Ünal Ülgen (Ü.Ü:) (1956) ©2017 Onur Vakfı
Görüşen Kişi: Devim GECE  (D.G:) Özer İNAL (Ö.İ:)

Ü.Ü: 79’da yakalandım, Selimiye’de kaldım, bir 6 ay falan kaldım, o da çıkışım şans eseri oldu yoksa daha uzun süre kalacaktım. Benim avukat olan ağabeyim beni tabi ziyarete geliyor, o sırada koridorda bir şeyle karşılaşıyor yetkiliyle, tanıdık çıkıyorlar hukuk fakültesinden. Diyor ki ya Celalciğim diyor, sen ne arıyorsun burada? Diyor benim kardeşim içeride falan. Hangi davadan diyor? TKP/ML TİKKO deyince fiiiyuuuu diyor böyle, neyse! Diyor ben bir dosyasına bakayım, yani şeyse, yani müsaitse ben bir tahliye dilekçesi hatırlayayım, halledelim, şans eseri yani. Tamam diyor işte ondan sonra ağabeyim. Gidiyor bakıyo yani benim zaten şu kadar bir ifadem var, fazla bir şey yok, silah yok, bilmem ne yok, bilmem doküman yok falan filan ama toplu dava olduğu için, birden fazla insan işin içinde olduğu için kolay değil, yani ayrıştırmak kolay değil. Yalnız diyor, ben sadece onun için diyor dilekçe vereceğim, yani diğerleri için verirsem şey kilitlenir, yani tahliye olmaz. Neyse, başarıyor adam yani, tahliye dilekçesi veriyor, kabul ediliyor.

Görüşmeden Siyasi İlişkiler – Çalışmalar – Gözaltı – Mahkemeler – Cezaevleri ile ilgili bölüm:

Ben futbol ile ilgiliydim. Futbolda başarılı idim.

Ü.Ü: Siirt Lisesi’ndeyken biraz tabi böyle sola doğru yönelmişim. Tabi bunun temel nedeni de 68 Öğrenci Olayları, orada ağabeyim (Av. C.Ü.) Deniz Gezmiş ile aynı sınıfta, boykotlarda, işgallerde ve gelip, mesela diyelim ki fakülte tatil olduğu zaman Urfa’ya dönüyor ve bize anlatıyor yaşananları, fakat tabi ben oradan bir şeyler alıyorum yani bir sempati doğuyor bende. Hatta Deniz’ler asıldığı sabah, o zaman tabi radyolar var, pilli radyolar veya ona benzer. Babam radyoyu açtı, orada infaz olduğu söylenince, babamın hiçbir siyasi şeyi olmadığı halde gözlerinden iki damla yaş düştü böyle, gözlüğünü çıkardı, gözlüğü buğulandı, zoruna gitti yani adamın, sildi! Onu hiç unutmuyorum yani babam bile sıradan bir insan olmasına rağmen o acıyı yüreğinde hissetti.

Ö.İ: Biraz da bu komşuluklardan bahseder misiniz?

Ü.Ü: Dedem de memur emeklisiydi. o tarihlerde dedem Cumhuriyet Gazetesi okuyordu yani, ilginç bir şeydi bu tabi. Tabi biraz bu Kemalist alışkanlıkların getirdiği bir şeydi o günkü Cumhuriyet’in okunması ama yine de topluma göre biraz daha o koşullarda daha aydın, daha şey görünen bir yapıydı yani memurluktan gelen bir öngörüsü vardı ve dedem de çok sevilen bir insandı, çok dürüst, inanılmaz çocuklara karşı şeyleri vardı. Mesela derdi ki, çocuklara şeker hazırlayın! Sabah kalkardık, bizim kapının önünden karşı mahallenin duvarını dönmek kaydıyla bir kuyruk oluşurdu (gülüyor), dedem bütün şekerleri sırayla dağıtırdı, şeker yetmeyince kesme şekerleri de dağıtırdı! Baba annem içeriden bağırırdı, yahu Elazığ şivesiyle, herif, herif ne yaptın, evde hiç şeker kalmadı! Tabi dedemin umurunda değil yani inanılmaz bir insandı yani, böyle bütün toplumun, köyün çok sevdiği bir insandı.

Ondan sonra tabi ata bindim, çok bindim de ama atım, kendime ait olan bir atım olmadı ama tabi dedemlerin o dönem yani birden fazla atları var. İşte buradan bir çıkıyorlar Dersim’e, yani o zaman Kalan deniyor, dedem bir de görevli ya, işte atlarla gidiyorlar Dersim’e, orada arazi ölçümlerini bitiriyorlar, ondan sonra oturuyorlar rakı içiyorlar işte sohbetlerini yapıyorlar.

Ü.Ü: …

Neyse, işte Siirt’te son zamanlarda mesela okulda bizim şeyde sınıfta olmasa da, bizden ya bir sınıf üstte Devrimci Sol tandanslı çocuklar vardı, ama  netleşme noktasında değiliz. İşte bizim sınıfta şimdiki İMC’de (İMC TV) çıkan E.A. var, o sınıf arkadaşım,

D.G: Nasıldı aranız?

Ü.Ü: Yani benim genelde derslerle aram yoktu pek. Yani daha doğrusu, algılama eksikliğinden değil, sevmiyordum yan! Benim, baştan da anlattığım gibi daha şeydim ben yani işte bir ressamın kendi kulvarında farklı yürümesi gibi. Ayrıca, kalemim de iyiydi. Kompozisyon hazırlamıştım, oldukça ilgi gördü, ağabeyim eve geldiğinde, gülüyordu….

Ü.Ü:..

Kartal merkezde yüksek öğrenim derneği vardı, yani o günün sol düşünen herkesin toplandığı, biriktiği, işte avukat, yazar, işte ressam veya bunun gibi, sıradan bizim gibi insanlar, öğrenciler oraya devam etmeye başladık. İşte ilk siyasi çizgiyle karşılaşmam orada başladı. H.D.  diye bir arkadaş vardı, Elazığlı olduğu için de çok samimi olduk yani. H.D. ile Hasan tanışınca,  çevrem değişti, daha siyasi bir ortama doğru kaydım. Derken işte ilk İbrahim yoldaşın hayatı ve mücadelesi kitabı okudum. Ondan sonra o dönemde eski ileri gelen arkadaşların sorguları, ifadeleri falan, Arslan Kılıç’ın, Süleyman Yeşil’in, Muzaffer Oruçoğlu’nun, bunlar tabi bayağı bir etkileme yaptı benim o gençlik dönemimde.

D.G: Hasan arkadaş aracılığıyla mı oldu?

Ü.Ü: Tabi Hasan arkadaş aracılığıyla gittik. O dönemde liseden arkadaşım olan Y.K. ile aynı okuldaydık ve beraber ders çalışırdık evlerimizde birbirimizin, çok samimi iki arkadaştık.

O da dolayısıyla mücadeleye o zaman katıldı. Bunun gibi bir sürü genç arkadaş daha vardı yani sonradan mücadelenin içersine giren. Tabi o dönemde örgütlü bir yapıya sahip değildik ama doğrudan doğruya siyasi o şey düşüncemiz netleşmeye ve belirlenmeye başladı, özellikle Kemalizm ve milli meseledeki yazıları okuyunca daha net bir tavır almaya başladık, doğru bir siyasi çizgiye ulaştığımızı hissettik. Tabi o dönemde Deniz Gezmiş’in, THKO’un, işte Parti Cephe’nin, Mahir Çayan’ın da bayağı bir etkileri vardı gençlik üzerinde ama biz ilk anda birçok arkadaş belki bu kulvardan geldiler, sonradan katıldılar ama biz ilk temasımızı bir şanstı herhalde bu, İbrahim yoldaşın yazılarıyla ve dünyaya bakış açısıyla karşılaşma şansına sahip olduk. Ondan sonra mücadele içerisine doğru girmeye başladık. O dönemde benim ilk sorumlum Orhan Bakır yoldaştı.  Orhan Bakır bir gün bana, bir daktilonun arıza yaptığını, tamir ettirebilme şansımız var mı dedi? Ben de tamam dedim! Getirdi, ben daktiloyu tamir ettirdim, kendisine Kadıköy’de ulaştırmak için şeyde buluştuk, Kadıköy iskelesinde, o gün Orhan yoldaş çok hastaydı, rengi sapsarı, müthiş bir üşütme yaşamış, ayakta böyle zor duruyordu. Hatta ben kendisine dedim ki, ya yoldaş sen niye bu halde geldin, bu, yani ayakta duramıyorsun falan. Dedi ben, yani randevum vardı ben mecburen gelmek zorundaydım dedi falan. Daktiloyu aldı ve gitti. Sonradan öğrendiğim kadarıyla yolda iki defa bayılmış, yani kaldırmışlar, yüzünü falan yıkamışlar, yani o vaziyette bulunduğu eve, artık neredeyse oraya gitmiş.

Ü.Ü: Şey aksamış oldu tabi dolayısıyla sendikal mücadele. Ondan sonra işte o dönemde ilişkilerin giderek yoğunlaştığı… H.B.  diye bir arkadaş sorumlumuz oldu, onunla epey bir çalışmalarımız oldu. Ondan sonra… İsmail Hanoğlu ile çalışmaya başladım. Cemil Oka hastalanmıştı, bir hafta da ben ona baktım falan iyileştirdim. Genelde benim bulunduğum alan ajitasyon-propaganda bölümüydü, örgütlenme bölümüydü, yani biraz daha özgür çalışan bir insandım ben yani çevredeki işte işçi kökenli, köylü kökenli, öğrenci kökenli insanlarla birebir temaslarım ve örgütlülüğüm yaşanıyordu. Biraz iyi bir konuşmacı olmam anlamında, yani ikna edici bir karakterim olması nedeniyle bayağı bir yani kitle ilişkilerinde inanılmaz ilişkiler yaratıyordum. Bizim arkadaşlar bazen diyordu ki yahu sen bu adamları nereden buluyorsun yoldaş diyorlardı, biz anlamıyoruz yani nasıl bir iştir bu? Ben gülüyordum tabi. SIRMA BOYOĞLU’NUN ÖLDÜRÜLMESİ

Ondan sonra işte bir ara bu Yayla arsalar bölgesinde Tuzla tarafında bir şeyimiz vardı, çevremiz vardı, genelde CHP’nin aktif ve hâkim olduğu bir Alevi bölgesiydi orası, orada tabi bizim arkadaşlarımız vardı ama kitle içersinde belli bir kuşakla beraberdir, genç kuşak ama bir alt kuşağa inme şeyimiz sınırlıydı, ilişkilerimiz, CHP’nin daha ağır bastığı bir bölgeydi. İşte bir ara orada bir Ülkü Ocakları kurulunca biz yani ona karşı bir müdahale edilmesi gerektiği temelinde oraya geçtik. Diğer siyasi gruplardan da gelenler oldu. Ondan sonra o arsaya girince, alana, orada işte bir hareketlilik yaşandı. Ben şöyle bir tepki geliştirdim, dedim ki arkadaşlar bakın dedim, biz dedim burada birtakım tepkisel hareketler yapacağız ama biz buradan gittiğimiz zaman, biz dışarıdan gelmişiz, biz gittikten sonra buraya gelen saldırıları engelleme şansımız olamaz ve bütün sorun bizim üzerimize yıkılır. Yani şöyle derler, bakın bunlar dışarıdan geldiler, burayı birbirine kattılar gittiler, arkadan, biz bunun hesabını veremeyiz, dedim, koruma şansımız da yok, burada kalıcı değiliz, ne yapmamız gerekir? Buranın yerel halkını hareketlendirmemiz gerekir, yani buranın insanının hareketlenmesi gerekir, bu temelde bir çalışma yapmalıyız.

