyorduk, yani mazotla mı yapılıyordu falan! Mesela onları temizliyorduk, süzüyorduk mesela, bakliyat, genelde de hep bakliyattı, onları sudan geçiriyorduk, ondan sonra baharatla falan biraz terbiye edip yemeye çalışıyorduk, yani yemekler gerçekten kötüydü. Zırp pırt gecenin yarısı gece gündüz fark etmende koğuşlara baskın yaparlardı arama adı altında terörize etmeye çalışıyorlardı. Yani kötüydü, koşulları, dayattıkları kötüydü ama direniş olduğu için gerçekten ruh hali olarak iyiydik yani onlara karşı bir direniş sergilediğimiz için iyiydik. Genelde siyaset komünleri oluşturuldu, yani herkes kendi siyaseti içerisinde bir fon oluşturdu. Oradan harcamalar yapılırdı, o açıdan mesela parası olan da olmayan da zor durumda kalmadı. Günlük temizlik görevlilerimiz ve nöbetçi arkadaşlarımız vardı, sırayla yapıyorduk, bir dayanışma içerisinde bunu yapıyorduk ve kadınlar arasındaki dayanışmamız gerçekten iyiydi, yani o kitap okunduğu zaman bir belge niteliğindedir diye düşünüyorum. Orada mesela dışarıda iken yaşanan çatışmalar-çelişkiler vs. yoktu…
Mamak Cezaevi’ndeki zulüm hepimizi birleştirmişti ve direniş ortaktı, yani orada hani İGD’li, Partizan ya da işte Halkın Kurtuluşu diye bir şey olmuyordu, direniş bizi birbirimize yaklaştırmıştı. Hep şunu söyledik biz hani, düşman hepimize karşı aynı zulüm içinde ve onun için birlikte olmamız gerekir diye, çok güzel dostluklar ve çok güzel direnişler örgütledik yani, orada, böyle bir sürecimiz oldu. Ondan sonra şeye geçtim, Erzincan küçüktü, orada pek fazla problem yaşamadık.
D.G: Peki, bu arada hapishane sürecinde aileniz gidip geliyor muydu, anneniz babanız yani hapishane ziyareti?
S.H: Babam zaten yoktu. Bir Ercan ağabeyim var, o… mapus hayatım boyunca beni hiç yalnız bırakmadı, yani Erzincan, Metris, Çanakkale, Bartın, yani ben nereye gittiysem oradan beni takip etti. Diğer aile fertleri ara ara geldiler ama o her zaman benim yanımda oldu, o tabi bayağı bir güç verdi bana, hem maddi olarak beni asla çaresiz bırakmadı, yardımcı oldu. Aileden de bazıları koşulları olduğu zaman ara ara geldiler. Yani mapusta birilerinin sahiplenmesi çok çok önemli! O dönemlerde mesela şöyle bir rahatlığımız da vardı, şimdiki F tipi gibi değildi.
Yani koğuş sistemi olduğu için yani gelen ziyaretçiyi, başka ziyaretçiyi görebiliyordun, senin ziyaretçin olmadığı zaman bazen onlarla beraber gidip görüşebiliyordun. Yani daha bir dayanışma var, daha bir ortak yaşam vardı, daha birbirinden güç alma vardı, yaranı sarma vardı koğuşta ama şimdi mesela hücre tiplerinde özellikle erkek arkadaşların olduğu yerlerde çok kötü F tipleri, 3 kişi, en fazla 3 kişi yani ziyaretçisi gelmediği zaman hiç kimseyi görmüyor yani.
12 Eylül’ün ilk dönemi gerçekten çok terörize, çok işkence görme, sürekli açlık grevleri, protestolar, sürekli işte yasaklar söz konusuydu. Mahkemelerde bile dövülerek geri geliyordu, şiddete uğruyorduk yani… Mesela bir arkadaşım vardı benim, suç duyurusunda bulunmak istedi savcıya işte baa işkence yaptılar,diye…Savcının verdiği cevap şuydu, tekrar işkence mi istiyorsun , niye söylüyorsun bunu? Yani, bunu söylersen tekrar göndeririz falan diye böyle bir şeydi. Yani gerçekten şeyin şubenin devamı gibi olmuştu, cezaevleri ve mahkemeler. Yani ben hep şöyle düşünüyorum, şubelerde devleti gördüm, yani işkencede devleti gördüm yani devleti tanıdım.
Devlet noktasında bir teorimiz vardı devlet şudur, budur, hani düşmandır, karşıdır vesairedir ama orada çok daha somut yaşıyorsun yani devlet gerçeğini. Mesela mahkemelerde de şunu gördük; hukuk diye bir şey yoktu, bir senaryo dahilinde oyun sergileniyordu böyle.