Epey bir tartışmalar oldu, benim birlikte olduğum arkadaş bile buna katılmama şeyindeydi, ben onu da ikna ettim zor bela. Ondan sonra bu karar hayata uygulandı, ne yapacağız dediler? O zaman dedim ki, kahveleri dolaşalım, kahvelerde konuşmalar yapalım yani oradaki insanların ikna edip, buradaki eylemliliğe katalım, katmanın yollarını arayalım, başarabildik, başaramadık! Başaramazsak kesinlikle geri dönelim, yani şey koymayalım, gerektiğinden fazla bir şey geliştirmeyelim, yanlış bir şey olur, sonuç yanlış çıkar, yani onu göğüsleme şansımız kalmaz sonradan gelişen durumla ilgili yani bir öngörü var. tabi o dediklerim yapıldı, yani işte kahvelere girildi, masaların üzerine çıkıp konuşmalar falan yapıldı, ajitasyon yapıldı ama yani mesela konuşuyorsun, herkes okey oynuyor, kimse hiç sana dönüp bakmıyor! Aslında biliyoruz şey de demokrat bir alandayız ama insanlarda bir tuhaflık var, yani hiç kaile almıyorlar seni yani, çıkmışsın masanın üzerine konuşuyorsun, adam hiç sen var mısın, yok musun dinlemiyor bilinçli bir şekilde okey oynuyor; tak tuk sesler falan işte kahkahalar! Yahu bir gariplik var ama bu nereden kaynaklanıyor? Sonradan öğreniyoruz ki, bir arkadaşın amcası muhtar, CHP’li, bu, bizden önce kahveleri dolaşıyor, diyor ki, bunlar diyor işte aşırı uçtur, bilmem şudur budur, bizim başımızı belaya sokar bunlar, sakın bunlara uymayın! Gelir, içeriye gelirlerse de sakın şey vermeyin, yani taviz vermeyin. Tabi sonra öğrendik bunu. Biz tabi gerekeni yaptık, yani konuşmalar falan filan kahveler filan derken bir şey alamadık yani olumlu bir sonuca ulaşamadık. Çıktık döndük kendi bulunduğumuz semtlere. İkinci gün haber geldi, o semtte olan bir arkadaş yaralanıyor, A.B.  Sırma Boyoğlu kız kardeşi, onun üzerine atlıyor kurşunlar ona değmesin diye kendisini siper ediyor, Sırma ölüyor. Tabi o, o andan itibaren müthiş bir hareketlilik başladı şeye doğru, Yayla arsalar bölgesine doğru, tabi gittik oraya işte cenazeyi kaldıracağız, inanılmaz bir kalabalık, fabrikalar falan hep boşalmış böyle, yani bugüne kadar gördüğüm en güçlü cenaze töreniydi, inanılmaz bir kalabalık vardı. Tabi Sırma’nın babası balkondan bir konuşma yaptı, CHP’lileri perişan etti, dedi, bu gençler geldiler, bizi savunmak için her türlü şeyi göze aldılar, siz bunları kasıtlı olarak dinlemediniz ve bunlara destek olmadınız, bakın dedi, benim kızım sizin yüzünüzden öldü, sizin bakış açınız yüzünden oldu. Dedi defolun, bu şeye girmeyin, korteje! Tabi CHP’lileri kovdular en arka sıralara attılar o zaman, en önde yürümek isteyenler vardı biz de müdahale ettik yani siz burada yürüyemezsiniz falan. Dolayısıyla cenaze kaldırıldı ama o benim önceden öngördüğüm şey gerçekten hayata uygulandı ama acı bir biçimde sonuçlandı yani.

Ama biz eğer onu kendimiz yapsaydık, çıkıp gitseydik aynı itici tavra biz muhatap olacaktık, çünkü dışarıdan gelmişiz, yani orada bir şey koymuşuz gitmişiz, savunma sistemi yok, yani oradaki halkı savunabilme şansı yok, orada değilsin çünkü, yani mantıklı olan şey neyse onu yaptık biz, doğruydu! Ha buradan en büyük şeyi, kötü anlamda bedeli CHP ve etrafındaki unsurlar ödediler yani ama o sırada biz de iki arkadaşı, özellikle Sırma arkadaşı kaybettik. Ha bu biz yaptıktan sonra da olabilirdi, o daha kötü olacaktı, yani şöyle bir suçlamayla karşılaşacaktık, ya işte bunların yüzünden oldu, bunlar geldiler burayı birbirine kattılar gittiler, biz kendimizi koruyamaz duruma geldik, işte bu yüzden böyle oldu dendiği zaman biz biterdik yani, sıfıra inerdik. Doğru bir şey yaptık yani doğru bir tavır sergiledik orada.

…….

Ü.Ü: Evet, bir şey soracaktın!

D.G: Ya şimdi bu ilk işçi kavgasını önlediniz, yani sizin için ilk olan bir şey, sendikal grevlere katıldınız, yaşadığınız talihsizce anılar var.

Ü.Ü: Evet.

D.G: Ben yani sizin için ilk olan bu ve buna benzer şeyleri biraz daha böyle açmak istiyorum. Neydi böyle yani politik örgütlenme ya da işte siyasetle, o dönemin politik argümanlarıyla karşılaştığınızda pratikte yaşadığınız ve sizin için ilk olan şeyleri biraz daha açalım ve buna dair somut örnekler varsa bunları konuşalım istiyoruz.

Ü.Ü: Evet, evet. Nereden başlayalım! Mesela diyelim ki… genelde derneklerdeki şeylerimiz yoğundu, bulunmalarımız, o dönemde özellikle tabi farklı siyasi görüşlerden insanlarla birlikte oluyorduk veya o dernek, o farklı bir siyasetin kontrolünde olsa bile biz oraya sürekli giderdik, tartışırdık, konuşurduk, kendimizi anlatırdık. İşte Kartal Derneği’nde böyle bir olay yaşandı mesela, o da bir yaşam anekdotu. Şimdi bu dernekte seminer veriyorlar, o zamanki Halkın Kurtuluşu grubu tarafından dernek yönlendiriliyor. Ondan sonra, biz de hani ihtiyacı olan böyle işçi kesiminden olan arkadaşları, işte inşaat işçileri olabilir, sıvacılar, benim de işte tanıdığım 4-5 sıvacı arkadaş var, hatta onlarla beraber de çalıştım inşaatta. Onları aldım derneği götürdüm yani semineri dinlesinler yani, toplumlar işlenecek, işte ilkel toplum, komünal toplum, köleci toplum bu şekilde, onların anlayacağı bir dilde, faydalansınlar hem o şeye alışsınlar diye onları da götürdüm. Neyse girdik derneğe, tabi o sırada seminer saati geldi, seminer saati geçtiği halde seminer bir türlü başlamıyor. Ben dedim ki, arkadaşlar ne yaptınız yani seminere niye başlamıyorsunuz? Dediler ki yahu semineri veren arkadaş hastalanmış! Olabilir dedik yani gayet normal, şey yapmadık yani, bir tepki koyma şansımız da yok yani, hastalandıysa ne yapabiliriz? Diye düşünürken, semineri veren arkadaş kahkaha atarak içeri girdi! Girince ben fena bozuldum yani. Dedim ki arkadaş bir dakika gelir misin, dedim! Sen, semineri sen vermeyecek miydin dedim, dedi evet! E sen niye yani sen hasta mısın? Hayır, dedi ben hasta değilim! Ama dedim senin arkadaşların senin hasta olduğunu iddia ettiler yani o yüzden gelmediğini, gelemeyeceğini söylediler. Tabi bu da şaşırdı afalladı, onlar da bozuldular. Tabi sinirlendim, arkadaşlar dedim bak devrimcilere yakışmaz böyle şeyler, yani yalan iyi bir şey değil, yani açıkça samimi bir şekilde yani işte yapamadık, yetiştiremedik diyebilirsiniz, gayet normal yani ama bu tür yalanlarla dedim yola çıkarsanız asla bir yere ulaşamazsınız, yani bu kötü bir şey, deyince bunlar bana saldırdılar!

Saldırdılar, şimdi kızlı erkekli bir saldırı oldu, biri buradan çekiyor, yakama yapışmışlar böyle yani kapıya bir tekme vurdular beni dışarı atmaya çalışıyorlar falan. Yerinden hiç kıpırdamıyorum, diyorum arkadaşlar sakin olun, arkadaşlar sakin olun! Tabi o sırada benim getirdiğim işçi arkadaşlar böyle bir doğruldu, hani bana müdahale ediliyor diye. Ben hemen dedim ki, arkadaşlar siz oturun dedim, sakin olun dedim, çünkü adamlar bir ayağa kalksa varsa yani derneği allak bullak eder, hepsi güçlü şey adamlar yani, işçi adamlar yani. Hele bir tane o H.K.  dediğim arkadaş, işte onu anlatacağım sana sonra, o zaten tek başına zaten onları hiçbir tane adam sağlam bırakmaz yani, öyle inanılmaz bir kuvvet var adamda yani. Ben tabi sakin olun dedim, siz oturun dedim, bunlar bağırdılar çağırdılar falan. Dedim ki ben çıkmıyorum. Gidip polis çağırın eğer kendinize yediriyorsanız, yani doğru görüyorsanız, başka türlü beni buradan çıkaramazsınız! Şey yapınca vazgeçtiler, biraz sakinlediler, ben biraz aldım saz maz çaldım havayı yumuşattım, ondan sonra sazı bıraktım, dedim biraz rahatladınız mı (konuşmacı burada el kol hareketleri yaptığı için mikrofon oynuyor ve ses cızırtılı çıkıyor) dedim, şimdi biraz konuşabiliriz! (Gülüyor) Şaşırdılar bunlar tabi. Dedim ki, bakın arkadaşlar, biraz önce yaptığınız hareketin sonuçlarını şöyle bir gözden geçirelim, dedim ki siz bana saldırdınız, ben de kalktım ayağa, benim arkadaşlarım da kalktı ayağa, burada kafa kol, pencereler, cam, masa, sandalye birbirine girdi, yani yaşanacak şey buydu, evet! Peki dedim, sonuçta burada yaşanan olayı halka nasıl anlatacaksınız dedim, yani ne, ne diye anlatacaksınız? Savunmanız da alınabilirdi, yani bunun ifadesini nasıl verecektiniz? Hesabını nasıl verecektiniz dedim? Veremezsiniz, veremezsiniz! Biz de veremezdik, siz de veremezdiniz?  

 Halk arasındaki çelişmeler nedir, nasıl olmalıdır? Şiddet ne zaman söz konusu olabilir veya barışçıl olması neye dayanır? Onu anlattım, işte çelişkileri anlattım falan, tabi bayağı bir şey oldu, yumuşadılar bunlar yani şöyle bir derin düşünün dedim, yahu burada yaşanan olayı yaşanmış gibi bir düşünün dedim, böyle bir rezaleti biz halka nasıl anlatabilirdik dedim yani, kendimizi nasıl savunabilirdik? Diyeceklerdi bakın işte bunlar bir avuç çapulcu, devrimcilere bakın, birbirlerini dernek pencerelerinden, şuradan buradan atıp kafa göz yarıyorlar! Böyle bir şey olur mu dedim yani, biz dedim şahsen anlayış itibariyle öyle bir sorumluluğu taşıyamayız, üstümüze alamayız! O yüzden dedim ben pasif bir konuma düştüm, yani sanmayın ki dedim sizden çekindiğimizden değil, çünkü dedim biz ayağa kalksaydık sizin dedim durumunuz çok kötü hale gelebilirdi, ben bunun da bilincindeydim ama ben doğru bir hareket yaptım dedim, yanlış olan sizden geldi yani yanlış hareket. Tabi bayağı bir etki yarattı o. Tabi içeride bir sürü genç sempatizan çocuklar gelmiş falan. Biz dışarı çıktık dernekten, karşı yola geçeceğiz, bir baktım arkadan bir grup koşa koşa geliyor, gençler, bu yeni gelen gençler, 6-7 kişi.

Ağabey biraz bekler misin falan! Dedim hayrola gençler! Dedi biz seninle görüşmek istiyoruz! Hayrola dedim! Yahu dedi sizin, senin dediler yukarıda gösterdiğin tavra biz hayran kaldık yani, inanılmaz etkilendik, biz seninle sürekli görüşmek istiyoruz dediler biliyor musun, onların getirdiği insanlar yani düşün! Yani burada şunu anlatmaya çalışıyorum, akıllıca hareket etmek, yani bilgece hareket etmek, doğru hareket etmek kazandırır, yanlış olan kaybettirir! Her ne adına ve her ne şekilde yapılırsa yapılsın! Yani bu da bir dernek anekdotuydu diye anlattım.

D.G: Peki o dönemde yani içeride ve sizin o içinde bulunduğunuz hareket içerisinde birtakım şeyler oluyor anlatıyorsunuz, peki ülkedeki siyasal atmosfer nasıldı?

Ü.Ü: Siyasi atmosfer çok, çok yüksek boyutlardaydı, yani politize olmuş bir kitleyle karşı karşıyayız, yani düşünün ki yani diyelim işte Kartal’da bir hareket oldu o dönem gençlik içinde, Kartal Lisesi, Meslek Lisesi, tüm liseler boşaldı, bir öğrenci gözaltına alınmıştı, öğrenciler karakolu bastılar, girdiler öğrenciyi dışarı aldılar! Biz de oradayız yani, inanılmaz bir politik yapı yani. İlkokul öğrencileri slogan atıyor, marş söylüyor, o noktaya gelmiş yani, şey güzel yani, objektif şartlar güzel, devrimci durum da bayağı bir şeyde, gelişmişlik gösteriyor ama sübjektif etken dediğimiz siyasal yapının sorunları var, yani eksiklikleri var. Bazen iki şart bir araya gelmediği zaman, objektif ve sübjektif şartlar bir araya gelmediği zaman sonuç vahim olur! Biz böyle bir şey yaşadık, yani kitlelerde şey vardı, gerekli potansiyel vardı, ateş vardı, işçi sınıfı içersinde, sendikalar içersinde, fabrikalar içersinde yani inanılmaz bir şey vardı! Mahalle aralarında müthiş bir gelişmişlik vardı ama biz eksiktik yani biz bugün düşündüğümüz gibi dün düşünemiyorduk! Eksikliklerimiz nelerdi? O, o geniş bir tartışma konusu yani bir şey, inanılmaz bir tartışma konusu bence.

D.G: Şimdi bu eksiklikler derken, ben buradan araya girmek istiyorum… buradan araya girmek istiyorum, eksikliklerimiz vardı dediniz. Biraz da böyle içe dönük bir şeyler sormak istiyorum, yani o dönemki hareket içerisinde genel profil nasıldı, etnik köken, toplumsal sınıf, yöre ve benzeri özellikler neydi sizce, nasıl, nasıl yorumluyordunuz?

Ü.Ü: Yahu bizim… o senin dediğin olay şöyle, yani sosyolojik olarak işçi sınıfı içinde de bağlarımız vardı ama yeterli değildi.

D.G: Ünal ağabey, eksiklerimiz var dedin, ben buradan böyle bir araya girip bir soru sormak istiyorum; yani bu hareket içerisinde, hareketin üyelerinin profili nasıldı, etnik kökeni, toplumsal sınıfı, işte yöre ve benzeri özellikleri nelerdi? Etnik, dini aidiyetleri var mıydı, bunlar nelerdi ve bunlar çok sorun oluyor muydu?

Ü.Ü: Evet, şimdi tabi ki o pek fazla sorun olmadı, neden? Çünkü örgütlülüğümüz genelde hani Alevi kesime yönelik olduğu için hemen hemen tabi bölgesel anlamda bu böyle de, bazı bölgelerde mesela Trakya, o taraflar, Edirne gibi yerlerde böyle bir problem yaşanmadı yani. Dinsel olarak en çok yoğunlaştığımız alan Alevi kökenli insanlarla olan ilişkilerimizde daha sıcak bir şey yaşadık, yani en azından benim bulunduğum bölge açısından baktığımızda bu böyleydi yani. Tabi şunu belli oranda kabaca kavramıştık, yani işçi sınıfı içerisinde çalışmanın önemli olduğunu, bunu mutlaka bu şekilde yürütmemiz gerektiğini teori, teorik olarak kavramıştık ama pratik olarak bunu yeterince yansıtamadık. Yansıtamamamız da bu bizim açımızdan şey, şeye yol açtı yani olumsuzluklara yol açtı, yani ete kemiğe bürünme açısından olumsuzluğa yol açtı. Ve tabi bu başka bir şey, eleştiri konusu yani uzun bir süre tartışılması gereken bir şey, ben kabaca gördüklerimi anlatıyorum. Yani köken olarak tabi ki işçilerle, köylülerle ve buradaki esnafla, işte inşaat işçileriyle bu tür ilişkilerimiz yoğun biçimde yaşandı, bu güzeldi yani iyiydi ama yeterli miydi? Değildi! Özellikle öğrenci gençlik içersinde bir yoğunlaşma ve kadrolaşmanın temelinde özellikle işçi gençliğin yer alması gene pratik olarak böyle olması ama teorik olarak da işçilerin kadrolarının büyük bir bölümü kapsaması gerektiği konusunda teorik olarak şeydeydik yani, aynı fikirdeydik, doğru bir fikirdeydik. Ama pratiğe yansıtırken bunu uygulamadık, uygulayamadık, yeterince uygulayamadık!

D.G: Niçin?

Ü.Ü: Yani bu… evet niçin? Şimdi o soruyu nasıl cevaplayabiliriz! Yani birtakım eleştiriler vardı bizim tarafımızdan yapılan ama ve doğru bir çizgi olduğunu, bu şekilde çalışmamız gerektiği temelinde ama yani artık bunu… neden bu kadar yoğun bir biçimde geliştiremediğimiz konusu üzerinde genel bir bakış açısıyla, genel bir özeleştiri temelinde koymak gerekir diye düşünüyorum! Yani bu benim tarafımdan yapılacak bir şey değil, yani ben sadece yani bakış açımı koyarım ama bu, bu özeleştirinin geniş kapsamlı bir siyasi anlayışla ortaya konması gerektiği düşüncesindeyim. Ben kendi adıma yapıyorum bu özeleştiriyi yani.

D.G: Şimdi hareket içerisinde keza yani kadınların konumu nasıldı, kadınlar arasında

böyle bir hiyerarşik bir yapı var mıydı?

Ü.Ü: Kadınlar konusunda… evet, bakış açımız bayağı feodaldi, yani hani o eski tip anlayış, işte bacı-kardeş meselesi, işte bu temelde yürüyen bir ilişkiler ağı, işte birinin diğeriyle arkadaşlığının böyle itici karşılanması, bayağı bildiğimiz, kendimize devrimciyiz veya sosyalistiz diyorduk ama bakış açımız kadına özellikle feodaldi, yani bunu çok zor ve uzun zaman sonra aşabildik. İşte örneğin Alexandra Kollontai’ın Partizan dergisinde mutlaka okunması gereken kitaplar içersine alınması ilk gelişmelerden biriydi, kadın erkek ilişkilerinin iyi anlaşılması, devrimci anlaşılması açısından ama yine de hareket olarak çok sayıda şeye ulaşamadık. Mesela işte Sovyetler Birliği’nde kadınların kurtuluşu konusunda iyi bir çalışma yapmadık. Daha doğrusu, biraz daha geniş anlamda, Sovyetler Birliği’ni iyi incelemedik. Yani Vietnam tarihini inceledik, Çin Komünist parti tarihini inceledik, yani Arnavutluk emek partisinin tarihini inceledik, Sovyetler Birliği komünist partisi tarihi inceledik ama en çok şey alacağımız, örnek alacağımız, çok güçlü şeylerle dolu, donanımlarla, geçmişle dolu Sovyet parti tarihini ciddi bir şekilde incelemedik! Bu çok büyük bir hataydı! Ben bugün, bugün hissediyorum yani. O kadın hareketleri, oradaki sosyalizmin inşası ve inşa çalışmalarının geldiği noktalar, işte…

Ü.Ü. Yani işte o kadınlara bakış açısı konusunda bayağı bir geri durumdaydık, özellikle bizim ilgi alanımız olan kitlelerdeki geri bakış açısı daha da şeydi yani, sakattı, acımasızdı yani, işte o ailesel ilişkilerde biri diğeriyle ömür boyu yaşayacak şartı kafada oturmuş. Bir kişi eşinden ayrıldığı zaman bildiğiniz aforoz yapısıyla karşı karşıya kalıyordu yani kitleden tamamen tecrit ediliyordu ve müthiş kahredici bir şeyle harcanıyordu, yani bu tür şeyler hareket içerisinde çok yaşandı. Ama bu tabi her hata bir ilerlemeyi getirdi yani araştırmaya yöneltti insanları, yapılan her hatadan bir şeyler öğrenme durumuna gelindi, iyi oldu yani o açıdan, o feodal bakış açısından biraz daha kurtulma yollarını, işte kadın-erkek ilişkileri nasıl olmalıdır? Aile nedir? İşte Ailenin, Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni mesela Friedrich Engels’in, o okundu, orada çok değişik noktalara gelindi ki zaten Alexandra Kollontai özellikle o şeyde gidiyor ve burjuva ailenin tarihsel köklerini çok nefis inceliyor! Onun şeyle olan ilişkisini inceliyor, hukukla ilgili yani miras hukukunu inceliyor, miras hukukunun ne anlama geldiğini, mülkiyetin oturtulması anlamına geldiğini sistem içersinde, bu temelde aile, burjuva ailenin oluşturulduğunu, kapitalizme asker yetiştiren bir hücre olarak yaşandığı, yaşam içerisinde yer aldığını… O, o konuda bayağı bir şey gelişti yani, arkadaşlar arasında biraz eskiye göre bayağı bir gelişme yaşandı yani.

D.G: Peki bu gelişkinlik, örneğin hareket içerisindeki kadınları hiyerarşik basamaklarda hangi konuma getirebiliyordu ve hareket içinde önemli pozisyonlara gelmiş kadınlar var mıydı, bunlar kimlerdi? Son olarak da; kadına dair sizin bulunduğunuz dönemde hareket içerisindeki kadınların yüzde kaçı hani harekette vardı, yüzde kaçını kadınlar oluşturuyordu?

Ü.Ü: Ya şimdi o konuda da büyük eksiklikler vardı, yani şimdi abartmanın bir anlamı yok, o günkü mücadele içerisinde kadınlar belli oranda yer aldılar ama yüzde anlamında düşüktü. Mesela yazılamalara, pullamalara gece bile gelen arkadaşlar vardı, bayan arkadaşlar mesela, bu iyiydi yani, derneklerde, çalışmalarda falan bir katılım vardı ama yeterli miydi? Değildi, yani o bütün mesele nereden kaynaklanıyordu? Kadına bakıştan kaynaklanıyordu, yani onun emeğinin ne anlama geldiğini çözmemekten kaynaklanıyordu, yani bir yerde erkek egemen bir yapıdan kadının da var olduğunu kabul eden bir yapıya doğru evrilme yaşandı. 

Yani son zamanlarda biraz buna yaklaşıldı ama ilk anda özellikle erkek yine egemendi hareket içersinde, ilişkiler içersinde o eski toplumsal düşünce biçimi şeyini sürdürdü, yani kadın her zaman… işte hata yapan, hata yapması mümkün olan ama erkek hata yapmaz ve işte yaparsa aklanır, o feodal bakış açısıyla yürüdü bu iş. Ama son zamanlarda aşıldı bu, belli oranlarda aşıldı yani.

D.G: Peki, parti içi demokrasiden, yani hareket içerisindeki o demokrasi nasıldı? Antidemokratik uygulamalarla karşılaştınız mı ya da bunlara tanık oldunuz mu hiç?

Ü.Ü: Ya şimdi…

Ü.Ü: Parti içi demokrasi işlerliği iyiydi yani, orada bir, ben kendi adıma bir problem yaşamadım. Yani yoldaşça ilişkiler de iyiydi, paylaşımlar da iyiydi, hatta inanılmaz derecede iyiydi, yani o yoldaşlık ruhu bayağı oturmuştu yani, güzel bir ruhtu o, o açıdan bir, fazla bir problem yaşanmadı yani.

D.G: Şimdi bu 1976 öncesinde yani bu 1900 işte 63 Kavel Direnişi, 15-16 Haziran 1970 İşçi Direnişleri ve benzeri gibi grevlere tanık oldunuz mu? Ya da işte 15-16 Haziran’a dair hatıralarınız var mı, bunları dinleyebiliriz.

Ü.Ü: Onlara tanık olma şansım olmadı, çünkü benim mücadele katılım tarihimle o yaşanan grevler arasında bayağı bir zaman dilimi var. He yani ben İstanbul’a gelmeden olan önce, çok, çok fazla değil de hemen önce yaşanan şeyler bunlar.

Ö.İ: o zaman şöyle, sizin içinde olduğunuz işte grevler, direnişlerden bahseder misiniz?

Ü.Ü: İşte ben benim bildiklerimi yani o anda içinde bulunduklarımı anlatıyorum, evet.

D.G: Peki bu 12 Mart öncesi demiştik de kendi döneminizde takip ettiğiniz yayınlar hangisiydi? Bunlarla birebir yani bunlardan, bunlara dair bir etkileşim var mıydı, hangi dergileri takip ediyorsunuz? Beğendiğiniz yazılar varsa bunlar nelerdi? Siz hiç dergilere yazılar yazdınız mı?

Ü.Ü: Evet, şimdi ben yazı yazmadım o şekilde, dergiler de tabi ilk tanıştığımız dergi Partizan’dı. Şeyimiz, yani dergicilik yaşam biçimimiz o zaman başladı, Partizan’la başladı yani.

D.G: Peki bu öğrenci gençlik içerisinde falan hiç bulundunuz mu, öğrenci hareketleri?

Ü.Ü: Yok, ben öğrenci gençlik içerisinde yer alma şansına sahip olmadı, yani dışarıdan destekleme oldu da mesela bizzat onun içinde çalışma yapma şeyine sahip değildim yani, ben daha çok işçi, işte emekçiler içersinde işte sıradan diyelim esnaf veya buna benzer diğer halk kesimleri içersinde çalışmalara yoğunlaştım.

İ.Ö: Orhan Bakır’la ne zaman en son görüştünüz?

Ü.Ü: İşte en son, anlattığım gibi o daktilo tamiri oldu, ondan sonra o hastaydı zaten, bir iki kez daha buluştuk şeyde, Kartal bölgesinde, ondan sonra o gidip yerine başka bir vatandaş gelince şeyimiz koptu yani. Ondan sonra da birbirimizi göremedik artık.

D.G: Evet şimdi bu Milli Cephe hükümeti dönemine, biraz bunlara değinebiliriz. Bu kontrgerilla işte paramiliter güçlerin hani eylemleri. İşte bu sokakta, fabrikada yapılan saldırılar, bu 1977 seçimleri, 78-79 işte Ecevit hükümeti, bu Maraş, Çorum, Sivas, Malatya ve benzeri böyle Alevi katliamları, sıkıyönetimin ilanı ve benzeri gibi işte dönemlere dair hani yaşadıklarınız, tanık olduklarınız? Biraz bunları, açabiliriz bu konuları.

Ü.Ü: Evet doğru. Şimdi o dönemde ben pek yani işin içersinde değildim, yani kitlelerin içersinde değildim. O açıdan o konuyla ilgili fazla bir şeyim olmadı yani, bir yaşam biçimim olmadı. Ama tabi yani şeyleri biliyorduk o Maraş olaylarını işte şey olaylarını, hatta Maraş olaylarının ertesinde bir mitingimiz vardı, sanıyorum şeydeydi herhalde, Taksim miydi, Saraçhane miydi o mitingde inanılmaz bir katılımla karşılaştık mesela. Hemen Maraş olaylarının ertesiydi yani, şans eseri de izin o şekilde alınmıştı ona denk geldi. Yani ben o mitingde gördüğüm kalabalığa hiçbir mitingde rastlayamadım. İnanılmaz bir katılımla karşılaştık yani, sıradan insanların, yolda yürüyen insanların, herkesin yani ihtiyarından gencine kadar, artık biz kenardan insanlara o altışar kola doğru işte diyorduk işte teyzeyi de alın, amcayı da alın! Böyle müthiş bir kalabalık oluştu o zaman yani, onun protesto mitingine dönüştü, yani o miting, Partizan’ın koyduğu o miting pahalılığa ve işsizliğe karşıydı diyelim ama miting spontane bir şekilde şeye döndü, Maraş olaylarının tepkisine dönüştü, yani mükemmel bir katılım oldu o zaman yani.