D.G: Peki şimdi elimde bir liste var o listeyi okumak isterim, yani hareketin ilk oluşumundan itibaren muhalif kimliğiyle işte hayatını kaybeden yüzlerce insan var. Ben sizin hareketiniz içerisinde yaşamını yitirmiş bazı isimleri okumak ve bu isimler içerisinde tanıdıklarınız var mı? Beraber faaliyet yürüttünüz mü bunları size sormak isterim, bu insanlardan bahsetmenizi rica edeceğim. Tabi bu isim listesinde olmayan sizin bildiğiniz yaşamını yitirenler varsa onların da adını zikredebilirsiniz, böylelikle kayda geçmiş oluruz. (STÇ listesinde olan isimleri okuyarak)
Bu listeden kimleri tanıyorsunuz?
S.H: Hasan Hakkı Erdoğan vardı, onunla bir faaliyetimiz olmuştu. Ben 82’de şeyden çıktım, cezaevinden çıktım, çıktıktan sonra işte ailemin yanına geldim. Hani örgüt de belli bir dağınıklık içerisindeydi, kim, nerede, ne yapıyordu tam bilmiyordum, ben de ailemin yanına geldim. İşte o arada işte sağlık kursuna gittim, daktilo kursuna gittim, İngilizce kursuna gittim hani bir şeyler öğrenmek, yapmak noktasında çaba gösterdim. Sonra hani işe girmek istedim, nedir, hem parasız kalmayayım hem aileme yardımcı olayım diye. Hatta bir, Ermeni bir arkadaşın yanında muhasebecilik yapıyordum, muhasebecilik yaptım, yapmaya çalıştım. Ama gerçekten o dönemde polis beni hiç rahat bırakmadı yani sürekli arkamda dolaştılar yani sürekli beni terörize ettiler işte ne yapıyorsun, terör örgütüne devam ediyor musun, kimlerle görüşüyorsun falan? Her işe geliş gidişte beni terörize ettiler yani. Hatta mesela çalıştığım yeri, arkadaşı da tehdit ettiler, hani bu şey, anarşisti yanında çalıştırma diye. Adamcağız yani 40 yaşında yeni evlenmişti, geç evlenmişti, hayatını yeni kurmaya çalışıyordu falan. Bir taraftan bana kıyamıyordu hani beni kapı dışı etmek istemiyordu, çaresiz bırakmak istemiyordu, bir taraftan da ya ben işte bir hayat kurmaya çalışıyorum, ne olacak benim halim diye şey yapıyordu, sıkıntı yaşıyordu falan.
Ben tabi baktım olacak gibi değil, yani bana soluk aldırtmayacaklar, ben o zaman tekrar örgütle bağ kurmaya çalıştım, aileden ayrıldım. O dönemlerde işte Hasan Hakkı Erdoğan’la faaliyet yürüttüm, yani bir komitede beraber çalıştık. Murat Sever var, burada belki adı yok da, arkadaşımız da kanserden öldü, o da bayağı direnişçiydi ilk dönemlerde o 79’larda falan Elazığ’da yakalandı, çok iyi bir direniş gösterdi.
Yani insanlar çok terörize olmuştu ama gene de mücadele ediliyordu yani. Mesela o dönemlerde ben Hasan Hakkı’yla beraberdi sanırım BABK’da örgütlüydük beraberdik falan. Yani çok güzel şiir okurdu ve çok güzel türküler söylerdi, çok içli bir arkadaştı. Daha sonra tabi o, onu da tutukladılar, ben o zaman cezaevindeydim, işkencede öldürdüler onu. Hasan Hakkı Erdoğan! Bir de Erzincan’da Veysel Uyar diye bir arkadaşımız vardı, oraya gittiğimde benimle ilk tanışan arkadaşımdı, Dersim, Erzincan, oranın faaliyetinde olan arkadaşımdı. O da çok candan, içten, halkla ilişkileri çok iyi olan bir insandı kokum derdik çünkü dişinde bir ayrık vardı böyle yaşlı havası veriyordu. İşte o da daha sonra bir çatışmada yaşamını yitirdi. Daha sonra tabi Emre Bilgin vardı, cezaevinde beraberdik, çıktığı zaman şehit oldu, onları tanıyorum.
D.G: Ağzınıza sağlık, yüreğinize sağlık.
S.H: Senin de emeğine, çabana, disiplinine, yani çok teşekkür ederim, yani gerçekten çok büyük bir emek bu. Yani çok aslında şu anda pek farkında olmadığımız bir değer, miras bırakacağız, çünkü bunlar yaşandı, bu ülkede yaşandı, bu ülkenin topraklarında yaşandı ve bu ülkenin topraklarında çok güzel insanlar yaşadı, mücadele etti ve yaşamını verdiler. Ha bunun tarihe düşmesi gerçekten önemli yani, gerçekten önemli.
[1] http://www.kulturelbellek.com/alpagut-olayi-oyunu-ozeti/
[2] http://www.cumhuriyet.com.tr/haber/kultur-sanat/641227/Cavit_Orhan_Tutengil_aniliyor.html