D.G: Evet, peki bu dönemde yine 1976, işte 1 Mayıs’ı, 1977 1 Mayıs katliamı…

Ü.Ü: Ha 77’de ben alandaydım zaten, 77’de alandaydım. İşte o zaman Cemil Oka ile karşılaştık son kez, orada bir sarıldık birbirimize öpüştük falan, ondan sonra zaten göremedim ben onu, son görüşüm oldu! Biz şey, kortejle tam alana girerken zaten İbrahim yoldaşın büyük bir resmi öndeydi, tabi resim o şeyden alana girer girmez korkunç bir alkış tufanı başladı kitlelerden, inanılmaz bir şey, yani sevgi gösterisi. Tam biz yarıya kadar bile girmeye fırsat bulamadan ses bombaları patladı, bir anda inanılmaz bir insan seli paniği, yani bildiğin o suyun selinin aynısını insan olarak düşün, yani bütün camlar, şeyler patladı filan. Biz zaten tam girişteydik, o yüzden o kalabalığın içersine çok fazla girme şansımız olmadığı için biz biraz daha çabuk çıkabildik o alandan yani ama şeyde, ortaya doğru giden insanlar çok kötü şey yaptılar. Bir de o Kazancı Yokuşu’nun orada inanılmaz şeyler oldu yani, katliamlar oldu yani.

D.G: Evet, yani bu konuya dair başka böyle çarpıcı bulduğunuz bu 1 Mayıs, 77 1 Mayıs Katliamı’na dönük, biraz bunu şey yapabiliriz, üzerinde durabiliriz bu konunun.

Ü.Ü: Evet, evet, evet.

D.G: Yani sizdeki o travmatik bir karşılığı oldu mu, hani olay yaşandıktan sonra hani ne yaptınız mesela arkadaşlarınızla, yoldaşlarınızla, o olaydan birkaç gün sonra bir araya geldiniz mi? Nasıl bir değerlendirme yaptınız?

Ü.Ü: Ya işte o tabi ki şey değerlendirmesi yapıldı, yani bunun bir provokatif hareket olduğunu, buna karşı yeterli hazırlığın yapılmamış olduğu şeyi çıktı ortaya tabi. Yani özellikle şey konusunda bir şey oldu, yani bu, bu tür büyük kitle gösterilerinden, gösterilerinde nasıl davranmalı, hata neredeydi ki bu kadar insan kaybedildi? Hatta şöyle bir bilgi de geldi bize; işte sistem böyle büyük çaptı toplantılarda bu tür ses bombaları patlattığı zaman kitle hareketlerini ona göre ayarlamış. Mesela şöyle bir şey getirmiş, işte ilk bomba patladığında harekete çok yakın olmayan insanlar en hızlı şekilde uzaklaşır! Ondan sonra ikinci dalga, yarı hani o şey harekete, genel anlamda yani o, oradaki topluluk anlamında, en son kalanlar militan unsurlardır ve bunlar imha edilebilir, diye bir şey de geldi yani, bilgi de geldi, gerçekten de böyle bir şey yapmışlar yani, böyle bir şeyi düşünmüşler. Bunlardan mesela ders çıkarılması gerektiğini, ne yapılması gerektiğini, onun üzerine bayağı bir şey oldu tabi yani, yani.

D.G: Yine bu dönemde bazı dergi, gazeteler çıkıyor işte Kızılyol dergisi İstanbul bölgesinden, Devri…

D.G: Partizan dergisi ve benzeri gibi. Şimdi siz az önce Halkın Gücü dergisinden işte bahsettiniz, biraz böyle açalım şu Halkın Gücü gazetesini.

Ü.Ü: Şimdi o dönemde anlayış içinde müthiş bir dergi talebi vardı, yani biz işte mutlaka bir dergi çıkarılması gerektiğini, bir yayına ihtiyacımız olduğunu, yayının kolektif bir ajitatör ve propagandacı ve örgütleyici nitelikte olduğunu, işte Sovyetler Birliği’nden Iskra’nın örneğini veriyoruz, işte burada bir, Lenin orada bir şey koyuyor ya hani işte bir gazete aynı zamanda iyi bir örgütleyici, aynı zamanda ajitatör ve propaganda malzemesidir, mutlaka yani olmalıdır şeklinde. Tabi biz bunu dayatırken içeride birtakım sıkıntılar yaşanıyor, parasal veya başka anlamda, bir türlü biz bu şeye ulaşamıyoruz, dergiye ama tabandan da büyük bir baskı var. işte sanıyorum bu Kızılyol meselesi çıktı.  Arkasından Halkın Gücü denendi,  afişleme sırasında bir olay yaşandı, o yüzden derginin çıkışı mümkün olamadı, o da öyle kaldı. En son işte alttan gelen, tabandan gelen baskı sonucu Partizan yayın hayatına başladı, ondan sonra o artık süreklilik taşımaya başladı. Hani şey böyle, yani yasal biçimde yürüyen, basın anlamında yürüyen şey bu, güzergâh.

D.G: Peki yine bu dönemde hareketin yani emekçiler içerisindeki bu çalışmaları nasıldı, biraz buna değindik aslında ama aklınıza gelen yeni şeyler varsa ben bunu tekrardan sormak isterim, yani meslek kuruluşlarıyla ilişkileri nasıldı, örgütlenmesi hakkında bilginiz var mıydı? Mesela dernek, sendika, fabrika, mahalle, hatta gençlik, öğretmen grubu içerisinde bu gibi çalışmalar içerisinde bulundunuz, bunlara dair aklınıza gelen şeyleri ben tekrardan…

Ü.Ü: Ya şimdi bu şeyi biz zaten o zaman da önerdik, yani ihtisaslaşma dediğimiz, herkesin kendi kulvarında çalışması, işte işçilerin ayrı, esnafın ayrı, işte öğrenci gençliğin ayrı, işte derneklerdeki faaliyetin de yasal bir biçimde ve şey içersinde yani o anlamda bir mücadele yöntemi olabileceğini, o konuda iyi bir şey dedik, yani doğru bir algı vardı bizde ama dediğim gibi, yine baştan dediğim gibi, bunu tam şeye büründüremedik yani o ne derler ona… İhtisaslaşmayı tam oturtamadık, oturtamadık. Biraz karmaşık bir yapı oldu yani bu şey yüzünden, pratikte farklı yansıdı. Onun tabi sorunlar yaşattı yani bu, yaşattı dolayısıyla. Yani ben mesela diyelim işte çalışma tarzım olarak şeydim, karışık bir çalışma tarzı yapıyordum örneğin, ha şimdi sendikalarda değilim ama esnaf içersinde de değilim ama yani çalışma tarzım şey, tümünü kapsayan bir biçimdeydi.

 Mesela işçilerle de bağım vardı, fabrika işçileriyle, inşaat işçileriyle, esnaf arkadaşlarla, ha ne oluyordu? Ben diyelim böyle bir şey yarattığım zaman ilişki, bunlar kendi kanallarında başka şekilde yürüme yolunu seçiyorlardı ama ben biraz joker bir çalışma yapıyordum yani, farklı bir şeydeydim yani. ama ben diyelim ki birini işte belli bir noktaya getirirdim, bırakırdım, o kendi dalında yürür giderdi, yani sendikaysa sendikaya giderdi, eğer gençlik içersinde gençliğe doğru giderdi veya inşaat dalındaysa inşaat dalında giderdi, yani bu alanda iyiydi yani.

D.G: Şimdi tabi sendika içinde değilim dediniz fakat ben yine de şu üç sendikayı sormak istiyorum, Devrimci Maden İş, Bank-sen ve Sağlık-İş, bu üç sendikaya dair bir bilginiz vardır herhalde?

Ü.Ü: İsim olarak bilgim var yani fakat herhangi bir şeyim olmadı orada yani, benim bir çalışmam olmadı.

D.G: Buralarda gördüğünüz önemli olaylar, bu sendikalar içerisinde?

Ü.Ü: Yani işte sendikalara pek fazla yakın değildim, çünkü içinde bulunduğum konum itibariyle de farklı bir konumda olduğum için pek o alanlara doğru hani gidemiyordum ben yani, gitmem de gerekmiyordu yani.

D.G: Peki, şimdi 1976-1978 yılı arasındaki bu ayrılık süreci, bu işte koordinasyon kurulu ve geçici koordinasyon kurulu, 1976 ile 1980 arasındaki bu ayrılıkta sizin etkileyen neydi ve hangi tarafta böyle hani, hangi taraf sizi daha çok etkiledi?

Ü.Ü: İşte…

D.G: Sizin üzerinizde ne gibi etkileri oldu? İlişkileri… yani neydi hani?

Ü.Ü: Ya o, o ayrılık büyük bir darbe oldu yani harekete. O dönem biz o ayrılığın şeyinde yer aldık yani Kaypakkaya’nın çizgisi temelinde çizgide yer aldık ama tabi karşı taraftaki unsurların birçoğu biraz kafa adamlardı, yani teorik bilgileri, seviyeleri yüksek bir yapıydı. Yani bayağı etkilediler bizi bir dönem ama biz şeydik yani, daha kararlı ve daha şey, o eski yaşam biçimini ve düşünce biçimini yürütme temelinde bir birliktelik yarattık. Ben hiç unutmuyorum, bu ayrılık döneminde bir mitingde 14-15 kişi kaldık yani bu, bu sayı bile şaşırtıcı yani, inanılmaz bir şey yani ve bu ayrılıktan sonra, bu 14-15 kişilik bir grup çok kısa bir sürede on binlerce insanı yürütmeye başladı, inanılmaz bir şey o yani, he!

D.G: Kimler vardı bu 14-15 kişilik grupta, isimlerini hatırlıyor musunuz?

Ü.Ü: Yani şöyle… diyelim ki, H.B. vardı, o bir vatandaşı şeyden çıkarmaya çalışıyordu, kortejden atmaya çalışıyordu. Biz, tabi bize göre o biraz yaşlıydı yani, saçları filan da yoktu, ben tabi, o ikide bir atıyor, o gene geliyor! (Gülüyor)

Bizim arkadaş götürüyor gene iteliyor atıyor dışarı, gene… Ya dedim yoldaş sen ne yapıyorsun, bu nedir bu, ne oluyor yahu? Ya dedi bu işte o şey, o vatandaşlardan biri dedi. Tamam dedim niye atıyorsun? Ya zorlamaya gerek yok, bırak gelsin dedim, ne yapacak ya? Bırak şeye girsin, bizim kortejimize girsin bakalım ne olacak? Yapma dedim yani, gerek yok, millet hepsi dönmüş bize bakıyor, ne oluyor falan hani bir kargaşalık oluyor, itişme kakışma oluyor! Sonra arkadaş dinledi beni, dedim bırak yürüsün bakalım nereye kadar yürüyecek yani, ne yapacak yani! Orada bir öyle bir şey oldu, küçük bir ters hareket yapıldı. O da aşıldı ama yani o ayrılığı yaratan arkadaşlar o şeyi bitiremediler, yani daha güçlü hale getirdiler aslında. Dediğim gibi yani 14-15 kişilik bir grup yani inanılmaz bir şey yarattı burada yani.

D.G: Yani o teorik birikimi az olan grup?

Ü.Ü: He yani onlara göre tabi az olan grup, doğru.

D.G: Yani insanlar, insanları nasıl etkilediniz, çalışmalarınız nasıl oldu?

Ü.Ü: Yahu şimdi şöyle yani…

D.G: Ayrılığı nasıl açıkladınız?

Ü.Ü: Şimdi ayrılığı şöyle açıklayabildik, yani biz tabi tam tabandaki herkese bunu anlatma şansımız yok yani, belli bir seviyeye kadar inebiliyorsun, o seviye ve yukarısı biliyor, aşağıya doğru onu yansıtma şansın yok. Ha duyarsa veya birisi ona bunu iletirse durumu, anlatmak zorunda kalıyorsun yani diyorsun böyle böyle. E tabi biraz da şey de var yani örgütlenmede o sempati duymak, hani kişilere çok yakın olmak, onunla bir şey çıkarmak yani birlikte yaşama şeklinde, bir örgütlülükte bunlar yaşanır yani bu tür örgütlerde yaşanır, onun gücü de vardı. Yani tabi tabandan gelip de şey sor… sor… şey sorgulamasıyla karşılaşmıyorsun, ya teorik şey ne, önerme ne? Veya neye göre ayrılındı, bunlar ne istiyor, siz ne istiyorsunuz biçiminde bir şeye pek fazla girilmedi ama şeyde oldu, yani belli bir seviyede bu yaşandı. Ama şey çok yoğun bir tempoyla çalışıldı, yani benim anlatmak istediğim şu; bizim kuşağın yaptığı çalışmayı yani inanılmaz bir çalışma, dur durak bilmeden, gece gündüz sabahlara kadar yani inanılmaz bir tempoyla çalışıldı, nefes nefese.

D.G: Peki geçiminizi nasıl sağlıyordunuz?

Ü.Ü: İşte ben, ben geçimimi diyorum ya, o zaman Kartal Belediyesi işçisiydim, bir süre minibüslerde çalıştım, mesela İzmit bölgesinde bir dönem kaldım, orada da çalıştım, yani hem çalışıyordum hem mücadelenin içerisindeydim, zaten o bir karar haline geldi bir dönem, tabi. Yani aynı zamanda çalışılacak ama şeye de devam edilecek, ya o bir süre uygulandı.

D.G: Çok ağır bir işçi oluyor yani o zaman…

Ü.Ü: Tabi şimdi hem bir iş yapıyorsun hem diğer işle uğraşıyorsun!

Biraz sanırım o şeyden kaynaklandı, yani kadro nedir? Kadroların sayısı ne olmalıdır? Veya nasıl bir şeye sahip olmalıdır, özelliklere sahip olmalıdır? Orada bir şey vardı yani anlaşmazlık gibi bir şey vardı, çünkü normalde bu tür kadroların sayısı az olur, dar kapsamlı olur, e tabi çok olunca hantallık yaratır ve işte beslenme, barınma, ihtiyaçları karşılama konusunda sorunlar yaratır, e bu sorunlar yaşanınca ne oldu? Herkes çalışma noktasına geldi, yani çok az bir şey hariç daha alttakilerin hep, yani herkesin hemen hemen işe girmesine neden oldu! Yani biz hem çalıştık hem şey yaptık. İşte bununla ilgili bir anekdot var mesela. Ali dayı, bir yaşlı amca vardı işte tanıştık. Libya’da çalışmış, orada arkadaşlar işte yayın falan vermişler, onu biraz geliştirmişler. Tabi Ali dayı Libya’daki işini bırakıp Türkiye’ye dönmüş, Erzincanlı, Alevi kökenli bir dayı, bize göre çok yaşlı, yani biz 20-25 yaşındayız, o 45-50 yaşında. Neyse, bir arkadaşa demiş ki, ya ben demiş artık Libya’ya dönmüyorum, bizim arkadaşlardan birini bize tanıştır, hani ben tanımak istiyorum. Arkadaşlar geldi bana böyle böyle dedi, bir yaşlı amca var dedi Ali dayı, Erzincanlı, dedi sizinle tanışmak istiyor, devrimcilerle tanışmak istiyor falan. Dedim tamam, sağlam mı, iyi tanıyor musun dedim! Dedi tanıyorum dedi. Tamam dedim al gel. Neyse bir yerde buluştuk, bana ilk sorusu şu; sen necisin dedi? (gülüyor) Ben güldüm, dedim nasıl yani ben neciyim? Yani hangi siyasettensin dedi! Dedim yahu yani tanıştık ya, Ali amca dedim, yani benim hangi siyasetten olduğum çok mu önemli, devrimciyiz dedim, hepimiz şeyiz yani devrim için mücadele… Hayır, hayır dedi, sen ne olduğunu söyle bana! Ben dedim, Partizan deyince, hah dedi şimdi oldu. Ben de niye yani dedim, başkası olsaydı olmayacak mıydı? Yahu dedi onları da severim, hepsi dedi bizim çocuklarımız ama sizin haliniz başka dedi, biliyor musun (gülüyor)! Neyse, ondan sonra biz şey yaptık onla tabi. O dönem bunun çocukları da Dev-sol sempatizanı, iki kız, bir erkek, Halkevi’nde beraberiz yani, orada sürekli karşılaşıyoruz. Babaları şey, Partizancı, kızlar ve oğlan Dev-solcu. Neyse bir gün evdeyiz, Ali dayı dedi ki, bunlara kızdı, ya dedi bakın dedi, siz benim paramla devrimcilik yapıyorsunuz, dedi ben bu yaşta ellerim nasır içerisinde, bu yaşta çalışıyorum, emek sarf ediyorum, siz benim kazandığım paralarla gidip dedi devrimcilik yapıyorsunuz!

Ü.Ü: Bir de ben de oradayım ya! Sonra ben dedim ki, ya Ali dayı sen ne yaptın dedim, onlar gittikten sonra, böyle yapma! Yanlış davrandın dedim yani, tamam eleştirin doğru ama eleştiriyi yanlış yerde yaptın, yanlış zamanda yaptın, bir de çok sert yaptın. Nasıl yapmam gerekirdi? Çok sakin bir şekilde izah ederdin, bir de beni gösteriyor diyorsun bak, işte devrimci bu diyorsun beni gösterip, bak hem çalışıyor hem mücadele ediyorsun tamam mı, beni de örnek veriyorsun, çocuklar perişan oldular tamam mı! (gülüyor) Ya dedim eleştirinde haklısın yani tamam, doğru da, o çocuklara bu şekilde davranarak öğretemezsin bunu, daha güzel anlatarak, izah ederek falan. Sonra tabi Ali dayı iyi bir şeydi yani, roman kahramanı olabilecek bir insandı, mükemmeldi, kimi yakalıyorsa sen Ana’yı okudun mu, sen bilmem şeyi okudun mu falan, böyle herkese şey yapar falan. Bir de dinsel konularda çok sert, özellikle bu Alevi kökenli, bir dönem Libya’da paralarını, tüm kazandıklarını dedelere yedirmiş, arkadaşları eleştiriyormuş, ya diyorlarmış Ali dayı sen ne yapıyorsun ya, eve para göndermiyorsun hep bu dedeler yiyor falan! Yok diyormuş onlar işte benim pirimdir bilmem ne falan, bir türlü şey yapamıyorlar, ikna edemiyorlar. Sonra ne oluyorsa bir olay yaşanıyor, bu birdenbire tamamen din karşıtı bir adam çıkıyor, inanılmaz terslikte yani, hiç böyle öfkeyle yani şey yapıyor, dine karşı korkunç bir, saldırgan bir tavırla! Tabi ben bunu bildiğim için, bir de kahvelerden bana haber geliyor, diyorlar işte bizim bir Ali dayı var, bu kahvede bağırıyor Allah yok, kitap yok bilmem işte bilmem din, bilmem ne falan filan… Sonra gittim, Ali dayı dedim sen ne yapıyorsun yahu! (gülüyor) Dedim, böyle cepheden savaşılmaz dedim dinle, bak dedim sen yaş itibariyle kendi akranlarınla çok rahat oturup konuşabileceğin bir şansa sahipsin, sen bu şansı yanlış kullanıyorsun, yani bizden yana olması gereken insanları da karşı saflara itiyorsun! Bu şekilde olmaz! Ne yapmam lazım dedi! Dedim, yani onu, dini, kendi silahıyla kendisini vuracaksın, bunu ustaca daha ağır bir şekilde, yavaş yavaş, cepheden savaşmayacaksın dedim falan. Tamam dedi bir daha öyle yapmam falan dedi. Yani Ali dayı sonradan bir felç geçirdi, ondan sonra en son kaybettik işte onu, Kartal’ın üstünde bir mezarlık var Samandıra tarafında, orada gömdük, öyle yani inanılmaz bir kişilikti o, iyi bir insandı yani.

D.G: Evet, güzel. Şimdi, 1980 öncesindeki bu yaygın olan bu sol içi çatışmalardan hiç zarar gördünüz mü? Etkilendiniz mi ve işte hareketinizin bu çatışmalara olan bakış açısı neydi, belirgin bir tavrı var mıydı ya da bu çatışmaların tarafı mıydı ya da…

Ü.Ü: Ya şimdi, evet.

D.G: Bunlar karşısında ne düşündünüz ne hissettiniz?

Ü.Ü: Ben her zaman sol içindeki tartışmalardan yanayım ama şiddet kullanımı karşısında kesinlikle hiçbir zaman olumlu yaklaşmadım, hep tavır koydum. Yani mesela Halkın Birliği’nin bizden ayrıldığı dönemde Kartal bölgesinde bir, onların koyduğu bir panele bazı arkadaşlar tarafından bir saldırı olmuştu, biz çok sert davrandık, arkadaşları eleştirdik, bir daha kesinlikle böyle bir şey olmaması temelinde uyardık ve bir daha da yaşanmadı.

Yani şeyimiz doğruydu, anlayışımız doğruydu, yani halk içindeki çelişmeleri iyi kavramamız gerektiğini ve onu hayata uygulamamız gerektiği konusunda siyasi olarak bu şeye sahiptik yani. Ama tabi ister istemez bazı şeyler yaşandı ama şey değildi bu, belirleyici bir duruma dönmedi veya etkin hale gelmedi. Yaşanmadı değil yani oldu ama tabanda şey vardı, yani kontrol iyiydi yani kesinlikle bu tasvip edilmiyordu hiçbir zaman, desteklenmiyordu, bu açıdan iyiydi yani.

D.G: Evet, peki hiç yani bu konuya dair çarpıcı bir anınız, hatıranız ya da anlatmak istediğiniz bir şey yok mu, sol içi çatışmalara dair?

Ü.Ü: Valla şimdi işte benim tanık olduğum o mitingdeki olay vardı, ben orada tavrımı koydum, yanlış olduğunu hani arkadaşın dıştalanması zor kullanılarak falan. Onun haricinde, onun haricinde ben böyle bir şey yaşamadım, yani denk gelmedim hiç.

D.G: Peki, 1977 bu, seçimleri nasıl bir siyasi tablo içerisinde geçti, yani seçim kampanyaları nelerdi, seçimlere dair politikanız neydi, var mıydı? Mesela bu seçimlerde Tunceli’de bağımsız bir aday hani gösterildi biliyorsunuz, seçimlere karşı tavrınız nasıldı ve neler yapıldı?

Ü.Ü: Valla seçimlere karşı tavır şöyle, yani genelde İbrahim yoldaşın o çözümlemeler açısından bakıldığında işte CHP’nin desteklenmesinin mümkün olamayacağını Kemalist bir yapı olduğu temelinde, o yüzden hani desteklenecek herhangi bir parlamenter yapı olmaması nedeniyle tavrımız bu temelde gelişti. Yani şey olmadı öyle, tam bir net desteklenecek bir şey yok, yapı yoktu, güç yoktu yani, onda öyle pek fazla şey olmadı yani.

D.G: Pasif.

Ü.Ü: Evet pasif.

D.G: Şimdi tabi yine bu dönemde Halkın Birliği, Halkın Kurtuluşu, Halkın Yolu, Türkiye Sosyalist İşçi Partisi, İlerici Gençlik Derneği, Aydınlık, Kurtuluş, Dev-Yol ve benzeri birçok hareket, örgüt ve benzeri politik hareketler vardı diyelim. Bu hareketlerin çıkardığı yayın organları vardı keza, bunu hep soruyorum yayın organlarını da, bu yayınları takip ediyor muydunuz? Bu siyasal hareketlerle merkezi ya da yerel düzeyde bir ilişkiniz var mıydı, ittifaklarınız oldu mu? Olduysa bunlar nasıldı, ortak kampanyalar yapıldı mı mesela? Kısaca, iktidara karşı mücadele eden diğer sol kesimler ile ilişkileriniz nasıldı?

00:06:00

Ü.Ü: Şimdi o ilişkiler genel anlamda olumsuzdu bütün hareketler açısından ama son zamanlarda biz şu şeyle yaklaştık olaya, yani eylemde birlik ve propaganda ve ajitasyonda serbestlik ilkesini dayattık, yani mitinglerde veya toplantılarda veya birlikte olunan eylemliliklerde herkesin özgürce propagandasını yapması, ajitasyonunu yapması ama eylem birliğini bozucu tavırlara girmemesi konusunda güzel bir şey dayattık yani. İlk sanıyorum Saraçhane’de bir mitingde bunu başardık, mesela Halkın Kurtuluşu grubu da vardı orada. Biz yani hiçbir kimsenin yapmadığı bir şekilde onlara söz verdik, mitingi hazırlayan biziz, ama görülmemiş bir şey yani! Yani hiçbir başka siyaset bunu yapmadı, yapamaz da zaten, öyle bir derdi de yoktu. Hani bu konuda diğer hareketlerle olan ilişkide, bizim bu tavrımız gerçekten bir olumlu etki yarattı.

Yani dergiler meselesine gelince yani şöyle diyeyim, diğer farklı dergileri izleme şansımız çok azdı, neden azdı? Çünkü bir kere korkunç bir hareketlilik içerisindeydik, biz kendi yayınlarımızı bile doğru düzgün izleyemiyorduk desem… doğru yani. Yani o kadar büyük bir hızla kitleselleşmenin temelinde yatan şey buydu, yani inanılmaz bir hızla büyüme! Tabi bu büyüme için de büyük bir emek gerekiyor yani, pratik olarak müthiş bir çalışma gerekiyor. Yani yazı okumak, kitap okumak veya işte birtakım yayınları böyle düzgün bir şekilde takip etme şansımız bile yoktu yani. Ben kendi açımdan öyle gördüm yani ama bu olumlu muydu? Değildi tabi ki, doğrusu neydi? Tabi ki yani diğer yazıları da, diğer dergileri de incelemekte büyük fayda vardı ve yapmamız gerekiyordu.

D.G: Yani bu ortak kampanyalara dönük sadece Saraçhane’de yapılan o yürüyüş…

Ü.Ü: Ya yok başka da oldu da, genelde bu ajitasyonda ve propaganda da serbestlik ve eylemde birlik ilkesi çok sonraları bizim tarafımızdan hayata dayatıldı. Diğer siyasetler arasında  çok kavgalar oldu, birbirlerine kurşun sıkmalar oldu vs. Mesela bir mitingde, Dev-Sol’la Halkın Kurtuluşu arasında biz yürüyoruz, bizim önümüzde Dev-Sol yürüyor, bizim hemen arkamızda Halkın Kurtuluşu. Biz sosyal emperyalizm pankartını açmış, açmışız Dev-Sol’un arkasında, kahrolsun sosyal emperyalizm! Hemen arkamızda Halkın Kurtuluşu da aynı pankartı asmış, Dev-sol bize dokunmuyor, bizim yanımızdan gruplar halinde geçiyor, arkadan şeye saldırıyor, Halkın kurtuluşçularına… ve o sırada silahlar kullanılıyor!

Silahlar kullanılınca tabi kitlede korkunç bir dağınıklık, yani mermiler havalarda vızır vızır uçuyor, hatta yapraklar kafamıza düşüyor yani, düşün yani o vaziyette.

D.G: Yaralanan var mı, ölen var mı?

Ü.Ü: Yok, şans eseri yani neyse yaralanma olmadı, sanıyorum havaya mı sıktılar ne yaptılarsa yani korkutma mantığıyla yapıldı. Yani orada bu tür işte bu şey taşımalar, diyelim pankart taşımalarda özellikle hep sosyal emperyalizm meselesinde bayağı bir şey yaşandı yani, farklı şeyler, evet.

D.G: Bunu biraz açalım, ne demek, sosyal emperyalizm konusundaki ayrışmanın yani kabaca sebebi nedir, ne olabilir yani o…

Ü.Ü: Ya şimdi şöyle, bizim Sovyetler Birliği’ne bakış açımızla genel olarak bakış açısı farklıydı, mesela biz Sovyetler’de bir değişimin olduğunu, tekrar burjuvazinin iktidarı ele geçirdiğini, konusunda bir söylemle yola çıkıyoruz. Mesela Halkın Kurtuluşu buna biraz daha yaklaşıyor ama tam böyle net bir tavır sergilemiyor, olumlu bir tavır ama gene de şey yapıyor, yani Sovyetler’de bir değişiklik olduğunu az çok kabul ediyor ama Dev-Sol kesinlikle reddediyor! Orası komünist, devrimci bir ülkedir diyor mesela! Dolayısıyla işte TİP, TSİP, İGD bunlar müthiş bir şekilde bize saldırıyorlar, yani kavgalar oluyor, dövüşler oluyor, yani böyle bir şey var, inanılmaz şeyler var yani.

D.G: Salt görüş farklılığından dolayı şiddete başvuruluyor?

Ü.Ü: Evet, evet, evet, evet. Yani o zaman tabi bu Sovyetik temelde yürüyen bu TKP ve çevresi inanılmaz saldırılar düzenliyor. Hatta ben hiç unutmuyorum bir TSİP’liyle tartışıyoruz, aynı zamanda arkadaşlığımız da var, bana dedi ki, işte burjuvazinin ve gericiliğin hizmetinde Maoizm diye bir kitabımız var dedi, getireyim bana dedi broşür, ben güldüm, dedim getir bakayım okuyayım dedim. Getirdi, mesela aldım böyle bir, küçük bir broşür, okudum, saçma sapan şeyler! Mesela alıntı yapılacak, dipnot diyor, bilmem kitabın adı yok, sayfası yok! Tabi ben gülmeye başladım, yani Mao ile alakası olmayan bir sürü şeyler var yani, iddialar var ama hiçbir şey yok, yani alıntı yok. Neyse ben ikinci gün çağırdım onu, dedim gel, buraya gel, dedim sen, şimdi sen bu kitapta yazılana inanıyor musun dedim! Dedim ben nasıl inanayım peki? Dedim hani dipnotlar, nereden aldınız bu alıntıyı? Hangi kitabında, Mao’nun hangi cildinde, hangi sayfasında? Kardeşim dedim, sizin hiç kafanız çalışmıyor mu, siz bu yazıyı yazan insanlara, size veren insanlara şu soruyu yapmıyor musunuz, yahu arkadaş sen bu kitabı yazmışsın da, Mao’nun bir alıntısını yapmışsın, hangi cildinde, hangi sayfasında yazıyor bu ya!

Ü.Ü: Şiddet anlamında da vardı yani, şiddet anlamında da vardı.

D.G: Evet. Ben buradan direkt 12 Eylül Darbesi’ne geçmek istiyorum. İsterseniz bir sigara molası verebiliriz, isterseniz…

Ü.Ü: Verelim, tamam. Ben tabi o şeye gelmeden, durdu mu?

D.G: Şimdi gelelim 12 Eylül Darbesi’ne.

Ü.Ü: Evet, evet.

D.G: Hareketinizin darbeye karşı bir hazırlığı var mıydı, yani darbenin sizdeki yansımaları ne oldu?

Ü.Ü: Ha şimdi ona dönelim, şöyle diyeyim ben, aslında onu, ondan öncesini anlatayım. Ben 12 Eylül’ün hemen öncesi, 79’da yakalandım, Selimiye’de kaldım, bir 6 ay falan kaldım, o da çıkışım şans eseri oldu yoksa daha uzun süre kalacaktım. Benim avukat olan ağabeyimin çabası ile…. Neyse ağabeyim haber göndermiş işte şeye gelmiş, Selimiye’de ziyaretçi yerine. Geldiler dediler ziyaretçin var, ben çıktım baktım ağabeyim falan, yani sıradan bir ziyaret zannediyorum, dedi hazırlan dedi, tahliye oldun! Ben dedim ki, ya ağabey bırak şimdi dalga geçme ya, şaka mı yapıyorsun falan! İnanmıyorum yani. Yahu dedi vallahi tahliye oldun falan, gerçekten oldun deyince Allah Allah bu nasıl iş falan, sonra anlattı bana neden olduğunu. Sonra koğuşa döndüm, arkadaşlar böyle böyle dedim, koğuş bir anda karıştı, bir sevinç dalgası sardı etrafı, yani hiç olmamış şimdiye kadar biliyor musun, kimseyi yapmamışlar hiçbiri inanmıyor. Neyse sloganlarla, marşlarla çıkardılar bizi, çıktık.

…Ondan sonra tabi biz sürekli alınıyoruz, yerimiz belli, adresimiz belli, bunlar bizi rahat bırakmayacak! Neyse çocukları aldım, o kış şeye gittim, köye gittim, babamla annemin yanına gittim orada kaldım, işte yazın da göle geçtik. O sırada tam darbenin işte oldu olacak tartışmaların yoğunlaştığı bir dönem, oradan biraz uzak kaldım, yani oradaki tartışmalardan uzak kaldım. İşte o gün ben göldeyken babam radyodan duydu darbenin olduğunu, dedi oğlum dedi, darbe oldu! Eyvah dedim, arkadaşlar yandılar! Hakikaten o gece inanılmaz bir işkence seansları yapılmış yani kalaslarla, coplarla falan, duman etmişler arkadaşların hepsini yani. onun için o şeye biraz uzakta kaldım yani darbenin hazırlanışı veya ona nasıl, karşı nasıl tepki geliştirileceği şeklindeki olaylara biraz şey kaldım, uzakta kaldım.

D.G: Peki sizin bu yaşadığınız işte gözaltı, sorgu süreleri nasıl oldu, bu sırada yaşadıklarınız nelerdi?

Ü.Ü: Ya şimdi…

D.G: İşkenceler… Biraz bunlardan bahsedelim.

Ü.Ü: Şöyle oldu, işte bizim yakalanmamız aslında bir vatandaşın sayesinde oldu, tabi ben götürülürken sanki yokmuşum gibi davrandım.  İçeri gidince şeyde, işte şubede o vatandaş benimle ilgili demiş ki, ya asıl işi bilen odur (gülüyor)….  ben  her an bırakılabilecek bir kişi iken… en önemli kişi haline geldim. O zaman işte içeride bayağı bir yüklenme oldu, işte elektrik, falaka, ona benzer şeyler. İşte iki arkadaş vardı o benimle gelen, ikisi de şeyi, yaşça da küçük…

Ü.Ü: Evet, işte o yakalanma şeklimiz öyle oldu, yani aslında ben biraz da tesadüfen yakalandım, başka bir vatandaş aranırken, o da o akşam, evi yakın bize misafirliğe gelmiş, o sırada o aranırken biz alınıp götürüldük. Orada hani şey durumdaydım ben, yani bu işle alakası olmayan bir vatandaş pozisyonundayken birden (gülüyor), direkt bu işle ilgili insan pozisyonuna düştük bir kişinin ifadesiyle, tabi iş daha da sakat hale geldi. Gözlatına alınan var, kaçan arkadaş var vs…

Gayrettepe’deki şeylerden geçiyoruz, ondan sonra Selimiye’ye geldik. Ondan sonra Selimiye’de bir 6 ay falan kalıyoruz, işte orada bir isyana denk geliyoruz, gaz bombalı bir baskın. İşte o dönemde bizden önce bir isyan yaşanmış, alt koğuşlar yani normal koğuşlar hepsi tahrip edilmiş, zemin kattakiler, bizi üste bir yere aldılar, yani biz oradan Selimiye’den geçen araçları falan görüyoruz yollardan yani. altlarda korkunç bir tahribat olmuş yani taramalar felan. Sonradan…

D.G: Sene 1979.

Ü.Ü: Evet 79. Orada tabi şeyler, koğuşlar normalde düzen edilince bizi aşağıya şeylere indirdiler, o bodrum biçimindeki yerlere ki oralar da şey yok, yani hava sirkülasyonu hiç yok, küçücük bir üstte bir, şöyle bir pencere var, dışarıyla olan tek bağlantı orası ve orayla ilgili işte o Selimiye kışlasıyla ilgili o raporda, geçmişte yani o padişahlar döneminde verilen bir rapor var, burada at yaşayamaz diye bir rapor var! Ama biz insan olarak orada yaşamak zorunda kaldık ve giderek rengimiz bembeyaz oldu, yani güneş göremiyoruz, havalandırma yasak, günde 15 dakika havalandırmaya çıkabiliyoruz. Ondan sonra duvarlar yüksek zaten hiçbir yer görünmüyor, artı güneş de alamıyoruz, rengimiz artık o elindeki kağıt haline dönmeye başlayınca yüzlerce dilekçe gönderiyoruz hiç tınmıyorlar! Bunun üzerine baktık artık iş sakat bir noktaya geliyor, herkes verem olacak, tüberküloz olacak yani.

O sırada altta MLSPB’lilerin kaldığı bir koğuş vardı en dipte, onlar bir şekilde şeyi patlatmışlar, demirleri, kapıyı, o sırayla patlata patlata geldiler, bizim olduğumuz koğuşu da patlattılar. Koridor tamamen açıldı, açılınca dış kapıya bir yığınak yapıldı, işte o zaman şey vardı, birinci ordu komutanı Haydar Saltık, o geldi, işte oğlum, evladım, yavrularım açın, bilmem ne falan filan işte. Tabi herkes konuşmuyor, siyasi temsilciler var her, MLSPB’den, işte bizden işte diğer örgütlerden, onlar konuşuyor. Onlar da diyor ki yani biz açmıyoruz, siz bize bir şey verin, yani kesin bir taahhüt verin, bir yazılı şey verin, işte şartlarımız bellidir, nedir? Yemekleri düzelteceksiniz, havalandırma bütün gün açılacak, dışarıdan yemek gelecek,  görüşmeler yoğunlaşacak, yani insanı talepler, yani öyle çok şey bir talepler de değil ama buna rağmen o talepler bile yerine gelmiyor. Tabi biz baktık burada bir hazırlık var, yani dışarıda bir hareketlilik var. Daha önceki deneyimli arkadaşlar dedi ki, herkes havlu mavlu ıslatsın işte mendil, bez, çarşaf, gaz bombası falan atılacak diye! Hakikaten de attılar işte içeriye, çok yoğun miktarda attılar yani, kapalı alan, koridorun en sonuna çekilmişiz, uzun bir koridor, en dibe yığılmışız, içeriye inanılmaz sayıda gaz bombası atıldı kapalı alana. Yani ben o sıradaki o arbedede bir çocuğun düz duvara tırmanmaya kalktığını hatırlıyorum yani, inanılmaz bir şey yani. Artık gözlerimiz şeyden çıktı yani, göz… göz yaşartıcı bombadan, ne bez basıyorsun kar ediyor, ne havlu, ne hiçbir şey! Hiçbir şey yani artık hiçbir yeri göremez oluyorsun. İşte şeyler girdi, maskeli askerler şeylerle, kazma saplarıyla falan, böyle iki sıra koridor boyunca dizildiler, işte en baştan ikişer kişi kelepçelenip koridorun içine atılıyordu. İşte o koridor boyunca dayak yiyerek avluya yetişiyordu, ne kadar az yiyebilirsen o kadar kardır yani. İşte biz de itelendik o koridora, ben fazla darbe almadım, epey eğildim meğildim falan filan, derken işte şeye çıkan, havalandırmaya çıkan şeyden çıkıyordu, kurtuluyordu. Ondan sonra yukarıdan hortumla su mu attılar işte yüzümüzü, gözümüzü yıkadık, bayılan, kusan, şey yapan yani berbat bir durum. Ondan sonra tekrar bizi başka bir koğuşlara indirdiler, gene taleplerimiz yerine gelmedi, bu sefer o koğuşlar sallanmaya başlayınca, bu sefer baktılar ki iş ciddi, başka aktarabilecekleri sağlam koğuş da kalmadı, tam diz çöktüler, dediler tamam biz ne istiyorsanız yapacağız, kesin yani, bütün taleplerinizi kabul ediyoruz, dediler tamam! Biz de dedik ki o zaman şeyi bırakıyoruz, eylemi.

Hatta bir ara bir açlık grevi de yaşandı orada. Bir, bir hafta falan sürdü, Dev-Solcu arkadaşlar bozdular, şeye katılmadılar yani sürdürmediler, sürdürmeyince şey bozuldu, eylem birliği bozuldu, bir hafta falan ancak sürdü. O zaman 7 tane asker de içeride kaldı bu şeyde, adamlar bir korkuyorlar, ayaklar, bacaklar birbirine dolanmış yani, yani onlara göre biz cani, terörist insanlarız ya, bir de içlerinde, içimizde kaldılar, koğuşların içinde, korkudan böyle renk menk sapsarı olmuş. Neyse bunları oturttuk biraz sakinleştirdik, ya dedik bakın biz şey değiliz yani canavar değiliz, biz halk için savaşıyoruz, sizin için savaşıyoruz, bak siz de yarın işte askerlikten çıkacaksınız, fabrikada işçi olacaksınız, köyde veya bir ırgat olacaksınız, bizim kavgamız sizin içindir falan filan derken biraz rahatladılar. İşte içerideki yemeklerimizden kalmışsa paylaştık onlarla işte zeytin, peynir falan filan, bayağı bir şeye döndü yani, normale döndüler adamlar, çok korktular ama o zaman. Neyse, işte o şeyden sonra, biraz geri döndüm yani şeyden o tahliyeden önce.

İşte ben tahliye olduktan sonra Elazığ’a geçtim, o sırada hemen ertesinde 80 darbesi oldu ben göldeyken yani babamla beraberken. Ondan sonra bir şey vardı, benim açımdan bir kopukluk yaşandı yani, yaşam itibariyle bir kopukluk yaşandı. İşte bir süre Van’da kaldım bir 10 yıla yakın, ondan sonra tekrar Elazığ’a geldim bir 10 yıl orada kaldım.

D.G: Peki bu dava dosyasındaki yani bu arkadaşlarınız kimlerdi? Onun dışında bu duruşmalar nasıl geçti, bu mahkeme safhasını biraz konuşalım. Gidiş gelişler nasıl oluyordu, mahkeme heyetinin tavrı nasıldı? Ailelerle olan ilişki, işte avukatınız, avukat görüşü, avukat savunmaları, bu gibi şeyler yani, biraz da bunları konuşalım.

Ü.Ü: Şimdi benim duruşmalara katılma şansım olmadı zaten, çünkü tahliye oldum ben duruşmalar başlamadan. Sadece bir duruşmaya askerdeyken geldim ağabeyimle beraber, işte ben böyle Metris’teydi duruşma, izinli geldiğim için asker şeyiyle geldim, yani sivilim ama izinli asker olarak geldim. Ağabeyim de dedi ki, ya gelmişken dedi duruşmalardan birine girelim, hani seni sıkıştırmasınlar sürekli, ondan sonra tamam dedim. Geldik burada beraber girdik Metris’te, işte o zaman H.K. vardı, o arkadaşlardan biri, biz Selimiye’deyken gelmişti o zaman zaten. Onun annesi koridordaydı, avukatlar geldi ona, ver elini öpelim, sen nasıl bir oğul yetiştirmişsin, Bayağı böyle saygılar gösterdiler, saygı gösterdiler falan annesine.

Oradan sonra işte benim ismim okununca ben şeye girdim, salona girince bir uğultu yükseldi böyle salondan, bütün kafalar şeye döndü, kapıya doğru döndü tabi. Mahkeme heyeti de döndü kapıya, yani bu kim geliyor, ne oluyor falan. Tabi ki arkadaşları uzun zamandır görmemişiz özlemişiz ya birbirimizi, o sevinç şeyi çıktı yani, arkadaşlar beni görünce müthiş bir sevinç uğultusu yükseldi içeriden. Albayın biri bana dedi ki, kulağıma yanaştı, ya dedi evladım yanlış yapıyorsunuz, yanlış yapıyorsunuz! Yani bir yerde haklı yani, sanki ben çok önemli bir kişiymişim, girmişim gibi bir şeyle uğultu yükselince mahkeme heyeti de döndü, bu nedir, bu kimdir, bu ne iştir böyle bu kadar ilgi duyuluyor falan. O anlamda adamın eleştirisi doğruydu ama aslında ortada bir şey yok yani, sadece o yaşanılan özlem var ya, yani uzun aylar beraber kalmışız, işte işkencelerden şeylerden geçmişiz oralardan, onun verdiği bir şey var, özlemden dolayı kaynaklanan bir ilgi oldu.

Ü.Ü: Bir duruşma oldu, yani vereceğim ifade gene,  bilmiyorum, görmedim, yoktum, şeklinde.

D.G: Peki dava arkadaşlarınız kimlerdi, yani tutsak düşen sizinle beraber, o kısa dönemde de olsa kim vardı yanınızda?

Ü.Ü: Şimdi o dönemde… genel anlamda mı?

D.G: Hareketin içersinde?

Ü.Ü: Hareketin içersinde o zaman M.A.E., H.K., H.K., Y.K. , Ünal Küçükbayrak vardı. Ünal Küçükbayrak vardı, o konferansa giderken öldürülen bir yoldaştı o. Başka ne vardı, kim? Yani genelde bu şey vardı yani ileri gelen arkadaşların isimleri bunlar genelde.

D.G: Peki bu kısa dönemdeki bu tutsaklık halinde günlük yaşam nasıldı, yani ortak alanları nasıl kullanıyordunuz, bu yeme-içme sorunu nasıl çözülüyordu, sıcak su banyo ihtiyaçları, işte çamaşır yıkama ve benzeri gibi temel olarak yani ihtiyaçlarınızı nasıl karşılıyordunuz?

Ü.Ü: Ya şimdi ihtiyaçların giderilmesine büyük sorunlar yaşadık, bunun için zaten isyanın taleplerinden biri de buydu, mesela banyo çok uzun sürüyordu yani, sıra gelme açısından uzun sürüyordu, yemekler çok berbattı mesela, inanılmaz derecede kötüydü.

D.G: Neydi yemekler?

Ü.Ü: Ya şey işte, pırasa, bilmem mercimek çorbası, kuru fasulye, pilav, hatta bir anımı anlatayım. Şimdi bu yemekleri protesto ediyoruz kesinlikle hiçbir gelişme yok. Bunun üzerine siyasi koğuş temsilcisi arkadaşlar karavanaları aldılar, biri herhalde sanıyorum H.K. tu, bir de Y.K.’ydi, bir de herhalde MLSPB’den İ.Y. ti, bunlar karavanaları alıyorlar, askere diyorlar ki, biz binbaşıyla görüşeceğiz. O da alıp binbaşının yanına götürüyor, binbaşı da böyle masanın arkasında oturuyor odasında, hiç ses çıkarmıyor, giren karavanayı masaya boşaltıyor ama önce pilavı döküyorlar, arkadan kuru fasulye bunun üstüne dökülüyor, arkadan hoşafı (gülüyor), adam tabi geri kaçmaya çalışıyor ama üst baş her taraf (gülüyor)… Şimdi arkadaşlar geldiler koğuşa gülüyorlar. Biz anladık tabi, ya ne yaptınız dedim? Böyle böyle! Bütün koğuş yerlere yatmış tamam mı, inanılmaz bir şey oldu biliyor musun, güzel bir hareket yani. ha yemeklerde öyle problem vardı, işte şeyde en büyük sorunumuz havalandırmaydı, bütün 24 saat boyunca dışarı çıkamıyoruz, güneş göremiyoruz, yani gece hiç çıkamıyoruz, gündüz de sadece 15 dakika.

D.G: Ayrı ayrı yerlerde yani hücre tipi miydi bunlar?

Ü.Ü: Tabi, mesela koğuş şeklindeydi, diyelim bizim koğuş bayağı büyüktü, onun bitişiğinde başka bir koğuş vardı, işte onun altında MLSPB’nin koğuşu vardı. Biraz yukarıda Dev-Sol’un koğuşu vardı, yani hep böyle koğuşlar şeklinde, zaten Selimiye çok büyük bir zindan, boyu da çok uzun ve o ön cepheden görülen küçük mazgalların olduğu yerlerde koğuşlar vardı. Koğuşlar da, yerde şeyler yapmışlardı o tahtadan böyle şu yükseklikte ranza biçiminde, yani o askeri battaniyelere girerek onun içinde, askeri sünger yatakların içinde yatıyorduk, yani yer… Fakat şey çok kötüydü, havasızlık inanılmaz derecedeydi, yani o bizim sağlığımızı bayağı bozdu, işte o isyanın zaten en çok şeyi oradan kaynaklandı yani o noktaya taşınması. Ondan sonra tabi artık cezaevi farklı bir noktaya geldi, biz mesela diyorduk ki, bize pankart bezi getirin! Getiriyorlardı. Boya getirin diyorduk getiriyorlardı, biz içeride pankart yazıyorduk dışarı salıyorduk, ondan sonra Orhan Bakır’ın çok büyük, dev bir resmi yapıldı, Selimiye’nin zindan duvarlarına asıldı, iç, iç duvara.

D.G: Onun fotoğrafı falan var mıdır?

Ü.Ü: Evet, belki 15 gün indiremediler onu, yazıyordu TKP/ML TİKKO önderi Orhan Bakır yoldaş ölümsüzdür diye. Belki 15 gün o Selimiye zindanlarında, büyük bir resim ama inanılmaz, çarşafların birbirine dikilerek yapıldığı, iyi resim yapan arkadaşlar vardı yani, boya moya güzel, o böyle rüzgârda, biz havalandırmada volta atıyoruz, o bizim üstümüzde böyle dalgalanıyor yani.

D.G: Bunun fotoğrafı var mıdır acaba, hiç duydunuz mu?

Ü.Ü: Fotoğrafı olamaz gibi geliyor yani neden? Çünkü onu birinin çekmesi lazım…içeride kimsede fotoğraf makinesi yok, olamaz da zaten.

D.G: Belki devlet çekmiştir.

Ü.Ü: Büyük ihtimalle çekmişlerdir, yani çekmiş olmaları mümkündür hani bir belge olduğu anlamında, bir gün belki bir şekilde ortaya çıkacak o yani, ya.

D.G: Parasal sorun yaşadığınız mı içeride?

Ü.Ü: Yok, parasal sorun çıkarmadık, mesela biz o direnişten sonra içeriye saz geldi, ben saz çalıyordum mesela havalandırmada halaylar falan çekiyorduk, Ali Rıza Sabur vardı, o Mercan’da vurulan arkadaş, o çok güzel Elazığ havaları oynardı, oyunları, başa geçerdi mendil elinde.

D.G: O da mı tutsaktı?

Ü.Ü: Evet, onla da beraber yattık, en güzel oyunu da o oynardı yani Ali Rıza Sabur oyunun başına geçerdi havalandırmada işte. Giderken bir asker de, sonra benim akrabam da orada askermiş, dışarıda nöbetçi, annem şeyden çıkıyor, Selimiye’den, biri diyor ki, baktım diyor, Makbule abla, Makbule abla ses hani tiz… şey… zayıf bir sesle! Diyor, dönüyorum bakıyorum kulübede bir asker var ama kimdir, kafada şey var ya tanıyamıyor yani, biraz daha yürüdüm diyor, gene diyor birisi Makbule abla, Makbule abla!

Yahu dönüyorum diyor ondan başka kimse yok! Dedim neyse ben hani bir daha artık vazgeçip gideceğim diye, şeyi çıkarmış, miğferini, demiş Makbule abla benim, benim demiş, bizim akrabalardan biri Hazar Gölü’nden. Yahu sen ne yapıyorsun burada? İşte şu bu, ya demiş işte Ünal ağabeyin içeride! Yapma ya falan demiş, şaşırmış o da yani benim içeride olduğumdan haber yok. Ondan sonra yıllar sonra görüştük, buluştuk, yahu dedi ne biçim bir mücadele verdiniz, o neydi dedi ya, fırtına gibiydi dedi, bütün dedi şeyi, Selimiye’yi dize indirdiniz dedi yani ne diyorsanız yapıyorlardı artık tamam mı, o gördü, yaşadı. İşte biz bir gün avluda şey yapıyoruz, halay çekiyoruz, ben saz çalışıyorum. Askerin biri de dipçik, böyle tutmuş dipçiğinden bizle beraber o da halay çekiyor yukarıda, havalandırmanın üstünde, bir tane albay görmüş bunu, o akrabam anlatıyor, yahu diyor Ünal ağabey o çocuğu indirdiler aşağıya bir dayak attılar, berbat ettiler dedi çocuğu, komaya soktular, ulan sen teröristlerle halay çekiyorsun ha! Albay pencereden görmüş biliyor musun, çocuğu mahvetmişler o zaman yani.

D.G: Peki bu birlikte kaldığınız arkadaşlarınızla bir sosyal, siyasal ilişkiler nasıldı, yani ne gibi ortak kararlar alıyordunuz aranızda?

Ü.Ü: Şimdi orada şey güzeldi, yani o karar alma süreci iyiydi, yani komün yaşam biçiminde de iyiydi, güzel anlaşıyorduk yani. Tabi dışarıdan da tanıştığımız insanlar da olduğu için pek fazla bir yabancılık çekmedik, işte içeri gelen yemekler, sigara komünsel bir şekilde dağıtılıyordu mesela, bir noktada toplanıyordu, herkesin ihtiyacı kadar sigara kadar veriliyordu. Yemekler biz şeyden sonra içeri girmeye başladı, ziyaret… o isyandan sonra, o zaman çok güzel yemekler yedik, dolmalar, bilmem işte (gülüyor), aileler yapmış hep içeri gelince, ondan önce yemek, yemek diye bir şey yok yani, isyandan sonra bütün bunlar kazanıldı o zaman işte. Şey güzeldi yani, içerideki işlerlik güzeldi, öyle bir sıkıntı yaşamadık yani, bir kavga dövüş veya bir anlaşmazlık veya bir şey olmadı hiçbir zaman yani, yoldaşça bir şekilde ilişkiler sürdü yani.

D.G: Evet. Şimdi bu hapishane sürecini, tutsaklık sürecini tamamlamış olduk.

Ü.Ü: Evet, evet.

D.G: Ama ekstradan bir şey söylemek isterseniz dinleyelim.

Ü.Ü: Şu, ekstradan söylenecek şu var, tabi insan geçmişte yaşadıklarını bir gözden geçiriyor ve bir yenilgi yaşanmışsa bunun bir nedeni olduğunun farkına varması gerektiğine de inanıyor, bu, ben birey olarak ben bunu önemsiyorum, yani biz ne yaptık da yenildik? Evet bir şeyler yaptık ama şöyle veya böyle herkesin kendi gücü oranında bir şeyler kattık, birçok insan çok büyük bedeller verdi, daha farklı kayıplara uğradı, kimi arkadaşlar hayatını da kaybetti, kolunu bacağını yitirdi veya beyinsel birtakım problem hala yaşamaya devam ediyor.

Yani sonuç itibariyle, emek sarf edildi ama bir yenilgi yaşandı! Bunun bir nedeni olmalı diye düşünmek gerekir diye düşünüyorum, bunu çok iyi irdelemek, geçmiş, bu işte yaptığımız bu söyleşilerden de bu dersleri çıkarabilme şansımız var gibi geliyor bana! Bunu hayata geçirmezsek eğer yeniden eski tipte, eski şekilde bir örgütlenme biçimi veya bir mücadele biçimini olduğu gibi dayatırsak, bence hiç hoş şeylerle karşılaşmayız yani. Bir şeyi ikinci kez denemek hani bir bilginin dediği gibi, sen daha iyi bilirsin bir öğrenci olarak, aptallık mıdır diyor, bir şey diyor ama onun şeyine, farkına bence varmak gerek yani! Çünkü inanılmaz bir yenilgi, inanılmaz bir toplumsal çöküş yaşanıyor! Bu bir halk hareketi, bir kalkışma, öyle basit bir şey değil, yani bunu örgütlemek, bunu belli bir seviyeye getirmek, bir zamanı, bir insanın ömrünü kapsıyor. İşte ben o zaman 22 yaşında bir gençken şimdi 63 yaşındayım ama geriye döndüğümde bu, bu kadar şeyi nasıl kaybettik diye kendi kendime kendimi sorguluyorum! Yani bu kadar enerjiyi nasıl bu hale dönüştürebildik? Bu enerjiyi neden doğru bir kulvara akıtamadık, bunun sebepleri neydi? Bunu iyi irdelemek, iyi bulmak, bunun üzerine yeniden yaşamı inşa etmek gerektiğine inanıyorum.

Ü.Ü: Önce hataları alçakgönüllülükle ortaya koymak, kabul etmek; bu hataların ötesinde doğru olana doğru yönelmek, doğru olan şeyi bulmak, aramak, bunun çabasını sarf etmek gerek, çünkü yaşam devam ediyor, ezenle ezilen arasındaki çelişkiler bitmedi! Yine bir gün kavga büyüyecek! Çünkü geçmişte de işte 68 Kuşağı’nın yenilgisinden sonra daha büyük bir dalga 80 kuşağı geldi ve inanıyorum ki, önümüzdeki dalga bu iki dalgadan daha büyük bir dalga haline gelecek ve daha bilinçli, daha oturmuş, daha akıllı bir şekilde gelecek ve belki de bu devrime yok açacak! Çünkü bu şansı asla yitirmemek gerekir diye düşünüyorum, yani bu üçüncü hatadan sonrası çok kötü olur.

D.G: Şimdi tabi bu dönemde hareket içerisinde faaliyet yürüttüğünüz birtakım arkadaşlarınız oldu, tanımadıklarınız da oldu ama yani hareketin ilk kuruluşundan itibaren şu ana kadar işte muhalif kimliği nedeniyle hayatını kaybeden insanlar var. işte bunlardan başlıcaları işte Meral Yakar, Ali Haydar Yıldız, Muharrem Çiçek, Atilla Özkan, Mehmet Kocadağ ve benzeri yani Cemil Oka’dan tut da, Hasan Yıldırım, İsmail Poyraz’a kadar…

Ü.Ü: İsmail Hanoğlu, evet.

D.G: Behzat Firik’e kadar birçok insan var. Şimdi bu liste uzar gider.

Ü.Ü: Tabi ki, tabi.

D.G: Yani bu ölen arkadaşlar içerisinde tanıdığınız, bildiğiniz ve beraber faaliyet yürüttüğünüz arkadaşlar var mıdır? Bu kişilerin ölüm haberini aldığınızda ne hissettiniz, ne düşündünüz? Biraz bunlardan bahseder misiniz, yani bu ölümler…

Ü.Ü: Evet, evet.

D.G: Bu ölümlerin sizdeki karşılığı nedir?

Ü.Ü: Şimdi burada İsmail Hanoğlu’ndan bahsetmek gerek, onunla bayağı bir zamanımız oldu. İsmail gerçekten karakterli, değerli bir yoldaşımızdı, yani inanılmaz fedakâr, inanılmaz cesur, gerektiğinden hatta fazla cesur bir arkadaştı, biraz da onun kurbanı oldu. Yani bu ölümünden 2 gün önce bir aradaydık, bir sohbetimiz oldu. Bir hareketini anlattı, ben onun yanlış olduğunu, bu tür şeylere başvurmamamız gerektiği konusunda uyardım ….2 gün sonra ben bir gazeteyi açar açmaz yüz, yüzüstü yerde fotoğrafını görünce inanılmaz etkilendim ve üzüldüm yani.

Çünkü bayağı bir yıllarımız beraber geçti onunla, şeyde, Kartal bölgesinde. Bu tabi tarif edilecek bir acı değil yani. (duygulandı) E zaten şey… Cemil Oka yine onunla örgütsel anlamda olmadıysa da bir yerlerde bir şekilde birtakım birlikteliklerimiz oldu. İşte bir hafta ben hastayken baktım ona falan, iyileştirdim. En sonunda 77 1 Mayıs’ında son kez birbirimize sarıldık, ondan sonra zaten kaybettik onu.

D.G: Peki Süleyman Cihan’la hiç yollarınız kesişti mi?

Ü.Ü. Şimdi onunla bir kesişme şöyle olabilir, ben bugün A.’e de söyledim,. Halkalı’dan bir şey gelecek, matbuat, evrak, 5-6 koli, Kartal’dan çıktık gidip alıp geleceğiz, trende bir vatandaş var…sonra yıllar sonra, Süleyman Cihan’ın profilini gördüğüm zaman ya dedim bu oydu, yani öyle bir tesadüfen bir arada olmuşuz, onun haricinde herhangi bir şeyimiz olmadı yani, evet.

D.G: Peki bu faaliyet yürüttüğünüz yıllarda memleketinize Elazığ’a, Çemişkezek’e, o bölgeye hiç gittiniz mi? orada nasıldı, yani bir arada bir şeyden bahsettiniz, yani bir okul…

Ü.Ü: He, he onu anlatalım evet. İşte ben Çemişkezek’te bir köyde şey yapıyorum, basamak yapıyorum, mermer basamaklar.

D.G: Kaç yaşındasınız?

Ü.Ü: Yine şeyden sonra işte yani… 40 civarındayım yani, 40-45 yaşlarındayım tabi, tabi çok sonra oluyor bu iş yani.  Ondan sonra tabi yemeğe döndük, yemek saati geldi, yabancı değiller onlar da eski Dev-Yol sempatizanı arkadaşlar, işte sohbet ediyoruz, onlar da biliyorlar beni falan, iyiyiz yani samimi bir dostluk var aramızda. Tabi biz yemek sırasında onun kardeşi dedi ki, işte konu şeye geldi bu ajan majan hikâyelerine, yahu dedi Ünal ağabey dedi, ben askerde bir şey yaşadım dedi, ben sana anlatayım onu dedi, dedim anlat dedim. Hem yemek yiyoruz hem konuşuyoruz. Ya dedi, biz dedi, askerdeyken dedi bir yere nöbete götürdüler, çok farklı bir nöbet yerine geldik, yani her zaman gittiğimiz yerden ilk defa farklı bir yere doğru götürdüler bizi.

D.G: Askerlik nerede, Çemişkezek mi?

Ü.Ü: Evet, yani yok o Çemişkezek değil anlatılar yer, Çemişkezek ama neresi olduğunu hatırlamıyorum şimdi bölge olarak, o zaman onun gibi bir sürü varmış zaten öyle okul.

D.G: Tunceli bölgesinde bir yer mi yoksa?

Ü.Ü: İşte onu bir hatırlayamıyorum, anımsayamıyorum ama o çok önemli değil. Yani denilen okul askeri alanın içinde ama sivil bir okul, sivil bir okul, bildiğin sivil öğrenciler kızlı-erkekli, yani ellerinde kitaplar, tartışıyorlar, zil çalıyor derse giriyorlar, zil çalıyor teneffüse çıkıyorlar, bayağı bildiğin bir okul yani, lise bazında gençler yani o aşamada, kızlı-erkekli. Neyse diyor ben yolda giderken çavuşa dedim ki, ya çavuşum siz beni nereye götürüyorsunuz falan, niye böyle değişik bir yere götürüyorsunuz yani ne oldu, biz niye bu tarafa geldik? Konuşma ulan demiş, burası çok önemli bir yer falan demiş, işine bak! Ben de ısrar ettim, yahu dedim niye kızıyorsun, işte ne, nereye gittiğimizi söyle. Tabi çavuş da demiş ki, oğlum demiş, fazla üsteleme! Neyse demiş söyleyeyim size, demiş, burası demiş şey bir okul, yani istihbarat okulu, burada demiş yetişen, okulu bitiren her erkek ve kız bütün siyasi bilgilere sahip oluyor, hem askeri anlamda çalışıyor hem siyasi olarak. Buradan demiş mezun olan bir insan merkez komitesi üyeleriyle tartışacak seviyeye geliyor! Ama herkes kendi dalında demiş, işte bir kısmı Dev-sol, bir kısmı THKPC, bir kısmı TKPML, uzmanlaşarak! Buradan mezun olan her öğrenci en üst düzeydeki adamla tartışacak şeye ulaşıyor! Ben, onu anlatınca ben bir durdum böyle, eyvah dedim yahu, biz ne yapmışız yahu ne kadar sızılmış acaba yani? İnanılmaz bir şey bu yani, tanımak mümkün değil yani. Yani buradan ne çıkar? Burada bir küçümseme var yani, karşıdaki gücü küçümseme var, onu yeterince kaale almamak var. Halbuki daha şeyli olabilirdik yani, onu küçümseyip yani ya onun gücü bu kadardır mantığıyla değil, aslında karşıda büyük bir örgütlülük var, deneyim var, ta Osmanlı’dan gelen bu istihbarat deneyimi var, işte çalışma tarzı var, bilgi toplama şeyi var, yeteneği var, değil mi? Yani bunları pek şey yapmadık, çok küçümsedik gibi geliyor bana yani. Ya bu okul hikâyesini öğrendikten sonra tam emin oldum kendimden yani.

D.G: Peki son olarak sormayı unuttuğumuz ama kayda geçmesini istediğiniz bir şey var mı?

Ü.Ü: Yok, şu anda herhangi bir şey yok, yani her zaman en son olarak şunu söylüyorum, yani yeniden, yeniden ama iyi değerlendirerek, geçmişin şeyini, eleştirisini, doğru ve yanlışlarını iyi bularak, doğru tespit ederek yeniden!

Yani kavga bitmeyecek yani çünkü çelişkiler bitmediği müddetçe biz olmayız ama başkaları olacak ama bu kavga devam edecek!

D.G: Evet. Peki yani çok, çok teşekkür ederiz, bize zaman ayırdınız.

Ü.Ü: Ben de çok teşekkür ediyorum, sizi de yordum.

D.G: Uzunca bir süre de konuştuk, yüreğinize sağlık, ağzınıza sağlık.

Ü.Ü: Sağ olun, teşekkür ederim, sağ olun, sizin de ellerinize, kollarınıza, gözlerinize (gülüyor)…

D.G: Sağ olun!

Geleneğin Belleği Ana Sayfa